Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



ay izi / Selma Akın Girgin



gece yırtıldı aniden
bir hıçkırık suya düştü
ay ağacım var bahara durmuş gözlerinde
bir de siyah atlılarım
dolu dizgin gelirlerdi
bilinmez zamanların
bilinmez kokusuyla
biliyorsun
gümüş kafeslerinden
uçur hadi
çocuk gibi neşeli
kız böceklerini
kanatlarına dilek düğümü atalım
öyküye katık edip öyküyü
nefesi nefese denk tutalım

YAZARI:Selma Akın Girgin

fısıltı

göz yok
söz yok
ten yok
çok uzaksın çok
gün yüzüne yazılmış..
YAZARI:Selma


seni düşünüyorum seni
ikimiz
oyuncusu tek olan
biziz
öylece saf tutup
evlerimizde
bir ben
bir ben..
süsleyip sofralarımızı
sedeflerle
yada
kara dikenlerle
dikip gözlerimizi
bize
sen beni büyütsen
ben beni düşlesem..

selma


ben bana küstüm

gece korkuları büyütür
kara kadife kucağında
birde masalsız şehrin
askerlerini

kıt zamanlarımın
cimri hancısı
neyi veriyorsun
gönül evinden
neyi süsledin yine
kaçamak zamanların telaşı ile
sunma
istemem

birlikte yıkmıştık şehri
birlikte kurmuştuk kaç kez
bağlayıp zümrüdüanka'nın kanatlarına yetim masalları
karanlık dağ göllerine serpmiştik
yeşersin diye

sen şimdi
o masallara
say beni


ekinoks

düşmü benim
benmi düş
altın tabak
zümrüt hançer ile
dağa bıraktım ruhumu
üşüsün diye

Selma


Enis Batur ile Gece Söyleşileri (2) / Hamid Farazande



Soracaklar, haklı olarak, nedir bu deli saçması
yazılar, diye. Bilmiyorum, merak ediyorum ama: Bunu
soranların, hiç yollarını kaybettikleri olmuş mudur?
Gene, elimde olmadan, sizden alıntılıyorum: “Gece size
sizde kendimi tekrarlamaya geldim.”

Üretkenliğiniz, bilirsiniz, sıklıkla yadırgandı, buna
karşı ne denilebilirdi ki: Bütün yazma maceranız bir
parçalanıştan sonra baş gösteren bir bütünleşme
dürtüsü, yazmaya başlamakla buna bir yeniden kavuşma
umudu, öte yandan da yazma sürecinin, elinizde
olmadan, bunu tersine döndürüp daha çok
parçalanmanıza, kaybolmanıza yol açmasına tanıklık
ettiğinizi kime anlatabilirdiniz? Ya da, neden bir
şairin gece boyunca kendikendine konuşup durmasını;
kendikendine mi, düpedüz karanlığın kuyusuna, yoksa
bir adım ileride kendi’nden farksızlaşmaya başlayan
öteki’ne mi, bilmiyorum. Gecenin yüceliğinin, ama,
bütün bu yabancılaşmaları dokunulabilir kılmasında
saklı olduğu konusunda inancınızı hiç yitirmediniz:
Başka bir gece yolcusu: John Donne’den alıntıladığınız
bu dizeler bunu düşündürüyor:
“And to scape stormy days, I chuse/ an everlasting
night.”

Mevsimler arasında en çok kışı sevmenizin nedeni de bu
değil midir, kış mevsimi sizin, en azından şiir
alanında, en çok üretken olduğunuz mevsim ise, bu
iflah olmaz melankolinin, dikkat edilmezse gözden
kaçacak varla yok arasındaki izlerine, şiiriniz
dışındaki düzyazılarınızda da rastlama olasılığı
vardır. Yapıtınıza hiç başvurmadan iki örneğini hemen
anımsayabiliyorum: Biri, gülesim geliyor, arabayı çok
hızlı kullanmanız, diğeri de her zaman en azından iki
sigara paketi yanınızda bulundurmanız: Ola ki, çok şey
vaat etmeyen hayatı sürdürebilmek için bir neden
değilse bile bir bahane arama güdüsü. Çoğu kimse
bunların üstünde durmanın ne anlamı olabilir diye,
kaşlarını çatabilir; bana kalırsa ama, bir yazarın
yapıtına nüfuz emek için onun en ince hallerine dikkat
kesilmenin büyük faydaları olacaktır, ancak
ince’likleri önemseyerek “Kış Ayini”, “Çöl
Yakarıları”, “Koma Provaları” gibi şiirlerinizde,
herşey geri çekildiğinde, kar yağışının sessizliğini
duyabiliriz:
“Sesi, alacakaranlığı,
ileride bir başına bekleyen ağacı seviyorum.
Yaprakları dökülmüş, kupkuru dalları
havaya yontulmuş, yukarı kalkmış iki
ince el, taş kesilmiş.”
Evet, şiir bu, simsiyah bir elmas parçası gibi, çünkü
“hiç birşey gerekmez bir şiirin yazılması için.” Ölüme
böylesine yaklaşan, onu düşünen bir şiirin iç-mantığı
ölümü yüceltecek, dokundurtmayacak bütün tabuları
kırmak değilse de nedir?—Anımsarsınız: Size, ölüm
nedir, diye sorduğumda, hemen başınızı çevirip
omuzunuza bakmıştınız
.
YAZARI:Hamid Farazande


AYNANIN SESI / Cemil Atik


( Fikir Yiyen Tükenmez Kalemlerden )
Çekilen sifonlardan boşalan suyun tok yol alışı, parçalanıp, yoğaltılana dek. Apartman boşluğunda yankılanan bir martı kahkahası, boşluktan büyük.
Sıcak, yüzüme çarpık ısınan su.
Nanna nana nanna na na na…
Üst üste vurarak iki dizeyi, iki ritimli bir müzik.
Tuftuf tuf tuftuf tuf…
Martının kahkahası çalıyor sanıyorum önceleri, diğer sesleri. Kahkaha sustu, işte alıp götürmüş, haklıymışım.
Mumun sesi, aynanın sesi…
Kızgın çerçeve, kapatıyor boşluğu çat diye. Bense, bunca ses kime ulaşmayı ister ki diyorum.
Neden bir ses diğerine katılmaz, başka biri sadece onunki duyulsun ister. Düşünüyorum.
…yalnızlığın keyfine kalabalık varmak. Kalabalıkta kimsesizlik.

Serinlemiş yüzüm, biliyorum uzun dayanmayacak. Kayıtsız, hayalet sesim, çıt yok.
Menzile doğru perde perde, eğilip bükülerek yükselen sesleri dinliyorum.
Böylece karar verdiğim gibi kalabalık varıyorum keyfine yalnızlığın.
Aynanın sesi kırılıyor kulaklarımda; sıcak, pek uzakta esinti…

YAZARI:Cemil Atik


SU DAMLASI \ Sur ORTAYLI


cavit`in yokluguna..

Bir su damlası merdiven düşüne doğru çıkıyor , duyuyor musun?
Buzzati'yi dinliyor kalbim dost.

Duyuyor musun?
Karanlığın kırlarına uzanmış senin gizemli yürüyüşünü dinliyorum.
Ses, ses, ses .. aralıksız duyuluyor.
" ne olup ne bittiğini merak eden kadın, bir an, bakmak için dışarıya çıkmayı düşündü" sonrasını biliyorsun, loş düşlerimin ışığında ne bulabilrdi ki?
O kadın gecenin sesizliğinde, o siyah rengin ortasında , boşlukta nasıl izleyebilirdi bir damlayı?
" Bazı geceler damla susuyor. Başka zamanlarsa saatler boyu hiç, durmayacakmış gibi, yukarıya, hep yukarıya çıkmaktan başka bir şey yapmıyor." (Hür Yümer)

Bir Zamanlar bir yol vardı, bir de kestane saçlı kız,
orada böğürtlen toplayarak geçerdi yazlarınız,
Bazen bir kadındı o, kimi zaman sadece bir çocuk,
ve gölgelerde sarılırdın ona,yaban böğürtlenlerinin dibinde,
tırmanırdınız alacakarnlık dağlara, manzaraya şarkılar söylerdiniz,
ve gezindiğiniz yerlerde, Aşk asla bırakmazdı sizi,
Ama bu acı bir anı, sıkıyorsun yumruklarını..
Eee, buraya da vardık sonunda,
ama ne uzun sürdü değil mi düşüş,
ne tuhaf oldu değil mi düşüş?
dinliyor JM, senin için dinliyorum kostümlü prova'yi.

yaz mevsimindeyiz,
ve ben senin altın renkli kiraz reçeli özlemini özlüyorum.
annen hala yapıyor mu o reçelden ?


YAZARI :Sur Ortaylı



Enis Batur ile Gece Söyleşileri / Hamid Farazande


Şiir sıfır noktasında başlar, demiştiniz, "sıfır
seslenmeleri"nde biter, yanıtsız olduğunu baştan
bildiğiniz bir sorunun yörüngesinde, “toz” ile “zerre”
arasındaki Zaman diliminde.

Karamsarlığın rengi var mı, diye sormuştum, bu sorunun,
beni bu girdâbın içine çekeceğini, bile isteye.
“Eccentric Path”’ı tutan en
karamsar Şairin, Aydınlık Tanrısı ile söyleşme
yollarını aradığında –Ne zamandı o-, biz kendi
“Dürftiger Zeit”’ımızdan “bir firar hazırlığı içinde”
iken, “Karanlık Tanrısı”nın sesine, sesi olmazsa bile
bir ünlemine kulak kabartmıştık.
Ağzınızdan kimsenin şifresini çözemediği bir “avuç
kelime” çıkmıştı, gecenin en karanlık anında, yola
düştük, çoğumuz yolun ortasından geri dönmek zorunda
kaldı: Öyle bir fırtına, toz, duman, her yeri sarmıştı
ki, şimdi dönüp baktığımda kimseyi yadırgayacak
değilim, oysa siz “Beni yadırga”yın demiştiniz: Şimdi
soruyorum: Geldik mi ki? Yola devam edenlerimiz, her
biri, sadece "bir parça" akıllarında tutabildi. Sonra,
asıl şifreyi hatırlamaya çalışırken, her hatırlamanın
ne kadar başarısız olduğunu anladık: “Tam kavuşacağım
an sıvışıp gidiyor elimden, dibe iniyor, en dibe, ait
olduğu yeri buluyor” diyenin siz olduğunuzu, besbelli,
yine unuttuk .
Gene de, avuçlarımız boş döndük, denemez: Şimdi kim
saracak yanıklarımızı?—Ama nedir ki bu yanıklar,
“omurgasına doğru” çözülmeye koyulan “tekne”nin
karşısında? Tek bildiğimiz bu şimdi: Hava ile suyun,
düşünü eşelediği terk edilen teknenin içinde kalmış
olsaydık, o “hamle” ile “direnç”; o “rastlantı” ile
“güç” arasındaki bir anda, “rosebud”ınız gözümüze
ilişebilirdi. Orada, en azından, izleyen, gördü,
hatırladı “rosebud”’ı; buradaysa kıyıda kimse
kalmamıştı: “Adanın içlerine doğru” gitmişti herkes.
Sizinle gelen bir avuç karanlık yolcusu, tuzun sinsice
işlemeye devam ettiği uğultulu teknenin her köşesinde
rüzgârın sesini duyuyorlar şimdi. Yolculuk bunu onlara
öğretmişti: Frenhofer’in gözlerinden yansıyan
Başyapıtın alevlerine tanıklık etmekle bulunabilirdi
belki rosebud’ınızın anlamı.

Teknenin çözülüşü, hatırlamanın tersine çalışır ama.
Döndüğünüz bunca yolculuğun katmanları, artık,
sanrısal dalgalar yayar çevreye, ölüm bu dalgalar
arasında sürekli bir şimdiki zamana dönüşür:
Yabancılaştığımız doğayla tekrar barışmanın yolu,
yalnızca onun göçme sürecini paylaşarak mümkün artık,
ola ki, şiir ile tekne arasında bütün benzetmeler,
metaforlar, böylece, ortadan kalkar. Bunu kavramak
için başka bir dile, başka bir inanışa gereksinim
vardır. Teknenin omurgasının çözülüş süreci içinden
Gelecek kavramı bu noktada ortaya çıkabilir
mi?--Sizden öğrenenlerimiz hatırlar çünkü: Bir tek
karamsar şairin “pençeler”i Umudun etine sıkısıkıya
sokulmuştur.

YAZARI: Hamid Farazande




Aynı geceyi, gündüzü soluyacağız, Ruhumuz sonsuzluk deniziyle ilişkili bir varlık olduğuna göre hayatımızdakı sınırlı güzellikleri tükenmeyen , tüketilmeyen güzelliklerle buluşturan , onlara mavera boyut kazandıran doğruluk, gerçeklik içeren yüce bir enerjidir sanki.. Bazen insanı, insanım diyen herkesi, ötesiz, düz bakışlar ortamı içine ışık hızıyla çekildiğimiz deli rüzgarlardan daha beter zedeliyor, ve sevdiğimiz segah sesini, terennümünü de katmansız bir tekedüzlüğe çeviriyor.
Oysa bir kalbimiz var, iki göz , ama bu ne bitmez bir sınama ..
gölgeni gölün kumsalına düşürmek isteyişin, sınırları çizilmiş bir güzellik özleminden değil bu kez, öyle olmasını ne çok isterdim.
“Su Usulca Yakıyor” yazmışsın ve bir çöl ortasına düşen umudun sözcükleri var resimde.
Ya benim yapabileceğim ?
Yüreğimi bir fener gibi elime alacağım ve ışığı yoğuracağım sancılara,
ve yine Ay, geceye damıtacak ışıklarını..

Günahsız
Bir
düşe
dingin
uyanmak
dileğiyle.

Yokluğunda
Bana yakışan Bir ses arıyorum,
“ bu yaralar çıktığım son yokuştan” sesi şimdilik hiç silinmesin kulaklarımdan..

Sur Ortaylı






ŞAFAK ÇUBUKÇU

I.
suyu çevreleyen parıltılı çelik,odayı gecenin
rengiyle koruyan.
Aşevinin sesi ,ağzına değin tene özgü
Sivrilti ve yuvarlaklıklar.
Yüzünü değiştiren tutuş biçimi,nerden
Bakılsa taşı aşan bir kaynak.
Usulca içime doluyor gücü gecenin.
II.Çıkmaz sözün boğucu ateşi
Neyi çağırıyor,neyi çağırmıyor
Yalım ! tansıklı adımı o alev-adamın
Kimi yakıyor,kime yakarıyor.

Esin in o silik kıvılcımı gibi
Yüzünün aylasında hep aynı fotoğraf.
Yazar gibi,
Yazamamak.
III.o üç renk duvara ait
dördüncüsü bakış-içre ev
belki bakışın rengi
belki yalnızca ev.
Ve ben uzaktan bakarken o eve
Pencereyi sözcüklerle açıyorum.
Ey dirimsel gövde !
IV.
kaykılarak koltuğunda gerinen
ten-ötesi kedi gibi,
dirsek,aynada yansıyan beyaz çığlığı
o kösnül mırıltısının.
Teninin sesine eşlik-ediyor
Dudak-boyasının rengi ve
Susuyor.
İçime işliyor susarak bakışı.


not:Şafak Çubukçu; Öykü Usatası Feyyaz Kayacan,Edip Cansever, Turgut Uyarı'n kadim dostudur,Suskun,Sessiz Şairlerimizdendir, Feyyaz Kayacan'nın onun hakkında söylediği:"sesimin bayrağıdır" ifadesi onu en güzel tarif eden tanımdır.şiirleri şu an sadece borges defterinde yayımlanıyor, çok yakın bir tarihte kitabı yayımlanacak.
Feyyaz Kayacan toplu öyküleri Sevgili Enis Batur'un yılmaz çabalarıyla YKY( ENİS BATUR EFSANE DÖNEMİ), yayınlanmıştır, bu nefis çalışmayı mutlaka okuma listenize dahil ediniz lütfen. BD



Oruç Aruoba'nın "Doğançay'ın Çınarları"na Önsöz/Hamid Farazande



Demokrasinin, liberal siyasal yapıda nasıl da yetersiz kaldığına birkez daha tanık oluyoruz.Yazı'mın bu giriş cümlesine karşın politik konuşacak değilim. Buişin, biraz olsun alt katmanlarına bir dehliz açmanın daha önemliolduğu kanısındayım.İnsanlık bir kez daha özgürlük kavramı üstünde düşünmeli, diyorum,onu baştan tanımlamalı. Geçerli tanımlamalarla bir yere varılmaimkânı yok gibi görünüyor.Bunun bir yolu özgürlük ile evren arasındaki ilişkiyi irdelemek isebir diğer yolu da özgürlük ile hakikat arasındaki bağıntıyı düşünmekolabilir. Her iki durum arasında diyalektik bağlar bulunmaklabirlikte, birinci seçeneğe dönecek olursak, karşımıza çıkacak ilksoru bu olacaktır: İnsanla çevresinde bulunanlar arasındakiilişkilerde özgürlük kavramı nasıl bir yer alabilir?Biz çevremizde bulunan herşeye kaşı çeşitli haller içindebulunabiliriz: Kayıtsız, tarafsız, ya da girişken olabiliriz.Özgürlük kavramı daha çok bu girişkenlik halinin hizasıyla koşutbiçimde ortaya çıkan bir sorunsal olur. Diyelim bir çınar yaprağınadikkat kesilip bilimsel bir inceleme konusu yaparsak onu, birmateriyal olarak ele almış oluruz onu, bu durumda da artık ona karşıtarafsız ya da kayıtsız değiliz. Bu dikkat kesilme edimininpozitivist bir bilimsel yönü varsa, diğer bir yönü de onun üstündedüşünüm(reflection) hizasını yakalamak olabilir. Bu düşünümsonucunda, o yaprağa öyle bir uzam açabiliriz ki, onun içinde,yaprak, olduğu gibi, başka bir ad kabul etmeksizin, varolsun. Bunutarafsızlıkla karıştırmamak gerekir, tam tersi, bu ilgi göstermenintâ kendisidir. O çınar yaprağının içinde bulunduğu yalın uzamıbenimsememizi sağlayan şey ise özgürlüktür. Bu durumda biz kendiözgürlüğümüzü de denemiş oluruz, o yaprakla sahici bir ilişli kurmuşoluruz. Artık o yaprağa yeni bir şekil verme dürtüsü etkisi altındakalmayız: Müdahele etmeksizin özen göstermek ve tımar.Çevremizde onlara bağ(ım)lı kaldığımız birçok alet ve nesne var.Onlarsız yaşayabilir miyiz?Diyelim hasta olduk, hastaneye kaldırıldık, bütün o bağ(ım)lıkalıdığımız şeylerden uzak: Şimdi yeni bir hayat yolunu bulabilirmiyiz?Kök ve toprak bir kez daha bize doğru geri dönecek mi? Yeni köklerleyeni topraklarda tutunabilir miyiz?Evrenimiz küçüldükçe küçülüyor, artık evren, evren değil. Herşeyenesne diye bakan insanın kendisi de böylece nesneleşeceğiniunutmaması gerekirdi. Bundan kurtulmanın yollarını arıyor OruçAruoba "Doğançay'ın Çınarları"nda:Arınmak, evrenin tekrar açılması için düşünümsel bir çabadır: Evreninevren olması, evren kalması uğruna.
YAZARI: Hamid Farazande




Rosa icin, sen miydin yollarda iz birakan, yoksa yuregin miydi guzel dost, sadece dost?sufin.

Tüm sevincim,
Karanlık içinde , iki iri siyah göz ortasında özetleniyordu,
Rosa’nın gözleriydi.
“Until Things Are Going Your Way Again,
I wish I could make it better
With a hug and smile” diye yazan..

Uzaktasın artık dostum.


Öğleden sonra.
Sicak.
Yorgunluk.
Sokaklar, caddeler.
Yol, yalnızlık.
Güneş.
Esinti.
Rüzgar.
Varmak.
Beklemek.
Kalabalık.
Tutunabilmek.
Düşmek.
Umud etmek.
Ağlamak.
Yalnızlık
Y
A
L
N
I
Z
L
I
K
Göçe doğru ..

Sufi.


Posted by Picasa




J.P.SARTER'i ozlerken Posted by Picasa





11 Eylül olaylarından bu yana dünyada patlak
veren küresel terörizm, ve bunun acı
sonuçları olan kültürel kutuplaşmalar,
ulusalcılık, şovenizm,
ırkçılık gibi eğilimler
Sartre’ın boş bıraktığı
yerinin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha
acımasızca insana düşündürüyor.

XX.Yüzyılın başka hiç bir yazarına
benzemezdi çünkü Sartre, ilk defa Batılı
devletlerinin emperyal eylemlerine karşı
“içeri”den gür bir ses çıkıyordu, öyle bir
sesti ki bu, Charles de Gaulle gibi heybetli devlet
adamları bile karşısında
çatlayıveriyordu, sokağa
çıktığı zaman bütün devlet
erkânı tir tir titriyordu. Hayatı boyunca
dünyanın her hangi bir yerinde direnen
mazlumların yanında yer aldı: Cezayir,
Küba, Latin Amerika, Filistin, Viyetnam...
“Sartre’ın insanî felsefesi benim hayatıma
kılavuzluk etti.” diye söylemişti Che
Guevara onun için. Gene de, onun
yıldırılmaz aktivizmi, yeri
geldiğinde, kendisi Küba’nın yazar çizerleri
yanında yer alarak eski dostu Castro’ya
karşı daha da ateşli bir muhalefete
dönüşebiliyordu. Tek bir şeye
inanıyordu çünkü Sartre: Özgürlüğe.

Onun Varoluşçu Felsefesi üzerine önemli
eleştiriler geldi o günden bu yana,
yazdığı romanlar, oyunlar
eleştirmenler tarafından zaman zaman
kuşkuyla karşılandı, gelgelelim
hiç kimsenin onun yazarlık gücü üstünde en ufak
bir şüpheye düştüğü söylenemez.
Deleuze, Alman işgali bittikten sonra Sartre
dışında tutunulabilecek başka hiç
bir “düşünce”nin olmadığından
bahseder: “O günlerde”, diyor Deleuze: “Bereket
Sartre vardı, o bizim için taze hava gibiydi...
Bize güç veren bütün garip şeylerin
bileşimiydi. Sartre bir olgudan, bir yöntemden,
bir örnekten çok daha fazlaydı, duru, taze
havaydı... tek başına
aydınlığın
koşullarını değiştiren bir
aydındı. Sartre’ın bir akımın
başında ya da sonunda olup
olmadığını sormak aptalca
birşey, o bütün yaratıcı zihinler gibi
ortadaydı.” Bundan önce 1964’te Deleuze,
apaçık bir şekilde Sartre hakkında “O
benim ustam” demişti.

Sartre’ın en göz alıcı
karakteristiği, bana kalırsa, kendi
düşünce alanında, sürekli taptaze sularda
yüzme tutkusuydu. Düşünce alanında bu kadar
sık kendini tazeleyen başka bir
düşünüre rastlamak çok kolay olmasa gerek. Bir
kitap yazma sürecinde bile onun için önemli olan
sadece yazma süreciydi, o kitabı sonuna getirme
endişesini hiç bir vakit taşımadı.
Bir metni sonuna getirmemek, başlı
başına yazarının ruhsal
“isyan”ından ipucu verebilir. Sartre’a göre metni
sonlanmamış olarak biçimlendirmek insana
daha yakın bir davranış,
sonlanmış bir metin hayattan
uzaklaşır çünkü.

Sartre sürekli hareket halindeydi, belli süreler
kendini bağlı hissettiği, uğruna
mücadele verdiği düşüncelerden, bir
bakarsınız kopuverip ansızın
yaptığı dönüşler, sapmalarla
başka inanışlara doğru
koşardı. Çalışma
alanının bu kadar geniş olması
bundandı belki: Felsefeden edebiyata, oradan
ahlaka, siyasete, tiyatroya, ama her zaman en radikal
söylem peşinde. Korktuğu en önemli şey
diğerleri tarafından bir sınıfa,
kategoriye sokulması,
durağanlaşmasıydı, belki de bunun
için hayatının son yıllarında
anarşizme eğilim gösterdi, Nobel ödülünü bu
doğrultuda nefretle red etti.

Ölümü farklı bir şekilde
tanımlıyordu düşünür: “Elimizden
birşey gelmediği zaman ölüyüz.” Ölmeden
birkaç ay önce görme yetisini bütünüyle yitiren bu
Özgürlüğün Adı “Ben Hâlâ gencim,
çalışabiliyorum” demekten kendini
alamıyordu.

Çok zor yıllar içinde
yaşamıştı Sartre: İki dünya
savaşının bütün felaketlerini etiyle,
kemiğiyle yaşamıştı. O
dönemlerde hakikati bulmak ve dile getirmek, bugün
olduğu gibi, çok kolay değildi. Birçok
kişi gibi yanılmaları da oldu,
gelgelelim sürekli olarak doğru bulduğu
şeye bağlı kaldı, bu da bilinçli
bir varlık olan insana saygısıydı,
dayanışarak insana layık bir
hayatın kurulması uğruna dürüstçe
verdiği mücadelesiydi. “Kelimeler”in sonunda
yazdığı bu cümle hâlâ ve her zaman
bütün dünyada inziva içinde yaşayan duyarlı
vicdanların pusulası olacaktır:

“Bir insanın bütünü, bütün insanlardan
oluşup onların bütünlüğü kadar
değerlidir, ve bütün onların her birinin
değeri onunkiyle eşittir.”

YAZARI:
Hamid Farazande




Ressam Deniz Bilgin'e ithafen, borges defterinden dostlarin... Posted by Picasa


HÜR YÜMER




Mayıs Kırı

( Kimdi Hür Yümer?
Yazar, Sıkı dost, duyarlı kırılgan bir çift el, Edebiyat ortamımızın "sessiz" engin kuyularından birisiydi ,birçok öykü yazdığını biliyoruz, ama ne yazık ki Hür Yümer terekeleri şu an kayıp, kısa çok kısa ömrüne tek
kitap sığdırabildi:“Ahdım Var” .Ressam Deniz Bilgin’nin yakın arkadaşı, o yazdı, Deniz resimledi çoğuzaman !
Her ikisi de şu an yıldızlara konuklar.. yer yüzünü terk ettiler .
Her iki güzel, üretken dostlarımızı Özlemle, Sevgiyle Anıyoruz.... borges defterinden eski dostlarınız
..)



Bugün kırın kıyısından gitmek yüreklendiriyor beni, neşelendiriyor.
Dellenmiş otların arası silme gelincik dolu.
Kırmızı , kırmızı ! Ateş değil , kan değil. Fazla neşeli, fazla uçucu . Herbiri direğine belli belirsiz iliştirilmiş küçük birer bayrak , azcık rüzgarın ansızın uçuşturuvereceği birer kurdela diyesim geliyor ya da ipekten kağıt parçacıkları, rüzgara savrulmuş, sizi bir şenliğe çağırmak için, mayıs şenliğne mi?
Ot şenliği, kır şenliği.
Bin kırmızı, on bin, hem de en canlısından, öyle kısa ki ömürleri ! Mayısın ihtişamına adanmış. Bütün o şeffaf elbiseler, ya da neredeyse şeffaf, tam iliklenmemiş , hadi çabuk ! Pazar kısa...
Kır geri geliyor.Büsbütün başka, çok daha masum, çok daha basit.Bütün bu “buluşlar” onu ele veriyor, doğasından ediyor. Bu yüzden daha da farklı, anlaşılmaz. Hatta kutsanmayı bekleyen belki, her şeye rağmen mi?
Kır basit şey ve yoksul , sıradan; besbelli ta dibe atılmış, toprağa, saçılmış, harcanmış. Saf şey, anlamsız, biçilmekten ya da çiğnemekte başka işe yaramayan . Ama bununla birlikte ağır, daha iyi düşünecek olursak , zamanla, saflıktan, masumiyetten ağırlaşmış, basitlikten ağırlaşmış.Ağır ve yüce.
Taşlar ve ırmaklar kadar, dünyadaki tek tek her şey kadar.
Toprağın hemen üstünde, şu bin kırılgan, uçucu şey, şimdiden sararan yeşil , şu patlayan saf kırmızı, ama yine de, gökle yer arasında ; ( yol aşağı kaydığında anlıyorum bunu). Demek ki yükseliyorlar da, şu dellenmiş otlar, şu canlı, ömrü kısa çiçekler; toprağın şu alçakgönüllü kardeşleri bile gögü gösteriyorlar; ve şu kağıttan taçyapraklar, saplarına bu kadar eğreti tutunuyorlarsa, havaya iç döktüklerinden, teslim olduklarından... Acaba havya mı benziyorlar? Peki, ya bunlar kırmızı bir iksir damlasının marifetinden türemiş, havanın kırmızıyla dokunmuş kırıntılarıysa, şenliğe gelmiş hava mı?

Masum şeyler, zararsız. Köklerni şüphesiz aşağıdan salmış, ama azcık yukarıdan neredeyse hür, uzaklaşmış. Sakınmasız, adanmış. Tarlaların haftasında çanları nşeli bir Pazar gibi; tıpkı bir ikindi vakti, kızların en yakın köye kol kola dans etmeye gittikleri zaman gibi.
Bu şeyler , otlarla çiçekler, bu renkler, bu kalabalık, tesadüfen, şöyle bir görülüvermiş, geçerken, daha geniş ve belirsiz bir bütünün ortasından, otlarla gelincikler adımlarımla kesişen, hayatımla,
Kır mayısın gözlerimde, çiçekler bir bakışın içinde , bir düşünceyle buluşan kırmızı yada sarı ya da mavi pırıltılar, hülyalara karışan,
Otlar, gelincikler, toprak, peygamberçiçekleri ve binlerce adım arasında şu adımlar, şu gün, binlerce gün arasında.


1987
Hür Yümer




yol,yolcu,soru  Posted by Picasa




borgesdefteri Posted by Picasa


YOL, YOLCU, SORU / Sufi


Defterin mis kokan çok değerli Kalemi ve uzun zamandan sonra sesini duyuran Sevgili Hamid Farazandeh için,


“Sayın yolcular , otbüsümüz iki dakika sonra hareket edecektir.
Yanında gelmeyen, eksik olan yolcu var mı?” diye seslenen muavin cevap bekledi.
sessizce bir ses peşindeyim, yine bir hınzırlık peşindesin dedim ey sufi, oldum olası şehirlerarsı yolculuklardaki bu tip anonslara pür dikkat odaklanırım, özellikle son iki yıldır daha bir duyarlıyım bu sese, yoksa tüm göçler, gidişler önceden anons ediliyo da duyan
mı yok ?! Neyse beklediğim tek cevap, cam kenarında oturan ve yüzünde çok garip bir hüznü barındıran genç bir kadından geldi:
“Yanımdaki adam henüz gelmedi.”
- biraz daha bekliyelim o zaman.
..
..

“Pardon ! Bayan, yanınızdaki beyin nereye gittiğini biliyormusunuz, acaba?”
“Valla , garip bir adamdı doğrusu.Aniden sıçrayarak uyandı ve kendi kendine bir şeyler söyleyip koşar adım çıkıp gitti.”

“Allah Allah. Ne dedi ki?”
“Uçurum muçurum dedi,
bir şey anlamadım. Sonra: “hayır sen bize benzemiyorsun, ..çünkü ruhun yedi katlı bir kumaşla kaplıdır , hatta kendi kalbinin sesini duyabilecek durumda bile değilsin” dedi kendi kendine .
Arabası mı uçmuş, sevgilisi mi düşmüş ne.. evet, galiba Aygün, Aygün diye sayıklıyordu uykusunda, sabahtan beri.”
Suskun, Sessizce o genç kadını dinledim,
O kadın konuşurken daima tek, yalınz bir an geldi aklıma ve ardından “ey acı!” yüreğinde tutuuğu gül mü bu kadının dedim.
O an defterime şu notu düştüm:
Dökülün ey hayaller yanan gökyüzünden,
“ Her seven erkeğin rüyası bir gün Aygün’de kesişebilir, ve her Ay ya da Gün bir rüya olabilir, ve gün gelir yedi katlı kumaşa sarılan ruhlar bile üşür ! Devran sizi üşütmesin..

Yan camımda hafif bir buğu oluşuyor, parmağımla “sufi” yazıyorum, o an eriyor..
Usul usul uykuya dalıyorum, kulaklarımda yankılan garip bir sesle..
“Bu kez gözlerimi hastane odalarında açmak istemiyorum,
geçmişin geleceği
geleceğin getireceğine galiba artık alıştım..inandım..” diyorum rüyamda !

ne ben ne bu sözcükler
yüce
gidince
ışık ben kaçacağım
dönünce gün o
-sev bir yol da göreyim hadi
şimdi ne yapacağız, yokmuş
zaman da
aşk da
kim gidecek , aşkı kurtarmağa
kim deli bir an, anı olacak

- bir yol sev de göreyim,
hemen şimdi göreyim bir yol sev
“anons”u ben yapacağım :
“yol arı bir sevgiydi akan” : hoş geldiniz !

ama çok geç kaldınız, Sufi, harabat meyhanesine yaklaşıyor...

Sufi.. fi su olmaya ramak kala,

Toprağınız.

YAZARI:Sufi
borgesdefteri@yahoo.com

***************
Bir + sey yaptigim yok,
arada sadece yaziyorum,
kaziyorm duslerinizi, yaziyorsunuz ..
sadece yaziyorum, kalbimin patlama noktasindan! yazmak da bu degil mi?
su ve camurdan suphe edilmez artik,
bir el isaretinizle durulur, birakir ardinda duslerinizi,
parildayan bir sukun icinde gecenin,
kederin.
Ama sen kederlenme, ne olur.
dusundugumde gurultulu bir yagmur yagiyor, duyun sesini,
ve yikayin duslerinizi yagmur sulariyla,
ne keder kalacak
ne bu yalnizliklar,
kisa suren sevincim bile kalmayacak,
anlar, anilar ciril + ciplak
ve sen aynalarda kendine keder elibisesi dikme artik.
kapiyi calarsa acma.


biliyorum bu saattan sonra uyku girmez gozlerime, ama herseye ragmen uyumaliyim, dus gormeyi cok ozledim !

topraginiz,
Sufi.. fi su olmaya ramak kala..


yikamisti onu keder, ic titreten bir guzellikle..devrilmis lambayi tekrar parlatmak cok zor , ama yapabilrsin biliyorum,
ic titreten bir guzellikle ozledi bu kardesin "hicbir geceyi",
Ozcan dostumuzun
http://borgesdefteri.blogspot.com/
sayafasinda cikan "Ölebilmek" baslikli yazisi dikkate degerdir, yasamak ve hayata tutunmak adina.

YAZARI:Sufi
borgesdefteri@yahoo.com


Ölebilmek ! / Özcan Türkmen (1)




Ölebilmek


Sterbenkönnen ist ein heiliges Wissen* – H.Hesse :Ölebilmek kutsal bir bilgidir.


Tuhaf ki insan iki tarih arasına sıkışmış, kısa hayatında bu iki tarihe denk düşen o iki belirleyici olayı, doğumunu ve ölümünü, gerçekten yaşıyor sayılmaz. Doğumu ve ölümü dolayımla, belki en çok da çocuğumuzun doğumu ve annemizin ölümü dolayımıyla “yaşarız”. Yeni doğmuş bir bebek de, toprağa vermeden önce yüzüne son kez baktığımız ölü de bize hiçbir özdeşleyim olanağı tanımaz. Onlar yabancılaşmış geçmişimiz ve yabancı geleceğimiz olarak, görmediği ölçüde gördürmeyen gözleriyle, oradadırlar.

Ölüm, bilinci olan bir varlık için kabul edilmesi zor bir gerçekliktir; hele bu varlık, Dünya’yı mülk edinmiş görünen bir varlıksa. Buna bir de ölümü tümüyle bilemeyecek oluşumuz eklenince ölümün pratikte ihmal edilebileceği düşünülebilir. Nitekim Montaigne’den bu yana gerek felsefede gerekse edebiyatta, giderek Batı uygarlığının hemen her katmanında ölüm bir veri olarak pek hesaba katılmamıştır. Yadsıma, yüceltme, aktarım gibi türlü mekanizmalarla, ölüm, ampirisist veya rasyonalist, idealist veya materyalist geleneklerde kısa devre edilmiştir. Öte yandan Doğu, insan tekini loş bir alanda, ölümün hiçseyici gölgesiyle kuşatılmış olarak kavrar. Öyle ki Dünya’yı doğudan batıya kateden gün, doğduğu yerde gölgeleri de iyiden iyiye koyultmuş gibidir; karanlığı tanıyan o coğrafyada şafağı ve akşamı karşılamak bir ritüele dönüşmüştür. Doğu’dan yükselen ışık, Batı için karanlıktan kurtuluşu simgeler; Doğu ise karanlığın gün boyu, gölgelerde sürüp gittiğini bilir. Ölümle damgalanmış ruh, karanlıktan kurtulamaz; bu yüzden suretler ve imzalar değerlerini yitirirler ve koskoca krallar ab-ı hayat peşine, bengisu peşine düşerler. “Dünya” sözcüğünün etimolojisinin de fısıldadığı gibi, “aşağı” bir Dünya’dır bu; Doğulunun yüzü, ne yer ne gökyüzüdür.

Bach’ın yüce müziğinde, kontrapuntayı kemale ve nihayete erdirmiş şu yetkin füg sanatında eksik olan bir şey varsa o da bozkırdır. Tanrının inayeti Bach’ın sarmal merdiveninden iner ve insanoğlu aynı merdivenden Baba’sına yükselirken füg, bize bozkırdaki zerreyi, dikeni ve rüzgarı duyurmaz. Batı’nın dikey tonalitesine karşılık Doğu, bozkırın görünürdeki tekdüzeliğini yansıtan yatay bir tonaliteyi yeğler: Bu, rüzgarın sesidir. Doğulu, ses aralığını ömrün soluğu gibi kısa tutar; ama o aralığa insanın bağrındaki o en büyük yılanı çöreklendirir. Batı’nın kurtulmaya çalıştığını Doğu bile isteye davet eder, hatta onu saygıyla ağırlar gibidir. Dikeyin görkemli “hep”i yerini yatayın ayrıntısında beliren büyülü “hiç”e bırakmıştır. Dağa karşı bozkır - O bozkırda Marco Polo kervanını ipek ve altın serabına sürerken yıldızların başına düşeceği kuruntusuna kapılarak bir an için de olsa ürkmüş müdür acaba?

Ruhun ölümsüzlüğü, Doğulu için apaçıkken Batılı için örtüsü us aracılığıyla kaldırılması gereken bir fenomen olmuştur. Batı, hıristiyanlığı kendi “ratio”suna felsefe ile yedirmeye çalışırken (Augustinus, Aquino’lu Thomas, Descartes, Spinoza vb) teoloji Doğu’da hemen tümüyle felsefenin kendisidir. Doğu’da mutasavvıfların tanrıyla kurdukları senli benli ilişkiye Batı’da hemen hiç rastlamayız; Batı’da “rahim” olmayan tanrının adı, daha çok “Baba’nın adı”dır. Elbette hiyerarşik bir düzenleme içinde, Doğu’da, ölümsüzlüğün doğrudan aranmasına ve yeniden hayat bulma inancına rastlarız. Buradaki kutlu diriliş, Batı’da, “et” anlamındaki latince bir kökten türeyen, dar ve cılız bir sözcükle, “reenkarnasyon” (tekrar ete bürünme) ile karşılanmıştır.

Asıl etkisini 20. yüzyıl varoluşçuları üzerinde göstermekle birlikte Kierkegaard, felsefeye ölüme dair bir farkındalığı katmış sayılabilir. Korku ve Titreme’de Kierkegaard ölüme doğucul yaklaşır. İbrahim varolabilecek tüm etik dizgelerden dinsel inanca bir sıçramayla, oğlunu kurban etmeye hazırdır. İbrahim örneğiyle Kierkegaard’ın sorduğu şudur: Yaşamı bize veren, yine yaşamı bizden alacak kadar “aşkın”sa irademizin mahiyeti nedir? Bilindiği gibi, bu irade ve özgürlük sorunu 20.yüzyıl boyunca Jaspers, Heidegger, Ricoeur, Merleau-Ponty, Lévinas, Camus, Sartre gibi düşünürler tarafından, çeşitli boyutlarıyla irdelenecektir. O halde varoluşçuluğu, Teosofi Derneği’nin Krishnamurti’yi keşfini, Rolland ve Hesse gibi yazarların Hindistan’a ilgisini, 60’ların zen modasını, Beatles’ı, giderek postmodernizmin “öteki”ne yaptığı vurguyu aynı zamanda Doğu’nun ölüme bakışına bir yakınlaşma, ölümlülük fikriyle bir barışma denemesi diye kabul edebilir miyiz? Batı geleneğinde içten içe kavranan krizin çözümüne yönelik bir kırılmanın baş gösterdiği muhakkak. Ama aynı kırılma birkaç yüzyıllık bir sürede sınırsız ve sorumsuz bir güce ulaşmış şu “serbest girişimci” mitinde, homo economicus’ta ve kapitalizmde yaşanmadıkça bu yaklaşımların oryantalist sömürüyü aşan bir niteliğe sahip olduklarına hükmetmek mümkün müdür? Aynı şekilde, ekonomik işleyişi dikkate almayan iktidar ve söylem çözümlemelerinin yazgıyı değiştirebileceğine Üçüncü Dünya’nın bir üyesi nasıl ikna edilebilir?

Ölümlülük, insan varoluşunun “kırılgan” olması demektir ve insan hangi araçla, nerede dile gelmişse orada bu kırılganlığın damgasını görmek olasıdır. O derece ki ölümsüzlüğün etiği de estetiği de bize bütünüyle yabancıdır. Kant’ın “yüce”ye ilişkin çözümlemesinde Lyotard’ın “okuyamadığı” bir şey varsa o da bu satırların altında yatan “ölümlülük” motifidir. Keza, “etik dile gelmez” diye yazdığı zaman Wittgenstein etiğin yapısının kaotik olduğunu değil, bilakis, ölümlülük denli yalın mantıksal önceliklere tabi olduğunu ima etmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, hiçbir kültürel görececilik türünün veya hiçbir antropolojik yaklaşımın “öldürmeyeceksin!” emrinin ihlalini aklayamayacak olmasının nedeni, bu emrin tarihsel, coğrafi veya kültürel bağlamı değildir. ..

YAZARI: ÖZCAN TÜRKMEN 


J.P.Sartre 100 yaşındaymış , vs vs ../ Defterden



"Varoluşçuluk İnsancılıktır" adlı yapıtının yaratıcısı doğumunun 100 yılında Assos felsefe günlerinde anılıyor.
Brian Elliot'un "Sartre ve Ben'in İcadı" başlıklı çalşmasına, Örsan.K.Öymen " Kuşku ve Endişe:Pironculuğun Varoluşçu Yeniden İnşası" eşilk edecek.
Ayrıca bu sene felsefe ve düşünce tarihinin en önemli ismi:Herakleitos üzerine bilimsel makaleler sunulacak.

Naville: Bilimsel bir doğruluk (hakikat) olduğuna inanıyor musunuz? Hiçbir doğruya yer vermeyen alanlar olabilir belki, ama nesneler dünyası - buna inanacağınızı umarım-bilimlerin uğraştığı bir dünyadır.Gelgelelim, size bakılırsa bu dünya bir olasılıktan başka birşey değil.Hem de kişiyi doğruya ulaştırmayan bir olasılık.. Öyleyse , siz kalkmış bu bilimlerin nedensellik kavramını kullandıklarını öne sürüyorsunuz.

J.P.Sartre: Hiç de değil! Soyuttur bilimler, üstelik soyut öğelerin, etmenlerin çeşitlenmelerini, değişmelerini gözden geçirirler, gerçek nedenselliği incelemzler.Bağlantıların incelenebileceği bir alan üzerindeki evrensel öğeler (etmenler) söz konusudur burada..elbette, bilimsel nedensellikle aynı kapıya çıkmaz bu, ayrı şeydir.

Naville: Bunun oldukça gelişmiş bir örneğini de, yanınıza aklı danışmaya gelen genci anlatırken siz verdiniz.

Sartre: O genç, özgür değil miydi?

Naville: Evet, gence cevap vermeniz gerekiyordu. Ama, sizin yerinizde olsaydım, gencin gücünü, yaşını, maddi olanaklarını araştırırdım,anasıyla ilişkilerini yoklardım. Belki doğruluğu olasılıkla sınırlı bir kanıya varırdım, ama hiç değilse, belirli bir görüş ortaya koymaya çalışmış, böylece çocuğu bir şeyler yapmaya götürmüş olurdum.


sevgili defter okurları, yukarıda iki düşünür arasında geçen bu kısa ama "öz" konuşmayı neden önemsemeliyiz?
bilim için olduğu gibi , insan için de birtakım "işleyiş" yasaları vardır.
insan olmanın "özü" ve de "doğası".
felsefe, sanat, edebiyat, şiir vs.. tamam da, içsel duyarlılıklar yok olup gittikten sonra, renksizleştikten sonra neyi tartışmalıyız?
J.P Sartre tıpkı ondan önceki düşünce akımlarının devamıdır ve günümüzde , çevremizde sürüp giden "duyarsızlıklar" selini görünce bizler onun :"insandaki doğa ile doğadaki insan düşüncesi bireysel bir açıdan zorla tanımlanamaz" düşüncesini en hüzünlü , yalnız , ve sessizce bir tercih ile dile getiriyoruz.

yeryüzünün en parlak şiirini, öyküsünü yaratalım:
farklı, yaratıcı seslere, renklere, özellikle kanadı kırık genç , üretken kalemlere karşı "duyarsız" kaldıktan sonra, "bunlarda kim?" dedikten sonra , neye yarar edebiyat?

Sevgilerimizle,

BORGES DEFTERİ



Med - Cezir Çıkmaz : Mustafa Nazif


[med-cezir çıkmazı]
.
bu cadde med cezir çıkmazı,
arkasında kalabalıklar.
soğuğa yenilecek bu akşam,
kalabalıkta bir adam.
belki de med cezir çıkmazında...
.
kaybolup gidecek belki:
bir bir sayarken sokakları yorulacak.
lambalar yanacak,
köpekler uluyacak.
insanlar ve bu adam yutan şehir,
işte böyle uykuya dalacak.
kalabalıklar ardına saklanmış,
med cezir akşamlarında...
.
eskisi kadar görünmüyor artık yıldızlar.
çocukluğumda sanki daha çoktu.
buğdaylar daha bir sarı,
ekmek daha bir ekmek,
köyümüz daha bir köy,
insanlar daha bir insandı.
insanlık hep mi kötüye gidecek?
söyle bana isli lamba!
bir ekmek daha yiyebilecek miyim,
ağız tadıyla,
med cezir akşamlarında...
.
bu cadde med cezir çıkmazı.
ve bütün sokaklar tıpatıp aynı.
yıldızlar işte burada kayboldu.
ve bir adam burada doğdu,
bir med cezir sabahında...
.
mustafa nazif
12 Aralık 2003




Maymun İşi’ne Girizgâh Olmak Üzere…


Kozmik Maymun ya da Maymun Krallar… On iki Hayvanlı Türk Takvimi’nde ‘’insaf edilerek’’, kişi/insan yılı olarak adlandırılırken, Çin Takvimi’nde, ‘’desturla’’ maymun yılı olarak adlandırılan kozmolojik evre. Çin Takvimi’ne göre, her birimizin doğum tarihleri bir hayvanın ruhsallığına işaret ediyor. Kabul edin ki, birçoğumuzun bozulmasına yol açar, fare, tilki veya inekle özdeşleştirilmek. Hemen tatlıya bağlanır böyle küçük gerginlikler; hayvanları birazcık tanıyan biri, bunun o kadar kötü olmadığını, mesela farenin nükleer savaştan kendisini hafif tütsülenmeyle kurtarabilecek, dirimlik bir yetenekle donandığını söyleyiverir. Gücün rüyası, onun başka yüzler de taşıyabileceğinin anlık bilgisi sarhoş edicidir. Kızılan kıskanılan oluverir ne hikmetse. Bir dost yemeğinde davetli arkadaşımız, Zeki Müren’in annemize iltifat eder gibi sövebileceğine tanık olduğunu söylemişti. Olaya değil de ne çabuk değiştiğimize şaşırıp kalmıştım. Demem o ki, üslup çok önemli. Bize artık eğlencelik olan bu mitolojilerdeki üslup kaybının nedenlerini de varın siz düşünün.

Evrim Kuramı, Maymun İşi… Ne yazık ki, ta kendisi. Kuramın kendisinden bile ünlü poster karikatürünü hızla çağırıverdi zihnim elimde olmadan. Oradaki ast üst ilişkisine ve daha çok İllüstrasyonun değerlerine bakmayı hala severim itiraf edeyim. Poster üzerinde kavramsal kurmacalar oyunu oynamak, yüzeyinde taş sektirmek bir keyif ki sormayın… Nikkei ve Nasdaq indekslerinin düşüdür sanki ya da bir şirketin Pazar hedefinin… Doğrusaldır, yoruma izin vermez, yaramazlık yapmadığınız sürece. Ama ‘‘maymun’’ kozmosun olanaksızın olma ihtimalini kullanmaz mı? Tüm şakaların, gülmecelerin kaynağına hoş geldiniz. O kaderin Nasrettin Hoca’sıdır. Ters yüz eder görüngüsel dizini, eşeğe ters biner.

Kendimi birazcık ciddiyete davet edeyim hadi… Bu haliyle Evrim Kuramı, tek tokmağı olan bir kapı önermekten öteye gidemez benim için. Girer ama çıkamazsınız bu kuramın içinden. Tam adı Evrim Kuramı olmasına rağmen, tamlamadan kaçırılıp hasıraltı edilen Kuram sözcüğünün yokluğunu genelde fark etmeyiz. Yani doğrulanmamıştır o, tüm kurmacalar gibi.

Evrim, var oluşu organizmaya indirgemesiyle, yaratılış bilgisinin bütününü Bilim adı altında bölen Avrupa Pozitivizminin bir parçası olur. ‘’Ruh’un işleriniyse’’ başka bir mesleğe ciro ederek kurtulur ondan episteme adına.

Ancak, skolastik anlamda tüm eğitimin amacı tam olarak nedir peki? Onca ‘’farklı’’ bilgiyi neden sokarız çocukların kafalarına o halde?..

Hayvanlar, insanoğlunun ayıbını örtebilirler mi? İnsana hatırlattıkları, onun hep tiksinti ve nefretle yüzünü çevirdiği, çoğu zamanda acımasızca cezalandırdığı şey, kendi yüzünün gizlediği kadim utancı, suçluluğunun hayvan heykelleri olabilir mi? Evrim Teorisi sorumun muhatabının kendisi olmadığını, daha kağıda dökülürken bağırmaktadır. Ne ki, muhatap almama, onun zayıflığının en güçlü kanıtıdır bence.

Şu soru Evrim Teorisi’ne zamandan ve çabadan tasarruf ederek, daha fazla vurmamızı engelleyecek ( Bu arada, teorinin cevabını veremediği, hayvan ve insandaki dirimlik tasarruf işleyişinin farklılığını hangi disipline tevdi edeceği veya ederse bunun onun bağlı olduğu söz dizgesini yüklemine kadar yiyeceği anlamına geleceği de, kuramın paradoksu olarak sırıtmaktadır ); neden insan maymunu komik, oyunbaz, hileci, şarlatan bulur ve/veya ondan tiksinir.

Kuramın parmağının imlediği yere, bütünden ayrıştırılmış ruh bilime dönüp bakmıyorum bile.

Ruhsallığımızın kaynağı nedir peki?..

Şöyle yapalım; bir babunun düşünde kendisini ateş yakarken gördüğünü ve bunun için gereken tüm teknik becerinin ayrıntılarını bütün detaylarıyla hafızasına kaydettiğini farz edelim. Bu ‘’bilgi’’, bilginin alınış ve eyleme dönüşme diyalektiğine uymaz. Maymuna bunun nasıl bir etkisi olmuştur, bilgiyi itkiye dönüştürebilecek midir?.. Sanmıyorum. İleri giderek, bu bilginin ‘’insan kavramını’’ taşıdığını farz etsek bir şey değişir mi? Donanıma yüklenecek bilginin tuş darbesi… Kim, nasıl ve niçin dokunur ona…

Buradan, Evrim Kuramı’nın bulanık mitinin tarihinde dilediğiniz kadar geriye gidebilirsiniz. Herhangi bir organdaki en küçük bir değişimin etkileri üzerinde tek satır ‘’Epistemolojik’’ makale okuduğunu hatırlayan birini tanımıyorum. Burada öykü, ‘’değişimin’’ en son safhasını anlatarak devam eder. Yani, kol artık koldur, kanatsa kanat ya da el…

‘’Teorimin’’ bilimlik bir tarafı yok(!?..). Bu yazı sadece insan ruhunda herkesi tatmin edecek büyük bir bilginin saklı olduğunu söylemekten öte bir iddiayı taşımıyor. Artık bu bilgiyle ne istiyorsanız yapın ya da bilginin varlığını yok sayın.

Doğadaki ‘’sayı oyununu’’, tabiatı sabır ve ilgiyle gözleyen herkes kolaylıkla kavrayabilir. ‘’En zayıf’’, sayıca fazladır. Bu tip canlılar hayatta kalabilmek için sayılarının çokluğundan medet umarlar. Yırtıcılar ise, az doğurur ve yavrularına değişen sürelerle bakar ve büyütürler.

Evrenin matematiği ve sayı araçları, görkemli sanatının zirvesine önce doğayla zihinlerimizde yükseldi. Şimdi görgümüz arttıkça, bunu aynı değişmezlerle ( değişimin bilinemeyen değişemezliği) kozmosta dikizliyoruz. Dikizliyoruz diyorum, çünkü yaptığımız tam da budur aslında. Anlam korkusunun nedenleri başka bir yazının konusu olabilir. Konuya dönecek olursak, salt matematiğin evrenine girmek, pozitivizmin vazettiği biçimde diğer kozmik derslerden kaytarmak, sınıfı geçmek için yeterli olmayacaktır.

Karınca nüfusu, büyük ihtimalle söylendiği gibi şu anda yerküredeki insan sayısının biraz üzerinde olmalı. Tek bir karınca doğada uzun bir süre yaşayamaz. Ancak bir kırmızı karınca sürüsünün yoluna büyükbaş hayvanlar bile çıkmayacaklardır.

Keskin dişleri ve kahredici pençeleri olmayan insanı bu denli azametli kılan nedir peki? Dedikoduların söylediği üzere insan doğayı gerçekten aştı mı? Yoksa başka bir doğanın/doğalın içine mi sürüklenmektedir. Bu yazının ruhuyla söylüyorum ki, kurallar tümüyle çalıştırılmaktadır. Bu değişimin değişemezliğidir.

Büyük, tek bir tasarımın izlerini hayvanda görmek ya da buna yüzünüzü çevirmek, geldiğimiz bu noktadan sonra size kalmış. Karıncalardan sonra en uç örnek maymunlar (primatlar) olmalıdır. Şirin görünebilirler, doğal ya da yapay kafeslerinde. Aslında şiddette müsrif ve elleri bol bir sosyal yapılanma içinde olduklarını çoğumuz bilmez. Karanlık bir psikenin gardiyanlığında yavrulara uygulanan zalimlik, yamyamlık zihni karartacak boyutlardadır. Onları, bir kriz anında, çıkar çatışmasındayken izleme fırsatı bulduğunuzda, nasıl cinnet geçirdiklerine dehşet içinde tanık olabilirsiniz. Bu haliyle maymun, insanoğlunun kara balçıktan kabusu olabilir sadece.

Ondaki doğayı aşamayan itkinin belli belirsiz güzel rüyasından irkilmeyle uyanan maymundur hep. Rüyanın karşılığı yoktur onun doğalında. Bu onu delirtir. Bununla da kalmaz, ebedi açlığa bırakılmış bu canlıyı şikemperverliği daha da cüretkar ve kaba yapar şiddette.

Maymun sadece, ruhsallığımızın en derin ve arkaik temaslarından birisidir. Zamanda, saniyenin milyarda biri kadar tutuklu kaldığımız bir karabasan… İnsana gelince, o, sayıca çokluğu dışında zayıf ve aciz olanlarla, sayıca az ama güçlü yırtıcılar arasında durur kabaca. Bu iki uç arasında altın oranın vücudu insanda belirginleşir. Ona verilen tanrısallığın kaynağı tam da burası olmalı. Eşyayı ve ruhu birlikte taşımak… Ve bütün hallerle hem hal olmak. Eşya ile yakınlık ve iletişim başka türlü nasıl kurulabilirdi ki...

Kuramın serüvenlerini anlatan kanın kısacık tarihiyle cevabı bulunabilecek bir soru değildir bu. Bir hücrenin düşlerini yansıtabilir miyiz, çıplak, kireç bir duvara.

Düşlerin Etkileşimi Bilimi, mütevazı ve gizli bilgisini biraz daha saklayacak demek. Bu kadim bilimin alt disiplinleri; Düş Gözlem Bilimi, Düş Değerlendirme Bilimi ve Acil Eylem Bilimidir. Bu ruhsal bilimler, bilgisinin son noktası olan insanı her daim izlemektedir. Büyük bir ruhsal kimyadır aslında ortaya konan. Ruhsal kimyamızda maymunun düşleri saklı ve kilitlidir. Ancak o hep, bıkmadan, usanmadan dipten gelen o ucube sesini duyurmaya çalışır zirvelere.

Kanda ve kemikte yapılan Kazı Bilimi, en kestirme ve barbar gerçeklerden sadece birine götürmeye muktedirdir insanı; eşyanın eşya olmak lığı bilgisine.

Evrimciler de bir rüya görmüştü; onlar maymunu düşlerin kafesinden çıkardılar Hümanizm adına ve bir sirk hayvanına dönüştürdüler çarçabuk. Bundan sonra, onları eğlencesiyle uyuşturmakta gecikmeyecekti maymun.

Bütünlük, birlik, teklik ilkeleri diyalektik olarak nasıl işler ve varolur? Cevabını aramaya değer bir soru işte. Konuyla ilgili olan kadar birlikten koparalım o halde.

Özdeğin birliği ( bu birlik kuramın iddia ettiği gibi değildir ) ortaya çıkarsa, karşısına ruhun birliği dikilir. Maymun işinin maskesinden çok geçmeden şu gerçek sızar; o halde ruhun birliği de, doğası gereği tüm varoluş bilgilerini özünde toplamalıdır. Böylelikle ruhun birliği, özdek birliğin ‘’evrimci yasalarının’’ karşısına diyalektik boyut verici olarak dikilebilecektir. Aslında burada o kendi doğasını işletmektedir, düşün en başından beri olageldiği gibi. Bundan sonra iki boyut çok geçmeden, sonsuzluktaki inlemeleriyle o kutsal itkiye/sebebe seslerini ulaştırmayı dener. Kaçınılmaz olan, onun (sebebin/itkinin) yaratmakta asla gocunmayacağı, yorgunluğa düşüp esnemeyeceğidir. Üçüncü boyut yani bedenleşme gerçekleşmiştir artık. Tanrı salt bu değildir; eyleminin eşsizliği onu anlatmakta son derece yetersiz kalır.

Evrim Kuramı, düşüncedeki yapay ve geçici bir kırık üzerine inşa edilmeye çalışılmakta ve Bilim Felsefesinin sorularından suskunluğuyla sinsice sıyrılmaktadır. Kuram üzerinde gerçek bir tartışma açılmayalı çok uzun bir zaman olduğu ortada. Din adamlarının, kelamcıların karşı duruşu ise, tasavvuf felsefesi olmadan boşa çıkmakta gecikmez. Bu nedenle tartışmalar yavandır ve ortada biter. Aslına bakılırsa bu tartışmalarda eski, basit ama etkili bir tuzağın içine düşer her iki ‘’görüşte’’. Bilim ve ‘’dindir’’ sözünü ettiğim. Tuzaksa, farklı şeyler olduklarının her ikisine uzun zamandır yutturulmuş olmasıdır. Artık her ikisi de kurumlaşarak ayrışmış olan bu iki yol, eskatolojik yöntemleriyle varoluşun izini bugünden geriye sararak bulmaya çalışmakla ve geleceğe yönelik fantezileriyle, zihni bir kaosun içine sürüklemektedir bizleri. Bugüne, şu ana ne olmuştur da, bütünün bilgisini, sırrını taşıdığına inanılmaz.

Evrim kuramcıları akar ekranlardaki kafatası skorlarını biner yıl çoğaltadursunlar, büyük bir düşün parçası olduğumuz gerçeğini değiştiremezler. Eski çağların totemlerinin hayvan tanrıları, bu büyük düşün algılanmasından başka bir şey değildi. Sonra, büyük Tanrı kendi düşlerinin üzerine kuruluverir. Yine de yaşar elbette hayvan tanrı ruhsallığı. Panteonlar, hep o yüce Tanrı’nın altında çalışır durur asırlarca böylelikle. Kamların, şifacıların, büyücü hekimlerin yoludur bu.

Süleyman’ın kerameti ile hayvanlara sorabilseydik; insanın düşünü görüyorlar mı diye, cevapları; ‘’ evet ama düşlerimizde göz boşluklarınız karanlık artık, kendimizi orada göremiyoruz ‘’ olur muydu?

Bu her bir insan için ebedi bir kabusa dönüşmek üzere. Hayvanları ruhumuzda korkuya dönüştürdüğümüz kabusuna. Her bir neşter, her bir ağ büyük ticari, tıbbi talan ve ganimet için atılıyor. Onların yüzlerini bu boyutta göremiyoruz artık. Ancak düşlerimizde birer kandil gibi ışımaya devam edecekler.

Paketlendiler ve raflarda diğer ürünlerle birlikteler. Kuram, hayvanları salt mal olarak değerlendirmenin yolunu böylelikle açmış oldu. Ama hayvanların ahları da tutmadı da değil. Doğal olarak, salt meta olan, ruhları ve düşlerinin olup olmadığı tartışılan bu ‘’otomatlarla’’, kuramın ortaya attığı özdek benzerliklerimiz, eşine daha önce tanık olunmamış bir zulmün perdelerini aralamaya yetti; Sosyal Darvinizm…

Birlikle hem hal iken böylesi başıbozuk, hayta düşlerin peşine takılıp sürüklenmenin şeytani zevki içinde kıvranmak, tutkunun prangalarına bilek vermektir ki, çoğu zaman hazdan delirtir insanı. İşte yanılgının, serabın doğduğu gizemli şafak. Gerçeğin kaynak olduğu düşler ki, bütün düşler ‘’gerçeklikten’’ doğar; göbek bağını karınca yuvasına attığını zanneden yaramaz düş, haz balonunda döl yatağını hazırlamaya girişir, kendi-doğumu için. Düşün en birinci kuralı, düş gördüğünü zihnin kendisine çaktırmamaktır. Kuramın kendisi gibi, zihni atlatan has düşler böyle olur. Sonrası şu; bütün fantezilerin kaynağının bu boyutta olduğunun hatırlanmasıdır. Siz hatırlamadınız mı? Hatırladıysanız, bana katılın ve bağırın , ruhunuzu bir dağa çıkarıp, Evrimci bile olsanız; ‘’ ey kahpe ‘’gerçeklik’’, bütün ayartılmalarımın, ‘’düşlerimin’’ kaynağı sensin. Sensiz, zevki de kalmazdı kendimi kandırmalarımın; kandırmak senin için, sana karşı… İşte çocuğun kabul et onu, aç kucağını; KANDIRILMAK… İşte size günah keçisi, insan kavramı alınmış; yeni gerçeklik, yeni zihin, yeni kurmaca; küreselleşme gemisinin hayalet motoru Sosyal Evrimcilik…

Demem o ki, düşler değişiyor, değiştiriliyor. Bu hipnoza cevap vermeyen, ‘’uyumsuz’’ ruhlar tedirgin ve dişlerini gıcırdatıp duruyorlar çoktan beridir. Merak ettiğim şey, hangi kimyanın onları uyutacağı, hangi postüstümodern uyuşturucunun zihinlerini toprağa düşüreceği.

Bu yazıyı kaleme alarak, birilerinin çanına ot tıkamaktan hoşlandığımı sanıyorsanız, kısmen haklısınız. Şu var ki, yazıda zaman geride kaldıkça, hoşnutsuzluğumun baskısı altında düşüyor omuzlarım. Umutsuzluk; çok eski bir yorgunluğun hatırlanması. Ve bu umutsuzluk bakıyor yüzüme. Düş yaratırken edeple, gözyaşı içinde, sonuçlarının neler olabileceğini düşünmekten, sabahı sabaha, ışığı ışığa ekleyen büyük ruhlar… Yolu doğrultanların yorgunluğu… Bezginliğe düşmeyen ebedi yorgunluk… Yorgunluk bezginliği doğurur mu inanın bilmiyorum. Bende olmadı ama söyleyivereyim de olsun bitsin; keşke bu bela olmasaydı da bende kalem oynatmasaydım.

Şu iyi bir sonuç cümlesi ve öneri olabilir pekala; düşlerinize sahip çıkın, edep ve yürekle yapın bunu. Yarattığınız rüyadan kurtulamayacağınız sanrısından ve zannından kurtulun. Affınıza sığınarak, bir son söz hezeyanı daha; gerçek düşlerinizi olur olmaza anlatmayın.

İyi rüyalar…
YAZARI:Cemil Atik


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***