Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...




Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Sanatın Patronları
Yazarı: Vecdi Sayar


Geçen haftaki yazımızdan sonra, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı’dan bir mektup aldım. İşi şahsiyata dökmek istemiyorum, yalnızca yazımda ele aldığım temaya ilişkin söylediklerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Sayın Eczacıbaşı, “Fırsat eşitliği eğitimde olur da, iş yaşamında nasıl olur? Yani bir kurum başka bir kuruma iş verirken onun başarılarına bakarak değil de, başvuruda bulunanları sıraya dizip işleri dağıtacak öyle mi? Belki de Avrupa Birliği’ne uyum paketine ‘Sanat alanında fırsat eşitliği, demokratik haklar, saydamlık ve tekelcilik’ konusunu da alırlar! Belki de bu konu insan hakları açısından ele alınmalı” diyor.
Evet, Sayın Eczacıbaşı, bu konuların AB’ye uyum paketinde yer alması çok iyi olur! Sanat alanının ‘özgün’lüğünün ne anlama geldiğini bilirim. Sanatın demokratik ilkesi ile çözümlenemeyecek yanları vardır. Ama bu, kültür-sanat alanın keyfi bir biçimde yönetileceği anlamına gelmez. Fırsat eşitliği, saydamlık, tekelcilik ve haksız rekabetle mücadele, kamunun sanat yönetiminde uygulaması gereken temel ilkelerdir.
Yanlış anlamalara yol açmamak için netleştirelim: Eczacıbaşı Vakfı’nın, hatta İKSV’nin yaptıkları üstüne ahkam kesmek bizim işimiz değil( gene de şunu söylemek isterim; dünyanın başka ülkelerinde İKSV gibi kültür-sanat vakıfları, yapımcı rolünü üstlenmezler, kamudan ve özel sektörden sağladıkları destekleri kendileri kullanmaz, sanat ortamındaki bağımsız dinamiklerin projelerini yarışmalar, burslar vb. yollarla destekleri); bizim sorguladığımız alan başka: Kamunun, yani devletin ve yerel yönetimlerin kültür-sanat faaliyetleri belirli ilkeler çevresinde yönetilir. Kamu, herhangi bir işi, çalışmalarını beğendiği özel kuruluşa vermekte nasıl özgür değilse, kültür-sanat alanında da durum farklı değildir. Elbette, yapılması gereken, ‘ihale ’yani işi, en düşük teklif sahibine vermek olmamalıdır. Dünyaya bakarsınız, bunun yönetiminin ‘yarışma’ olduğunu görürsünüz. Kriterleri ve seçicileri- değerlendirme kurulları-saydam olan yarışmalar…
Bir banka, istediği işi istediği kişi yada kuruma yaptırabilir. Ama devlet ya da belediye bunu yapamaz. Ama bal gibi de yapıyor ülkemizde. Örneğin, merak ediyorum. Beyoğlu Belediyesi, bütün bir yıla yayılan 150. yıl etkinliklerini İKSV’ye nasıl verdi? Fikir projesi yarışması açarak mı? İhaleyle mi? Yoksa başkanın kararıyla mı? Bu örneklerin çoğalması, neredeyse tek yönetem olarak benimsenmesi, kültür-sanat alanımızda ‘vesayetçi’ anlayışı kayıtsız şartsız egemen kılıyor. Bunun, sanatın özgürlüğüyle, özerk oluşumların varoluşuyla ne ölçüde tutarlı olduğuna siz karar verin.
Şakir Eczacıbaşı’nın mektubuna yansıyan “ En iyisi benim, öyleyse benim hakkım” anlayışı ile kamu kaynaklarının kullanılması hiçbir etik kuralla bağdaşmaz. Ne yazık ki, yaşamımız boyunca pek çok örneğini gördük( Bu kuralsızlıktan medet umanlar suskun kaldı. Sesini çıkaranlar susturuldu).
Sinema eserlerine destek vermek için toplanan bir Değerlendirme Kurulu’nda ünlü bir yönetmenimizden, duyduğum şu sözleri unutamıyorum: “ Elbette ben de destek alacağım, bunu herkesten çok hak ediyorum”.
Özel Tiyatrolara Destek Fonu’nun dağıtımında da aynı ‘sakandal’ın yaşandığını biliyoruz. Kurul üyeleri, kendi tiyatrolarına parasal destek aktarmakta zerre kadar tereddüt etmediler. Hep “Ben almayacağım da kim alacak?”…Avrupa Birliği ilkeleri ile ne kadar uyumlu olduğunu takdirinize bırakıyorum. Sanıyorum ve umuyorum ki, Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay, kurulun oluşumuna ve çalışma koşullarına ilişkin yeni kurallar getirecektir(arzumuz bunun bir an önce gerçekleşmesi, çünkü özel tiyatroların dayanacak hali kalmadı). Kısacası, kamunun sanat politikasındaki yaklaşımı, yalnızca “keyfilik” ve saydam olmamakla sınırlı değil; “çıkar çatışması”( confelict of ineterest) ilkesine de uygun davranılmadığını görüyoruz. Bu tehlike, şimdi de “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti”nin kapısında.
Hem parasal kaynakları yönetecek kurulların başında duracaksınız, hem de bu kaynaktan yararlanacaksınız. AB ilkeleri ile ne kadar uyumlu acaba?
Tekeller, dalgalarına taş atılmasından hoşlanmazlar, iyi biliriz. Gerektiğinde “iş yaşamının” vahşi kuralları işletilir. Gerektiğinde, medya patronlarına bir telefonla aykırı sesler susturulur, bunu da biliyoruz. Ama doğru bildiklerimizi savunmaya devam edeceğiz.
“Sanatın Patronları”na bu hafta önemli etkinliklere imza atan özel sektör kuruluşları ile devam edecektik. Haftaya kaldı…
Kültür-sanat yaşamımıza çok önemli katkıları olan bu kuruluşların, “kendi” sanat kurumları dışında da destek vermesi, şu sıralar sanat dünyamız için hayati önem taşıyor. Kamu desteği, saydamlık ve nesnellik ölçütleriyle verilene kadar sanatçıların bağımsız sanat kuruluşlarının başka dayanağı yok çünkü.

(Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi-29 Şubat 2008)


LORCA



Bir yelpaze gibi açılıp kapanıyor
zeytinlikler.
Gök çöktü çökecek!
Soğuk, yıldızlı
ve simsiyah bir yağmur.

Nehrin kıyısında
Kamışlar titriyor, gölgeler.
Buruşuyor kül rengi hava.
Çığlıklarla yüklü
Zeytin ağaçları.

Esir bir kuş sürüsü
upuzun kuyruklarını sallıyor
karanlıkta..

Şiir: LORCA
İSPANYOLCADAN ÇEV: Sufi.
(defter arşivinden)


Bir Başka(Yerden) II. Yeni / Şenol Erdoğan



Porno politik
Aktif porno / sanatçı / şirket / devlet
Aktif polit / sanatçı / şirket / devlet



Pierre Boulez:
Ses
Ritm
Tonalite

Charles Ives, 3. M. Hauer

On iki ton:

Schönberg

Avustralyalıdır.
Anton Webern

Veee
Ablan Berg

Ve ve ve

Stravinski, Henze, Krenek, Stockhausen


Birde Achille Debussy…..ötede,kıyı-da
Diğerler İZLENecek gibi değil

Bir yanda Die Trüumdeutung’u Freud’un
Elbet Fromm ve vay anasını Reich

‘20 - ‘40 Fransa
Ece kenara çekmiştir Bunuel’i
34’de 19 diyor, ama olsun!
Şair midir Bunuel
Lorca gibimi/dir

İzlediniz mi “Süleyman'ın Masası”nı

Nasıl tutup denizi kıyıya vuran ucundan bir yatağın çarşafını kaldırır gibi kaldırıp bakmıştık altına…

Isidore Ducasse’ın takma adıymış
Comte de Lautrémont.
18 aylıkmış, öldüğünde annesi
Ya da intihar
Tarbes’e Fransa’ya gitmiş-gönderilmiş
Babasınca (10 yaşında)
Bir otel odasında biter yalnızlık
Ki hayatla eştir anlamı
Daha
24.yılıdır dünyada
Maldoror saplağı Ece-nin
Bunuel’de de olduğunca
Üstü gerçeğin

(ha beklide tüberkülozdandı ölüm)

Ben, Mor ağızlı gözü de dudağı da patlak
Bir orospu / çocuğu olarak
PORNO POLİTİK POETİKA diyorum
Minyatür’e ortadaki // ortadadır.

Yoksa da bir Lautrémont bu diyarın topraklarında
Lautrémontsuluklar vardır!
Ama şüphesiz ki
“BÖYLELERİ KARKAMU ADINA YAŞATILMAZ”

Birde Sait Faik’e şair diyen Ece Ayhan
Lautrémont’dan bahsedecektir ki
“ama ben işte Sait Faik’le başlayacağım” der
İkinci yenisinin listesindedir L. Ece’nin.
“KENDİNCELERİNCE”dir zira.
Biliyoruz ya kendinden (diyor ya hani)
“Çünkü ben işte asıl buradayımdır!”
Ve ilk çevirmeniydi Lautrémont’un
Bu ülkede
S.F


Schoenberg,
1874ünde Avusturya’da başlamış
1951de Amerika’da bitirmiş koşusunu. Kendi.
MACAR.
Viyana’da doğum.
2. Yeni.
Berlin’i terk
Paris’e sürgün
UCLA’da ders
L.A’da ölü.

Harmonielehre kitabını yayımladı
Dışavuran resimleri birde.
Kromatik armoninin limitleriydi zorladığı
Tonal çöküş
Ve elbette (sene 1923)
Op. 23 5 piyano parçası ve Op. 24 Serenat Dünyaya

Vee
12’li nota

Melodik
Lirik
2.yeninin kuvvetli ismi.
:
“İnsanlar ‘konforu’ buldular ve rahatı tercih ettiler. Çağdaş insanın amacı, zahmetsiz bir yaşam geçirmektir. Yani, az hareketli, az yıpratan bir yaşam. Bu yüzden insan yüzeyselleşmiştir. Araştırmaz, incelemez, var olanla yetinir. ‘Konfor’, zihinsel tembellikle eşanlamlıdır. Bu müzik için de geçerlidir… Geleneksel müzik durağandır. Ton sisteminin dışına çıkmaz, dolanır durur. Her ne kadar Romantik besteciler kakışımlı ses ve akorlarla düzenin(tonun) sınırlarını zorladılarsa da, bu yeterli değildir. Sonuçta, düzenin(tonun) içinde hareket ederler. Tam kopuş yoktur. Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu, ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız… Müzikte çözülen sınırlar, insan-doğa, ruh ve dünya, ahlak ve toplum kurallarının simgeleridir.”
Ve Berg bir de
2.
885/935 Viyana
Schönberg’in öğrencisi
Kitap satıcılığıdır bırakana dek mesleği
Wozzeck operasını yok bilmeyen
Ordudayken başladığı yazmaya.
İlk atonal operası yerkürenin
Bir sırt çıbanının yaratısı enfeksiyondur ölüm sebebi

-“Ece Adorno’yu nereye koymuş?” dedi
Adorno “bu müziğe” “devrimci ve anarşist” demiş
Beckett’in de arkasındaydı hep…

Eh, nasılda olması gerek bir duraktır Usmanbaş
Ve edebiyatta atonal yapı Ece

PORNO SİYASİ ATONEL

DİKEY ARMONİYİ YIK

YAŞASIN YATAY YAZI TEKNİĞİ


Ve terk etmek tüm kalıplarını armoninin

Tesadüfen oluştuğuna inanırdı akorların

Ve resimdeki karşılığı
KANDINSKY’e düşer di mi
2.


Ve bir de Webern
Ve ölümü:
2.yeninin 1.si cinsinden
Bok yoluna bir subayın kurşunuyla sigara ucunda
Viyana 883 Mittersill 945
Berg’in dostu ve elbet öğrencisi S.’in

Serbest atonal üslupla yazdı eserlerini
Aşırı karmaşık idi nota dizilişleri

DODEKAFONİ

“Sivillikler Aykırı Dallılıklar Marjinallikler Atonallikler”




Ankara…
Mimaroğlu…
Arel…
Usmanbaş…
Güvenç…
Ecevit…

Arel, Schönberg gibi resim sergisi açmıştır…

Kokoschka…Kandinsky…Loss bağları

İSİMLER DEĞİŞİR DİYARLAR DEĞİŞİR
VARLIK BULUR

Nasılda sıkı bir görüntü yönetmenidir İLHAN BERK

Ve nasıl iyi bir şair fotoğrafçı mimar WITTGENSTEIN


“BAKIŞIMSIZ”

Yeni bir dilbilgisi hep söz dizini hep hep yeni bir imaj-görüntü

SIKI ise yok bir mesele

Sıkısından şiir sıkısından sinema

POUND DYLAN THOMAS İSMET ÖZEL

“ŞAİR SİNEMACI TARKOVSKY”

YA DA SIKI MİMAR ADOLF LOSS

Şiirden bihaber bir sinema topluluğu NASIL?
Şiiri yeni kılan birazda şiirin dışındaki şeylerdir demiş ya Cemal Süreya…
Ve Visconti'nin filmleri nasıl da örülmüştür şiirsel dramla…

YAZARI: Şenol Erdoğan (645 Yayınları Editörü)
2007-2008


İLK YAYIN:
BORGES DEFTERİ-2008
Dost Şenol Erdoğan'a paylaşım için teşekkür ederiz...//defter


Richard Brautigan / Çev. Sufi



Defter arşivinden,
(hatırlamak birlikteliğin öteki adıdır, diyerek.../defterin)
Sufi bu iki şiiri uzun zaman önce çevirerek arşive emanet etmişti
kısa bir notla birlikte:"değişik bir "şiir evrenine" sahiptir Brautigan, üslubu, sesi, ve şiiri beni hep etkilemiştir."


I.

Ne güzel,
Sabah uyanır uyanmaz;
"Seni seviyorum"u söylememek!
Üstelik birde:
"Sevmiyorsan"!

II.

Ölüm,

Cadde kenarında bekleyen
bedava arabaya benzere!

Ölüm,

Çalma vesvesi uyandıran
Güzel bir arabaya benzer!

Şiirler: Richard Brautigan
Türkçesi: Sufi.


Orada kimse Yok mu? / Ekrem Kahraman








BU YAZI BİR “GÜNCEL SANAT” EYLEMİ GİRİŞİMİDİR!



(Son dakika gelişmeleri için hemen tıklayın! Abone olun! Haber cebinize gelsin!)


Biz de aynen öyle yapıyoruz…

İnternetin başına geçip hemen tıklıyoruz ve “hınzır” bir dikkatle manipüle edilerek bizlere havale edilen “haber” geliyor: “11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin küratörlüğünü “What, How & For Whom / WHW” üstlenecek.

İKSV tarafından ve Koç Holding sponsorluğunda 2009 sonbaharında düzenlenecek 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin küratörlüğünü Balkanlar'dan bir küratör kolektifi, What, How & For Whom / WHW (Ne, Nasıl ve Kimin için) üstleniyor.

İstanbul Bienali Danışma Kurulu tarafından 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin küratörlüğüne davet edilen WHW, dört kadın küratörden oluşuyor: Ivet Curlin, Ana Devic, Nataša Ilic ve Sabina Sabolovic. 1999 yılında kurulan WHW, çalışmalarını Hırvatistan'ın Zagreb şehrinde yürütüyor.

"Ne", "nasıl" ve "kimin için", her tür ekonomik tabanlı organizasyonu ilgilendirdiğ i kadar, sergi ve sanat yapıtlarının üretimi, dağıtımı ve sanatçının iş piyasasındaki konumu gibi konularda da geçerli olan üç temel soru. Bu sorular, WHW'nin Komünist Manifesto'nun 150. yılına adanan ilk projelerinin de başlığını oluşturuyordu. 2000 senesinde Zagreb'de gerçekleştirilen projede gündeme gelen sorular, WHW'nin düsturuna ve kolektifin ismine dönüştü.

Zagreb Üniversitesi' nde Sanat Tarihi ve Karşılaştırmalı Edebiyat alanında lisans ve yüksek lisans eğitimi alan WHW üyeleri Ivet Curlin, Ana Devic, Nataša Ilic ve Sabina Sabolovic 2003 senesinden bu yana Zagreb'deki belediyeye bağlı ve kâr amacı gütmeyen Nova Galerisi'ni yönetiyorlar.

WHW'nin gerçekleştirdiğ i projeler, sergilerin yanı sıra, uluslararası sanatçı, küratör ve kültürel teorisyenler tarafından yürütülen konuşma ve kamusal tartışmalarla; yayınlar, radyo programları ve gösterimlerden oluşuyor. WHW projeleri, sanat, teori ve medya aracılığıyla toplumsal meselelerle ilgili bir tartışma platformu ve farklı konularda çalışan kültürel organizasyonlar arasında bilgi alışverişi ve işbirliği modeli olarak tasarlanıyor.

WHW'nin küratörlüğünü yaptığı sergiler arasında, "All Dressed-up With Nowhere to Go" (TranzitDisplay Gallery, Prag, 2007); "Ground Lost" (Forum Stadtpark, Graz ve Gallery Nova, Zagreb, 2007); "Contemporary American Art" (Museum of American Art-Belgrade, MoAA işbirliğiyle); "Normalization, dedicated to Nikola Tesla" (Gallery Nova, Zagreb, 2006); "Collective Creativity" (Kunsthalle Fridericianum, Kassel, 2005); "Side-effects" (Salon of the Museum of Contemporary Art, Belgrade, 2004); "Looking Awry" (apexart, New York, 2003); "Project: Broadcasting, dedicated to Nikola Tesla" (Technical museum, Zagreb, 2002); "What, How & for Whom, on the occasion of the 153rd anniversary of the Communist Manifesto" (Kunsthalle Exnergasse, Vienna, 2001); "What, How & for Whom, on the occasion of the 152nd anniversary of the Communist Manifesto" (Association of Croatian Artists, Zagreb, 2000) yer alıyor.

WHW, birçok yayın projesinde tasarımcı ve yayıncı Dejan Kršic'le işbirliği yapmaktadır. WHW yayınları arasında Renata Salecl'in seçme yazılarından oluşan "Against Indifference" , Brian Holmes'un seçme yazılarından oluşan "Hieroglyphs of the Future", Hans Ulrich Obrist'in Hırvat sanatçılarla yaptığı söyleşilerden oluşan söyleşi kitabı "Zagreb, 16/6/01", "What, How and for Whom" sergi kitabı, editörlüğünü Stephen Wright'ın yaptığı "Dataesthetics" ve editörlüğünü yaptıkları Kunsthalle Fridericianum ve Revolver tarafından yayınlanan Collective Creativity sergisi katalogu bulunmaktadır.

12 Eylül – 8 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşecek 11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin WHW tarafından belirlenecek olan kavramsal çerçevesi sonbaharda yapılacak bir basın toplantısıyla duyurulacak…” (1)

mış…

Evet, haber aynen yukarıdaki gibi… Cek’lerin, cak’ların arkalarına bizler de miş’leri, mış’ları ekleyebiliriz artık… İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının (İKSV) resmi internet sitesine de konulan ve medyaya aktarılarak yüzlerce gazete, dergi ve on binlerce internet sitesinde noktasına, virgülüne kadar birebir tekrarlanan kuru “haber”e göre 2009’da gerçekleşecek olan bienalin “dört kadın”dan oluşan (Aslında dört değil beş. Beşincisi de sürekli olarak ve her bilgi kaynağında ısrarla hep birlikte davrandıklarından söz edilen Dejan Kršic. Kršic’in ismi zaten İKSV web sitesinde, yukarıdaki basın bülteninde de geçiyor.) “küratör kolektifi” “ kar amacı gütmeyen” bir “sanat” faaliyeti içindelermiş (!). Hatta Erhan Üstündağ imzalı şu ünlü BİA (Bianet) Haber Merkezine (!) göre ise bu grup aynı zamanda bir “Marksist kolektif”miş (!)…

* * *

İletişim, haberleşme ve digital medya ortamlarında sık sık karşımıza çıkan girişteki reklam spotları “teaser”lar aslında nasıl bir çağda yaşadığımızın da ifadesi: Tıklama ve manipüle çağındayız. Fakat “tıklama” var ama tıkladığımızda vaat edilen haber yok. Bir yığın yağlı/ballı kelime/kavram var ama asıl merak edilen, gerekli olan sahici haber, bilgi ve gerçeklik yok. İnternet ağları, “chat”ler, konuşma odaları, “facebook”lar, bloglar, köşe yazıları, okur “ombudsman”ları vb. var ama iletişim yok. O her türden kanallarda “görüşünü sorma”, “ahkam kesme”, “fetva verme” platformlarında çokça altı çizilen “iletişim çağı”, “bilgi çağı” ya da “çok seslilik” denilen şeylerin koltuklarında tümüyle görmezden gelme, dışlama, gizleme, çarpıtma, manipüle etmenin kralları oturuyor. Binlerce medyadan, uluslararası bir siyasi proje kapsamında iç içe ve üst üste yığılmış sözde “çok”luklardan aynı ses çıkıyor artık. Çünkü söz konusu küreselleşmeci güçler tarafından egemen iletişim ağları önemli ölçüde ele geçirilmiş ya da manipüle edilmiş durumda. Körlük, sağırlık, bönlük, bencillik, yalaklık, yalakalık, korkaklık, sığlık ve “tek seslilik” diz boyu… Artık konunun uzmanlarınca özenle ayıklanıp manipüle edilmiş yalancı, sanal gerçekliklerin, içleri boşaltılarak düzenlenmiş, yönlendirilmiş kof bilgi kabuklarının, posaların çölündeyiz…

Eğer siz yine de hala sahici ve asıl olanın peşindeyseniz bulabildiğiniz her yol ile birlikte henüz tam olarak düzenlenemeyen internete de başvurmak, satır aralarını, kavramların öteki yüzlerini, “aslında neler oluyor”un arka odalarını kendi bilinciniz rehberliğinizde dolaşmak zorundasınız. Çünkü gerçeği ancak kendiniz çok yönlü bir okumayla yeniden keşfetmek durumundasınız; başka yolunuz yok!

Sorular… Sorular… Sorular…

Acaba İKSV seçmiş olduğu küratörleri ilgili kamuoyuna tanıtırken neden ısrarla onların “kadın”, “kolektif”, “Marksist”, “Komünist Manifestonun 150. yılıyla ilgili”, “kar amacı gütmeyen bir belediye galerisi çalıştırdıkları”ndan vb. söz ediyor da sanat ve entelektüel kamuoyunun merak ettiği çok daha önemli, derin başka birtakım asıl bilgileri es geçiyor?

Son İstanbul bienallerinde olduğu gibi gerçekten de söz konusu küratörler ile o küratörlerin 11. bienal katalogunda yazılarına yer vermek üzere seçecekleri sözde sanatçılar, teorisyenler, yeminli küreselleşmeci entelektüel görevliler ve bienal kavramları son yıllarda neden ısrarla Marksist terminolojiye dayandırılmaya ve yamanmaya çalışılıyor? Özellikle bienal merkezli küreselleşmeci güncel sanatta ya da Soros Vakıflarınca finanse edilen sözde sanat etkinliklerinde bizzat Marks’ın kendi ismi de başta olmak üzere Marksist terminolojinin kavramlarıymış gibi sunulan (siyaset, halk, toplum, egokaç, kolektif, kamusallık, vb.) kavramlarının ısrarla kullanılıyor olması aslında neyin ifadesidir? Yoksa uluslararası borsacı/sermaye hükümdarı, turuncu devrim ihracatçısı Soros başta olmak üzere bienalin sahibi Eczacıbaşı ailesi ve ana sponsoru Koç Holding vb. hep birlikte Marksist bir yol izlemeye başladılar da bizlerin mi haberi yok? Eğer böyle bir şey söz konusu değilse o zaman aslında neler oluyor diye sormamız gerekmiyor mu?

* * *

Temel soru şu aslında: Hırvatistan’ın başkenti Zagrep Belediyesine bağlı Nova galerisinin “kar amacı gütmeyen” yöneticileri olan “küratör kolektifi” üyeleri bu “kadın” küratörler eğer gerçekten de kar amacı gütmüyorlarsa acaba başka “ne amaç” güdüyor olabilirler? “Marksist” ve “kadın” olmaları dışında “sanat tarihi ve karşılaştırmalı edebiyat alanında lisans ve yüksek lisans eğitimi (de) alan” bu küratörlere Uluslararası İstanbul Bienalinde görev verilmesi için acaba hangi sanatsal kriterler kullanılmıştır? Acaba bu isimlerin dünya sanat ortamındaki aynı işi yapan diğer küratörlerden farklılıkları, seçkin pozisyonları, Türkiye’deki oldukça etkin görünen ilişkileri nedir ve bu isimler “sanat”, “güncel sanat” ya da bizzat İKSV adına aslında ne yapmak istemektedirler? Bunun için yeterli özgün ve yeni bir sanat ya da güncel sanat anlayışları var mıdır; varsa nedir? İKSV ile yeni küratörleri, Hırvatistan ile Türkiye arasında siyasi, toplumsal, kültürel ve sanatsal olarak nasıl bir ilişki kurulmak istenmektedir? Yoksa ABD tarafından bütün dünya ile birlikte Türkiye’nin başına da musallat edilen “dünyaya entegre olma ve küreselleşme” iddia projesi Türkiye’ye Balkanlaştırma (Hırvatistan, Sırbistan, Bosna, Hersek, Karadağ vb.) siyasi projesi üzerinden mi dayatılmaya çalışılıyor? Acaba şu sözde “çok sesli” medyamız, pek “demokratik” ve “insan hakları”cı ikinci cumhuriyetçi, liberal, küreselleşmeci entelektüellerimiz, sanatçılarımız, politik merkezlerimiz bütün bu olanların neresinde durmaktadırlar ve diğer sözde “ulusalcı karşı duruş”çular bunları hiç mi merak etmezler, görmezler, göremezler?

Öyle ya, bütün ilgili okulların iletişim derslerinde medya jargonunda bilgi-haber oluşturulurken en basit “haber” kuralı olarak ezberletilen “5N 1K”, bu tür konular söz konusu olduğunda neden, niçin ve hangi amaçla bir çırpıda silinip atılmakta, uygulanmamaktadı r?

Kaldı ki; Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’teki söz konusu NOVA galerisi işleticilerinin “kar amacı gütmeme”lerinden daha doğal ne olabilir ki? Çünkü bağlamında görev üstlendikleri Zagrep belediye galerisi sonuçta bir kamu hizmeti kuruluşu ve bu yüzden de tıpkı Beyoğlu’ndaki Taksim ve Tünel Belediye galerileri gibi İstanbul’daki ya da Anadolu’daki benzerlerinden hiçbir farkı ve üstünlüğü yok. Örneğin yine Balıkesir, Trabzon ya da Diyarbakır Devlet Güzel Sanatlar Galerilerinden de yok… Ama nedense söz konusu Türkiye olduğunda İKSV’nin bulunduğu Beyoğlu İstiklal caddesinin iki ucunda on binlerce izleyiciyi çekebilen bu “kamusal” kurum galerileri bienalin yönetiminde söz sahibi İKSV çevrelerince “devlet” ve “kamu”nun yönetiminde oldukları için tümüyle tu kakadır. Neden? Niçin? O zaman buradaki ikiyüzlü abartının arkasındaki asıl niyet nedir? Eğer burada bir art niyet/manipüle yoksa ne yapılmak istenmektedir? Birdenbire “kamusal alan” meraklısı kesilen bu çevreler için sözünü etmiş olduğumuz kamu galerilerinin “kar amaçsız olmaları”nın hiç mi önemi yoktur? Ya da İKSV ve küratörlerinin “kamusal alan” anlayışları nasıl bir şeydir, neye yöneliktir ve “kimin için”dir? Zagrep’teki belediye galerisi NOVA ve yöneticisi WHW bunca kutsanırken kurumsal olarak Türkiye’deki benzerleri niçin yok edilmeye çalışılmaktadır? Peki belediye galerisi “kar amaçsız” olarak yöneten dörtlü “kolektif”in maaşlarını kim ödemektedir acaba?



What, How & For Whom / WHW : “Ne, Nasıl ve Kimin İçin?”

Evet, bütün bu kritik soruların cevabı tam da bu kritik düğüm soruda…

Ama bakın, ne yazık ki bu soruyu yine de bizler sormuyoruz. Çünkü Türkiye’de sanki üzerimize ölü toprağı serpilmiş gibi gıkımız çıkmıyor. Bir “bana ne”cilik, “acaba biz de bir yerinden bir şeyler koparabilir miyiz”cilik, aşırı bir çekingenlik, suskunluk ya da korkaklık aymazlığındayız. Çünkü eğer gerçekten de bu soruyu soracak olursak, doğrudan “sanatı siyasete alet etmek” ile eleştirilebilir ve İKSV çevreleri ve destekçileri ikinci cumhuriyetçi AB’ciler tarafından “günahkar” ve “katli vacip” bile sayılabiliriz. Ama ne var ki, o siyaset eğer küreselleşmeci güncel sanatla ilgiliyse, ABD, AB projeleri içerisindeyse, uluslararası bir küreselleşme programı kapsamındaysa nedense ağızlar ve akıllar birden sus pusa geçiveriyor. Durum birden başka türlü bir üstünlük sayılıp maddi, manevi her açıdan ödüllendirilip payelendiriliyor bile... Etrafınıza bakarsanız bunlardan yığınlarca görürsünüz…

İKSV tarafından da medyaya aktarıldığı gibi aslında “Ne, nasıl ve kimin için” sorusu, “WHW'nin Komünist Manifesto'nun 150. yılına adanan ilk projeleri”den sonra kolektifin ismi haline gelen “What, How & For Whom / WHW”un Türkçe açılımı. Yani Yeni Dünya Düzeni amaçlı siyasi ve ekonomik küreselleşmenin felsefe, kültür, sanat vb. alanlardaki siyasi programının adı…



Orada kimse yok mu?

Türkiye ABD destekli AKP iktidarı eliyle hızla trajik bir kırılma noktasına doğru götürülüyor. Meşru ya da gayrı meşru, nasıl ve hangi yollarla olsun son iki seçimdir seçimleri AKP’nin kazanması ve iktidarı ele geçirebilmesinin nedenlerinden bir bölümü kuşkusuz ki medyada yazılıp çizilenlerdir. Fakat kanımızca asıl bir başka ve önemli neden ise artık sözde “sol”, “demokrat” ya da entelektüel çevrelerin çağa ve yeni duruma uygun, yeni ve özgün düşünceler, gelecek tasarımları üretememiş olmamalarıdır. Ayrıca bu durum sadece Türkiye ile de sınırlı değil. “Avrupa solu” da tıpkı Avrupalı modernist entelektüeller gibi artık yeni ve özgün bir düşünce üretemiyor ve bu nedenle de toplumlarına ümit edilebilir bir gelecek tasarımı sunamıyorlar. Bu yüzden de tıkanıp kalmış görünüyorlar ve kafaları alabildiğine karışık. Çünkü insanlık ideallerini, ütopyalarını kaybetmiş durumdalar. Bu nedenle de ister istemez kendi ülkelerinin egemen uluslararası liberal kapitalist sermayesinin himayesine girerek aslında ABD tarafından kurgulanmış bir küreselleşme palavrasının çeperlerine “entegre” olup emperyalist bir karşı ütopyanın payeli görevlileri haline dönüşmüşlerdir. Tıpkı Türkiye gibi AB kapısına zincirlenip bir yandan pazarlık ve tehdit ile, öte yandan ise bir iç karşı örgütlenmeyle iyice denetim altına alınarak çökertilmeye çalışılan Hırvatistan’daki İKSV’nin WHW’si ile birlikte hareket ettikleri söylenen benzeri sözde “entelektüel, Marksist ya da sol” gruplaşmalar, “kültürel teorisyenler, bloglar, organizasyonlar” da aynı kapsamda duruyorlar ve tümüyle Avrupa Birliği kuruluşları, Kültür vakıfları ve Soros Vakıfları vb. tarafından örgütlenip, finanse ediliyorlar. (Bunu sahiden görmek isteyenler internete girip bu isimler ile AB ve Soros isimlerini yan yana ya da tek tek yazıp “tıklar”larsa ne demeye çalıştığımızı kolaylıkla göreceklerdir. ) O yüzden de bu “Ne, Nasıl ve Kimin İçin?” sorusunun cevabı da asıl orada, o zemin üzerinden kimlik kazanıyor.



* * *

Aslında Türkiye ile bulunduğu Ortadoğu ve Hırvatistan ile içerisinde yer aldığı bölge arasında birçok anlamda temel benzerlikler var. Her iki ülkenin de önlerinde kritik ve tarihsel değişimlere açık sorunlar duruyor. Bunların başında da her ne kadar “modernleşme bitti, tıkandı” denilse de hala aydınlanma ve modernleşme kavramları geliyor. Diğer bütün sorunlar (PKK terörü, ılımlı İslam, şeriat, türban vb) bu iki kavrama bağlı olarak yön buluyorlar. Ne var ki Türkiye bu bağlamda daha çeyrek asırlık bir tarihe bile sahip olmayan Hırvatistan’dan daha sağlam bir zeminde duruyor. Türkiye sağlam ve antiemperyalist bir tarihe sahip ve bütün dış zorlamalara, tuzaklara, komplolara rağmen kendi sınırları içerisinde ve bölgesinde (henüz) etnik bir iç çatışmaya sürüklenebilmiş değil. Dıştan ve içten birtakım güçlerce bu bağlama sokulmaya çalışılan PKK sorunu ise Türkiye’deki aklıselim antiemperyalist gelenek, kültürel hoşgörü ve birlikte var olma tecrübesi vb. sayesinde çoğunlukla bir terör sorunu olarak kabul görüyor.

İKSV küratörlerinin ülkeleri Hırvatistan’ın koptuğu Yugoslavya; 1990’lı yıllarda ABD ve AB tarafından planlı bir biçimde iç savaşa sürüklenerek bir parçalanma sürecine sokuldu. Esas olarak ABD ve AB tarafından küreselleşme projeleri gereği başlatılan bu süreç Yugoslavya’da zaten var olan etnik milliyetler sorununun kışkırtılarak bir iç savaşla birbirine kırdırılması ve NATO’nun sürece silahla müdahale ederek paramparça edilmesiyle sonuçlandı. Hırvatistan işte bu sürecin sonunda kurulan yeni bir devlet. WHW ise bu yeni devletin yine aynı merkezlerce Balkan ülkeleri için dıştan hazırlanan o ünlü “normalizasyon” (normalleştirme) küreselleştirme programını bölgede uygulamanın görevlileri olarak karşımıza çıkıyorlar. İşte tam da bu noktada WHW “küratör kolektifi” üyeleri her açıdan trajik bir tecrübeye sahipler ve önceki küratörlük etkinliklerinde İstanbul’u ve özellikle de bir “kürt şehri” olarak tanımladıkları Diyarbakır’ı o yanlış/benzemez bölgeyle ilişkilendirmek, 11. Uluslararası İstanbul bienalini de bu politika doğrultusunda biçimlendirip yönetmek üzere geliyorlar. İşin ilginci de muhtemel ki, 11. Uluslararası İstanbul Bienaline seçilecek isimler de daha iki yıl öncesinden (sözde daha kavramsal çerçeve bile belirlenmemiş ken) şimdiden belli bile sayılır. Bu muhtemel sanatçılar esas olarak Balkanlar ve Ortadoğu ile dünyanın diğer ülkelerinden Balkanlar ve Ortadoğu üzerine düşünüp WHW tarafından çalıştırılabilecek isimlerden oluşacak. Türkiye’den de Güneydoğulu güncel sanatçılar ile İstanbul’dan onlarla birlikte hareket ettirilenler arasından seçilecek. Aslında bu isimlerin kimler oldukları da daha şimdiden isim isim yazılabilir de… Gerekirse yazarız da… Ancak burada şimdilik sadece bir internet bilgisi aktarımıyla yetinelim:

Etkinlik: 5. ci Cetinje Bienali. Düzenleyen küratör kolektifi: "What, How & for Whom /WHW”. Kavramsal Çerçevesi: “Ya Sev Ya Terk et!” (Bu slogan nasıl da tanıdık geliyor değil mi?) Ve WHW’nin Karadağ’daki söz konusu sipariş fason sergideki akıl hocaları ise: René Block.

Peki kim bu René Block? İstanbul bienalinin rayından çıkarılmaya başlandığı 4. İstanbul Bienalin küratörü ve şu anda da halen Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisinin küratörlüğünü de yürütüyor. Hani şu İlya Kabakov-Hale Tenger trajikomik kopyacılığının yapımcısı. Ve gelelim şu her yerimizi sarmış olan René Block- What, How & for Whom /WHW işbirliğiyle gerçekleşen “Ya Sev Ya Terk et!” kavramlı 5. Cetince bienali ve “In the Cities of the Balkans” sergisi hakkında küratörü Natasa Ilic’in açıklamalarına:

“Ünlü Amerikan sloganı “Ya Sev Ya Terket”, içerdiği popüler duygusal çağrışımı

zamanla kaybetti ve bu günlerde daha çok muhafazakar politik demagojik görüşler bağlamında kullanılmaktadı r. Tıpkı Türk sanatçısı Halil Altındere’nin “Ya Sev Ya Terk et!” (1998) adlı çalışmasında, İstanbullu bir yazar ile küratör Erden Kosova ve sanatçının kendisinin bulunduğu fotoğrafta tasvir ettikleri gibi… Fotoğraftaki iki erkek figür ters istikametlere doğru yönelerek birbirlerinden uzaklaşırlar. Erden sola, Halil ise sağa doğru yol alırken, duvarın karşısında oldukça büyük karakterlerle Türkçe olarak yazılmış “Ya Sev Ya Terket” sloganı görülüyor. Eğer sloganı Türkiye haritasının temsili olarak okursak, Erden’in Balkanlara doğru, Halil’in ise Kürdistan’a, belki her ikisinin de kendi kültürel etnik kökenlerine doğru gitmekte olduklarını yorumlamış oluruz…” (2)

“ ‘In the Cities of the Balkans’ sergisi bir multi kültürel Kürt kenti olan Diyarbakır’da son bulacak, anormal ve gaddarlık durumundan şimdilerde normalleşmeye yüz tutan kent ile bu proje kendini etnik çatışmaların olduğu bölgelere taşıyacak…” (3)

Eğer burada bizler de söylenenleri Türkiye’nin etnik kökenli siyasi jargonları ve son yıllarda hızla yükseltilmeye çalışılan etnik çatışma haritası üzerinden okumaya çalışırsak nasıl bir tehlikeli zemin üzerinden üzerimize doğru gelindiğini görememek büyük bir entelektüel ve siyasi aymazlık olacaktır.



Tıklama çağındayız ya, gelin bunlarla da yetinmeyip hep birlikte yine internette What, How & For Whom / WHW’un yanı sıra müstakbel küratörlerimizi bir de isim isim tıklayalım ve bizlere aktarılmayan öteki asıl bilgilere de ulaşmaya çalışalım. Bunun için WHW üyesi küratörlerimizin hem ideolojik hem de örgütsel olarak bağlı bulundukları örneğin www.almostreal. org, new media center_kuda. org, soros.org, Nova Galeri vb. web sitelerinde yazılanlara bakmak yeterli. Oralarda son İstanbul bienallerinde küratör olarak görevlendirilen Rosa Martinez, Charles Esche, Vasıf Kortun, Hau Hanru, Erden Kosova, Halil Altındere ve Altındere ile Kosova’nın güncel sanat seçkileri artist dergisi’nin isimlerine yan yana/iç içe rastlayacaksı nız, sakın şaşırmayınız. Dahası başka kimler, hangi yayınlar Soros ve Avrupa Kültür Vakıflarınca nasıl ve hangi yıllardan bu yana finanse ediliyorlar hepsi o sitelerde/yazı lı kaynaklarda açık açık yazılıp sıralanmış, kayda geçirilmiş durumda…

* * *

Başlangıçta gerçekten de “sanatımızı geliştirmek ve dünya sanatıyla entegre etmek” gibi -en azından o zamanlar- alabildiğine masum görünen bir niyetle İKSV tarafından kurumlaştırılan İstanbul bienali ne ve nasıl oldu da bugün hiç de masum görünmeyen böyle bir noktaya gelip dayandı ve niçin adım adım o söz konusu emperyalist siyasi örgütlenmenin görevlileriyle içli dışlı hale dönüştü? Dolayısıyla da böylesine sanat dışı bir pozisyona geçti? Öylesine sanal ve trajik bir durumla karşı karşıyayız ki; bienallerde emperyalist küreselleşme görevlileri tarafından ısrarla öne çıkarılmaya çalışılan çoğu sözde sanatçı ve küratör ismin ve “iş”in arkasındaki siyasi örgütlenmeyi, dış projeyi, parasal desteği kaldırın bakalım geriye ne sanatçı, ne küratör kalıyor mu; kalıyorsa da ne kalıyor, hep birlikte görelim? Bir ülkenin sahici kültürü, sanatı, güncel sanatı, kavram üretebilen entelektüel düşüncesi ve enerjisi ancak böyle böyle yok edilebilir. Tıpkı ekonomik, siyasi, toplumsal, bilimsel vb. alanlarda olduğu gibi…

“Orada kimse var mı?”

Aslında bu feryadın Türkçe tercümesi asıl soru şu: What, How & For Whom / WHW “Ne, Nasıl ve Kimin için?” ve 11. bienali” “ne” olarak, “nasıl” ve gerçekte “kim” için düzenleyecek? Cevap ise açık: son bienaller “nasıl” ve “kim” için, “ne” olarak düzenlendiyse 2009’da düzenlenecek olan 11. bienal de aynı sanat dışı küreselleşmeci ideolojik doğrultuda düzenlenecek. Yani bu küratörleri, organizasyonları kim örgütlüyor ve finanse ediyorsa elbette onlar için. Daha başka ne olabilir ki?

Çinli küratör Hau Hanru’nun 10. bienali emperyalizmin tasfiye etmeye çalıştığı Kemalizm’in anti emperyalist ruhuna saldırmak ve becerebildiği kadar tasfiye etmek için düzenlenmişti. Aynı yeminli listeden ikili küratörler Charles Esche ve Vasıf Kortun’un 9. bienalleri, sanatın ve sanatçıların küresel liberal kapitalizme (emperyalizme) “angaje” olmaları ve bunun için de “cemaatleştirilme”leri, yani bir bakıma yeni küratörler What, How & For Whom / WHW’un daha 10. bienal katalogunda açık açık önerdikleri gibi birer NGO oluşturarak siyasi bir örgütlenmeyi hedeflemişti.

Peki, 11. Bienalin sonradan açıklanacağı söylenen “kavramsal çerçevesi” ne olacak?

Bu da meçhul bir şey değil aslında. Söz konusu “küratör kolektifi” ile bağlı bulundukları ideolojik/örgü tsel finans kaynakları ile işbirliği içerisinde bulundukları kuruluşların internet sayfalarına, yayımladıkları kataloglardaki yazılarına bakıldığında bunu tahmin etmek de artık o kadar zor değil. Ve üstelik bunun için öyle kahin olmaya falan da gerek yok. Ne kadar gizlenmeye çalışılmış ve manipüle edilmiş olursa olsun oralardan topladığımız bilgilere göre bunun işaretleri önümüzdeki sayılarımızda yayımlamayı düşündüğümüz kendi yazılarının içeriğinde zaten duruyor. Ve bu da muhtemelen görünüşte etnik milliyetçilik eleştirisi bağlamında ve onun üzerinden kurulacak ikiyüzlü, ayrımcı ve kışkırtıcı siyasi göndermeler bağlamında kavramlaştırılan bir çerçeve olacak. Çünkü artık isimlerinin önlerine “bağımsız” kelimesi eklenmeden adları zikredilmeyen bu sözde küratörler ama aslında küreselleşmeci siyasi militanların siyasi/entelektü el jargonlarının kodları meçhul ve bilinmez değil. Çünkü her şey ortada ve ayan beyan… Ve bizler de artık bu sözlüğün dilinden kolayca anlar hale geldik. Üstelik, bağımsız diye isimleri ısrarla tekrarlanan küratörlerin aslında nasıl da bağımlı ve “angaje” oldukları, dolayısıyla da bir adım sonra hangi ideolojik içeriklere ve siyasi hedeflere doğru ilerlemek istedikleri de açıkça görülüyor. Çünkü Türkiye siyasi ve entelektüel alanlarda daha da sıkıştırılmak, hazırlanan o büyük kargaşaya hazırlanmak isteniyor. Hani ne derler: Eğer zihinsel olanı çökertirsen, fiziksel varlığı daha kolay çökertirsin!

Özetle, her şey açık: seçilen yeni küratörlerimiz de tıpkı son bienallerin diğer küratörleri gibiler. Hırvatistan/Balkanla rda bağlı bulundukları, para ve yetki aldıkları Avrupa Kültür Vakfı ile Soros’un Açık Toplum örgütlerinin vb. bölge için önlerine koymuş oldukları “normalizasyon” programı çerçevesinde siyasi bir görev yapıyorlar. 11. İstanbul Bienalinde de bu görevlerinin gereği ve parçası olarak görev üsleniyorlar. Ve eğer cesaret edebilirlerse, 11. Uluslararası İstanbul Bienalinde de tıpkı “5. Cetinje Biennial”inde yaptıklarını yapacaklar, “Bosna ve Diyarbakır” üzerinden etnik temelli, art niyetli, kışkırtıcı bir siyasi tartışmayı sanat alanına taşımayı deneyecekler. İlginç olan şu ki; 10 yıllık bir iç savaş sonrasında WHW’nin Hırvatistan’ın bir “normalleşme” programı uygulaması doğal da, Türkiye için soru işaretli.. Çünkü bizler ülke olarak her siyasi adımda normalliğimizi bozmakla meşgulüz ve WHW tercihi de bu adımlardan birisi. Türban girişimleri, Kürt ayrımcılığı, mezhep ve ırk kimliklerinin deşilip durulması bu yüzden… Yani Balkanlara, Hırvatistan’a “normalleşme”, Türkiye’ye ise kargaşa… 10. bienalde, bienal katalogunda yer alan fakat doğuracağı tepkiler düşünülerek sergi salonunda brandalarla gizlenen Çinli Huang Yong Ping’in “İnşaat Alanı” (yere yatırılmış minare) isimli işini hatırlayalım.

Aslında What, How & For Whom / WHW’nun bienalle ilişkisi de yeni değil. Onların küratör olarak kim oldukları ve bu konuda neler yapabilecekleri konusunda açık bir itiraf/deklare metni olarak görülmesi gereken (belki 11. bienale küratör olarak atanmalarına da yol açan) “Hepimiz kendi kendimizi yetiştiriyoruz” başlıklı yazıları Kemalizm ve İkinci Cumhuriyetçi siyasi tezleri nedeniyle kamuoyunda geniş tartışmalara ve tepkilere yol açan 10. bienalin katalogunda yer almıştı. Yazının niyeti ve içeriği orada hala bütün çıplaklığıyla duruyor… (4)



Yine de son bir çağrı yapmakta yarar var: yol yakınken gelin bu sevdadan vazgeçin!

Etnik milliyetçilik ya da kimlikler üzerinden bir tartışma açmak hiç kimseye yarar getirmez!

Hele hele ülkemize, Ortadoğu’ya hiç getirmez! Balkanlar ve Irak tecrübesi orada duruyor.

İlgili bütün tarafları, sanatçıları, sanat kamuoyunu, entelektüelleri, medyayı, halkı ve en çok da bienalin sorumluluğunu taşıyan Eczacıbaşı ve Koç Holding yetkililerini dostça uyarıyoruz! 9 Ağustos Marmara depreminde sıkça duyduğumuz o iç dağlayıcı sesin artık burada da özgür bırakılmasını ve itiraz eden bir sese dönüştürülmesini öneriyoruz!



“Orada kimse var mı?”





Ekrem Kahraman, Sanatçının Atölyesi

Projepro11@yahoo. com.tr





S o n D a k i k a ! S o n D a k i k a ! S o n D a k i k a ! . . .



… Son aldığımız habere göre “kar amacı gütmeyen” Hırvatistan’lı What, How & For Whom / WHW (Ne, Nasıl ve Kimin için?) küratör kolektifi Mersin’de MarinaVista Alış Veriş Merkezinde 15 Şubat-15 Mart tarihleri arasında düzenlenen Uluslararası İstanbul Bienali Etkinlikleri kapsamında faaliyetlerine başladı… Kolektif 8 Mart cumartesi günü saat 14.00 de

düzenlenen ve AB’ye bağlı “Sivil Toplum Diyalogu: Kültür Hareketi” tarafından finanse edilen bir toplantıda konuşuyor…

Peki, neden Mersin?

Yoksa Mersin de tıpkı Diyarbakır gibi tam da What, How & For Whom / WHW’un çalışma alanı olan “etnik milliyetçilik” açısından seçilmiş bir başka kentimiz mi?



Orada Kimse Var mı?

YAZARI: EKREM KAHRAMAN



(1) İKSV web sitesinden olduğu gibi aktarılmıştır.

(2), (3) Edit András, Budapeşte, Bahar 2004, www.ivorytowermedia .com ©ARTMARGINS 2004

(4) 10. Uluslararası İstanbul Katalogu, sh. 562


Jorge Luis Borges- Şiirler / Çev. Ulus Fatih



I.


JORGE LUİS BORGES
*
JAMES JOYCE

İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü
yaratma gücü olanın, zamanın
o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
zaman görünmezliklerle geçerken
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor,
dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar,
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu.
Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru
evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü
gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar.
Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver
Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün.

Türkçesi; Ulus Fatih


II.


JORGE LUİS BORGES
*
JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR

Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum.
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.


Türkçesi; Ulus Fatih


Şairin ve Şiirin Zekası / Naime Erlaçin



Şiir, zekâ ülkelerinde uzun ve üzücü yolculuklardan sonra doğan şeydir.
-Balzac

Şiirin oluşturulmasındaki başlıca etkenlerden biri de hiç kuşkusuz zekânın işlevsel kılınması, zihinsel yeteneğin şiirde beceriyle kullanılarak aklın (us) öne çıkarılması eylemidir. “Her baktığımızı şiir eden de akıldır” diyordu Nurullah Ataç. Ancak tek başına zekâ, nitelikli şiir “yapmaya” ya da doğurmaya yetmez. Şairin iradesi, kararlılığı, çalışma azmi, birikimi, dil bilinci, donanımı; bunları içe sindirmişliği, duruluğu, öngörüsü, yaratıcılığı, yerine göre mizah ve ironi gücü, derin bakışlılığı, matematiksel ve müziksel ritim kavrayışı ve daha pek çok “geliştirebilir” anlamdaki değişkenin yanı sıra zekâ, akla dönüştüğü sürece önemli bir değer, şiire eklemlenebilir bir sermayedir yalnızca. Şairin içindeki şiire uyanışı gerçekleştiren; hem köklerinin uzandığı ilkellik, naiflik ve masumiyet öğelerini koruyan, hem de bilgelikten uzak düşen depolanmış bilginin bu safiyeti ezmesini engelleyen bir tür yaratıcı araçtır. Denge kurucudur, terazidir, şiiri eksenine oturtandır. Yeri geldiğinde bir güvenlik aygıtı; şair söyleminin omurgası sayılabilecek ve şiirin sıkıca tutunduğu bir payandadır. Ancak unutulmamalı ki akıl şiirin tek hükümdarı olmayıp sadece kullanılabilir bir öğedir. Üstelik zekâdan yola çıkıp akla varmak da yetmez. Ve elbette şiiri yalnızca akıl üzerine kurarak onu abartmamak da gerekir. Burada Melih Cevdet Anday’ın bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum. "İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur."

Şair, post modern dünyada “kapatılmışlık duygusu”na kapılmış; bu duyguyu derinden yaşadığı halde olup bitenin ayırdına varamamış olan insanın çemberlerini kırmaya; ona daha geniş bir özgürlük alanı açmaya doğuştan güdülenmiş biridir. Kendi uyanışı ile diğerlerini uyandıran ve onların yaşamlarına dokunan birisi… Sezgi kanallarını zekâsından süzdüğü aklın yardımıyla açacaktır, çünkü aklın temel görevlerinden biri zekâyı bilinç ekranına yansıtmak suretiyle düşünceyi iğdiş eden tüm öğelerin yenibaştan yapılandırmasıdır. Antonio Negri’ nin siyasal çözümlemelerinde de belirttiği gibi, sahici bir cezaevinin dışındaki yaşamda insana “yeni özgürlük alanları” sunmak; her ne türden olursa olsun – siyasal veya öznel - iktidar ile insan arasındaki köprüleri yeniden kurarak onu yalnızlığından kurtarmak için çaba göstermek şarttır. O halde şair bu görevi neden üstlenmesin? En azından sorunun kendi payına düşen ucundan tutamaz mı? Şairin büyü gücünün yaratıcı zekâyı değerlendirme becerisiyle doğru orantılı olduğu varsayılırsa, bu özellik aynı zamanda şiirin kalıcılığını, etkileme alanının genişlemesini sağlayarak işlevselliğini de artırmaz mı? Arife Kalender bir yazısında şöyle diyordu:

“Şiirin bir ‘taşma’ eylemi olduğunu düşünürsek; Bu ‘taşmalarda’ şairin zekâsı, gözlemleri, şiir ve genel kültür birikimi, dil bilinci, düş gücü, yaşam biçimi kendisini ele verir. Bu nedenle yaşama değen, ondan somut izler taşıyan şiirin kendi ömrünü uzattığını söylemek yanlış olmasa gerek.” (“1940 Sonrası Şiirimizin Uçları”)

Bu süreçte şair yalnızca kendisini ele vermekle kalmaz. Kendisini ele vermeye hazır olanı da yakalar. Akıl tüm canlı cansız âlemle, doğa ve insanla bağlantı kurarken, şiir bu süreçteki sayısız iletişim kanallarından sadece biri olup şairi taşarken “taşıran”a, içinden taşanı ise ötekilere “taşıyan”a dönüştürebilir. Üstelik hiçbir yaptırım gücü olmaksızın başarabilir bunu.

***

Günümüzde toplum psikolojisine, çağı önüne katıp sürükleyen ekonomik ve genelde sosyolojik gelişmelere dair kavramlar yeniden tarif ediliyor. Özellikle post-modern çağın sanat algılayışındaki gelgitlere paralel olarak şair de şiirini yeniden tanımlıyor. Duyarsızlaşan insana karşı duyarlılığını yoğunlaştırıp şiir dilini yeniden gözden geçirerek değişik boyutlar kazanmaya, eskisinden farklı kanallar açmaya çabalıyor. Öyle ki sosyolog, yazar ve felsefeci gibi diğer sanat ve düşün emekçileri de - özellikle şair - bastığı zeminin sağlamlığı konusunda giderek kuşkuya düşüyor. Çekirdek bilgiden uzaklaşmanın, ona ulaşamamanın nedenlerini ve hatta köktenci filozofların tanımladığı “bilgi ve hakikat” kavramlarını yeniden sorguluyor. Şiiri deşelerken gelmiş geçmiş tüm teorik, faydacı (pragmacı) ve sezgisel argümanları kullanıyor. Daha da önemlisi, kuşkularını insana aktarmak gibi önemli bir sorumluluk üstleniyor ki bireyi sıradanlaşmaktan, “sürü psikolojisi”nin yıkıcı etkilerinden kurtarabilsin… Bu noktada “şiirin zekâsı”ndan söz etmek pek de yanlış olmaz diye düşünüyorum. Şairin şiire enjekte ettiği zekâ tohumları sayesinde ortaya çıkan bir olgudur bu. Yeterli zekâ düzeyine sahip olmayan ve aklını kullanamayan şair, “zeki şiir”i de kotaramaz. Dönüşen ve sürekli değişen insanın sorunlarını ne görür, ne de onlara eskisinden değişik yorumlar getirebilir. Bu durumda bireyin kendisinden yola çıkarak günlük yaşama; giderek topluma ve şiirin evrenselleşme boyutuna nasıl varacaktır? Gerçek yaşama nasıl dokunacak, bireyi zaman içinde nasıl bir yolculuğa çıkaracak, yeni çözümlemelere ulaşmasını nasıl sağlayacak, farkındalık çıtasını nasıl yükseltecektir?

Zekâ derken yalnızca bilişsel-akademik zekâ’dan (Intelligence Quotient, IQ) söz etmediğimi özellikle vurgulamak isterim. Duygusal zekâ (Emotional Quotient, EQ) sanat için çok daha önemlidir, çünkü IQ’nun yüzü genellikle bilime dönükken, EQ sanata, duygudaşlık kurmaya, hayallere doğru yelken açar. Dolayısıyla burada estetik şifrelere ulaşmış sözel-dilsel-yazınsal zekâ ile doğrudan ilintili olan “şiirsel zekâ”dan söz etmek daha doğru olacak. Sırası gelmişken Alfred De Vigny’ nin bir deyişini anımsatmak isterim: “Şiir bir akıl hastalığıdır.” De Vigny böyle derken dışavurumcu; dışa vururken derinlere dalabilen; duygusal, atak, gözükara olarak nitelendirilebilecek şiirsel zekâyı tanımlamış olabilir miydi acaba? Mümkündür… Yoksa gerçekten Sokrates gibi delilikten mi söz ediyordu? Üstelik farklı dönemler ve farklı toplumlardaki şair tanımları da birbirini tutmuyordu. Kiminde ona tanrısal bir görev atfediliyor; kiminde kudretinden kuşku duyulmayan bir şaman oluyor; kiminde “tekinsiz” ve hatta dışlanması gereken biri olarak değerlendiriliyordu. Şair ise çağlar boyunca kendi penceresinden bakmayı sürdürüyordu. Örneğin söz duyguya ve duygusallığa geldiğinde insanoğlu sıradan bir bakışla sevmekten dem vuruyor; herkesi severek ve/veya birilerinin onu sevmesiyle mutlu olacağına inanıyordu. Ancak şaire göre mesele bu denli basit değildi. Akılla beslenmiş, sezgileri güçlü, yaratıcı zekâ düzeyi ileri olan şair dünyaya daha geniş bir pencereden baktığı için insanlığın nereye doğru gittiğiyle, varacağı noktada mutlu olup olmayacağıyla, değişim ve yeniden varoluş olgusuna yüklediği ontolojik anlamlarla daha çok ilgiliydi. Çünkü esin perilerinin dokunduğu zekâsını eğitmiş olan kişiydi o. Eğittiği bu zekâyı gelişmiş şiir diliyle kalemine postalayan olup, şiirsel bildirişimini varoluşsal dizgenin bir halkası olarak ortaya koyabilendi. Evrensel ve bireysel açmazlarla derdi olduğu için öncelikle mutsuzluğun-kargaşanın-haksızlığın-ölümün tarifini yapmayı amaçlıyor, kendini buna zorunlu hissediyordu. Günlük yaşamda alışılmadık olan anlatımlarla çözüme ulaşma çabasındaydı. Gelişmiş aklın soru sormayı bildiği ve sorulara yanıtlar aradığı kadar, şairin zekâsı da sorularla iç içeydi. Yanıtlar ise şiirin dip köşelerinde ve soruların arkasına gizlenmişti.

***

Şiir kolay anlaşılan; düzyazı ve “düz düşünce”ye çevrilebilen bir metin olmadığı için ona ancak sezgilerle varılabilir. Sezgi ise bireyin iç odalarında sakladığı bir tür zenginlik olup, kilidi açan yine akıl ve zekâdır. Canlı-cansız varlıklarla, doğa ve evrenle, geçmiş ve gelecekle iletişim kurmayı olanaklı kılan zekâ, şairin hem kendisi hem de bireyliğinin bilincinde olan okur için dil aracılığıyla sezgi odalarını açmanın yollarını mutlaka arar. Şair en azından bununla yükümlü olduğunu bilir. Tıpkı diğer sorumluluklarının farkında olduğu gibi… Örneğin şiiri “eksik” olan kişi, İsmet Özel’in de işaret ettiği gibi “Neler yazsam da şiir dense?” mantığıyla yola çıkar (“Şiir Okuma Kılavuzu”, Şule Yay. 2006, s. 79). Bu durumda piyasaya dönük kolaycı yaklaşımların, “pazar” kaygılarının şiire ve şaire yalnızca zararı dokunacak; şairin gerçek duruşunu eserine yansıtma olasılığını azaltacağı gibi şiire bir de bedel biçilmiş olacaktır. Oysaki şiir, okura dayatma hakkına sahip olmadığı gibi, yönlendirme ve hükmediş anlamında bir okur despotizmine karşı da kendisini korumayı bilmelidir. Okurun saptadığı bedel her ne ise onu reddedebilmelidir. Akıl bu direnci sağlayan ve tescil edendir. Şaire etkileyici bir azınlığa mensup olduğu kadar gücünü de dikkatli kullanması gerektiğini sürekli hatırlatandır. Bir bakıma yol haritası çizer. Bu yol haritasından sapan kalemin sonuçta ölü doğum yapması ve nihayet tıkanarak kendisini bir çıkmazda bulması kaçınılmazdır. Bir yanda kişisel egosu, öte yanda “yarı aydın” da denilebilecek güdükleşmiş aydın, dışsal iktidar ve çoğunlukla medyanın öncülük ettiği “üretilmiş pazar ekonomisi” (Ahmet Oktay; “Okur Dediğimiz Kesim de Artık Üretiliyor”, Yelkovan Dergisi, 2007, S.2, s.29) arasında sıkışmış olan şair/yazar ancak akıllı manevralarla bu karmaşanın üstesinden gelebilir. Piyasacı kaygılardan uzak duracak biçimde kendisini eğiterek, yüksek telif ücretleri, liste başı olmak veya ödüllerle avunmak yerine gerçek edebiyat dünyasına ait olmayı; pazara teslim olanların değil ama pazarı teslim alanların (Mehmet Başaran, Yelkovan 2007, S.2, s.31) yanında durmayı bilmek zorundadır. Aklın çizdiği harita sayesinde pekâlâ başarabilir bunu. Buradan çıkan sonuç şu ki, şairin sorumluluğu okura olduğa kadar kendisine de karşıdır.

Aklını kullanan şair ise “nasıl yapmalı” yerine şiirin nedenleri üzerinde düşünür. Şiirin doğurtulma sürecine ve içselleştirdiklerini uygun bir şiir diliyle dışsallaştırmaya odaklanmıştır. Şiirin ne şekilde kabul göreceği onu pek de ilgilendirmez. Kolaycılıktan uzak ve oldukça sancılı olan bu yaratıcılık döneminde, içinde uyanan şiir bir anlamda kendini yazdırırken, şiirin biricikliğini kaleme yansıtan kişi olduğunun bilincindedir. Zekâsı ve dolayısıyla aklının yardımıyla doğum olayını gerçekleştirendir. Duyguyla yoğrulmuş, bilgiyle kundaklanmış ama sütannesi akıl olan bu bebek, bazen kendinden önce doğanları anımsatsa bile (esinlenmeden söz ediyorum), satır aralarında zekânın izlerini taşıdığı sürece daima tek, özgün, biricik ve hepsinden önemlisi sağlıklı ve kanlı canlı olacaktır.

Tüm bu tespitlere rağmen yüksek IQ’nun bilimde mutlak başarı anlamına gelmediği gibi, her ne türden olursa olsun ( IQ, EQ, sözel-dilsel, vb. ), hiçbir sanat dalında zekâ tek başına başarıyı garantilemez. Diğer bir deyişle zekâ varsa şiir olmayabilir ama zekâ yoksa şiir topallar. Zekânın abartılması ise şiiri yapaylaştırır. Ayrıca sırf “düşünen ve okuru düşündüren” olmak da yetmez. Şairin temel işlevlerinden biri de okuru “ötekiler”i düşünmeye ve “ötekiler”e ait olanı tarafsız bir gözle görmeye yönlendirmektir. Sonuç olarak zekâ düzeyi yüksek şair, bunları şiirine aklın yoluyla, öteki araçları da kullanarak ve aynı zamanda şiirini bozmaksızın yansıtabildiği ölçüde başarılıdır ancak. Ve elbette zeki ve aklını kullanabilen okurla buluştuğu anda da şanslıdır denilebilir. Böylece, Balzac’ın sözünü ettiği uzun ve üzücü yolculukların sonunda yalnızca şiiri doğurmakla kalmaz, popülarite olgusuna hiç endekslenmediği halde okurun kalbinde gizlenmiş olan büyük ödülü de kazanmış olur.

YAZARI: Naime Erlaçin


Kelimenin Hayatı / Ahmet Haşim





Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih (benzer) değildir. Lisanlar-tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebi bir metni okurken, daha dün o kadar zinde (canlı) bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir laf haline geldiğini hissettim. Bu kelime, şimdi Türkçede soğuk bir raşeden (ürperişten) başka bir şey değildir.
Melek nedir?
Edebiyattaki manasına göre, melek; bir kadındır ki, gözleri mavi, saçları sarı ve beyaz entarisinin etekleri uzundur. Hıristiyan sanatında melek lepiska saçları topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahcup bir genç kız suretinde temsil edilir ve daima elinde sur (boru) nev’inden (cinsinden) uzun bir musiki aleti olduğu halde, gökte beyaz bulut yığınlarının kenarından tebessüm ettirilir. Bu verem çehreli maverai ( dünya ötesinden) güzelin enmuzeci ( örneği) kadın kıyafetinin son inkılabına kadar devam edebilmiştir. Fakat kadın saçları, berber makasıyla kesilip, eteklerin yarısı da terki nefs ile uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra melek birden, mazinin silik şekilleri arasına düşmüştür. Şeytani bir alevin temasıyla taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır (çağdaş) kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü “melek” şimdi aptal bir halayık ( yaratık) çehresinden daha fazla cazip değil.

Yazarı: Ahmet Haşim
Düz Yazılarından


Viral Akıntılar II. Bölüm / Salih Aydemir



Devasa perde açılıyor

dekor malzemesi haline dönüştürülen bedenler: birey, yurttaş, kişi, özne, devlet, ve özgürlük olarak çıkarlar sahneye… sahnede bedenleri olağanüstü devingen kılan şey kostümleridir… oyun başlar:
birinci perde: de seyirciler ikiye ayrılır:
a) daha önce düşünülür dünya olarak belirlenen düşünenler topluluğu
b) yetkin olmayan insanlar topluluğu

ikinci perde: de toplumsallık – toplum dışılık kant tarafından vurgulanır; genel insan kavramı yoğun olarak işlenir

üçüncü perde: de hegel, marx, lucas’ın görüşleri öne çıkar: gelecek umudu

seyirciler genel insandan / tarihsel insandan bahsederek salonu boşaltıp dağılırlar sokaklara….


İnceliği sürdüren şiirdir şair değil

zamanın bizde bıraktığı izlerle yol alıyor düşler… ağaçlara ve yollara tanınan şans zaman aşımında… camiler, kiliseler, müzeler ve parti amblemleri modernitenin gölgesinde avuçluyor yüzlerimizi…
ne kadar çok benziyor insan insana…

ayrıcalıklar ve güçler; yer ve zaman sınırları içinde çoğalıyor seçtiğimiz sözcüklerle…
en çok kimi görmeye alışık insan?.. kendi hayatını, hayatları, hayatsızlığını mı?.. kimde görülmek istiyor insan?.. ben’de, başka’da, öteki’de mi?..
sözcüklerin gerçek iletisi nedir?.. dil düşünceye eşlik eden şeyse, dili aktarımın aracısı olduğunu düşünenler neler söylüyorlar şimdilerde… oysa sözcükler varolduğundan beri yanıltıcı olduklarını anlamak çok mu zor?.. bunun farkına varan bir tek şairler olduğu için mi sevilmiyorlar ya da ciddiye alınmıyorlar?.. oysa şairler hiçbir insanın (felsefeciler hariç) yapamadıklarını yapıyorlar; çünkü onlar yaşamları boyunca sözcükler ve imgeleriyle hep bir iç diyaloga işaret ederler… gönderecekleri ve gönderdikleri iletiler her zaman dibin akıntısındadır… akış içinde yakalayan ve yakalanan gizli akıntıları izlerler… hayatın uyumundan çok iç uyumun boyutlarına sevecen yolculuklar yaparlar…
sözcüklerin dişlerini beynine geçirmeye çalışan ve yakıcı gözleriyle gövdelerine tutunan şairlerden başka kim var ki?..
“şair sürekliliği olan gelecekle kesişecek bir dili, bir düşünce tarzını önceden bulmak zorundadır.”

bir şair en çok neyi görmek ister; şiiri mi şiirini mi?..

bir gün, bir saat, bir ay;
hepsi birbirine çok benziyor

öfke ve sevinç; --sevecen kaldığı sürece—sözcükler kalabalığa dönüşmeden bir gerçek aramaz mı?.. ola ki aramıyor ve sözcükler kalabalığa dönüşüyorsa gerçek nasıl bulunacak ya da bilinecek…
hayatlarımızı, düşlerimizi ya da aşklarımızı birilerine kabul ettirebilmek için töresel konuşmalar yapmak zorunda mıyız?..
iyi ve dil arasında kurduğumuz ilişki ya da bağ ikna yöntemlerimizden biri olabilir mi?..
ihmal edilen soruların tamamlayıcısı olan yanıtlar insanda neyin / nelerin sınanmasıdır?.. hazır tutulan yanıtların gerçeği hedef almadığını ve bu yüzden olumsuz çağrışımlarla duyulan hayranlık gösterilerine neler demeli?..
alan yaratmak ve alanı genişletmek böyle bir şey galiba…

emredilen törelerin yaşamı ne kadarı günceldir?.. gündelik hayatın güncellik adı altında hayret uyandırıcı karşıtlar yaratmadıkça törenin bir nokta gibi sürekli çoğalması ve çoğaldıkça kategoriler oluşturması anlaşılabilir mi?
tutku ne tür bir mekân kavramıyla oturur / yerleşir şiire?..
ne tür olasılıklarla?..

çöpünü sakla izini kaybet

emredici akılların somut güçlerine dair inançlar, kurallar silsilesinden başka bir şey değil…
başlangıçta her şey bir izdi…
iz, yasalara boyun eğmeyenlerin zarı; buna gelenek denir çoğu zaman, azı zaman geleceğin güdüsü diye söylenegelir… gelenekle büyüyen, gelişen ve onunla yaşayan insan her türlü köleliği benimsemesiyle varoluş ölçüleri oluşturur; “oluş” bu anlama yakınlığı nedeniyle elbette yeni olmayacak ve elbette sezgisel yönü de daha çok falcı ezberinden öteye geçemeyecektir…
güdüler özgür insanın hammaddesiyken geleneğin malzemeleriyle misyonlarını koruyacaktır…

çünkü gelenek en uç otoritedir…
çünkü gelenek ahlâk güdüsüdür; bu yüzden devletlerin otoriteleri de burdan gelir…

toplumsal eylem bireysel düşünce

çıkarlara ve zevklere rağmen sınırlara yürümenin cezaya dönüştüğü dönemler henüz bitmiş / kapanmış değil… aksine daha da gücünü arttırarak meşruluğunu sürdürmeye ısrarla devam etmektedir…

cezadan daha fazla suç değilsem ait olduğum aidiyetler içinde bir kurbandan başka bir şey değilimdir…
kuralların yerine getirilmesi, alışkanlıkların sürekli tekrar edilmesi vaat edilen dert ve sefaletten çıkmanın yolları aranmadıkça her şey gözden kaçıyor / kaçırılıyor demektir…
kurallar ve vaatler hiçbir zaman insana sorulmaz ve de sorulmamıştır…


ben’ini aklında ve dilinde bir sakız gibi kim daha iyi çiğner / çiğniyor / çiğneyebilir?!.

YAZARI: Salih Aydemir
"ÖTEKİ-SİZ" Dergisi Ed.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***