8
-Bomboş unutabilsek, unutmadan yanayım ben… Ama unuttukça insanın anıları çoğalıyor.
- Uğuldasın unutma rüzgarı… yoksa yaşadığım her şeyle nasıl varolabilirim ki!..
- Anılarımızın da anıları oluyor, o zaman zorlaşıyor unutmak.
- Hiç yaşamadığımız, yaşayamayacağımız şeylerin anısına da sahip olabiliriz, düş kurarak…
- Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü.
Latife Tekin, Unutma Bahçesi
Evet unuttukça çoğalır insanın anıları çünkü unutulan gelecektir, arkamızda sağlamca duran nesne ya da olayları değil, henüz doğmamış zamanları unuturuz, unutma eyleminin gerçek anlamını unutmuşçasına. Çocukken düşlediklerimizin, düşündüklerimizin her zaman uzağındayız, onları silip attık bir tarafa, unuttuk çocuklukta sahip olduklarımızı. Gerçekçiliğimiz ve çıkarcılığımız o denli yükseldi ki, o denli unuttuk ki masum gelecekleri artık insan olmanın anlamını çocuk olmakta arama isteğimizi uyandırmanın zamanının geldiğini düşünüyoruz. Çocukların rüzgarı uğuldadığında dünyayı yeniden kurmanın ve düşlerimizi yeniden anımsamanın çığlığı esecek pas tutmuş kulaklarımıza doğru, hem de insanca pek insanca esecek geçmişi unutup şimdi’ yi hatırlamaya çalışan dikkatsiz gözlerimize doğru.
Geçmişi yani çocukluk düşlerimizi unutmuşken aslında geleceği de unutmuş olduğumuz çelişkisi ile yüzleşmeyi göze almalıyız. Yaşadıklarımızın geçmiş ve geleceği unutmak üzerine dayandığını söylemek uç bir çıkarım olacaktır ama gelin birlikte bakalım durumumuza: Çocukken üzerimizdeki baskılardan ve ciddiye-alınmamalardan dolayı bir an önce büyümenin hayalini kurarız; büyüdüğümüzde ise bu hayalin içinde bize görünen kendimizin çok uzağında kalmışızdır: düşümüzü, düşüncemizi yitirmişizdir. Fakat değil miydi bizim isteğimiz bir an önce büyümek… ve işte zaman geçti, arkada bıraktığımız her şey de olduğu gibi bir an önce büyüdüğümüzü hatta isteğimizin gerçekleştiğini bile sanıyoruz. Çocukluğumuzu geride bıraktık ama sadece onu değil, onla birlikte çocukluk düşüncelerimizi ve arzularımızı da; geride bıraktığımız geçmişimiz olduğunda sıradan ve dolu bir unutuşla karşı karşıya olduğumuzu düşünmekte özgürüz zira yaşanmışları ya da yaşanmışlara dair olanları belleğimizden çıkardık ve bazı açılardan böylesi dolu unutmaların olumlu gücünden de bahsedebiliriz. Öte yandan düşlerimizde, arzularımızda olduğu gibi gerçekleştiremediklerimizi nereye koymalıyız. Onlar boş bir unutuşun konusu olmuşlardır, hiç yaşanmadan unutulmayı tatmışlardır. Bir daha erişilme olanakları, gerçekleştirilme şanslarını da büyükçe ve küstahça düşünüş yüzünden kaybetmişlerdir.Bununla ne demek mi istiyoruz, kulak verin o halde: İnsanlar büyük, mantıklı ve akıllı olarak varolduklarından – ama kendilikleri küçüktür ve varoluşun altında kalmışlardır - beri dünyayı ve varoluşu cennete çevirebilecek sonsuz geleceği, sonsuz düş ve isteği yok etmiştir; insanlar bu isteklerin, geleceklerin yok edilişinde kendilerini, kendi çocukluklarını – sonsuz bir kendilik içerisinde, varoluşun üstünde mutlulukla tepindikleri - unutmuşlardır. Bunun böyle olması bir zorunluluk mudur, boş unutuşlar biz insanoğlunun yazgılarından mıdır? Kimdir ya da nedir bunun sorumlusu? Kendi çocukluklarını unutan bireyler mi, yahut tarihin başlangıcından beri yürürlükte olan güçlülerin ortaya çıkardığı iktidar mı? Yoksa her ikisinin bir işbirliği mi bunu ortaya çıkaran!
Dünyanın haline bakınca artık çocuk düşüncelerine, isteklerine karşılık vermenin zamanının geldiğini ciddi olarak anımsamalıyız: onlarda kendimizi ve insan olmanın değerini, onurunu bulacağımızdan kuşku duymak tam manasıyla bir saflık olur. Çocuklar sayesinde yaşamaktan uzak kaldıklarımıza kavuşabiliriz, silik çocukluk düşlerini yaşar ve onların anılarını çoğaltırız. Biraz da büyükçe, küstahça ve güçlüce olmayı unutmalı; sürgüne çıkarmalıyız olgun ve deneyimle dolu olmanın yalnızca sözde kalan üstünlüklerini çünkü dünya çoktandır kara bir üstünlüğün, kara bir pisliğin algısıyla çalkanıp duruyor: Tanrı’ ya en yakın olan çocuklar, yardım edin ve kurtarın bizi unutmanın çiçeksiz bahçelerinden… çocuklar!
ÇOCUKLUK DÜŞLERİMİZİ UNUTMUŞKEN DÜNYA KARA BİR PİSLİĞİN ALGISIYLA ÇALKALANIP DURUYOR. KURTARIN BİZİ UNUTMANIN ÇİÇEKSİZ BAHÇELERİNDEN ÇOCUKLAR.
9
- İnsanın iktidara karşı savaşı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.
- Bu gülüş varlığın varolmaktan duyduğu sevincin anlatımıydı.Nasıl acı çeken birinin inleyişi, yaşadığı anla acı çeken bedenini birbirine bağlarsa (o bütünüyle geçmişin ve geleceğin dışındadır) ve nasıl vecd içinde kahkahalar atan biri anılardan uzaktaysa ve gülmekten başka hiçbir isteği yoksa, çünkü çığlığını şu anda yaşadığı dünyada atmakta ve ondan başka bir şey tanımak istememekteyse, işte tıpkı öyle.
- İnsanoğullarının tümü sokağa inip: Biz hepimiz yazarız! Diye bağırabilirler ve buna hakları vardır. Çünkü herkes ilgisiz bir evren içinde görülüp işitilmeden(hatırlanmadan) yok olup (unutulup) gideceği düşüncesiyle acı çekmektedir. Bu yüzden vakit varken, kendisini sözcüklerden oluşan bir evrene dönüştürmek ister. Ve bir gün bütün insanlar birer yazar olarak uyandıklarında, evrensel anlaşmazlık ve sağırlığın günü gelmiş olacaktır.
- (Tamina’ nın kocası ölmüştür)Bir süredir Tamina umutsuzdur, çünkü geçmişin anıları gitgide solmaktadır. Kocasından pasaportundan başka bir şey kalmamıştır… Hiç benzemiyordu kocasına bu resim… (Bütün anımsama çabaları)kocasının imgesinin geri dönüşsüz bir biçimde kaymakta olduğunu göstermekten başka bir işe yaramıyordu.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Milan Kundera
İktidar özgürlük isteyen, zorunluluktan ve inanmadığı yaşama biçiminden sıyrılmayı arzulayan bireyin, ve oluşa kapılmaktan çekinen kendileri-olmak isteyen başkalarının da, yükselen sesi üzerine düşen devasa çığı simgeler. Yaşamın akışında sürüklenirken kendileri olmaktan çoktan vazgeçenler ise etrafta yapıp etmeleri belirli belirsiz izler bırakmış, her yeri kaplayan kar altında kalmış olanlardır: iktidarın dayatmaya ve gücünü aktarmaya dayalı belleğini kabul eder etmez kendi belleklerini yitirmişler – buna genelin altında bireyselin ölümü diyeceğiz- ve karın kalınlığı kadar bir uzamda yaşamaya mahkum olmuşlardır, sürünür konumda: bedenleri ve kimlikleri en beyaz unutuşmuş gibi görünenin içine bırakılmıştır. Kar onların üzerine dev gibi bir adım atmıştır ve bilinçleri bu adımın altında tamam ezilip tarihin diğer karaltı-insanları gibi donuncaya dek yaşamlarını iktidarın onlara sunduğu oyunlar, gösteriler ve gündelik ayinlerle geçirirler. Zorunluluğun katı doğası, nerden geldiği belli olmayan iç sıkıntısı, hiçbir yerde olamama ve hiçbir zamanı hatırlamama, ve boğuşmalar neredeyse bir sarkıt imgesiyle bizi sarsan donmuş, koku almaz olmuş burunların ve beyaz maskeler takmış yüzlerin sahte gülüşlerinde yok olur gider. İktidar, güçlü olmaktan dolayı her şeyi bildiğini sandığı için her şeyin içinde bireyin şeyliğini unutmuştur ve şeylerin büyüyüp serpileceği zeminden bireyi mahrum bırakmıştır. Karaltında yaşam dediğimiz budur.
İktidarın şeytansı gülüşleriyle harmanlanmış çığ, karın üzerini, varoluşun üstüne basacağı dünyayı, ayak izlerini unutmama-sevdalısı özgür tinlilerin ardına takılmış peşlerinden olanca gücüyle yuvarlanmaktadır. Kardaki tuzaklara yakalanmamak ve dibe batmamak için özgür tinliler sürekli aynı yerlere iz bırakmakta, hep oraların üzerinde tepinmekte ve karın sertleşmesini sağlayarak içine batılmayan, varoluşun sağlamlaştığı “unutmama durakları” oluşturmaktadırlar. Unutma(ma) durakları, buz üstünde bile ilerleyebilen ve sağa sola sapmayan insanlı arabanın tanrısal ve hakiki yaşama yolundaki dinlenmeler, güç toplamaların varoluşa gelme mekanı olarak görünür. Şiddetin her türlüsünü içine katarak gelen, yuvarlandıkça unutuşu büyüten çığa karşı yapabilecekleri, evet karşınızda onların düşleri: çığın yapabileceğinden daha büyük bir unutuşu ona tattırmak, unutma duraklarını, unutmanın özgürlüğü anımsamak olduğu yerde, arttırarak, çığın kar toplayamayacağı ve böylece giderek küçüleceği, unutulacağı yeni bir belleği öğrenmek, öğretmek: özgürlüğün belleğini!
İktidar çarptığında özgürlüğün belleğine, giderek sertleşen ve buz gibi olan özgür tinlilerin bedenlerine çarpan çığın kaderiyle karşılaşır: burundaki sarkıt erimiştir, yüzdeki maske düşmüştür; koku alan, gören ve yürüyen kendiliğin buz çağı, bireyselliğin ve -Kierkegaard’ ın rüyası- öznel bakışın krallığı, özgürlük başlamıştır!
Kierkegaard’ ın Kabusu:
“Birey olarak öldü” demeden çok önce, buz çağından ve karaltı çağından da önce gülüşlerin zamanında, insanların gülüşleri şeytani ve meleksi gülüş olarak ikiye ayrılmadan evvel gülüş gözyaşları vardı: “bazen şimdi’ yi unutmayı, bazen mutluluğu hatırlamayı, bazen geleceği biraz daha belirgin kılmayı” temsil ediyordu. Unutuş ruhun bir yerinden hatırlamaya dokunuyor ve gözyaşı gülmeyle, yüzün ciddi, genel olarak insan kimliği ile birleştirdiğimiz düzlüğünü parçalıyordu. Ruhun sonsuz unutuşunu ve zevkini tadan beden yaşam üzerindeki orgazmının, kendinden geçmenin bir hatırası olarak gözyaşını bırakıyordu dışarıya: dışarıya kendi güleç yüzünü hatırlatmanın tanrısal çocuklarını salıyordu. Gözyaşı ile hamile kalan dışarısı, surat için gerçek bir çocuk oluyor ve onu sonsuzlaştırıyordu çünkü gülüşün şiddeti dışarısını kendisine o denli hayran bırakıyordu ki bu gülüşün seyrinde dışarısı * belki bir kadınsallık taşıyan ya da belki bakan bir göz olan * kendisini unutuyordu: İç varlık ile dış varlık böylesi bir kendinden geçmede kesişiyordu.
Kocası yaşarken işte böylesi gülüş gözyaşlarının tadına varabilmişti Tamina, iç varlığı ile dış varlığı tam olarak birdi. Şimdi ise onun suratını görmeyi bırakın, hatırlamıyordu bile çünkü kocası ölüp gitmiş, geçmiş elinden kaymaya başlamıştı. Tamina o suratı hatırlamakta zorlanıyordu çünkü onu hatırlamanın verdiği ızdıraplı yoldan tiksinir olmuştu, ne zaman biriyle yatmaya kalkışacak olsa o ciddi, keyifsiz surat karşısında beliriveriyor ve şeytani bir gülüş fırlatıveriyordu ona. Şeytani gülüş ve meleksi gülüş onda bu acı dolu deneyimlerle ayrılmıştı, tabi bunun doğal bir sonucu olarak gülüş ile gözyaşı da bir daha yan yana gelmediler. Hepsinden ötesi, (suratı)hatırlamanın yattığı yer orgazmın/ unutuşun mezarı oldu!
Kierkegaard’ ın kabusu bizi Tamina’ dan uzaklaştırıp o mezara yoğunlaşmaya zorluyor: Kasvetli ve sisli bir mekanın belirimleri ile süslenmiş bir kabusu anlatmak pek kolay değil. Görünen o ki, mezarda yas tutmaya gelenler hatırlamanın unutuşun zikzaklarıyla örülmüş zamanları için dualar ediyor; gülüşlü gözyaşlarını geri çağırıyor ama nafile elde edebildikleri yalnızca ve yalnızca ölümü bile unutmayı becerip hayalet olup mezarının etrafında uçuşan hatırlamanın fısıldadıkları. Kaydediyorlar bu fısıldamaları birazcık uyanık davranıp yanlarında kalem kağıt getirenler ve gülümsüyorlar gizliden gizliye: şeytani gülümseyişle. – Freud’ u hatırlarsak rüya içeriğindeki şeylerin kelimeler olarak görülebileceğini söylüyordu. İşte bu noktada şu an ölü olan filozofumuzun kabusu başka bir yere sıçrıyor. Bizi oraya bakar kılıyor.
Mezardan ayrıldıktan hemen sonra ise bütün yazılanlar anlamını yitiriyor, not alan uyanıkların her biri kendisine göre bir dil kurmuş ve farklı bağlamlarla süslemiş – aynı anlamı ve mesajı iletiyor olması gereken yazılar aynı cümlelerden oluşmalarına rağmen tamamen birbirlerine yabancılar – üstüne üstlük hatırlamanın hayaleti de artık yanlarında değil. Yazdıkları yok olup gitmiş, oysa orada yazdıkları ve ellerinde şu an yazılı bulunanlar aynı kelimelerden oluşuyor fakat hayaletin fısıldağı ve anlatmak istediğinden öylesine uzak görünüyorlar ki, yazılan anda kafalarında, suratlarında ortaya çıkan ve dışarısının hayaleti tarafından özel bir deneyimle ödüllendirilen bağlantılar, ilişkiler, çağrışımlar neredeyse tamamen yok olmuş: Yazma anına ait hayaller, imgeler, kavramsallaştırmalar, sezmeler yazı’ nın içine hapsolmuş ve yazarlarından adeta çalınmış. Yazı’ nın zamansızlığa bu yükselişi, yazı’ nın bu anlamını yalnızca kendisine bahşedişi ve buna ilave olarak dışarısının hayaletinin artık yazarların suratını hatırlayamaz oluşuyla, yazı’ nın dışındaki zamansal insanı bize göndererek – ki burada kaydedici olan yazarlar sözkonusu- onun çaresizliğini gözler önüne seriyor: Aynı yazıya sahip olanların bize anlattığı bir çok farklı şeyden sonra, şimdi mezarında yatmakta olanın bu durum karşısında taşıdığı meleksi gülüşü hayal edebiliyorsunuzdur eminim.
Yas tutmaya gelenler aynı yazıyı yazıp farklı yazarlar olduklarından beri, aynı yazı hakikati sonsuza kadar parçalandığından beri dünya mezardakini diriltmenin sonsuz yanlış yolu ile dolup taştı ve bu öyle bir hale geldi ki mezarın kendisi bir yaşama, anlama, iletişim kurma, hatırlama, birlikte olma, huzur bulma; onun dışında kalan her yer ise tam bir ölüm, unutuş, sağırlık, körlük, yalıtılma ve yazarlık alanı oluverdi. Şimdi hayal edeceğimiz şey işte: mezardakinin gülüşlü gözyaşlarıdır, Kundera’ da somutlanan.
Unutkan Okuyucuya Sorun: Rüyaları mı daha çok hatırlarsın yoksa kabusları mı! Çözülecek…
İKTİDAR, ÖZGÜRLÜK İSTEYEN UNUTMA(MA) DURAKLARINI HAPSOLMUŞ KILIYOR. OYSA YENİ BİR BELLEĞİ ÖĞRENMEK KİERKEGAARD’ IN RÜYASI: DIŞARIYA KENDİ GÜLEÇ YÜZÜNÜ HATIRLATMANIN TANRISAL ÇOCUKLARINI GÖNDEREREK, KUNDERA’ DA SOMUTLANAN.
10
Unutmaya, onun bize geldiğinden fazla yaklaşmıyoruz, ama birdenbire, unutmak önceden beri hep orada olmuş oluyor ve unuttuğumuz zaman, çoktan her şeyi unutmuş oluyoruz, biz unutmanın devinimsizliği ile orantılı olarak, unutmaya doğru hareket ederiz…Unutmak, unutulan bir ilişkidir. Öyle ki, ne ile kurulduğunu gizli tutar ve bu gizin gücünü ve anlamını alıkoyar… Unutmada, kaçıp giden bir şey ve unutmaktan kaynaklanan, aynı zamanda da unutmanın kendisi olan bir dolambaç vardır.
Maurice Blanchot, Bekleyiş Unutuş
Unutuşun Peşinde, İlk Hafta Raporları:
Sürekli yer değiştirmelerimize, ustaca hazırlanmış planlarımıza rağmen ona bir türlü yaklaşmayı beceremedik ama ne zaman biz dinlenmeye çekilsek, ne zaman derin üşümemiz bizi ateş yakmaya ve onun etrafında toplanmaya itse işte o anlarda unutuş gelip bizi buluyordu. İlk günler orada beliren ve bizi kendisinde alıkoyan şeyin ne olduğunu anlamakta pek zorlandık ve itiraf etmek gerekirse onun unutuş olduğunu anlayıp ayağa kalkar kalkmaz da kayıp gidiyordu gözlerimizin önünden. Neye benzediği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir seferinde ilginç bir durum cereyan etti, onu anlatmadan bırakıp unutulmasına göz yumamayız: Ateşin etrafındakilerden birisi, zil zurna sarhoş durumdaydı, dünyayı, gerçekliği ve unutuşun peşinde olduklarını anımsamayacak kadar bilinçsizdi, ayağa kalkıp kimsenin üç dört gündür cesaret edemediği bir şeye girişti: bütün gün boyunca peşlerinden koştuğu unutuş’ a gece vakti yaklaşmaya başladı. Unutuş ise ondan beklenen hamleye bir türlü girişmiyor, kaskatı bir şekilde orada durmaya devam ediyordu. Sarhoş adam unutuşun tam dibine varmış, ona dokunacaktı ki unutuş yeniden kayboldu. Unutuş’ a geceleyin dokunma hayali sulara gömülmüştü avın daha ilk haftasında. Olayın birkaç saniye sonrasında, şok atlatılır atlatılmaz, sarhoş adamın etrafında toplanarak hemen neler hissettiğini ve onun neye benzediğini sordular. Adam sızmak üzereydi şaşkın bakışlar arasında ve sadece şu cümle döküldü ağzından uykuya dalmadan önce: “O, sanki unutuşun, unutuşa dokunmasını istemiyor gibiydi ve bu yüzden ben ona tam dokunacakken kendisini unutturdu. Bekle dedi, bekle!”
Unutuşun Peşinde, İkinci Hafta Raporları:
Üzüntülü bir haberle başlamak durumundayım ne yazık ki! Hemen o gece şaşırtıcı olayın sonrasında ilk hafta raporlarını kaleme alırken unutuşa aramızda en çok yaklaşan adamı sabahleyin ölü bulacağımızı bilemezdim. Adamın ölümüne hiçbirimiz hala inanamıyoruz. Bu inanmayışın varlığı ile ölümün gerçekliği arasındaki gerilimin çok kötü bir hafta geçirmemize neden olduğunu söylemeliyim. Üstüne üstlük adamın öldüğüne inanmayı başaramadığımız için görevimizde de aksamalar oldu. Bu-ölümü arkada bırakamayıp unutamazsak ne yazık ki bu görevde başarılı olmamız imkansız görünüyor bana. Geride bıraktığımız haftada unutuş’u artık geceleri de göremez olduk, ölümün gölgesi onu da alıkoymuşa ve saklamışa benziyor. Ölüm ona da bekle dedi, bekle. Ölümün gücüyle başka düşünceler de dolaşmaya başladı aramızda. Kimileri unutuş’ un sadece bizim peşinde olduğumuz şey olmadığını, ondan daha büyük ve daha beter unutuş’ ların da varolduğunu söylemeye başladı. Bana da öyle geliyor ki unutuş’ a en çok yaklaşan adamın unutuş tanrıları tarafından bir cezalandırılışı sözkonusu oldu: “Adam öldü, bu gizin gücünü ve anlamını sonsuza kadar alıkoydu. Onla ilgili bilgilerimiz de unutuşun kara deliğine doğru yolculuğa başladı!”
İzlenecek Yol: Kendimizi toparlamalı ve unutuş’ u bir an önce ele geçirip unutturduğu bütün ilişkileri, zamanları ondan öğrenmeliyiz: Unutuş’ u unutulan bir ilişki olmaktan çıkarmak için gerekirse ölümle ilgilerinin olduğunu keşfettiğimiz unutuşun tanrıları ile de yüzleşmeyi göze alıyoruz.
Unutuşun Peşinde, Üçüncü Hafta Raporları:
İlk Gün:
O kadar heyecanlı ve üzüntülü bir ilk gün geçirdik ki, bir şeyler beni hemen buraya yazmaya sürükledi, olayın ayrıntılarını unutmaktan korktum herhalde. Bu aralar kendimden ne de çok korkar oldum böyle. Unutuş’ u kovalıyorduk gündüzün kırlarında, o kadar hızlıydı ve uçar gibi zıplıyordu ki nefesimiz tükendi çabucak. Diğerleri benden de çabuk yorulup gerimde kaldılar ve ben de onların biraz önündeki bir noktada durakaldım. Tam o anda unutuş da durdu ve geriye doğru döndü usulca, ardından bana uzunca süre öylece baktı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi; üzüntülü ve gergin bir hali var gibiydi. Yüzünü tam seçemiyordum ama gerginliği bana kadar ulaşıyordu. Ondaki bu ruh halini fark eder etmez ben de hemen ölümün imgesiyle sarıldım, yere çömeldim – burada kişisel bilgi vermemem gerekiyor ama o sarhoş adam benim gruptaki en yakın arkadaşımdı, hatta dostumdu, çünkü onun olduğu yerde ben vardım, benim olduğum yerde o – ama bir türlü dostumu hatırlayamadım, belirsiz bir varlık içimi doldurmuştu ve adeta hiçliği andırıyordu. Ona dair hiçbir niteliğin, belirlenimin zihnime düşmemiş olması gerçekten beni şoka sokmuştu. Tam bu sırada unutuşun yanımda bittiğini görüverdim. Tam kafamı kaldırıyordum ki tekrar yok oldu.
Kendime geldiğimde diğer arkadaşların da benim gibi daha yeni kendilerine geldiklerini gördüm. Gece olmuştu ve ardımızda unutuşla ilgili bir gizem daha bırakarak yola koyulmuştuk, sadece ayın ışığıyla yolumuzu buluyorduk. Kamp yerine vardığımızda ateşin etrafında toplandık her zamanki gibi. Oturup derince bir nefes almıştım ki birden bire şaşkınlıktan elim ayağım birbirine girdi çünkü bir kişinin eksik olduğunu anladım, hem de önemli bir kişinin ve vakit kaybetmeden diğerlerine onu gören olup olmadığını sordum. Bir tanesi garip bir tonla onu koşarken de hiç görmediğini söyledi. Herkesi toplayıp tekrar kırlara doğru yol almaya başladık, bir iki dakika geçmişti ki kayıp kişinin bedeniyle karşılaştık. Bedeni soğuktu, uzun zaman olmuştu öleli anlaşılan. Unutuş’ un tanrılarına bir kurban daha vermiştik.
Ufak tefek görünümünün altında nadiren konuşan birisiydi, hep bir şeyleri kavuşamaz gibi beklerdi, ama onu çok severdim, hatta diğerleriyle önceden hiç tanışıklığımız, hiç bir arada bulunmuşluğumuz yoktu ve sarhoş adamla birlikte görevden çok önce tanıyor olduğum iki kişiden birisiydi. İkisi de ölmüştü, diğerleri benim için tamamen yabancıydı, bu görev içerisinde üzerinde yürüdüğüm dolambacı temsil ediyorlardı. Hep benle birliktelerdi ama hep üzerinde yürüdüğüm yol kadar sessizlerdi, diğer ikisiyse yolun üzerinde birlikte yürüdüğüm kişilerdi. Kaçıp giden arkadaşlarımın yarattığı boşluk yüzünden kendimi unutulmuş hissediyor, Unutuş’ un Tanrılarına lanetler yağdırıyordum. Unutulmuşluk içerisinde kendimden uzaklaşmış ve kaçmışken ateşin tam karşısında unutuş’ un gölgesini gördüm. Sarhoşun ölüşünden beri ilk kez yanımıza geliyordu, diğerleri çoktan uyumuştu. Unutulmuşluğum ve kaçıp kurtulma isteğim o denli içime işlemişti ki, üzerine doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça yaklaşıyordum, heyecanım artıyordu. Unutuş da kendisini takip etmemi istercesine ayağa kalkmış ve yavaşça geriye doğru yürümeye başlamıştı. Gene aynı dolambacın üzerinde yürüyor gibiydim ama bu sefer yakalamak isteyip de bir türlü erişemediğim adamla beraberdim; artık unutuş’ u beklemiyordum o zaten yanımda bulunuyordu ve böylece onu yakalama isteğim tamamen tükenmişti; o da bunu biliyor olacak ki benden kaçmaya hiç yeltenmiyor önümde yürümeye devam ediyordu. En sonunda yüksekçe bir yere vardık; bana aşağısını işaret etti. Gülümsüyordu ama suratında hüzünlü bir ifade vardı, o aynı ifade. Gözlerinin içe doğru oluşmuş parlaklığı, ağzının ve kulağının yokluğu karşısında nedense hiç şaşırmamıştım. Aşağıya gözlerim kaydı bir an, derin bir uçurum mutluluğun kaynağı gibi ışıldıyordu bütün uğultularıyla. Tam bu sırada bir son hamle yaptım ve unutuş’ a dokunmak için ileri atıldım… Unutuş’ a dokundum… kendimi en son hatırladığım anda aşağı doğru düşüyordum, kulaklarımın ve ağzımın yok olduğunu hissettim, gözlerim ise içe doğru parlıyordu…
İkinci Gün
Görev tamamen sona erdi, sonsuz kovalamacalardan bir tanesi daha başarısızlıkla sonuçlandı. Düşünce içerisinde çeşitli ilişkilerle birbirine bağlanmış üç yakın nesne-adam-şey-unutuş avcısı öldü, unutuldu benim tarafımdan.
İlk Günü ve İkinci Günü Kalemi Unutuş’ a Dokunan Adına Kaleme Alan: Unutuş’ un Ta Kendisi: Unutuş’ u Kafasında Taşıyan ve Onun Tanrılarına Başkaldıran Adam.
11
İlk anda ve bütünde, unutuş belleğin güvenilirliğine karşı yapılan bir saldırı olarak deneyimlenir. Bir saldırı, bir zayıflık, bir boşluk. Bellek, en azından ilk anda kendisini unutuşa karşı bir mücadele olarak tanımlar. Herodot, Yunanlıların ve Barbarların görkemini unutuştan korumak için uğraşır. Ve hafızamızın bilinen görevi unutmamayı yüreklendirme biçiminde açığa vurulur…
Paul Ricoeur; Bellek, Tarih, Unutuş
İnsan özünde Varlığın hafızasıdır, ama Varlığın.
Martin Heidegger, Varlık Sorusu
Varlığın unutuluşu, Varlık ile varolanlar arasındaki ayrımın unutuluşudur.
Martin Heidegger, Anaksimandros Fragmanı
Bellemekle ardına takıldığımız ne’ dir? İlk alıntımızı bellek ve unutma ile ilgili bir yolun – ama hangi yolun!- başlangıcı olarak, ardına takılacağımız bir iz olarak alırsak ne’ dir sorusuna yanıt için bir adım atmış sayılırız. Üstelik bellemenin, kavramsal doğası içerisinde izle ilgisi olduğunu söylemiş bulunduk bile. İz bırakan bir şeyin olduğu gerçeğini de kendiliğinden söylüyor konuşmamız. Uygun konuşmaya açmakla kendimizi bellemenin nasıl bir doğayı barındırdığına çeşitli açılımlar sağlayabileceğimizi umalım şimdilik. İz, iz bırakan şey, uygun konuşma ve açılma bize belleği çağırıyor. Peki onu bizim için çağıran kim ya da ne? Buna yanıt aramadan ve bahsettiğimiz kavramları daha derin soruşturmadan önce belleğin güvenilirliğine karşı bir atak olarak unutmanın belleme-karşıtlığı üzerinden bize getirdikleri ile ilgili şunları önselleştirmemiz şart görünüyor: Unutmanın ilk elden ve dolaysız varoluşunda, bir izsizliği, iz bırakmayan şeyi, uygunsuz konuşmayı ve kapanmayı bize fısıldar.
Ardından koştuğumuz tarih olabilir mi? Her zaman onun önünde olduğumuzu düşündüğümüzden olsa gerek tarihi bu şekilde düşünmek zor gelecektir. Algılanamayacak kadar sonsuz izden oluşan tarihin üzerinde iz bırakan Varlık ile ilişki içindeki varolanlardır. Varolanların kendilerini Varlığa açmasıyla aralarında uygun konuşma gerçekleşir: - Heideggerci anlatımla – Varlığın sesini, varolanın (Das Seiende) oradalığını duymak ve duyurmaktır bu. Bellenen ve taşınan da bu konuşmalar ve duyurmalardır. En güçlü duyurulanların ardına takılırız çünkü en çok onları duyarız. Unutulmaması için elden gelen her şey yapılan Varlık ve varolanın her türlü kesişmesidir, da (orada), her daim oradaki-varlık (Dasein) olarak sesini duyurmalı ve Varlığın bütününe kadar sesini ulaştırmalıdır. Düşüncenin ardına takıldığı belleme, hatırlama Varlık ve varolanın birlikte-oluşundan kaynaklanan uygun-konuşmanın bilince çarpmasıyla gerçekleşir. Bilinç kendisini en-kendi varlığında görmek ve Varlığın anlamını araştırmak için uygun konuşmaya açmıştır. Uygun konuşma dilin aracı olduğu bir ortamda başkası ile diyalog içerisinde yapılan karşılıklı anlama ve dinleme, aynı öz-dilin olanağı içerisinde ek-statik bir araya gelmedir, birbirine açılmadır. Bir araya gelme iz’ in kaynağıdır ve unutuşu yok etmeye girişir çünkü unutuş dağılma demektir, diyalogun, açılmanın sonlanmasıdır.
Şu düşünceyi iz’ lemeye çalışalım: Varlık dil üzerinden kendisini varolana açmaktadır ve bu bir araya gelişte Varlığın zihnin hazır bulunuşu karşısında ışıklandırılması sözkonusudur. (Burada ışıklandırma ve bulunuş da bellemenin önemli ilişkileri olarak belirmektedir. Bu ışıklandırmanın ve birlik içinde olmaya kararlı bulunuşun zamanı için Heidegger, “bu zaman kendi uzanımları içinde – geçmişin, şimdinin ve geleceğin birlikte varoluşlarında ve daha önemlisi geleceğin kendisini Varlığın vardığı(Ankommt) ölçüde açması- açıldığı anda olur.” demektedir.) Bu ışıklandırma, karşılıklı dinleme ve anlamayı da içine katmış bir şekilde varolanın Varlığı hatırlamasına, güçlü sesleri duymasına; Varlığın da kendisini insana hatırlatmasına götürür bizi.
Uzaysallığının içindeki ve zaman ile çevrelenmiş oradaki-varlık, insan, Varlığın bütünüyle olan söyleşisinde kendi anlamını soruşturur; onunla bir araya gelmek için uygun konuşmayı arar durur. Uygun konuşmanın, oradalığın yani zaman ve uzayın değişmesiyle, insan ölümleriyle, gelişip serpildiği ve değiştiği, bu yüzden bulunmasının giderek daha da zorlaştığı düşünülürse neden tarihin ardına takıldığımız sorusuna biraz olsun bir yanıt vermiş olduğumuzu sanabiliriz. – Herodot, Yunanlıların ve Barbarların görkemini unuturmamak için yazıyorken bizim ardına takıldığımızı yani uygun konuşmayı betimliyor olmasın! Bu unutmamayı yüreklendiren gözüpek adamın, tarihin yüksek seslerini, ölümle ve uzaysallığıyla çevrili sonraki insanlara aktarma çabasını iz’ lerin taze kalması için sarfedilmiş bir çaba olarak düşünmenin küstahlık olmayacağını bilmek gerekir: Boşluk, zayıflık ve hiçliğe götüren saldırıdan hoşlanmayan o tarihin insanları için, özellikle de felsefenin doğuşuna tanıklık eden Antik Yunan Uygarlığı için uygun konuşmayla yaşamış bulunmak ne büyük bir görkem… ve biz buradan oradaki görkemin seslerini işitiyoruz!
Ardına takıldığımızı bulmuş sayılabilir miyiz! Hiçbir biçimde bunu söyleyemeyiz, onun görünüşlerini yakalamaya çalışabiliriz arkadan sadece, bir tür hakikatin örtülerini kaldırmaya çalışma çabası olarak adlandırdığımız şey. Ardına takıldığımız hala ardında olduğumuz şey ve hep ardında olmayı göze almamız gereken şey. Ardına takıldığımızı yakalamaktan yoksunuz zira bellememiz her zaman iç-varlığında unutkanlığın devinimi ile özdeşleştiriyor kendisini. Ölüme doğru varlığımızda Varlığın ve onun tarihinin arkasında kalmaya yazgılıyız. Peki amacımız ne o halde düşüncelerimizi bir yol üzerinde oturtmaya çalışırken: Belleğimizin izleri ve onlardaki bütün ilişkileri yeniden-anımsayabilmesi için gerekli yolları düşünmek, içselleştirebileceğimiz kadar iyi anımsama yolları yaratmak ve bunları aktarmak. Varlık içinde varolana doğru yolumuz.
Varlık ile varolan arasındaki birlikte oluş ve bulunuşun, diyalogun gerçekleşmesinin, iki tarafında kendi öz benliğinde olmaya devam etmesinin, ışıklandırma ve bulunuşun, ek-statik açılmanın, tarihsel kesişmelerin en temel nedeninin ikisi arasındaki varoluşsal ve özsel ayrımın göz önünde bulundurulması, sürekli hatırlanması, unutulmaması olduğu hakikatini açığa vurmalıyız. Varlık kendi varlığından uzaklaştırılıp varolana güdümlü kılındığında ve unutulduğunda insanın sonluluğu içerisinde unutulmaya başlamış demektir, yalnızca Dasein’ in tekilliğinde kaldığında Varlık ölür, ölmenin kendi başına oluşluğundan ve yalıtmasından nasibini alır.
Varlığın unutuluşunda oradalığın sonluluğundan, Varlığı kendi tümlüğünden ve bütünlüğünden alıp tekilliğe bağımlı kılmaktan kaynaklanan ilginç sonuçlar da doğacaktır; unutuluşun kendisinin unutulması; izsizliğin, kapanmanın, uygun olmayan konuşmanın, iz bırakan şey olarak tarihin unutulması gibi. Birlikte oluş, kesişme, açılma bellemeyi çağırırken bunlara doğru çağrının içinden geçtiği şeylerin kendileri yani unutmayla ilişkilendirdiklerimiz de yok olur, çünkü ayrım ve Varlığa doğru olma ortadan kalkmıştır. O halde Ricoeur’ un zayıflık, boşluk ve saldırı olarak nitelendirdiği şey olarak unutuş Varlığı anlayabilmenin zorunlu koşullarından bir tanesidir. Işıklandırma ve bulunuş, ışıklandırılması gereken ve karanlıkta kalanı, unutulmuş olanı getirir önümüze, iz etrafında olmayan izsizliklerden oluşmuştur, açılacak olan Varlığa henüz kapalı olandır. Belleme ve çağırma her tarafında unutuşla sarılmıştır.
İnsan özünde Varlığın hafızasıdır ama Varlığın çünkü izsizlikte, kapanmada, uygun olmayan konuşmada kendisini gösteren Varlık hala kendi tümlüğünde tam olarak görünemeyen Varlıktır, kesişmeyle birlikte, ışıklandırma ve kararlı bulunuş ile birlikte sonluluk tarafından ışıklandırılmakla bilinç tarafından karşılanmıştır, ama Varlığın bilinci değil Varolanın bilinci tarafından. Varlığın bu tekillikte tam olarak gerçekleşmeyişi ve aşkın yönlerinin tümden aydınlanıyor olmaması ile insan özünde hem varlığın hafızasıdır hem de değildir.
YAZARI: Volkan Çelebi
Monokl Dergisi Editörlerinden
Defterin özel notu: Paylaşım için Volkan bey'e çok teşekkür ediyoruz.