Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



amerika diye bir yer var mı? : annuit coeptis..// Mustafa Nazif




amerika diye bir yer var mı? : annuit coeptis


"Hayatımız boyunca bize hep aşağılık olduğumuz öğretildi. Küçükken, beyaz ve zenci çocuklarla birlikte kovboyculuk oynarken, kim Tom Mix, Buck Jones ya da Lone Ranger oluyordu? Beyazlar... Biz kimdik? Tonto(1), onun uşağı... Robinsonculuk oynadığımızda, Robinson Cruse kim oluyordu, beyazlar... ya Cuma kim oluyordu? Tahmin edin, kim oluyordu?"*

Kitaptan olmayan bir alıntı ile başlamak çok adetten değil, lâkin abes de değil özellikle bir devrin anatomisini mercek altına yatırıyorsa. 1900'lü yılların başında filipinleri özgürleştirme bahanesi ile 500 bin filipinli'yi katleden, Amerikanlaştıramadığı ve boyunduruk altına alamadığı kızılderilileri, toprak altına gömmekten hiç çekinmeyen bir sistemden söz ediyoruz.

Evet, bahsettiğimiz şey, adı kara parçası ile anılan "amerika" değil elbette ki. Söz konusu durum, sistem ve sistemin yansımaları. 1955 yılında 14 yaşındaki Emet Till, beyaz adam tarafından gözleri oyularak öldürüldü, Emmeti kaçıranlar, onu öldürenler ise serbest bırakıldı. Yine aynı yıl; Rosa Parks isimli bir zenci kadın, otobüste bir beyaz'a yer vermediği için tutuklandı. Sonuç binlerce zencinin sokaklara dökülmesi olmuştu. Yani sene 1955. Oysa ki sistemin her şeyden üstün olduğu amerika bu tarihten 55 yıl önce filipinleri de özgürleştirmeye(!) çalışmıştı. Sonra bu özgürlük histerisi küresel şirketlerle farklı boyutlara taşındı. Soğuk savaş sonrası küresel şirketlerin ağırlığının git gide hissedildiği dönemlerde, "i love NY" tişörtü giyen ama tişörtün üzerinde ne yazdığını da bilmeyen, ihtimal doğudan istanbul'a yeni gelmiş, kırmızı pantolonlu, biryantinli saçları ile doğulu bir genci görüyoruz sultan ahmet camii'nde. Televizyonda ise bildik görüntüler. Yok etmek üzere girdiği ülkede, yok ettiği halklara beyzbol oynamayı öğreten, bununla onlara birlik-beraberlik, takım ruhunu aşıladığını zanneden ve arada bir çevresinde gördüğü kedilerin başını okşayan yumuşak başlı amerikan askeri!. Ne kadar masumsunuz öyle ya. Karşı takım ne kadar sayı atarsa atsın, aslında amerika her zaman önde olacaktı. Çünkü kural buydu. Mesele beyzbol öğretmek değildi nasıl olsa.

Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir. Benzer görüntüleri biz, Körfez Savaşı’nda da izlemiştik oysa. Baba Bush baş aktördü. Hadi hep beraber hatırlayalım: Senaryoda, denize dökülen petrole bulanmış bir karabatak var, elbette ki can çekişiyor. İhtimal, bir süre sonra ölecek. CNN dahil bütün televizyonlarda bu görüntü beynimize kazındı. Saddam'a ne kadar kızmıştı insanlar. İnsanlar'ın gözleri, ölen binlerce ıraklı çocuğu ve onların annesini, babasını görmüyordu. Gördükleri tek şey vardı: "Petrole bulanmış bir karabatak". Sonradan açıklandı ki, görüntü tamamen asparagas. Öyle bir şey hiç olmamıştı o tarihte. Başka bir görüntünün beyinlere kazımak istedikleri manipulasyon versiyonundan başka bir şey değildi. Görüntüler yıllar önce Alaska’da kaza yapan Exxon-Valdez isimli tankerden denize yayılan petrol sebebiyle zarar gören kuşlara aitti. Yani düpedüz aldatmacaydı ve bizler, göz bebeklerimize televizyonlardan yansıyan kan görüntüleri ile beraber bir yalanın içine doğru sürüklenip gitmekteydik.

Biz benzer yalanları, "Wag the dog" adıyla yayınlanan, türkçeleştirilmiş! adıyla "Başkanın adamları" isimli filmde de izlemiştik. Mesleğim icabı nasıl yapıldığını çok iyi bildiğim için bana çok da yabancı olmayan görüntüler geldi ekrana. “Evet, şu kızı oraya koy, arkasına bir ev koy, şimdi eve yangın efektini ver, bir de köprü koyalım, mavi fonda çekilen kucağında kedi olan kızı da görüntülere koyduk mu senaryo tamamdır.”, “Ama hayır, kahrolası siyah kedi olmaz, Bay Başkan beyaz kedi olmasını istedi”, “Arşivlerimizde yok ama”, “O zaman bulun! Bunu akşam haberlerine yetiştirmemiz lazım!”. Yani, amerika kendi düşmanını bir stüdyoda beş dakika içerisinde yaratmış ve gelecek senaryoyu da kendiliğinden oluşturmuştur. Artık bu karelerin altına istediğinizi yazabilirsiniz. Nitekim yazıldı da.

Neyyire isimli küçük bir kız çocuğu ABD Temsilciler Meclisi İnsan Hakları Komisyonu’nun önüne çıkartıldı. Küçük kız gözyaşları içerisinde, gözleriyle gördüklerini anlattı. Iraklı askerler Kuveyt doğum evinde kuvözde yatan çocukları çıkarıp yerlere atmış, bebek katliamı yapmışlardı. Yani Amerika kitle iletişim araçlarını da savaşın içine sokulup, sokaktaki halkı da savaşın içine dahil etmeye çalışıyordu. Kitle iletişim araçları zaten oyunun bir parçasıdır. NBC’nin sahibi General Electric, 1989’da 54.5 milyar dolar gelirinin 9 milyar dolarını askeri malzeme sözleşmesinden kazanmıştır. General Electric’in yönetim kurulu üyelerinin büyük çoğunluğu da Washington Post’un yönetimindedir. Evet, savaş bittikten sonra New York Times’da bir yazı yayınlanır ve meşhur “neyyire” olayı aydınlığa kavuşur. Neyyire, aslında ABD’deki Kuveyt elçisinin kızıdır. Katliamı gördüğü falan da yoktur. Aslında böyle bir katliam da yoktur. Kurmacadır ve tıpkı bütün hikayeler gibi, giriş, gelişme ve sonuç bölümü olan kısa bir hikayedir. Bu kadarla da kalmıyor. Neyyire, Hill and Knowtown isimli bir halkla ilişkiler şirketi tarafından çalıştırılmış ve bu hikayeyi anlatması istenmiştir. Sistem “bizim işimiz başarıyla tamamlanmıştır” derken, Biz Hill and Knowtown isimli şirkete bakalım. Bu şirketin yönetim kurulu başkanı Bush’un eski komutanlarından birisidir. Saddamın korumalarından olduğu söylenen “Yüzbaşı Kerim”, Saddam Hüseyin’in insanlara asit banyosu yaptırdığını söylemiştir. Bu yalan da, “yalanı, yalnızca yalanı ve yalandan başka hiçbir şeyi söylemeyeceğime yemin ederim” kampanyasına dahildir. Körfez savaşı sonrasında Amerika’nın Irak üzerine atmış olduğu 85.000 ton bombanın aslında hedefi vurmadığı yazıldı. Soru şu: “Peki bombalar nereyi vurdu? asıl hedef neydi?”

Savaş sonrası Bush açıklama yaptı: “Saldırı medeniyete karşı düzenlenmiştir bu bir haçlı seferidir”. Bush’un gafları meşhurdu elbette ki, Beyaz saray bunun bir dil sürçmesi olduğunu söyledi fakat buna kendileri de inanmış değildi. Kayda geçen bu söz aslında Huntington teziyle birebir örtüşen bir söz. Medeniyetler çatışması kaçınılmazdır. Orta vadeli gelecekte medeniyetler arası mücadele Batı ile Müslüman – Konfüçyen koalisyonu arasında olacaktır. Pentagon ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra, “Bu saldırıyı 60 devletin gerçekleştirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz” dedi. Yani, Amerika’ya göre neredeyse bütün dünya kendilerine düşman!

Proje bazlı bir çekim için Rüstem Paşa Camii'nde çekim yapıyordum. Muazzam yapıyı hayranlıkla izleyen turistlerle konuşmak her zaman ilgimi çekmiştir. İşin garibi, yapılar hakkında türklerden daha fazla bilgi sahibi olanlar da onlardır. İşin entelektüel boyutu olmasa dahi, alt yapı olarak birikimini eline alıp da Türkiye sınırları içine giren çok yabancı ile karşılaştım diyebilirim. Hülasa, amerikalı bir karı koca ile konuşmam olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, şu soruyu sormuştum; "Amerika dünyanın bir numaralı süper gücü ve özgürlüklerin olduğu ülke olarak tanımlıyor kendisini. Siz bir amerikalı olarak dünya üzerinde gerçekten sevildiğinize inanıyor musunuz?" yanıt şu oldu: "i don't think so".

Katılıyorum size. Ben de hiç zannetmiyorum. Fakat sizin bunda bir suçunuz yok. Siz bir amerikalı olabilirsiniz tıpkı benim de bir Türk olduğum gibi. Fakat bahsettiğimiz konu, sorun olan konu sizin amerikalı olmanız değil, amerikan sistemi. Elbette ki Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında ölen Irak'lı arkadaşım İmad gibi, ikiz kulelere yapılan saldırıda ölen insanların da bir suçu yoktu. Saldırının yapılacağı haberinin aylar öncesinden, FBI, CIA ve bilumum yeraltı ve yerüstü teşkilatlarının konu hakkında bilgisinin olmasına rağmen bina boşaltılmamıştı. Nedense sanki birileri saldırının yapılmasını dört gözle bekliyor gibiydi. Pentagon üzerine düştüğü iddia edilen ama kalıntıları asla bulunamayan devasa uçak da işin başka bir garip tarafı. Tabii bu olayın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Amerika, Neocon ve Evangelist zihniyet başlı başına bir tarih yazıcılığı rolünü üstlenmiş, dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdiği eylemlerle, tarihin akışını kendi istediği yönde değiştirmeye, Yeni Dünya Düzeni ile birilerini düzmeye çoktan başlamıştı bile.

Bu ideoloji çok da yeni olmayan bir şeydi aslında. Herhangi bir Amerikalı’nın ya da Türk’ün cebinde bulunan 1 dolarlık bir banknotun üzerinde bir piramit göreceksiniz. Masonluğun simgesi olan bu piramitin üzerindeki göze masonlar, “Ulu göz” demekte. Bu göz, hepinizi ve her şeyi görürüz çünkü bizim her yerde gözümüz var anlamında, Piramitin üzerinde ise Latince olarak, “Annuit Coeptis”-“Bizim meselemiz başarı ile tamamlanmıştır” yazmakta. Piramitin altında ise Romen rakamı ile 1 mayıs 1876 tarihi bulunmaktadır. Bu tarih elbette ki sembolik anlamıyla Amerika için çok önemli olan bir tarih değildir. Bu, filmlere de konu olan, en sıkı, en eski mason kuruluşu olan illüminati isimli mason kuruluşu için önemli bir tarihtir. En altta ise yine Latince olarak “Çağların Yeni Düzeni” anlamına gelen “Novus Ordo Seclerum” yazmaktadır.

Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi; Pardon, Özgürleştirme Hareketi altında Irak'a her türlü ambargo ile birlikte, bir savaş düzeneği otomatikman yaratılacaktı ardından Afganistan da özgürleştirilecekti ve bu yapıldı, biz de amerika'nın "sadık müttefiki" olduk, bir parça da imf'den para kopartmayı başarabildik!. Ulus olarak biz de büyük(!) başarılara imza atmadık değil hani o zamanlarda. Tıpkı yapıştırma suçlar gibi, ulus olarak elde ettiğimiz başarılar da yapıştırmaydı. Yapıştırma olan başka şeyler de vardı tabii. Kendilerini 1968 kuşağı olarak tanımlayan, iki kere ikinin dört ettiğini bilmeyen, posa ile cevheri birbirinden ayırt edemeyen devrimciler ve değerleri de kapitalizmin içine çekildi. Eminem ile Che guevara – Bob Dylan ile “i love NY” yazan tişört yan yana – Deniz Gezmiş ve Madonna tişörtü aynı poşette “ikisi bir arada 10 liraya” satılır hale geldi. Aslında satılan şey sadece tişört değildi. Kapitalizmin oyunu başka türlü işliyor, palazlanmış devrimciler bir süre sonra küfür ettikleri safların içine rahatlıkla girebiliyorlar, che guevara tişörtünü giymek de, hayatı nasıl kotarırım umudunda doğudan istanbul’a gelen maho’ya kalıyordu ancak. Devrim dediğin şey de zaten onun için o tişörtü giymekten farklı bir şey değildi. Tamamen slogandı yani. Renksiz bir toplum kurmacası, Amerikan rüyası. Evet, evet belki de tam olarak öyle bir şeydi. Her şey sisteme kurban, sistem her şeyi kurban edebilirdi.

“Amerika diye bir yer var mı?”, “Hollywood diye bir yer var mı?”, “Amerika gerçekten Ay’a çıktı mı?”, “Marilyn Monroe isimli bir kadın yaşadı mı?”, “Elvis Presley hala yaşıyor mu?”, “New York diye bir şehir var mı?”, “İkiz kulelere yapılan saldırı gerçek miydi?”, “Pentagonu kim vurdu?”, “Ahmet Kaya ölmedi aslında estetik oldu vallahi Taksimde dolaşıyor” muymuş?, “Türkiye İran olur mu?”, “Peki Arjantin olur mu?”, “Olup da sokaklara dağılır mı?”, “Takımı yenilen bir taraftar da yenilmiş sayılır mı?”, “Futbol kaç kişi oynanır?”, “Conan da Türk’tü”. Biz, mı ve mu’lu sorularla oyalanırken hatta çoğu zaman bunları aklımıza bile getirmeyip, kapitalizmin kirli çarkları arasında ezilip, asgari ücretle bir insanın geçimini sağlaması bile zorken 50 milyarlık arabaya binmek için 80 milyarlık kredi çekmenin yolunu nasıl bulurum hülyası ile oyalanırken, gözümüzün önünde naklen savaşlar oluyor, bir bombanın saniye saniye ilerleyişini izliyor, milyonlar ölürken onları gözyaşları olmadan duygusuz bir şekilde izliyor, tarihe tanıklık ediyoruz. Medya mı bizi duygusuz yapıyor, yoksa kapitalist yaşam şeklimiz mi?. Sorularla mı yaşıyoruz, yoksa kendimize soru sormayı dahi unuttuk mu? Görgü tanığı olup da ifade vermemek de suç elbette ki. Sahi; en azından kendimize dahi olsa hiç ifade verdik mi?.

Mau mau önündeki kalabalığa sesleniyor: “Özgürlük istiyor musunuz?”. “Evet istiyoruz” diye bağırıyor kalabalık yumruklarını sıkmış bir şekilde. “Peki bunun için canını feda edebilecek olan var mı?” diye soruyor mau mau. Kalabalıktan 50 kişi öne çıkıyor. Mau mau onlara sesleniyor: “Az önce yan yana durduğunuz şu arkanızda duran kalabalığı öldürün önce. En büyük düşmanınız onlar olacak.Belki sorulacak en yanlış sorulardan birisi, “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusu. Öyle ya biz değişmedikten sonra hiçbir şey değişmeyececkti. Bu soruyu ne zaman duysam, “Senin halin ne olacak peki?” sorusu geliyor aklıma. Ağzımıza uzun yıllar önce aldığımız bu sakız belki de çoktan koktu. Toplumsal patlamaların yaşanmadığı, bu konuda sürekliliğin olmadığı, en az politik arenamız kadar kaypak bir itiraz kültürümüz olduğu sürece şunu söylemek belki de en doğrusu: “Türkiye Arjantin asla olamaz”.

Amerika, yargıçların önünde ifade verecek olan insanlara, “Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğime…” diye yemin ettirir. Ama Amerika bu yemini asla etmez. “nothing personal”, yani kişisel değildir hiçbir şey, sistem vardır ve bu sistem için verilmiş kurbanlardan bahsedilebilir ancak demek isterdim ama bu oyunda kurbanların da ismi geçmez. Amerikan başkanı bir ilkokulu ziyaret eder. Bir sınıfa girer ve öğretmenleri çocuklardan Başkan’a soru sormalarını ister. Bir çocuk parmak kaldırır. “Vietnam’a neden asker gönderdik. Irak’a neden savaş açtık. Başkan Kennedy’i kim öldürdü” şeklinde üç soru sorar. Başkan teşekkür eder, çocuğun adını sorar. “Benim adım John efendim”. Bu arada zil çalar, öğrenciler 15 dakika sonra tekrar sınıftadır. Bir çocuk daha, “Efendim bir soru sorabilir miyim?” diyerek parmak kaldırır. Başkanın onay işaretinden sonra çocuk ayağa kalkar ve, “Vietnam’a neden asker gönderdik. Irak’a neden savaş açtık. Başkan Kennedy’i kim öldürdü, John nerede?” sorularını sorar. İhtimal bu sorudan sonra Jack nerede diye soracaktır Marry.

Çıkarlarına uymadığı anda, milyonları öldürmenin sistemin bir gerekliliği olarak kabul eden Amerika, “Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçekten başka hiçbir şeyi çarpıtmayacağıma…” diye yola çıkarak tersi hareket etmekten kaçınmıyor. Gerçekler tamamıyla gizlenmiyor elbette ki. CNN’de görev yapan muhabir Arnett 1970 yılında Amerika’nın Laos’ta sarin gazı kullandığını yazmıştı. Tabii bu yazıdan sonra görevine son verildi. CNN haberi geri çekti, özür diledi. Arnett Vietnam savaşı sırasında göndermiş olduğu haberler sebebiyle Pulitzer ödülü almıştı. Arnett Körfez Savaşı sırasında bu sefer NBC muhabiri olarak Bağdat’taydı. Arnett Irak televizyonuna “Koalisyon güçleri başarısız oldu. Amerika’nın planları tutmadı, Yeni bir plan yapmak üzereler” deyince işten atıldı. Arnett gerçekleri söylüyordu oysa ama “gerçekleri, yalnızca gerçekleri söyleyeceğime yemin ederim” cümlesi başlı başına bir yalandı ve yalan söylemek yapılacak en doğru davranıştı Amerika’ya göre.

Malcolm-X, her insanın kendi dünyasını bir hapishaneye dönüştürmesini istiyordu, gerçek kurtuluşun orada olduğuna inanmıştı. Zira, ilk kitabını, ardı ardına sözlükleri orada okumuş, onlardan çok şey öğrenmiş ve kızıl saçlarından orada kurtulmuştu. Hapishaneden çıktığında artık farklı bir insandı. Yüzyıllardır ezildiğinin farkına nasıl olmuşta varamamıştı, kendisi de buna hayret ediyordu. “Siz de düşünce dünyanızı bir hapishaneye çevirin” diyordu bir konuşmasında. “Amerika diye bir yer yok” isimli bu kitap, “Devrim için, öncelikle insanın kendi ruhunda bir devrim yapması gerek” sözleriyle başlıyor. Farklı cümlelerde olsa da, farklı renkten insanların dile getirmiş olsa da, aynı kapıya çıkan, insanı dürten ve ayağa kalk diyen sözler bunlar.

Benzer bir devrimci hareket devrin ünlü boksörü Muhammed Ali’den geliyordu. Vietnam savaşına katılmayı reddeder, lisansı elinden alınır, en büyük desteği yine Malcolm-X’den görür, kendisi de her zaman ondan desteğini esirgemez. Madalyasını denize atan demir yumruklu boksör, müslüman olduktan sonra adını Cassius Clay olarak değiştirir ve “kölelerin zaferi” olarak nitelendirdiği Foreman ile maça çıkar. Foreman da zencidir fakat Ali’ye göre o beyaz bir zencidir, Beyaz Amerika’dır ve bu maç Siyah Amerika ile Beyaz Amerika’nın maçıdır. Bu bir anlamda King-Kong ile dövüşmek anlamına geliyordu. Zira basın her zaman böyle nitelendirmişti Foreman’ı ve bu posterlere bile yansımıştı. Posterlerde Amerikan simgesi Superman ile Muhammed Ali karşı karşıyaydı. Evet, bu sadece bir boks karşılaşması değildi, politik bir maçtı. Ali bu savaştan galip çıkar. Amerika’ya öndüğünde muazzam bir kalabalık karşılar onu, o ise tıpkı ringte olduğu haliyle, kelebek gibi uçuyordu halk arasında. Dilinde ise şu şarkı vardı: “sana sesleniyorum / yüksek sesle haykır / sana sesleniyorum bütün insanlık / ayağa kalk ve onurlu ol / gökyüzüne çevir sesini / ve yüksek sesle haykır / siyahım ve onurluyum / sana sesleniyorum bütün kardeşlerim / ayağa kalk ve diren…”. Dikkatle izlendiği takdirde, Ali’nin o maça vekaleten çıktığı görülebilir. Ali, kendisini destekleyen kardeşleri, halkı için o maça çıkmıştı ve siyahi devrimciler için en iyi malzeme oydu ve esas kazanan onlar oldu.

 İntifada ile başlayan taş atma hareketi, Davut ve Golyad benzetmesini de beraberinde getirdi. “Karayiplerde bir kelebek kanat çırpsa, Çin’de bir kasırgaya neden olur” tezi, kaos teoreminin de bir özeti. Kaos salt karmaşa değil, aynı zamanda bir çözümdür. Rosa Parks’ın tutuklanması ile beraber gelen zenci hareketi bir kaosu da beraberinde getirmişti. Ülke çapında büyük bir boykot düzenlendi, Hiçbir zenci otobüse binmeyecekti. Çok değil, ilk günden büyük etki yarattı böylesi bir boykot. Bir zencinin kurabileceği en büyük hayal, otobüs biletçisi, garson ya da bir ayakkabı boyacısı olmaktı Sistem daha fazlasını düşünmelerine imkan bile tanımıyordu. Bu teze en iyi örneklerden birisi de Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik isimli makalesidir. O da aykırı kişiliği ve sivil itaatsizliği sonucu, kelle vergisi ödemeyi reddedenlerdendi. Yazmış olduğu makale öylesine derinden etkiliydi ki, Hindistan’ın bağımsızlığına dahi vesile oldu diyebiliriz. Makale’nin Hindistan’da yayınlanmasından sonra bir tür yaptırım hakkı elde eden Gandhi açlık grevleriyle beraber ülkesini İngiliz sömürgesi olmaktan kurtarmıştı. Kölelik karşıtı olan Thoreau, kelle vergisine de karşı olduğu için, hapse atılır elbette ki. Kendisine hapishane arkadaşı Emerson eşlik eder. İlk karşılaşmalarında Emerson, Thoreau’ya neden içeride olduğunu sorar. O da Emerson’a cevap verir: “Sen neden burada değilsin Waldo?”. Bizde durum çok iç açıcı olmadı hiçbir zaman. Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri yaparken, ülke sürekli karanlığa gömüldü. Susurluk unutuldu, Gladyo hiç akla bile gelmiyor artık. Biz günlük süzme gündem başlıklarla oyalanırken, düzenlediğimiz kitlesel eylemler de sürekli bayram havasında, çalgılı zurnalı, üniversite öğrenci şenliği havasında geçti ve adımlarımız çözüme yaklaşmakta çok yetersiz kaldı. Harç için eylem yapanlar eylem sonrası harçlarını kuzu kuzu ödedi, başörtüsü eylemi yapanlar bir süre sonra ya başlarını açıp eğitime devam etti, ya da uyduruk takiyye peruklarıyla sistemin çarkları arasında ezilmeye devam etti. “Yapma Henry ver de kurtul vergini” diyen arkadaşlarına tezat, Thoreau hapse girmiş ve kitlesel bir sivil itaatsizliği körüklemişti oysa. Bir kelebek kanat çırpmış ve kasırgaya neden olmuştu.

Bir başka özgürlük safsatası da, halklara verilecek özgürlük(!): Bu özgürlük tanımına göre, örneğin Burka giyen bir Afgan kadını, eşiyle ya da nişanlısıyla sokakta el ele dolaşabilecek, sinemaya, okula gidebilecekti. Yani özgürlük tanımının altı da üstü de bu. Bugün özgürlük ve adaletin (özgürlük ve adaleti simgeleyen iki heykel de kadındır Amerika elinde terazi tutan kadına her gün tecavüz etmektedir) ülkesi olarak lanse edilen Amerika Yalanlar Devleti’nde 42 milyon yetişkin okuma yazma bilmiyor. 52 milyon kişi, okuyor fakat okuduğunu anlayamıyor. Bunlardan birisi de George W. Bush, yapılan araştırmaya göre sözlükteki kelimelerin üç binini başkanlık yaptığı süre boyunca hiç kullanmamış. IQ’su ise bir ilkokul öğrencisinin IQ’sundan sadece 10 fazla. Amerika’da okuduğunu anlayamayan ve okuma yazma bilmeyen kişilerin büyük çoğunluğunu kadınlar teşkil ediyor. Özgürlük heykelinin olduğu New York kentinde tecavüze uğrayan kadınların sayısı her üç ayda bir 500’ü buluyor. Amerikan Ulusal Kadın Örgütü’ne göre, ABD’de günde 30’un üzerinde kadın saldırıya her dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. 170 bin kadın gebelik süresince kocasından dayak yiyerek ölüyor. Bu rakam Vietnam savaşında toplam ölen asker sayısına eşit. Evsizlere ait rakamlardan, intihar edenlerden, cinayetlerden hiç bahsetmiyoruz bile. Bu rakamlar ışığında “çağdaş olmak” ve “haklardan” bahsederken sahici haklardan çokça bahsetmeye gerek yok. “Haklarınızın kıymetini bilin, bakın Afgan kadınlarının hiç birisi bunlara sahip değil” Neden Amerikan kadınlarının haklarından değil de Afgan kadınlarının haklarından bahsediliyor ve bunu bir savaş sebebi yaparak kılıf uydurmaya çalışıyoruz. Neden Meksikalı kadınların okuma haklarından, yaşamsal haklarından, sosyal statülerini savunan zapatistler terörist ilan ediliyor.

Kitabı okuduktan sonra bir kez daha gerçeklerle yüzleştim. Umuyorum ki, bu kitap ile sizler de gerçeklerle bir kez daha yüzleşeceksiniz. Kitap, Şef Seattle’ın ABD Başkanı’na mektubu ile bitiyor.

“… Gökyüzü nasıl satılır, ya da satın alınır, ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine, suyun şarıltısına sahip olamazsa onu nasıl satın alır? …Beyazların ölüleri yıldızların altından geçmek için uzaklara giderken doğdukları toprakları unuturlar. Fakat bizim ölülerimiz bu büyülü dünyayı asla unutmazlar, çünkü o kızılderelilerin annesidir. …Beklenmedik bir yağmurdan sonra ırmaklar nasıl yataklarından taşarsa, siz de çok geçmeden bu toprakları dolduracak, her tarafa taşacaksınız. …İnsanlar toprağa tükürürlerse kendi yüzlerine tükürmüş olurlar. Biliyoruz ki, toprak insana değil, insan toprağa aittir. …Ben beyaz adam tarafından bırakılmış çürümüş binlerce bizon gördüm. Ben bir vahşiyim ve demir atın (lokomotif) sırf hayatta kalmak için öldürdüğünüz bizondan daha kıymetli olduğunu anlayamam. Hayvanları olmadıktan sonra insanın ne kıymeti vardır. … Beyaz adamın da bir gün keşfedeceği bir şeyi şimdiden biliyoruz. Bizim Tanrımız da aynı tanrıdır. Sizler belki bizim topraklarımıza sahip olduğunuzu düşündüğünüz gibi ona da sahip olacağınızı düşünüyorsunuzdur fakat buna muktedir olamayacaksınız. O insanların Tanrısıdır, kızılderelilerin de, beyazların da. Bu topraklar onun için kıymetlidir. Onları yaralamak, onların yaratıcısını hor görmek demektir…”

Yazar anlaşmalarında yazar ve yayıncı arasında genel bir kural vardır. “Yayınlanan yazılardan yazarlar sorumludur”. Okuyucum ile de bir anlaşmam var: “Okuduklarınızdan sorumlusunuz”. Omzunuzun üzerinde taşıdığınız başınızdan, iki elinizden, yürüyen ayaklarınızdan, Televizyon izleyen gözlerinizden. Bir zamanlar; tarihi, kitaplardan okurken, şimdi naklen yalanlarla süslenmiş olarak izliyoruz. Bizler tarihe tanıklık ederken, gözyaşlarımızı tutamıyoruz bunlardan yana sorumlu olduğumuzu aklımıza dahi getirmiyoruz. Fakat biliyorum ki, gözyaşı suçun rengini asla soldurmaz. Okuyucum; “gözyaşlarınızdan da sorumlusunuz”. Eğer ağlamıyorsa gözleriniz, ondan da sorumlusunuz. Kitapla kalın.

Amerika diye bir yer yok!


Birey Yayınları, Haziran 2004

Murat Zelan

Yayın No:170 / 208 sayfa

ISBN: 975-264-005-2

* Malcolm-X, 1957, New York Mabedi konuşması (FBI raporlarından).

1- Tonto, İspanyolca’da “aptal” anlamına gelir.

Mustafa Nazif


Güzel Bir Gün..// Melek Ekim Yıldız



GÜZEL BİR GÜN


Çalışmış ve yorulmuştu. Adam. Sona ermeyecekmiş gibi görünen günü nihayetinde bitirip evine girdiğinde, aklında çay ve öykü vardı. Acıkmıştı ya, çay isteği daha şiddetliydi; en azından bir şeyler atıştırdıktan sonra hemen içebilmesi için çay demini almış olmalıydı. Doğruca mutfağa girip çayı ateşe koydu. Çayın yanında öykü olacaktı. Sabırsızlandı. Hızla temizlendi, hızla yedi, aynı hızla yediklerinden kalanları temizledi. Demlenen çayın kokusu mutfaktan taşıp salona ulaştığında günün hızlı olunması gereken kısmı da tamamlanmıştı.

İnce belli çay bardağı, üzerine minik melekler nakışlanmış porselen çay tabağı, koltuk ve öykü. Oturup okumaya başladı.

Adamın okumayı gün boyunca ertelediği öykünün kahramanı, bir ekim sabahı evinden çıktığında, yağmakta olan yağmuru neşeyle karşılayan bir kadındı. Oturduğu apartmanın kapısından çıkmış, yürümeye başlamadan bir an için durup gökyüzüne bakmış ve belli belirsiz gülümsemişti. Kadının yanında şemsiye olmaması, çayından koca bir yudum almakta olan okuru erken bir meraka sürükledi. Eve dönüp şemsiye alabilir, diye düşündü ama içten içe bunun olmayacağını biliyordu. Öyküdeki kadının yağmura ve sabaha bakışında şemsiye fikrini dışlayan bir memnuniyet vardı. Kadın yürümeye koyuldu. Yağmur hızını azaltmış, neden olduğu toprak kokusuyla yağıyor oluşunu çoktan telafi etmişti öykünün okuruna göre, kadın ise buna aldırmıyor gibiydi.

Öyküdeki kadın, otobüs durağı uzaktan görününce, bekleyen kimsenin olmayışından, otobüsü kaçırdığını düşündü. Alaylı bir “ yine” eşliğinde. Adamın telefonu tam bu sırada çalmaya başladı. Aklı kaçırılmış otobüsün endişesine ve kadına takılı, bıraktı öyküyü, telefona cevap verdi. Karşılıklı hal hatır sormalar, öylesine verilmiş ve alınmış “ iyiyim” cevapları ve yakın zamanda görüşebilme dileklerinin ardından telefonu kapattı. Bu konuşmaların gerekliliğine dair düşünecek gibi oldu. Vazgeçti. Öyküye dönmeden çayı tazelemeliydi, otobüs gelmeyecekse öykü nereye gidecek merakı hızı getirdi. Çayına şeker atmadı bu kez. Kilo almaktan endişe ediyor oluşuna küfretti ve ona sorarsanız şekersiz çayın ilk yudumu kaçırılmış bir otobüs fikri kadar tatsızdı.

Öyküdeki kadın durağa yaklaştığında kararsızlıkla duraladı. Bekleyebilir ya da bir sonraki durağa yürüyebilirdi. Diğer durağa ulaşmadan yanından geçip giden otobüs fikri rahatsız etti okuyanı. Kadın bu olasılığa aldırmadan yürümeye başladı, nasılsa daha ileride bir başka durak daha vardı.

Öyküde sürüp giden yağmurlu sabaha karşın, adamın günü kararıyordu. Uzanıp lambayı yaktı, çayından bir yudum daha aldı, bu kez tadı daha iyi geldi.

Kadın sonraki durağa ulaşmasına az bir mesafe kala omzunun üzerinden geriye baktığında gelmekte olan otobüsü gördü. Adımları hızlandı. Otobüs ve kadın neredeyse aynı anda ulaştılar durağa. Adam bu sahnede onu neyin bunca heyecanlandırdığını çözemedi. Yolculuk cam kenarı bir koltukta başladı. Kadın çantasından bir kitap çıkardıysa da okuyacak gibi değildi. Öylece kucağında tutuyordu kitabı. Adam kitabı merak etti. Öykü boyunca kitabın adının zikredilmeyeceği aşikârdı, merakına kızdı. Otobüsün geçtiği caddeler adama tanıdık gelmiyordu, öykü bilmediği bir şehirde geçiyor gibiydi. Yolculuğun süresini kestiremedi adam, kadın yol boyu camdan dışarıyı izlemiş ara sıra elinde tuttuğu kitabı okşamış ve başını otobüs camına hiç yaslamamıştı. Sonunda, şehrin merkezinde olduğunu düşündüren kalabalık bir cadde üzerindeki bir durakta indi. Caddeye adım atışıyla akıl almaz bir insan kalabalığının içindeydi. Demek bir büyük şehir burası diye düşündü adam ve kalabalık fikri yüreğini sıktı.

Kadın insan yüklü caddeden tenha bir sokağa bir an önce geçebilme telaşıyla hızla yürüyorken, üçüncü bardak için ara verdi adam öyküye. Demi, kaynamış suyla açarken öykünün alıştığından farklı bir seyir ve tatta olduğunu düşündü. Nereye gidecek ve ne olacak merakının çiğliğini kabul ediyordu ve yüzünü buruşturması bundandı.

Kadının ayakları tanıdıklığı belli sokakları ağır ağır geçmeye başlamıştı. Yürüyüşünde, geçtiği sokaklara, köşe başlarına, duvar diplerine bakışında adama garip gelen bir sevgi vardı. Kadının, öykü boyunca griliği vurgulanan, bu şehri sevmekte olduğunu hayretle fark etti adam. Bu, seni soğukluğuyla reddeden bir bedene sarılmak gibiydi. Tuhaf, diye düşündü adam. O şehirde yaşıyor olsaydım, ben de sevebilir miydim bu asık suratlı insan kalabalığını ve resmiyetin grileştirdiği binalarla dolu caddelerini. Cevap bulamadı. Kadının, kaleye diye düşündüğünü okuyunca şehrin hangisi olduğunu anlar gibi oldu ama sonra aceleciliğine kızdı. Eski bir kaleyi barındıran tek bir şehir mi vardı sanki? Kadının geçtiği sokaklar şehrin yenilenmiş çehresini geride bırakmaya başlamıştı. Daha dar, daha köhne sokaklar vardı şimdi geçilmekte olan. Kadının yürürken salt yürüyor, hiç düşünmüyor olması adamı sıkıyordu. Şehri değil, kadını okumak istediğini fark etti. Çay isteğini erteledi ve okumayı sürdürdü.

Öyküdeki kadın iki yanında antikacılar, gümüşçüler ve dericiler sıralanmış yokuşu tırmanırken biraz heyecanlanmış gibiydi. Yanakları kızarmıştı, adımlarını hızlandırışındaki sabırsızlık adamın susuzluk hissetmesine neden oldu. Kadın kaleye, burçlara ulaştığında karşılarındaki manzara nefeslerini kesti. İkisinin de. Adam ilk kez orada olabilmeyi diledi, kadın dikkatlice bir duvarın üzerine yerleşirken. Şehir, yağmur bulutlarının pusunu kederli bir örtü gibi üzerine almıştı. Keder, tüm şehirlerin en yüksek tepesine çöreklenir hep, diye düşündü kadın ve adam ona hak verdi. Okuyan keder hakkında kurulacak üç beş cümle daha okumayı beklerken, kadının çantasından küçük bir termos ile boş bir bardak çıkarmakta olduğunu görünce, çayını tazelemeye koştu. Şekersiz çay avutucu tadıyla boğazlarından geçerken, kadının aklına bir adamın imgesi düştü. Adamın aklında bir kadının uzak anısı. Aynı anda gülümsediler.

Öyküye göre saatlerce oturup şehri izledi kadın. Atakule, Anıtkabir ve Gençlik Parkı üçgeninden söz etti usul usul. O üçgen içinde geçen yıllardan, o üçgenin içinde hayata eklenen ve hayattan çıkıp giden insanlardan; bu kale duvarında oturup şehre bakmanın çokça hırpalanmış ve hoyratça kullanılmış bir hayata bakmaya benzediğinden dem vurdu yer yer. Ne sesinde ne yüzünde hüzün vardı konuşurken. Çaba sonucu elde edilmiş gibi duran sükûnet beden bulmuş gibiydi kadının o duvar üzerinde oturuşunda.

Daha ne kadar oturacak merakıyla çabucak alt satırlara göz attı adam. Çok bir şey kalmamış gibiydi öykünün sonuna. Düş kırıklığı hisseder gibi olduysa da, öyküye güvenmesini söyleyen iç sesine yaslanmakta sakınca görmedi.

Yağmur yeniden çiselemeye başlayınca kalktı kadın. Aynı sokaklardan, aynı caddelerden başa doğru gitmeye başlarken kadının ayakları, o sokaklar ve caddeler artık eskisi kadar yabancı gelmiyordu adama. Hissettiği şey özleme benziyordu, şaşkınlığı özlemenin tek kişilik bir eylem olduğuna dair taşıdığı inancın yanlışlanmasınaydı. Özlemi bölüşmenin bir öyküyle mümkün oluşu karşısında şüpheye düşmeyişi de cabasıydı.

Geriye saran zaman ve yollar kadını sabah çıktığı apartmanın kapısının önüne getirip bıraktı. Kadın apartmandan içeri girecek gibiyken birden durup çantasından telefonunu çıkardı. Aynı anda telefonu çalmaya başlayınca, adam bu tesadüfe gülümseyerek uzandı telefonuna. Hangisinin daha önce gerçekleştiğini hiçbir zaman bilemeyecekti. Bildiği tek şey aynı cümleyi hem okumuş hem de işitmiş olduğuydu:

“ Güzel bir gün oldu. Değil mi?”

Bardağında kalan son yudumu içip, öyküyü kapattı. Evet, diye düşündü. Güzel bir gün. Oldu. Evet.



Melek Ekim Yıldız


Üç Şiir: Mahmud Derviş / Çev.Poetic Mind



I.

Baba!


İnsanlar her yerde mi bu kadar rahatlar?
Tüketmek için hep bu kadar mı ekmekleri olur?
Bu Kadar mı vatan türküleri söylenir?

Baba!

Neden ağaç yaprağı yiyoruz?
Neden kahramanlık şiirleri söylüyoruz?

Baba!

Bizler  iyiyiz ve sağlıklıyız!
Kızıl Haç'ın gölgesi altında!
Yemek kaselerini yüzümüze fırlatıp atıyorlar,
Gözümü açtığımda
Ay’ın bir rengi yok
Bir duygum yok baba!

Özgürlüğümü neden sattın baba?
Bu soluk yüzlü dehşete kapılan çocukları
Neden Kızıl Haç’a sattın baba?


Yağmur eğer yağsa
Bu zeytinler bizi doyurur mu baba?
Yanmış ağaçlar bize türkü söyler mi baba?
Ay ışığı bunca karı eritir mi baba?
Gecenin korkunç gölgeleri yanar mı baba?
Benim binlerce sorum var baba,
Binlerce!
Ve senin gözlerinde taşların sessizliğini görüyorum

Sorumu yanıtla baba
Sendin benim babam
Yoksa babamla Kızıl Haç yer mi değiştirdi?



II.

Şiirlerimizin rengi yok
Tadı hiç yok!
Sessizler!
Bir yerden bir yere gidemiyor,
Bir evden başka bir eve gidemiyorlar.



III.


Yaşam ölümün meyvesi mı?
Ölüm meyve verir mi?




Şiir: Mahmud Derviş
Arapçadan çeviri: Poetik Mind


Özge Dirik, Ey Lamekan...



"saat dokuzu geçiyor,

yatağa girmiş olmalısın,

gece boyunca

Samanyolu gümüş nehirde akıyor

acelem yok.."

Mayakovski

(Poetic Mind çevirisiyle, ikinci Mayakovski şiirleri sunumumda
yayınlanacak şiirlerinden).

“Acelem yok” dedi Mayakovski; ama o gece, daha şiirin mürekkebi kuramadan tıpkı Özge Dirik gibi kendi yaşamını sonlandırdı, ertesi gün bu son şiirini cebinde buldular. Ama onun başına hiçbir zaman Özge Dirik’in etrafında dönen şu garabet girişim, tartışmalardan hiç birisi yaşanmadı. Adam akıllı, işin uzamanı birkaç kişi geride kalan ne varsa tümünü ona yakışacak bir mirasla kitaplaştırdılar. Edebiyat tarihinin belleğine emanet ettiler. Mayakovski şiirleri hakkındaki “öyle oldu böyle oldu” gibi konuları da hiç açılmamak üzere kapattılar.

Şimdi:

Özge Dirik adı okurda uyandırdığı derin hüznün ötesinde, şiirlerinin yayınlandığı yıllar itibarıyla  "Kuzey Yıldızı" dergi arşivinin(bir bütün olarak, yayınlanmış-yayınlanmamış Özge Dirik'in deneysel yazılarının tümü de dahil) tek başvuru kaynağı olması akla gelen ilk hakikattir.

Çünkü "Kuzey Yıldızı" dergisinin "içinden" ve "içinde" olan ve ona emek ve manevi destek veren üç kişilik çekirdek grup ve ekipten sayılırdı. Biliyoruz ki şiirlerinin bir kısmı hala derginin arşivi- akışında ve okurun bir adım ötesinde. Bu hakikati neden tekrar vurgulamak zorunda kalıyoruz ki? Var bir sebebi: eğer bir yayın kuruluşu, ekibi, Özge Dirik şiirlerini kapsayan bir kitabı(broşür gibi indirgemeci ürünlerle değil) yayınlamak niyeti taşıyorsa tek ve basit bir "klikle-dokunuşla" ve herhangi bir internet arama motoru aracılığıyla konunun merkezinde kimlerin, hangi edebiyat dergisi arşivinin durduğunu o an, oracıkta kavrar, doğal olarak da ilk başvuru noktası söz konusu oluşum olur, yani konuyu, tartışmayı, meseleyi oraya buraya sürüklemenin bir kıymeti kalmıyor artık. Kimse çıkıp özensizce ve kıyıdan, köşeden, alelacele bir kısım şiirleri "paste-copy" yöntemiyle sözde bir araya getirerek bir apartmanın 10. katından direkt dizelerinin ortasına atlayan gencecik şaire büyük bir lütufta bulundukları sanısına asla kapılmasınlar. Yayıncılığı ve bu işleri az çok bilenler neyin nasıl yapılacağını çok iyi bilirler fazlaca anlatmaya gerek yok.

Hele ki, şu an “piyasaya” "tekrar" sunulan ve Kanguru Yayınlarından çıkan broşür kapağındaki (.... kaç?) puntoluk ve okurun beynine, gözüne sokulan bir kapak tasarım "harikası" olan o "Didem Görkay" adı ve duruşu da neyin nesi? Sahi neyin hazırlayıcısı ve arşiv tarayıcısı olmuşlar? Kuzey Yıldızı arşivine ne zaman konuk oldular, hangi zaman dilimlerinde o arşivi terim yerindeyse talan ederek altını üstüne getirdi? Özge'nin hala okurla buluşmayan ve yürek burkan kaç yazısını, öyküsünü, anlatısını, el yazısını okudular, derlediler, seçtiler, red ettiler, göz ardı ettiler? Böyle bir niyetleri oldu da Kuzey Yıldızı mı red etti?(öğrenmek isteriz doğrusu). Vedat Kamer'in konuyla ilintili kaygıları ve kaleme aldığı eleştirel yazısının hakkaniyeti hala yerli yerindedir. Kaldı ki bir çeviri şiir kitabının kapağında bile "çevirmenin" adı şairin adını bastırmaz, ezip geçmez(tek bir örnek göstersinler onlardan özür dileyeceğiz), söz konusu kitap bir çeviri eser değil, telif değil,hele ki  bir profil kitabı hiç değil, peki nedir bu, bu nedir sahi, bir aklı selim bize ne olduğunu açıklasın lütfen, "Özge Dirik Kitabı" işte!(Bir karar versinler "kitap" mı? "broşür" mu? Hangisi?). Kitapsız kalmasın diye “ısrar etmişler”, didinmişler, çabalamışlar aynı yanlışı iki kez önümüze servis ederek bir şeyler yapmaya çalışmışlar! Peki komik olan ne ki? Yok bir şey ve fakat: Kitabın sırtında bile Özge Dirik adını görene aşk olsun, "Özge Dirik Kitabı"ndan ziyade başka birisinin kitabı ve adı olanca ihtişamıyla göze batıyor oracıkta. Hadi bunu da hayra yoralım! Böylesi bir seçim tasarrufuna şapka çıkarmayacağız da ne yapacağız?

Sınırsız bir özgürlük ve anlayış coğrafyasındayız. Bizimkisi lüzumsuz bir cızırtı ve parazit yayını işte.(Aynen böyle, ne eksik, ne de ziyadesiyle, lütfen kimse incinmesin).

Özge Dirik şiiri, dünyası ve ödediği onca ağır, canhıraş bedel ve uyandırdığı yük ağırlığı, yürek ağrısı, sıradan bir "marketing" stratejisine ve birilerinin ego tatmin manevra alanına dönüşürse elbet ki başka birilerinin de iki çift lafı olur, hayatıyla ödediği şiir tanıklığı öyle sıradan bir kapak ve tasarım, içerik seçimi ve batı ülkelerinin "entertainment" sektörünün benzer alışkanlıklarına feda edilemez, hele ki “herkes kendi işine bakacak” türevinden omuz silkmelerle yayıncılık gibi ciddi bir uğraş alanı yan yana duramaz... Kendini Özge Dirik'in üstünde (vurgu yapılarak) gösterecek türden mide bulandıran  girişimleri masum bir edebi oyun olarak görmemizi lütfen kimse beklemesin, sehven yapılmış bir “hata”(hata mı? kim söylüyor ki bunu?) olarak algılamamız da asla mümkün değil, kimse kimseyi kandırmasın, Özge Dirik'i biz "kitapsız" bulduk, okuduk ve de çok sevdik, okumaya da devam edeceğiz, onun böylesine bir derdi tasası olduğundan da ciddi kuşkumuz var, olsaydı “Kuzey Yılıdız”’ı orada işte, bir şiir kitabının yayın maliyeti nedir ki bundan hem dergi yönetimi hem de dostları imtina etsinler? Zihninde tasarladığı "Nokta Durağı" adlı şiir kitabına kim bilir hangi yeni-eski şiirlerini alacaktı? Kaldı ki bu gün eğer Kuzey Yıldızı dergisi böylesine derli toplu ve kapsayıcı bir girişimi ön plana çekerse edebiyat ortamından onlarca(hiç abartısız) gönüllünün maddi-manevi desteğini hemen alır. Tercih onların tercihidir, saygı ve hoş görü ise bizim yapacağımız “kestirme” iştir şimdilik. Bir ara defter olarak Kuzey Yıldız’ına kitabın basımı konusunda çağrımız olmuştu, hafif volümlü ve dostça sitemimiz de olmuştu, neden ve niye böyle bir talebimizin olduğu da elbet ki duygusallığın ötesindeydi, artık o noktalarda değiliz, kabullendik durumu, bir bildikleri olmalı. “Vasiyet”, “30 şiir” gibi laflara da kulaklarımız sonuna kadar kapalıdır. Edebiyat tarihindeki nice değerler kitapsız ve menkıbesiz dünya denilen boş hengameye dil çıkartarak çekip gitmişler, Özge de onlardan birisidir, varsın hep böyle kalsın, ne değerinden ne hikmetinden, ne de poetic derinliğinden hiç bir şey kaybetmeyecek… Şiir şehitleri kervanının bir yıldızı  olarak bu eski toprakların asumanında hep parlayacak.

Kanguru yayınevine yakışan şey (ki Paul Eluard ve Nazım Hikmet’te Renklerin Dili(Medine Sivri’nin hazırladığı) ve Necimi Selamet’in hazırladığı “Nazım Hikmet ve Makinalaşmak” adlı özenli itinalı yayınların da sahibidir) hemen ama hiç zaman kaybetmeksizin kitabı(broşür da dediklerini) derhal toplatmak ve meseleyi kapatmaktır. Hiç bir maddi kayıp can kaybının kıyısında tüy bile olamaz. Dahası yok, ötesi, berisi hiç yok. Hakikaten bu kadarı yeter. Özge'nin yakasından hep beraber düşelim artık, bırakalım öte rüyasında huzur içinde uyusun. Tek harf, tek hece bazı şeyleri anlatmaya yeterlidir...
Bundan daha ağır, affedilmez bir vebal ne olabilir? Bu yük hepimizin yüküdür.  
Müntehir bir gencin kelamı ve hürmeti üzerinden var olma çabaları(üstelik bir değil, iki değil, ..) ve anlı şanlı edebiyat ortamının derin suskunluğu, ilgisizliği, boş vermişliği ve eski alışkanlıkları…

Pen Türkiye Merkezi, Yayıncılar Birliği ve daha başka mesleki oluşumların konuya müdahil olmaları gerekmez mi? Unutulmamalıdır konu sıradan bir kapak tasarım “seçimi-hatası-şişirmesi” falan filan değil, içerik, başvuru kaynaklarının sorgulanması, benimsenen yol-yordam-yöntem, dosya adı vs..yi düzeltmeye kalkışırsak sayfanın havsalasına sığmaz. Kaldı ki Kuzey Yıldızı’nın haklı isyanı ortada, ya bu sese kulak vereceğiz ya da toptan görmemezlikten geleceğiz. Toptancılık mantığı işte budur, kulakları sağır eden ve kendi gök kubbesinde yankılanan canhıraş sesler hiç değil bayım!..


Toprağı yedi kainat kadar bol olsun özü kadar Özge olan o "sahipsiz" lamekanın.

'Özge Dirik' adı önünde saygıyla eğilerek..

Borges Defteri




ama aşk bu...// Salih Aydemir



I.


kokunu sar
bedenimin her yerine

hüznün çığlığını bekleme


II.

ilk öpüşlerin avcısıyım
gece yarıların yarısında


III.

davet ediyorum
günün son saatlerini
unutulmanın yuttuğu anlar
çalar bütün kapıları

akışkan ve ateşli
göz ve ten ver


III.

yaş tenin gençlik kokusu

ılık bir dudaktan sızan
sonrasızlıktı sessizlik


IV.

başka bir şey görmemek ya da işitememek
işte bu ağır

kalanın düşü
hep yarım kalan başlangıcın
yeniden başlaması

içinde ama içimin dışında


V.

dil sayıklaması ile aşk görür acıyı
susmanın gürültüsündeki soru

kim götürüyor beni
uzaklara götüren kim


VI. (sürgün doğum)

öpmek için araladım dudaklarımı
etimin içinden geçti bir titreme
sesimden çıkan yükseklikten korktum
yorgun düştüm son dokunuşlarına


VII.

dilden ateş bekliyorum
beni al
ve at içinin sıcaklığına
sonsuz bir çemberin içinde
tatmin olmamış yakınlık gibi
dindir etimin acılarını
büyüle davet et

ellerinde demirlesin etim



VII.

hangi rengin ıslığısın bilmem
gün ışığı açıyor kabuklarımı

al bedenimdeki zehri
em ve tükür
ağırlığı olsun belleğimin



VIII.

yarım sonsuzlukta
aşkın yükünü değil
susmaların gizlerini yükle

içimi kazıyorsun


IX.

yolcuların şarkısı
aşkı düşünceye iter

tenin titreyen yerlerine kaçarak


X.

hayallerin derinliğiyle biter zaman
içinden çıkamayacak kadar yorgun
bir koku siner üstüme
terden de derin
susar kapı eşiklerinde sözcükler

ağzımın boşluklarında saklanırım


XI.

karanlık kış bitkilerinden sığınak yaptım
teninin o nemli sıcaklığında
bakışın ateşi içinde
nasıl bir sarhoşluktur bilsen

derinliğin tadını çıkarmak


XII.

zevki hisset ölçüsüzce
damla damla akmak derinliğe
kıyılarından aşarak vedaların

beni yut
yüzünün çemberinde dönsün dilim


XIII.

bedenimi saklayan dil
hiçbir şey gizlemiyor artık
sonsuzluğun kuyusunda
kusursuzluğumu ağırlıyorum

ılık bir esintiyle dolaşarak


IVX.

bakalım gözlerimize
dudaklarımızın geri gelmesi için
bacaklarım bacaklarına geçsin
ayaklarım ayaklarından başka yere gitmesin
yaşadıklarımın uzağından uç
yaşayacaklarıma kon

içine girmeden görülmez uzaklık


VX.

aşkın gizlediği dehşet
ayrılıkların içinde dans eder


ama aşk bu
gizlice bulur incitecek yeri


Salih Aydemir


Sami Baydar; Toz şiirinin şairi ve Tuzbabası!..



"Öyle sermestim ki  idrak etmem dünya nedir?
  Ben kimim, saki olan kimdir mey nedir?"
 

Her ressamın, yazarın, şairin muhtemel bir tuzbabası, ekmekbabası olmuştur, yalnızlığı, iç hıçkırıkları, isyanları, sorgulamaları, yer yer çaresizliği onun hem tuzu hem ekmeğidir her zaman, tül gibi açılır dağılır bütün bu girdaplar, girdap aralığında. Sami'nin "tuzbabası", o rüyalarını her dem yoklayan güzellik, huzur limanı, bugün sanki pencerelerini açmış şairin dizelerini fısıldıyordu. Oturduğu evin neredeyse 4-5 metrelik bir mesafe aralığında olması da tesadüf değildi. Hani söyleşisinde aktardığı o rüyası ve "düşlerimiz bunları öğretir" sözü bir insanın bırakın yazarlığını, ressamlığını, ne denli kendisiyle, dünyayla müthiş bir karşılaşma içersinde olduğunu gösterir. Koskoca İstanbul ve iki tarihi kişilik: birisi tuz diğer ekmek hazırlardı ay'ın toprağa düşmeden önceki o pak insanlarına. Her ne sır saklıysa her ikisi de şimdilerde Beşiktaş semtinde uyurlar. Her
ikisi yüzbinlerin tuz ve ekmek umudu olmuştu bir zamanlar.( Fatih'in Tuzcu başısı ve Ekmeçi başısı= 1420-1500). Biz bu gün üşenmedik, bir iki arkadaşla her iki mekanı Sami Baydar yüce anısına ziyaret ettik, kederi alt etmenin başka yolu yoktu, bir toz misali, zerre benzeri asitanesine dokunmak...
Herkes kendi dilinde tekrarlar durur günden güne ne denli azaldığımızı,hem iman, hem inkar, hem rüya hem boşluklar sınar durur dokunulan yerleri.
Dostu, şairi, ressamı, yazarı "gövdelerimizin dergahlarına" tekrar anımsatır durur o mekanlar...
ve o sükun, sessizlikte, onun o güzelim, engin anlamlar bütünü olan TOZ şiirini okuyarak...veda ederek ya da merhaba diyerek, kem takılan, akla takılan ve özlenen tüm varoluşlar, dostlar adına.

Borges Defteri



Toz Şiiri // Sami Baydar


Toz bana geldi
beni işitmek için
kapladı
kısa sözcüklerle
bir felaket habercisi gibi.


İşitmek için bir bülbül eğildi
bir çiçeğin ağzından
bir söylence gibi.


Şimdi hangi yöne dönsem
söyleyemeyeceğim
bir yanlış
bir şiir
yaşamın yeni yeri.

En kaba sözler
kuşların içinde kemik
insanlar gelecek dedikleri gökte
gerçek leylekleri.
Belki bir yönden gelecekler yine
eskisi gibi bir dil
bulunsa
çozülebilecek belki şiirleri.



Gül çekirdekleri
bir gözde şimdi
karanlık kelimeleri yok ediyor
ağzında sessizlik dedikleri dikeni.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***