YAZARI: Ayten Mutlu
Sanatçı Serkan Özkaya'nın 9. İstanbul Bienali kapsamında sergilenmesi düşünülen Michelangelo'nun meşhur Davut Heykeli replikası ( köpükten üretilen !) yerleştirilirken kırıldı. Bu heykelin neden daha "sağlam" bir malzemeden üretilmediğini sormuyoruz, aylar öncesinden Bienal organizasyonu tarafından duyurulan ve "İstanbul artık bir Davut heykeli kazanıyor" türünden bir ifadenin traji komik öyküsüne ve bir Sanatçının uğradığı hayal kırıklığına odaklanmak istiyoruz.Sorumlu kim?Bienal Küratörleri mi? Organizasyon kurulu mu?
ikinci bir nokta Bienal için bastırılan Afiş, Posterlerin itinasız görsel tasarımı ve kentin binlerce yıllık ruhunu zerrece yansıtmdığı yolundaki kanaatimizdir, çok kötü ve acelece hazırlanmış ve kente gelen 3000'ü aşkın seçkin konuğa "Bienal Anısı" olarak bile sunulamıyacak türden ve tuhaf bir vurdum duymazlıkla hazırlanan Posterler !
Sanatçı Serkan Özkaya'ya geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz, tek tesellimiz, tesellisi; belki ilerki zaman diliminde Davut Heykelinin Bronz replikasını hep beraber İstanbul Semalarına konuk ederiz.
Bienal izlenimlerimize devam edeceğiz.
Borges Defteri Moderasyon Grubu
Katrina, katerina, Kat önüne ne varsa !
İnsanlık , 90 bin yıllık homo sapiens tarihinin en dangalak çağını yaşıyor,
Tarihin hiçbir döneminde insan soyu, böyle kitleler halinde bir sendrom yaşamamıştı, gözün aydın kapitalizm, yarattığın canavarınla.
Yeryüzunün her köşesini, hayata yalnızca kursağından bakan, insanı insan yapan tarihsel ve kültürel değerleri hiçe sayan 6 milyar Tavuk kaplamış durumda !
Ekonomik pragmatizmin, matematiksel ve rasyonel düşünce tarzının insanı tarihsel ve felsefi bütünlükten nasıl koparıp uzaklaştırdığı kapalı bir alan değil.
Hatırlayın lütfen, Felluce'yi !
Sanırım Felluce'den sonra bunca uzun değerlendirmelere gerek kalmadı.Sonuçlar bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmışken, iki yüzyıllık beyinsizleşme sürecinin nedenleri üzerine uzun sözler söylemek artık anlamsız.
Yeryüzünün öte yanında bir doğa felaketi yaşanıyor, çevreme bakıyorum, kimsede en ufak bir acıma duygusu bile yok ! Bu nasıl bir şey?Sistem bunu nasıl başarabildi? Bir tür sibeorg donuk yüzler film platosu sanki yeryüzü !
O insanların kendi devleti bile şevkaft, merhamet elini uzatacağına, Felluce sokaklarında 1 gün zarfında 70.000 masum insanın hayatına kıyan katiller, caniler sürüsünü üzerlerine salı veriyor ! " öldürün" , "öldürme yetkiniz var".
Devasa bir sistemin ve onu oluşturan tüm değerlerin nasıl yerlerde süründüğünü görüyoruz; bizler dünyanın bu yakasında ne felaketler gördük , yaşadık ! felaketi yaşayanların üzerine "ölüm mangalarını" göndermedik.
Saddam Huseyin'nin kimyasal saldırısından kaçan ve ülkemize sığınan 1,5 milyon kürt mülteciyi nasıl bir hafta zarfında kamplara yerlestirdi Türk Devleti? üstelik kimsenin burnu bile kanamadan.
Bana öyle geliyor ki, Sevgili "Katrina" Amerika'nın tüm sistemini sorgulamaya geldi !
Felluce'yi unutmayan zihniyetler onların acısına bile duyarsız kalıyor, bunu sağlayan kendileri oldu, insanlık daha önce de özel mülk ve iktidar hırs peşinde koşan egemenlerin vahşi katlıamlarına tanıklık etti, Felluce bütün bu süreçlerin doruğunu oluşturuyor, O süreçte siyasal İslam bile sınıfta kaldı, hiç telaşlanmasınlar, müslümanlar için en büyük hakaret olan bir vahşet uygulandı, Camilerin içinde en büyük günah sayılan, insan öldürme törenine tanıklık ettik, kimden bir itiraz sesi yükseldi? buradan tek sonuç çıkardık bizler, İslami ya da dinleri kendi siyasi emellerine alet edenlerin meger tek dinleri varmış:PARA , bizler yani herkesin gözündeki "öteki"ler durmaksızın yazdık, itiraz ettik, içimiz, dışımız kan ağladı, gidip ta Amerika'lardan ahkamlar kesmedik .. o devlete sığınmadık , sırtımızı sermaye, güç, ve din bezirganlığına dayamadık, oysa Pir Sultanlar, Yunus Emre'ler, bu her zerresi "korunaklı" mülkün tüm kutsal değerleri, pak yürekleri sadece bizimle beraberdiler, beraberler kalacaklar.
Büyüklük ve Yeryüzünün efendisi olma "hevesine" kapılmanın bir bedeli var, işte onu ödüyor zavalli Amerika halkı, ki %52 'lik bir kısmı akıl tutulmasında yaşıyorlar !
Ben en çok o sakat, yaşlı , hasta, çocuklar, savunmasız insanlara acıyorum, acılarını kemik iliklerimde hissediyorum şu an.. işte o siyah gençler artık ellerine en öldürücü silahları alıp bu yakada, bizim coğrafyamızda bizi öldürmek için yolculuk yapmamalılar ve birilerinin"öldür" emrine karşı gelmeliler, sistemin onları bile nasıl ezdiğini , 200 yıl önceki esaretlerinde değişen bir durumun olmadığını KAVRASINLARRR ARTIKKK ! Çok isterdim sesimi duysunlar diye ..
Kiyoto antlaşmasını imzalamayan bir Başkanı başlarına Tac ederlerse, daha ne Katrinalara ev sahipliği yapacaklar, çünkü küresel ısınnma sorunu en olumsuz etkisini o coğrafi bölgede kendini gösteriyor, gösterecek.Bush'un akıl tutulması sendromu karşısında artık Tanrı bile çaresiz !
Alın başınıza vurun %52'lik tercihinizi !
Amerikalı dostlarımız 2200 çift kanlı postalı o yeşil bayırda gördüklerinde, bir dakikalığına durup düşünmeylidiler:bu gençler bizim evlatlarımızdı !
"kime ve ne için kurban verdik" diye sormaları gerekmiyor muydu?
ne muhabbeti,
ne selamı,
içim kan ağlıyor,
YAZARI: Sur Ortaylı
Kayıp, his sözlüğü anlamıyla kabaca, yokluğu acı veren şey ya da nesnedir. ‘’Kaybedenler’’ bu sıfatı bir eğretileme olarak kullanırken, mutluluk/mutsuzluk ikilemini bir çizgiye taşıyarak yüzeyleştirirler. Burada her ne kadar anlamın yeniden üretiminin kaygısı yoksa da, tüketim toplumunun kendisine bir eleştiri olduğu açıktır. ‘’Kaybedenler’’ işte bu nedenle sessizce gülümseyerek taşımaya devam ederler gazi nişanlarını, diğer yakıştırmalar gibi.
‘’ ‘’Canavar’’ ı uyumsuz faktörlerin bir birleşimi olarak tanımlamak geleneksel bir yaklaşımdır. Ben ise, her orijinal ve tükenmez güzelliğe ‘’ canavar’’ adı veririm.’’(Alfred Jarry)‘’Beat’’ sanatının tarihçesinde yol alarak yazının amacından uzaklaşmasına izin vermek gibi bir niyetim yok. ‘’Modern’’ anlamda Dada bildirileri, sanatıyla bir çizgi izlemekse yerinde bir başlangıç olur. Fabrikaların, üretim bantlarının ‘’hiçliğimizi’’ üzerimize kustukları andaki ilk başkaldırı sesi Dada’dır çünkü. Dada, bir homurtudur düşte, yok sayıcı mırıltı; ter içinde sağa sola dönen gözün ‘’uykunun’’ sürgünlüğüne isyanı. ‘’Sanat’’ sınıfının Sanat Kolu, çöpe atılmış muhalif sözlerin bulunduğu gazeteden kesilmiş kolluğuyla.
DADA HİÇBİR ANLAM TAŞIMAZ.
‘’ Bizim için hiçbir şey kutsal değildi. Hareketimiz ne mistik, ne komünist, ne de anarşistti. Bütün bu hareketlerin bir çeşit programı vardı, fakat bizimki tamamen nihilistti. Kendimiz de dahil, her şeyi aşağılıyorduk. Sembolümüz hiçbir şeylik, boşluk ve beyhudelikti". (George Grosz, Dada Üzerine)
Çile yoluna (entelektüel bir iddiasızlık olarak) girmekte karar kılmış bir benliğin, hele ötekini anlama, anlamlandırma çabası içindeyse, yani ‘’nesnel’’ değil de, ruhun niteliğini, ağırlığını ölçmekte ısrarlıysa, şu satırlara kulak kabartması gerekir;
‘’ Deleuze, deneyim ile onu temsil eden fikirler arasındaki ya da duyu izlenimleri ile bunların inançlar halinde örgütlenmesi arasındaki basit ikicilikten hoşnut değildi. Deneyim üzerine kurulmuş bilinçli insan öznesinin etkin ve imgelemsel yapıtından önce, verilerin zihne aktarılır aktarılmaz içinde kuruldukları, sözcüklerin ve şeylerin dışında kalan edilgen ya da bilinçdışı bir alanı aradı. Zaten çözümü Hume’da bulmuştu. İlk olarak, duyu izlenimlerinin akışı ancak, bir fark açığa çıkardığı zaman fark edilir hale gelir; ampirizmin temel kategorisi farktır (Deleuze, 1991a:87). Olası en küçük fark, niceliksel bir değişim değildir; matematiksel ya da fiziksel de değildir-düşünceye girdiği ölçüde o, bir fikirdir. Bu yüzden duyu-deneyiminin ‘’atom’’u, zihinde var olan bir farktır. Sonuç olarak atom, zaman ve mekan (ya da tarih, dil, toplum vb.) gibi kapsamlı bir alanda var olmaz, aksine zaman ve mekan bu tür atomların ilişkisiyle kurulur. …(Burada zaman, şimdilerden oluşan boş bir çizgisel ardışıklık olarak ele alınmaz, aksine anların ilişkilendirilme tarzı sayesinde öznel deneyimde kurulur). …Öznenin kökü, geleceğe dair bir beklenti oluşturmak üzere geçmişe ve şimdiye ait deneyim atomlarını birleştiren zaman anlarının bir sentezidir. ‘’.
(Gilles Deleuze. Philip Goodchild-Deleuze ve Guattari, Arzu Politikasına Giriş/Ayrıntı)
İşte, verili, donmuş bir anı dikizlemekten öte bir öneri… Burada artık Yeni’den söz edilemez olur. ‘’…Bu yüzden olası en küçük deneyim, zamanın deneyimlenmiş geçişimi sırasındaki bir fark ya da harekettir (Deleuze, 1991a: 91-2)’’.
Böylelikle, umutsuzluğu tanrıça bellemiş ve tüm boş odaların onun mekanı olduğunu söyleyen Afgan Umutsuzluk Tarikatı, Melamilik ve Kalenderiliğin var oluşu, tüm yaşanmışlığı buhar olup uçmuş olabilir mi sorusunun cevabının da verilmiş olduğu kabul edilebilir. Ancak, kesintisizlik, ‘’ilerleme’’ miti içinde değerlendirilirse, üst söylem züppeliğini durdurma çabaları köreltilmiş olur. Hem, tanımların 0/1 doğasıyla oluşturulan böyle bir metinden ne denli dibe gitmesi beklenebilir… Küçük bir farkla yaratılan uzam, tüm inancın, gönencin kaynağı olmaz mı? Olasılıkların lunaparkında tutkulu bir müşteri olmak düşmelidir payına iyi bir eleştirmenin. Sosyal patolojinin sessiz neşteriyle sanat eserinin içine girebilirsiniz ama ruhuna değil. İyi bir tamirci ya da yedek parçacı olmak bile tutku ister. Öylelerini duymuşsunuzdur, hani şu el yapımı, sahte Porsche yapanlar.
‘’Bazılarını kovalamak ayaklarıma sürat kazandırır.’’ (Halil Cibran)
Bu sürati kazanabilmek için ilkin kovalamak gerekir, ‘’atomu’’, kökü, yüzeyde derinliği gizleyen ışık oyunlarını. Belki bir aşının, parçacığın gelip damarlarınızı vurmasını beklemek bile yeterli olabilir. Ben bunu önermem, en iyisi ‘’yola koyulmak’’ gibi gelir bana.
Bukowski, Gene, Vian, Ginsberg, Kerouac, Cibran ve hatta Neyzen bir yaşam tarzı önerir mi, hayır… Bir bakışın, bir Nirvananın ‘’bencil’’ meselleri olma olasılıkları daha yüksektir. Tevfik Kolaylı’nın nefesi, onun aydınlanması olur, hikayesi ise müzik ve bize bizden dolayı cılızca serpilen anlam yüklü bulutları.
‘’Daha sonra dedi bir öğretmen: Konuş bizlere Öğretme’ye dair.
Ve o dedi:
Hiç kimse size hiçbir şeyi aşikar eyleyemez;
Bilginizin şafak sökümünde hala yarı uykulu yatmakta olandan başka.
Mabedin gölgesinde, şakirtleri arasında yürüyen üstat bilgeliğinden değil, fakat daha ziyade inancından ve muhabbetinden verir.
Eğer o gerçekten bilge ise sizi kendi bilgeliğinin evine girmeye davet etmez, fakat daha ziyade kendi zihninizin eşiğine kadar size rehberlik eder".( Halil Cibran-Ermiş/Kaktüs Düşünce) .
William S. Burroughs öldüğünde bir dergi onun için şöyle bir başlığı uygun görmüştü; Moruk Öldü! O, böyle söylensin isterdi çünkü?!.. Onunla kurulduğu düşündürülen bu kaypak, şımarık bağın altında, Burroughs’un ölüm imgesinin satışı gizliydi. İstediğini yaptırmış, ölüm ilanının başlığını da baştan tasarlamıştı. Bu başlığın atılmayabileceği ihtimalini düşündü mü bilinmez ama çağın, kendi imgesini hortlatacağını ve defaten tüketmeyeceğini biliyordu.
Ağrı bozukluğu, tutku yoksunluğu, bu metinlerin dirimlik evrenini, işte böyle titrek bir düşe çevirir tümden. Uyaranlara karşı tedbirsiz, sorgusuz bir şuurun izini ‘’Beat’’ sanatının herhangi bir aşamasında sürmeniz imkansızdır. Seçilmiş acemiliğin, iddiasız profesyonelliğin, sessiz tutkunun çekiç darbelerini, kulaklarında bir davul gibi duymak isteyenler içindir onlar. Çantamı alıp giderim ile başlayan bir sıkıntının, sürgünlüğün horozu düşürdüğü, ruhun bu ‘’karanlık’’ dedektifleri saygıyı hak etmiyorlar mı şimdi söyleyin.
‘’ GİDEREK ARTAN bir hızla, giysileri taşlara ve dikenli asmalara takılıp yırtılarak, tepeden aşağıya inip alaca karanlıkta yerleşime vardı. Çok geç kalmış olduğunu hemen anladı, ters giden bir şey vardı. Onunla göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Sonra Bradley Martin’i gördü, ölmekte olan bir lemurun yanında duruyordu.
Mission, lemurun bedeninden vurulmuş olduğunu görebiliyordu. Sıcak kırmızı bir dalga gibi gelen bir öfkeyle doldu, buna karşılık Martin’de hiçbir kızgınlık belirtisi yoktu.
‘’Neden?’’ diye sordu Mission, tıkanarak.
‘’Mangomu çaldı’’ diye mırıldandı Martin, küstahça.
Mission’ın eli tabancasının kabzasına gitti.
Martin güldü. ‘’Kendi koyduğun Yasa’yı, kendin mi çiğneyeceksin Kaptan?’’
‘’Hayır. Fakat sana Yirmi Üçüncü Madde’yi anımsatacağım: iki taraf arasında çözümlenemeyen bir anlaşmazlık olduğunda düello kuralı uygulanır.’’
(William S. Burroughs, Şans Hayaleti 13. sayfa. Altıkırkbeş)
YAZARI:Cemil Atik