Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Söyleşi // Türkiye'nin üç fay kırığı var..



Şair Bayram Balcı Soruyor
Yazar Mehmet Eroğlu Yanıtlıyor...


Mehmet Eroğlu, Türkiye'nin yakın dönemini ele aldığı Fay Kırığı üçlemesinin ilk romanında Eroğlu'nun Türkiyi'nin önemli üç fay kırığını Zengin-Yoksul, Türk-Kürt ve Laik- Müslüman çatışmaları olarak belirliyor


Her yazdığı romanıyla edebiyat dünyasının dikkatlerini üzerinde toplayan yazar Mehmet Eroğlu, yine çok tartışılacak bir roman yazdı. Türkiye'nin yakın döneminin anlatıldığı Fay Kırığı üçlemesinin ilk romanı olan Mehmet'te, Eroğlu, Türkiye toplumun nasıl toplum olduğuna projektör tutuyor. Roman, Eroğlu'nun Türkiye'nin Zengin-Yoksul, Türk-Kürt ve Laik- Müslüman çatışmaları olarak belirlediği üç fay kırığını üzerine. Bugün iktidarda olan tarikatın para ile terbiye edildiğini düşünen Eroğlu, Kürt sorununun çözümünün ise çaplı liderlerle olabileceğini belirtiyor. Mehmet Eroğlu ile Fay Kırığı üçlemesinin ilk romanı "Mehmet" üzerine konuştuk.

*Fay Kırığı Üçlemesini kısaca özetleyebilir misiniz?

*Hakkâri'deki askerliğin ardından on yıl boyunca hiçbir işte dikiş tutturamayan kahramanımız Mehmet Esen, 2005 Temmuz'unda İstanbul'dan cazip bir iş teklifi alır. Bu teklif, birlikte savaşmış beş asteğmeni yıllarca sonra bir araya getirir: Cenk Plevneli darboğazda, batmak üzere olan bir Holding'in varisi; Altan Kısa bir sendika yöneticisi; Prof, yorgun bir öğretim görevlisi; çok zengin ve muhafazakâr bir ailenin büyük oğlu Yakup Kadıoğulları ise İslamiyet ve kapitalizmin birbiriyle bağdaşmayacağına inanan birisidir. Mehmet'i İstanbul'da daha önce tanıdıklarından farklı iki kadın da beklemektedir: Haz ve günâha inanan, acının yararsızlığını tekrarlayan Simin ile Yakup'un türbanlı olduğu için üniversite eğitimini yarıda bırakan, kız kardeşi Emine. Üçlemesinin ilk kitabı olan Mehmet'in odağında ayrı dünyalara ait iki insanın aşk öyküsü yer almasına rağmen romanın fonunu, zenginliğini Anadolu'daki köklerinden alan muhafazakâr Kadıoğulları Grubu'nun, İstanbul'un en eski ve tanınmış Holdinglerinden birisi olan Plevneli Holding'i ele geçirmeye serüveni oluşturur. Müslüman bir burjuva sınıfı yaratılması İslamiyet'e ne denli uygundur? Kuran'ın ahlâkı kapitalizmle bağdaşır mı? Romanda tartışılan sorunsallar bunlar olmakla beraber romanın kahramanı Mehmet'in bu süreçte hangi tarafı seçeceği de bir anlamda günümüzün bireylerini yakından ilgilendiren bir tercihtir. Mehmet, Emine ve Rojin'den oluşan Fay Kırığı Üçlemesi ayrı dünyalara ait insanları ve yirmi beş yıldır süren savaşın bir dönemini anlatırken, aynı zamanda ülkemizin -Laik-Müslüman, Türk-Kürt çatlağı eksenindeki- son on beş yıllık bölünüşünün bir panoromasını da çizme çabası olarak görülmeli diye düşünüyorum.


Savaşın yıkıcı etkisi

*Fay Kırığı üçlemesinin ilk kitabının kahramanı Mehmet Esen, romanın daha başında kendisine "nasıl bir insanım?" diye soruyor. Ben bu soruyu biraz değiştirerek şöyle sormak istiyorum; Bu üçleme bize nasıl bir toplum olduğumuzu mu anlatıyor? Nasıl bir toplumuz?

*Soruya kısaca Fay Kırıkları ile parçalara ayrılmış, sorunlarını çözemeyen ve bu çözümsüzlüğün bedelini yıllardır fazlasıyla ödeyen bir toplumuz, diye cevap verebiliriz. Sözünü ettiğim kırıkları da Zengin-Yoksul, Türk-Kürt ve Laik- Müslüman çatışmaları olarak sıralayabiliriz. Aslında toplumun ana çelişkisi olmasına rağmen, zengin-yoksul çelişkisinin öteki çatışmaların gölgesinde, hatta gerisinde kaldığını belirtmek pek de yanlış olmaz. Son yirmi yılımıza damgasını vuran iki temel sorunun birincisi, Türk-Kürt çatışması, ikincisi iktidara aday olan politik İslam. Tabii her iki sorunun nedenleri arasında son tahlilde yoksulluk var ama kırılmayı sadece buna bağlamak da mümkün değil. Politik İslam, zenginleşmek isteyen, kendini metropolde uluslararası sermayeye kote etmek isteyen bir hareket halinde kaldığı ya da ona dönüşmek isteyen unsurlar hareketin içinde etkin olduğu sürece orta vadede kapitalizmle uzlaşacak ve bugün ideolojik söylemlerinin önemli kısmını terk edecek gibi geliyor bana. Bugün iktidarda olan tarikatın ticarete yatkınlığı 19. yüzyıldan beri belirgin. Hem unutmayalım, para çoğu insanı -dindarları da- terbiye eder. Kürt sorununa gelince, bu sorunu çözmek çok daha zor. Ama her çözümsüz sorun kendi çözümünü de içerir. Diyalektik düşünce bize bunu söylüyor. Yani, çözülmez gibi duran bir sorun, bakarsınız sandığımızdan çok daha evvel çözülebilir. Anlaşılması gereken bu sorunu silahla çözülmesinin imkansızlığı. Çözüm için uzun vadeli düşünebilen, çaplı liderler gerek. Bir diğer önemli husus da çözüme ulaşılmasında dış dinamiklerin etkisinin olabildiğince minimize edilmesi olmalı. Fay Kırığı Üçlemesi'nin son kitabi Rojin, savaşın on beş yıl önceki bir dönemini anlatıyor olacak. Okunduğunda görülecek ki, akan onca kandan, çekilen onca acıdan sonra bölgede askeri açıdan değişen pek de çok şey yok. Ama asıl anlatılacak olan savaşın insanların üzerindeki yıkıcı etkileri olacak.

*Mehmet asteğmen olarak 92-93 yıllarında savaşa katılmış, savaş sonrası ise hiçbir işte dikiş tutturamamış bir insan. Ancak romanda önüne çıkan fırsatı değerlendirip, önemli bir güce erişiyor. Emanetçi, ama gücünün de farkında varıyor. Toplumumuzda asıl güç Mehmet karakterinde olduğu gibi emanetçi, fırsatçılarda mı?

*Hiç kuşku yok ki, Üçlemenin ilk kitabı Mehmet'in kahramanı Mehmet Esen toplumumuz için tipik bir örnek. Yani, bir anlamda bir protip. Kahramanımız uzlaşmaya hazır, entellektüel belkemiği olmayan, esnek, ideallerle ilişkisini koparmış ve en önemlisi taraf tutmayan, tutarsa da kendini seçen birisi. Yani, tipik bir 12 Eylül sonrası insanı. Bu açıdan toplumda çoğunlukta olanları simgeliyor. Kahramanımız Mehmet içinde onu derinleştirecek unsurlar taşımasına karşın yaptığı seçimlere, eylemlerine bakıldığında bir sıradan insan örneği. Doğruların belki farkında ama o kendini seçiyor. Aslında "köşeyi dönmek," "gemisini kurtaran kaptan," "her koyun kendi bacağından asılır," gibi çıkarcı, esnaf bezirgan kültürünün ürünü olan deyişlere uygun davranıyor. Toplumsal vicdanın sığlaştığı, tüketimin ve tüketici bireyin ön plana çıkarıldığı bir dönemin ürünü. Soruya gelince maalesef toplumun çoğunluğunu Mehmet gibi tipler oluşturuyor ve bu kitle kiminle ittifak yaparsa o siyasal odak güç kazanıyor. Bugünkü tabloda bu kentli küçük burjuvalar İslamiyeti bir ideoloji olarak kullanan Anadolu Sermayesine destek veriyor.

Tarikatlar paradan hoşlanıyor

*İslami çevrelerde de romanınız çok tartışılacağa benziyor. Çünkü romanda kimi karakterler İslamiyetin yorum farklılıklarını da tartışıyor. Bir taraf parayı, zenginliği ve gücü reddederken, bir taraf parayı, zenginliği ve gücü önemsiyor. Şunu sormak istiyorum; örneğin romanda Kayserili Müslüman bir aile olan Kadıoğlu ailesi için para ve güç neden bu kadar önemli?

*Çünkü Müslümanların büyük bir kısmı zenginliği, zenginleşmeyi önemsiyor ve bu yolda çaba sarf ediyor. Kuran ahlakının kapitalizmle bağdaşacağına inanıyor. Batıyla işbirliği yapmaya hazır. Avrupa Birliğine hevesliler... Bunlara inanmayanlarsa azınlıkta. Son mahalli seçimleri de bunu kanıtlamıyor mu? Son tahlilde Kayserili Kadıoğulları'nın öteki zenginlerden pek de farkı yok. Dikkat edilirse ülkede etkin ve yaygın tüm tarikatlar zengin. Dahası, bu tarikatların önderleri zenginlikten hoşlanıyorlar. Romanda aykırı düşünceleri AKP'li Kadıoğulları'nı rahatsız eden Hasan Hoca'nın sözlerini hatırlayalım: "Müslümanlar, Kuran'ın ahlâkından vazgeçip, geleneklerini yerine getiren insanlara dönüştüler. Müslümanlık eşittir düşünmeyen adama dönüştü... Bize göre sorun budur. Din, bize bilgiden çok, güç verir... Bizi rahatsız eden birinci mesele zenginlik. Dindarların, Tarikat Şeyhlerinin zenginliği, parayı bu kadar sevmesi mide bulandırıcı... Neden hiç yoksul cemaat yok? Neden hepsi zenginlik, gösterişli, saray gibi evler, mal, mülk, ticaret peşinde? Ticarette taraflardan birisinin aldanacağı, kaybedeceği kesin değil midir? Bizim kendi duygusuz, arsız saadetleriyle mutlu olup övünenlerle işimiz yok dostlarım."

Türkiye'yi deprem mi bekliyor

*Romanda Kürt sorununa ve savaşta var. Sanırım bu sorunun can alıcı bölümlerini Rojin adlı üçlemenin son kitabında okuyacağız, ama ben yine de sormak isterim. Savaşa katılan asteğmenlerin normal hayata karıştıklarında yaşadıkları savaşı pek de sorgulamadıklarını görüyoruz. Bu bana çok tuhaf bir durum gibi geldi.

*Bu bir üçleme; her şeyin yeri ayrı. Savaşın savaşanların üstündeki etkileri geniş olarak üçlemenin son romanı Rojin'de ele alınacak. Ayrıca sorgulamadıkları da pek de doğru sayılmaz. Savaş hepsinin hayatında önemli bir kırılma noktası. Yakup'un inancını sorgulamasına neden olmuş, Mehmet'in de kabuslarının nedeni. Mehmet'in Rojin'le konuşması, 1993-94 yılları arasında yaşadıklarının Mehmet'in üstünde ne denli derin etkiler yarattığını ortaya koymuyor mu?

*Sanırım iki yıl önce yaptığımız bir söyleşide, Türkiye'de üç fay kırığı olduğunu söylemiştiniz. Toplumun bu kırıklar boyunca birbirlerinden ayrıldığını belirtmiştiniz ve şimdi bu fay kırıklarının ilk kitabını yayımladınız. Bildiğimiz gibi fay kırıkları bir depreme yol açar. Türkiye'nin sorunlarına duyarlı usta bir romancı olduğunuz için şunu sormak istiyorum; Türkiye'yi üç deprem mi bekliyor?

*Biliyorsunuz her fay kırığı eninde sonunda kırılır ve gerilimini boşaltır. Bu bilimsel bir gerçektir. Açığa çıkan enerji de büyük bir sarsıntıya yol açar. Yine de bazen kırılma tek yerden olmaz ve enerji, parçalı, küçük kırılmalarla, büyük yıkımlar getirmeden boşalır. Umarım sözünü ettiğiniz deprem böyle gerçekleşir. Tabii bunun için hepimize öngörülü ve çaplı önderler gerek. Yoksa acı ve yıkım bizleri bekliyor olacak.


DÜŞ TUTULMASI // Çiğdem Aldatmaz





-I-
Kaçtığım yerde sensiz ne gördüysem o kadar yaralıyım. Günleri asitin demiri erittiği gibi erittik. Geriye sadece yanan yüzümüzün telaşlı ve yarından korkan sancıları kaldı. Hiç aklımıza gelmezdi bütün bunlar. Gelse de güler geçerdik. Ne eriyip akardı yüzümüzün kırıklığı ne de çarpardı penceremizin kıyısına kör şarkılar. Acıya sustuk. Sustukça dağıldık. Ben korktukça sen pencere önlerinden kör kuşlar topluyordun. Korkularımın önünde büyük tuvallere resmedilmiş hayat artıkları duruyordu. Katline seyirci kaldığımız yaşanmışlıklarımızı pazara sermek isteyenlere öfke bile duyamazken bir gece anladık, içimizden biri oyunu bozuyordu. İçimizden biri yok yere uykuları kanatıyordu Yalnızlığın mora çalan duvarlarında şişeler kırıp, kırıkları, göremeyenlerin gözlerine saçıyorduk.
Sen bir eski düştün. Düştün bir uçurum güzelliğine. Yürüyüp durduğu yoldan usanmış bir meczup kayalıklara vurulmuş kalbini getirdi bir gün. Kapımıza sessizce bırakılmış, önümüze sessizce mühürlenmiş o kalp vurgunların en tatlı yerinde uykumuzdan uyandırdı. O güne dek fark etmemiş olmamız bile korkunçtu. Yaşamıyorduk biz. Hiçbir şeye yetmeyen bir ruh eşiğinde yalancı bakışlarla dolanıyorduk. Tenimiz buz gibiydi. Soğuktandır dedin, geçer dedin. Geçmiyordu. Yara almış bir gemi suyun ortasında onarılmıyordu. Paylaşamadığımız neydi? Alt tarafı bir hayat… Gündüzleri gecelere bağlayan uzun köprülerin eşiğinden elindeki mumu söndürmeden geçebilmek yani. O mumun alevini biraz iştahla, biraz aşkla, biraz da rüzgara katıştırılmış bir inatla yakalayabilmek. Bunun için geceler boyunca kanamak mı gerekiyordu?
Hep bir şeyler feda edilmeliydi. Yaşamak için, suyun üzerinde boğulmadan kalabilmek için, atmamız gereken yükler, tutunmamız gereken tahta parçaları vardı. Yüklerimiz diyetti, tahta parçaları ellerimizi kesikler içinde bırakan hikayelerimiz… Oysa su güzeldi, serindi. Bazen dingin bazen delirmiş bir cengaverdi. Ama berraktı işte. Bakmasını bilene dibini gösterebilecek kadar berraktı. Fakat biz yüreğimizin içini gösterebilecek kadar cesur değildik. Bulanık kalpler taşıyorduk göğsümüzün orta yerinde. Biz bulanıktık. Yarına tertemiz açabilecek kadar cesur çiçeklerimizi çoktan soldurmuşlardı. Bir okyanusu izleyen yekpare gözler edinemeden yarına çıkmaya kalkıştık. Bu yüzden bir şeyleri feda etmek zorundaydık. Bir yalanı bir kaçışla ört pas etmeye kalkışırken elimizden kayıp gidenlerin peşine düşmeye fırsatımız olmuyordu.
Gerçeği gören gözlerimizi yolundan edecek ne çok bahane vardır. Biri bir masal uydurur bir gece. Kirlettiklerinin üzerini örtecek kadar temiz, biriktirdiklerini bir gecede harcayabilecek kadar kısa, tüm şehirleri kurulabilecek düşlerin olduğu fikrinden vazgeçirebilecek kadar ucuz bir masal. Onlar tükenen yanımızdır. Ayazın ortasında kimsesiz kalmış bir çocuk gözündeki acıyı dindiremeyecek kadar yersizdir. Biri bir masal uydurur, şehirlere kan yürür.
Tozlu peleriniyle vurgunlar ustası bir prens, bir gece şehre gelir ve “kemirin” der. “Düşlerinizi kemirin, yüreklerinizi leş kargalarının önüne koyun, pazarlıklarınızı ortalığa saçın, kimden ne alabiliyorsanız alın ve en kirli köşenizde yıllarca saklayın. Kemirin gecelerde sızlayan kalplerinizi. Az sonra gidip kibritçi kızın uykularını da vuracağım. Artık geceler onun için soğuk olmayacak ve bir kibrit çöpünden medet umarak izbe sokaklarda düşler görmeyecek”. “İstediğinizi yapıyorum.” der prens, “Eğer istediğiniz buysa. Kirli hayatınızı temize çıkarıp daha az acı çekmenin yolunu arıyorsanız, masalları da zavallı vicdanlarınız için değiştireceğim. Yeşilleri griye boyayacağım. Şehrinize dev binalar dikeceğim, çarkı hızlandıracağım. Bundan böyle tek derdiniz yarına nasıl çıkabileceğiniz ve diğer yüreklerden apar topar nasıl kaçabileceğiniz olacak. Sonu gelmeyen isteklerinizin bedeli bu, başka masal yok.” der.

Beni kırıp döktüğün bir hayatın arasından, bakışları silinmiş aciz bir soytarı gibi dinliyorsun. Yaktığın ateş teninin katmanlarını eritiyor. Oysa biz hoyratlığından dem vuran bir eski zaman kaçağını ceviz sandığımıza saklamıştık. Şövalyeler sadece yollarını kaybetmiş yakışıklı gezginlerdi. Uzak diyarlardan kentleri keşfe çıkmış kayıp yürekler getirirlerdi. Buna inandık. Ruhumuzun çalındığını daha erken fark edebilseydik, yola daha erken düşerdik. Daha erken susturabilseydik içimizin kış çığlıklarını elimizde yaralanmış bir aşk öyküsünden fazlasını tutabilirdik.
Tutabildiklerimizle, kaçırabildiklerimiz arasındaki tuhaf denklemde yittik. Masallar inat etti, inandıklarımızı vurmaya.
Dağıldık,
Taş duvarlar önündeki çiçek ölülerini toplamak için.
Dağıldık,
Koyu bir karanlığın içinde biraz canımızı yakarak ve çokça kendimizi alıştırarak bu bataklığa.
Dağıldık,
Yosunlar gibi sulara. Köklerimizi kesip atacak bir bıçaktı eksiğimiz. Anladık kanaya kanaya.

-II-

Bu bir düş tutulması. Bütün hayatımı alıp önüme koyduğumda anlıyorum ki, bütün hayatım lafı dünyayı da benimle birlikte küçülten bir zavallı edat aslında. Herkes gece ışıklar yanıp yanıp söndüğünde ancak idrak edilebilen başka bir varlıkla karşı karşıya kalır O, varlığı yoklukla çarpıştırdıkça vücuda gelen bir oluştur. Sesleri susturduğumuzda da sesi duyulur. Renkleri süzüp devasa tablolara bezeyerek asıl rengini alır. Sonra yakarış ses olur. Yakarış bir gelmeyeni yolundan döndürmeye muktedir inatçı bir ıslıktır. Başınızın üzerinde bir sarkaç dolanır. Zihnimizden uçup boşluğa düşen kelimeleri avlayıp gecenin yaralı göğüne karıştırır. Sabah olacak mı gerçekten? Siyah beyaza bırakacak mı tahtını? Bu iktidar savaşı nereye kadar sürecek? Soru budur. Bilmediğin sana bildiklerini buldurur. Senin bilmediğin sessizce kayıplarını durdurur. Bittiğini sanırsın. Her şey vesveseli bir ihtiyarın kurnaz gülüşü gibi hafife alınırken içine işleyen bir öte hayattır. Bilmediğin döner dolaşır beni sana buldurur.
Neden birbirimizin bilmediğiyiz? Neden onlarca insan gülüşünün içinden dönüp dolaşıp kederli yüzümüzü çıkarıyoruz? Hayat bizi aynı yerimizden kırdı diye yaralarımızı boy ölçüştürüyoruz birbirimizle. Ben hangi kente gitsem sinsice dönüş yoluna sızıveriyorsun. Sen hangi kente dönsen girişindeki yol tabelasında saçlarımdan dökülmüş yıldız tozları görüyorsun. Hikayemizi kim dinlese aşk sanıyor. Oysa bu yalnızca bir ruh karşılaşması. İki ırmağın aynı denizde buluşma hali, iki kayıp kıtanın aynı hiçliğe gömülme hali. Değil mi ki dünyanın tüm kuşları sadece bir kez toplanıp üzerimizde uçuyor, bu bir yitiriliş öyküsü.
Sana hiçliğin içinden satırlar döşüyorum. Darmadağın hayatımdan parçalar taşıyorum. Bu gün annem yüzüyle yüzümün arasına karanlık bir duvar indirdi. Çocukluğum duvarın altında kaldı, büyümüşlüğüm ise ayazda. Duvarın önü soğuk ve önünden gidilebilecek tüm yollar anlamsız. Büyümek, sessizce geçtiğimiz yollarda örselenmekmiş aslında.

Kaybolmayalım diye yollara saçtığımız ekmek kırıntıları sevdiklerimizin yüzü, kaybolmayalım diye telaş ettiğimiz yollar bir meçhul adresmiş. Herkes gibi geçtiğim yollarda herkes kadar olamıyorum. Geçerken ağaç dallarına düş kırıkları asıyorum. İzim sürülsün istiyorum. Ekmek kırıntılarına kargalar üşüşüyor ve masal ağaçları bir sesi düşlemekten yorgun.
Bugün, birbirimizi tekrar görebileceğimiz bir gecenin tekrarı gibi. Bugün tekrar ölebileceğimiz bir şarkının ilk dizesi sabah telaşına düşüyor. Yürüdüğün yolları görüyorum. Bir kâğıdı buruşturup ayakuçlarına fırlatıyorum. Rüzgarın onu çalması an meselesi. Başını gökyüzünden indir bir kez, o kağıda bak. İçine hayatı yaralamadan geçemeyeceğimiz ışıklı bir yol haritası çizdim. İçine insanların yaralı yüzüne sır üfleyen bir yaralı meleğin duasını koydum. Kaybolmuş ruhumuzu bize tekrar bulduracak bir pusula da iliştirdim içine. Rüzgar içindeki harfleri çaldı. Rüzgar içimdeki harfleri çaldı. Rüzgar üfürdü gözlerimdeki kum torbalarını. Rüzgar bugün sesine sustu. Bir kez olsun indir başını gökten, kağıda bak. Ayakuçlarına takılan yaşama hevesinin nasıl da çırpındığına bak. Sana yüzyıllar öncesinin yitik kabilelerinden miras efsunlu hikayeler biriktirdim.
Bir bak!
Nasıl da aykırıyım aynadaki yansıma. Yansım gülüşümde çatlaklar bırakan kederli gözlerimden bana bir hatıra. Annem uykularımda seni bıçaklıyor. Sen yazmak istediklerim, yaşamak istediklerim, düşlerim, özgürlüğüm, savaşlarım, kıranlarımsın. İçimden çıkıp içime dolansın. Annem hepsini bir çırpıda kurşuna diziyor. Annem bana herkesin bildiği masalları yakıştıramıyor aslında. Hayata direnmek için son kalanımı aranızda pay ediyorum. Saçlarımın dibinden gelen bir acıyı usulca avuçlarınıza bırakıyorum sonra.
Bir bak!
Hayat yüzümüze sessiz fedalar yakıştırıyor.
Bir bak!
Bakınca fark ettiğimiz her şey nicedir peşimizde.
Bir bak!
Rüzgar bu yaralayan oyunundan elbette vazgeçecek
Bir bak!
Usumuzda dağılan sözcükler geçişlerimize sessiz bir eşlikte.

Çiğdem Aldatmaz


Enis Batur // CENTURIA %45-Epsilon Bata


CENTURIA %45- EPSILON BETA

Enis Batur yönetimindeki "Epsilon Beta" projesinin ilk ürünü olan kitap Çekirdek Sanat Yayınları tarafından yayınlandı. Edindiğimiz bilgiler doğrultusunda kitap önümüzdeki haftadan itibaren Türkiye çapındaki tüm kitapevleri ve D&R satış noktalarında bulunucaktır.. Bu projeye Enis Batur tarafından seçilen öyküler-denemeler Giorgio Manganelli'nin "CENTURIA yüz küçük ırmak roman" yapıtıyla simetrik bir mesafede duruyor. Yani Manganelli'nin yapıtıyla bir eş zamanlı okumayı gerekli kılan ve hiç kolay olmayan bir bütünselliğe de işaret ediyor proje..Kitap bu izlekteki ürünler bağlamında ülkemizdeki bir ilki oluşturması açısından da çok önemlidir. Enis Batur soruyor:"Sonrası Gelecek Mi?"- gelmesini temenni ederek.. // Borges Defteri


"Bu kitabın ön kapağında, kitap adının yeraldığı satırda "Centuria %45" , yazar adının bulunması gereken noktada "Epsilon Beta" yazıyor - bir biçimde aydınlatılması gereken iki belirtke.

Manganelli'nin 100 küçük romanından oluşan Centuria'sının, sonuncu
dışında (onu peşin peşin kendime ayırmıştım) herhangi bir parçasını seçip 333 kelimelik bir çeşitlemesini yazmak konusunda istekli olanların devreye sokulacağı bir 'kitap' kurma fikri sıcak karşılandı. Amaç, burada, 100 parça için 100 katılımcı hedeflemekti, önce. Gelgelelim, anlamlı bir orana ulaşıldığı taktirde, "Centuria % x" başlığıyla kitabın okur önüne çıkmaması için de neden yoktu. Epsilon Beta topluluğunun ilk kitabı ortaya çıkmış oluyor.

Sonrası gelecek mi?"
Enis Batur


"EY İNSAN!.." // Borges Defteri


Bir yazar dostumuz(S&T) sıcağı, sıcağına adım attığı uzak(yakın) diyar, kadim şairler yurdu Buhara’dan deftere geçti bu 8 karelik(alttaki fotoğraflar) görselleri.. 12. (ve sonraki) Yüzyıl(ların) şairlerinin “sessizler vadisinde" gezinen bir tavus kuşunu gösteriyor, seyre dalmış şu köhne cihanı.., nereden gelmiş, neden orada? Ve o gösteriş - renk coşkusuyla yoğrulan “kuş bakışı” kimin için?..Şairlerin ebedi toprağından hepimize doğru fırlattığı gurur okları mı? ..şiirin hep son sözü söylediği o eski kirlenmemiş “eyyamdan”!..

[/‘Ey insan
bana siz ne gerek…
-ben bana bir nergis!
güneşimi engelleme.. git,’ /
/Bu sessizler vadisi
sarıyor renklerimi
parça parça kayboldu-kayboluyor dünüm, bugünüm!
arın(ama)ma: aşıklar hepten divane
divaneler ise aşkın ta kendisi
bir köprü mü var aralarında?
geçit belgesi maşukun elinde
yağmurla yanmış teniyle!./
/‘Ey insan’
bu sessizler vadisinde gör artık aşkı
o divanelerin yolluğunu
kimsenin dönüp bakmadığı,
bakmayacağı
nefretin her şeyi kararttığı dünyamızda…/] // borges defteri

BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBUNUN
“Kirpi Şiir” dergi grubuna, dergiye emek veren(arkadaşlarımız), şiir yazan, sayfalarını sihirli elleriyle tasarlayarak ona varlık kazandıran(Savaş Çekiç) ve tüm şiir “dostlarımıza” ithafımızdır… "Kirpi Şiir"
önümüzdeki günlerde okurlarla, hepimizle buluşuyor ...













"Çok fazla düşünmeniz "önemli" insanların işine yaramıyor!"


Bu filmi lütfen izleyin, tüm dostlarınıza izlettirin!
Kafanıza "tüm bilgilerinizi" depolayan "çipler" takılmadan!
Kurgulanan "dehşet" ,"kuru" "çorak" bir geleceğin tüm ip uçları.

Yetmez!..
DAHA FAZLASINI İSTİYORLAR!


"Çözülen ne? Hayatımızın bütün soruları, biz yaşadıkça arkamızda bıraktıklarımızı görmemizi engelleyen bir çalı yığını gibi değil mi?
Bu yığının kaldırmak bir yana, seyreltmek bile aklımıza gelmiyor. Onu arkada bırakarak ilerliyoruz. Gerçi belli bir uzaklıktan görülebiliyor ama bir gölge, giderek iç içe geçen bir bilmece gibi, belli berirsiz."

-Walter Benjamin

BORGES DEFTERİ



Bedri Rahmi Eyüboğlu Anısına...



Bedri Rahmi’nin Atölyesinin Girişinde Asılı Yemin

Bugüne kadar resim sanatı alanında
Yapılagelmiş olanları inceleyeceğime
Kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler
Arasında beni en çok saranlarını ayırarak
Onlara kendi aramalarımı, denemelerimi
Katacağıma
Alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop
Klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu
Kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma
Elimden çıkan her çizgiye
Her lekeye
Her renge
Her beneğe
Kendi aklımı
Kendi tecrübemi
Kendi tasamı
Kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma
Aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak
Gözüm, kulağım, burnum,
Elim, belim, dilim, derim üstüne
Yemin ederim
Yemini bozduğum gün
Burdan giderim...
B.R


Borges Defteri // e-Kitap Proje I (HASAN SAFKAN)


' Borges Defteri e-Kitap Proje' ilk kitabını değerli sanatçımız Hasan Safkan'ın artık "piyasada" bulunmayan ve tekrar basımı-pek mümkün görünmeyen- "Kuzey Afrika'dan Portekize Oradan Eve" yapıtıyla başlıyor. "Borges Defteri E-Kitap Proje" tüm değerli şair-yazarlarımıza açık bir pencere olarak hizmet edecektir. Defterin seçkin okur kitlesi için düşünülen bu projede yer almak isteyen yazar, şair, ressamlarımızı (yayınlamak istedikleri kitap-katalog) defterposta@yahoo.com, veya defteriletisim@gmail.com adresleriyle iletişim kurmaları gerekiyor. Edebiyatın, Sanatın Yerlatı Nehirleri için geçerli olan bu yaklaşım alışık biçimlere değil, farklı sularda kulaç atmak isteyen ruhlara seslenir...
Sunulacak "ürünlerin" (PDF formatıyla) görsel tasarım ve görsel katkısı defterin ilgiili birimi tarafından gerçekleştirilecek. Borges Defteri ulaştığı uzak-yakın coğrafya okurları ve "binlerce.." seçkin, "işin" ehli okuruyla ülkemizin e-kitap arşivine ve de özellikle Yeraltı Edebiyatına katkısını sürdürmeyi görev bilir...
Keza, Defter, fanzin dergiler-yayınları uçurumların birer kanatlı sesleri olarak destekler..destekleyecektir.
Hasan Safkan kitabı(pdf formatı) için emek sarf eden heykeltraş-sanatçı R.Fatih ve tasarımını gerçekleştiren Bülnet Erkmen'e teşekkür ederek.
Kitap toplamında 47 MB ölçeğinde ve ADSL 250 kbps hız için hazırlanmıştır.
Media Fire serverına bu olanağı sağladığı için de teşekkürü borç bilerek.
Kitabı aşağıdaki linke tıklayarak ilgili sayfayı açtıktan sonra "Click here to start download.." ibaresine tıklayarak kitabı indirerek dilediğiniz dosyanıza yükleyebilirsiniz: yapmanız gereken tek şey linke tıklayarak devam etmek..
Link:

Book(Hasan Safkan) Download By MediaFire 250 kbps-47MB




Değerli sanatçımızın yüce anısına ve yarattığı onca güzelliğin izlerine ithaf olsun..

BORGES DEFTERİ




Heykeltraş Hasan Safkan ve El Greco Anıları // Argos a.



“Slovenya’dayım. Igor Furlan ile Lubink Tepesine son 60, 70 metreyi ıslak ve alçak bir bulutun içinden geçerek tırmanıyoruz. Tepeye yaklaştığımızda Igor doğruca barınaktaki bara ben de doruk noktasını işaret eden daha yukarıya yöneliyorum..içinden geçeceğimiz beyaz bulut işte küçük taşa teğet geçecek biçimde altımda kalıyor. İki ayağımla basarak taşın üzerine çıktım. Yukarıda masmavi bir gök ve güneş aşağıya baktığımda belli belirsiz ayakkabılarımı görebiliyorum..” (Hasan Safkan-Ağustos 1993).

Heykel sanatçımız Hasan Safkan'ı belki duymuşsunuz, çok erken aramızdan ayrıldı(1949-1995). Sanatçı mirası kabul ettiğimiz sayısız enfes heykel ve güzel bir kitap bırakarak, her şeye ama en çok sevdiği çöller ve yollara veda ederek gezgin hayalleri, çok değerli yapıtlarını toprakta bırakarak çekti gitti..hepimizin büyüğü ve ağabeyi sayılırdı. Öyle sanıyorum ki o dönemlerde 1980’lerin karanlık, eziyet, zulüm kokan yıllarından sonra(ikinci yarısı) Ortaköy müdavimi bir yığın dostu ağırladı o sıcak atölye mekanında, zaten bütün sanatçı atölyeleri birer kurtuluş adasıdır sanat sever ve kitap kurtları için, ben “bilgi mahzeni” olarak adlandırırım bu mekanların çoğunluğunu, çünkü kolay olmayan bir yaşam tarzı ve nerdeyse hakiki-hakikatli(bilginin ta kendisi olarak) direnç ve güzelliğin sükun mekanları sayılır sanatçı atölyeleri. Hayatın anlamını başka biçimde aralamak için Schopenhaeur okumak bir çözümdür, o atölyelere adım atmak da, ya da Jaques Derrida ve “Çile”yi ve o sayfalarda esas olarak “yanıt”, “ödev”, “sorumluluk etiğine” de odaklanabilirsiniz ama bir sanatçı atölyesi bütün bunlardan daha fazlasını barındırır. Hasan Safkan dost olarak, sanatçı olarak bütün bu saydıklarımın özeti idi adeta, her sanatçı gibi onun da varoluşunda “giz” vardı ama kendini gizlemezdi, aradığınızda, ona gittiğinize oradaydı hep o sımsıcak dost canlısı varlığı ve paylaşımcı duruşuyla, sanırım bir yığın dostun zihnini Hasan öyle bir dağladı ki bundandır kimse ne onu ne de o sıcaklığını, bilgi küpü “gezgin” ruhunu unutamıyor.Zaten sanatçı dediğiniz kimsenin kozası öyle kolayca “açılabilir” bir şey değil, kapı da kendisidir, anahtar da o, yaptığı şey ise bir ateş dansıdır ki o da ölümünedir daima. Derrida’nın dediği gibi: “Saklı olanla, karanlıkla, gecesel olanla, görünmezle, gizlenebilirle, hatta genel olarak tezahür olmamışla hetrojendir,örtüsü açılmaz. Açınlandığına inanıldığı an bile dokunulmamış bir şekilde kalır. Şifresi çözülmez bir kod içinde ya da mutlaka bir örtünün ardında saklandığı için değil, basitçe örtme/örtüsünü açma, gizleme/açınlama, gece/gündüz, unutma/hatırlama, yeryüzü/gökyüzü oyununu aştığı içindir bu..”.
O yıllarda İstanbul’un Ortaköy semti onlarca kahvehanesi, sanatçı atölyeleri, sanat galerileri, sahaflarıyla derinden derine kentin bir kültür öbeği sayılıyordu, ta ki bölge belediyesi mahalleyi makyajdan geçirene kadar, her şey sunileşti, kaldırımlar bile yapay bir düzen aldı ve uydurma çeşme, ışık sistemleriyle donatıldı bu kadim mahalle, ne o fecr ışığı kaldı meydanda ne de o bölgenin güzel insanları..sahile inen o daracık sokaklarda iki heykel atölyesi bulunuyordu, birisi galeri mekanı olarak hala direniyor, Hasan Safkan atölyesi ise başka ellerde. Hasan Safkan eğer bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz heykel sanatımıza çok büyük katkısı olacaktı. Arkadaşlarının ve sanatçı dostlarının ricası, nerdeyse yalvar yakar oldukları bir ruh halinde sırf onları kırmamak adına daha genç diyebileceğimiz yıllarında ülke çapında girdiği heykel yarışmalarında birinci oldu. Hasan o denli alçak gönüllü bir insandı ki aldığı ödülleri bir kere bile özgeçmiş sayfalarına yansıtmadı, hep es geçti, unuttu, çünkü onun için asl olan üretimin devamlılığıydı ve de hayatın onun için çok kısa-sıkıntılı da olsa en büyük ödül olduğunu bilenlerdendi. Ne kadar erken veda etse de..gittiği, gezdiği yollar, coğrafyalar kadar uzun olmadı yaşam serüveni.
Gezi notlarını dağınık bırakmadı, derli toplu bir biçimde kitaplaştırdı. "Kuzey Afrika’dan Portekiz’e Oradan Eve" adlı kitabı( 1000 adet basıldı ve hızlı biçimde tükendi) bir gezginin ilginç izlenimlerini aktarır bizlere, motosiklet sevdası tamamen tesadüf eseri onu bulu. 1980’li yıllarda Heykel atölyesi Ortaköy’de bulunuyordu. Hikayeyi kendi dilinden okuyalım:
Bir akşam üzeri ortaköy deki atölyemdeyim.
Sağda iskeleye yakın bir kalabalık var.Merak edip
gittim,bir motosikleti seyrediyorlar.O güne kadar
gördüğüm en kirli motosiklet.Çok büyük iki alüminyum
bagajının ortasına ve arkaya doğru yerleştirilmiş bir
uyku tulumu ve çadır,onların da üzerine bir yedek lastik
bağlanmış.Her şey toz toprak içinde.İki tel parçasıyla
yerine tutturuluş plakası,kırmızı üzerine beyaz yağlı
boya ile ve elle yazılmış.(Aslında yolda bir yerlerde
düşürmüş olmalı) David Stanton.O da motoru gibi
tozlu,traşsız.Ortaköy deki küçük meydanı İran da
rastladığı bir motorcudan öğrenmiş."Nepal den Istanbul a
on bir günde geldim" diyor.İngiltere ye kadar daha
dört-beş günlük yolu var.Bir motosiklet almaya da işte
böyle durup dururken karar verdim.”

Zaman zaman atölyesine pek çok kimse gibi ben de uğradığımda Hasan’la oturur bir yığın konu hakkında ama en çok El Greko üzerine uzun uzun konuşurduk, keyifli olurdu o sohbetlerimiz, ama ne yazık ki çok erken göç etti. Bir başka yanlışım ise o yıllara ait hiç not tutmadım ne kaldıysa hafızada kaldı.
Geçen gün bir derginin kapağında El Greco'yu görünce o anılarım tazelendi. Bütün kaynaklar El Greco’yu “dramatik” üsluplu bir ressam olarak açıklar. Bu konuyu Hasan Safkan’a bir heykel sanatçısı olarak ilk sorduğumda yanıtı da ilginç olmuştu: “onun esas dramı ve kahredici hayat-sanat serüveni, hatta sanata bakışı ve benimsediği yolu çağdaşları asla anlayamadılar, kavrayamadılar.” Doğru bir yaklaşımdı, çünkü onun sır perdelerini ancak kübist eğilimli 20.yüzyıl insanı çözebilirdi.. Rilke’ye, Kazancakis’e ışık saçan, ilham veren yapıtları, tabloları dışavurumcu kuşağa da yol gösterici oldu.
El Greco'nun İspanyol asilzadelerinde, sanat’a alışkın bir gözün yakaladığı şeylerden fazlası vardı.
Bu yapıtlar sadece gözleriyle görüp kulaklarıyla işitmiş olmakla yetinmeyip hayatın
kendileri için ne gibi bir anlam taşıdığını bir tuvale ,bir sese taşımış kimselerin ifade araçlarıdır.
Bu üç görevi ,yani tecrübenin kesif ve aydınlık bir hale getirilmesini ve yorumlanmasını sanat çeşitli derecelerde yerine getirir.
Bir çok kimse için sanat sadece duyulara hitabeden uyarım ve hazlardan ibarettir, ya da “sanat” olarak tarif edilen şey insan ruhunun içinde yaşadığı dünyayı kendisine göre aydınlattığı bir dildir.
Bazıları için edindiğimiz tecrübeyle bütün bir hayat görüşünü duyuları baştan çıkaran hisleri harekete getiren bir ifade biçimidir. Ya zeka? fazlasıyla öne çıkıyor, çünkü "iyi "yapıtlar parça parça bütün hayat tecrübesinin yöneldiği gayeyi de bize gösterir dış nesneler ile zekanın tam bir egemenliği söz konusu: Haz'a uzanan uzun yolun ilk işaret noktalarıdır. Platonun hayal ettiği filozof ütopyası güzel sanatların ara sıra bağışladığı mutlu anların ardında sezilebilir.

Bir ressamın derli toplu hayaline bir kuru yaprak ve ya bir avuç çöl kumu görüntüsü nasıl görünüyor ise bir resim fazla bir yorumlamaya gitmeyebilir doğal olarak, gerek de yok, bir eserin giriştiği yorumlama duyudan öteye geçmeye bilir böyle bir hakkı da var elbet, ve ya bir eser ,Hamlet'te Savaş ve Barış'ta,Çocukluk Anılarından Ölümsüzlük Duyguları üzerine Lirik’de olduğu gibi insan hislerinin karanlık yükünü bir bir öbekte toplayarak milyonların karmakarışık sezişlerini yorumlayabilir.
Gothe'nin ilahi komedi adlı yapıtı gibi ve ya Faust ki tüm insanlığı kucaklar ve bütün bir insanlığın sahnesidir , o sahnenin yapısı hareket tarzı ve kaderi üzerine bir açıklama olabilir.
Sanatı hayatın eleştirisi olarak algıladığımızda belki bu tanımlama biraz eksik kalıyor bu eksikliği ise Mathew Arnold giderir zihnimizde ve bu tarifin tüm Sanat dalları özellikle Resim Sanatı için geçerliliğinden söz eder.
Mozart'ı dinleyen bir ruh, El Greco’yu izleyen bir çift göz, Mesneviyi okuyan bir yürek, bir ses ve hece örgüsünden çok daha fazlasını büyük bir Ruhun içinde yaşadığı hayatı açıkladığını duyar,duymalı.

Eninde-Sonundaki notum: İstanbul Modern gibi bir müze, ilk elden derli-toplu bir Hasan Safkan yapıtları bölümü açmalı, tedarik etmelidir, onca “çok bilmiş küratör” ve her eleştiriye oldukça agresif yanıtlar barındıran muhteremler "gölge oyunu" yerine bu konuyu neden hiç düşünmezler acaba?
Neden bugüne kadar yaşamıyla, yapıtlarıyla, hazin ve dokunaklı ölümüyle hepimizde derin izler bırakan çok önemli bir sanatçımıza sanat ortamımız bunca duyarsız yaklaşır? Bu topraklar diyemeyeceğim ama “bu toprakların” nimetinden, devranın sırt “sıvazlamasından” fazlasıyla nasiplenen sözde bir takım “kimseler” onun gibi “ kıymetli konuklara” (Şair Ece Ayhan da o konuklar arasında hep..) neden bunca acımasız davranırlar ki hala anlayabilmiş değilim.

düşünüz bol olsun..


Argos a.


Minör Vizyon // Şenol Erdoğan



Spontaneous…
dünyanın damı neresidir
ve
nerededir
krallar vadisi
yukarı Nil’in batı yakası
mezarlar vadisi
kayalık dağların derinlerinde
oyut mezarlar
kralın taş lahdi
ve
ulaşılmaz Hatishesput
bir cümle olarak
çıkıyor ağzımdan
“Tatar atlıları”
sise bulanmış
kentin
siluetine bakarken
akın akın
ağzımdan
“Tatar atlıları”

***
Kuzey Asya düşlerim
minör
ve savaş
topraktan fışkıran
nalların parçaladığı
çimen kaplı toprak öbekleri
uçuşan
zorgun göçebe tarih
ve bir kasırga ismi
usumun ucunda

Moğol
ve Doğu Asya’nın esrik kanı
minörün kutlu işgalcileri
cahil ve vahşi
süt dökülmüş çimlerin sessizliğine
uzakta duman tüter
siyah bir yıkıttan
***
Phidias ile birlikte
inşa etmiş
gözalan tanrısal beyaz mermerle
Athena için Parthenon’u
Perikles
***
Ekvatordaki İnka kokusu…

***

Vezüv kızgın vajina
dinmişçesine susak
ve dip orgazmın çığlığı
Pompei
şarap ve zeytinyağı kokan
geçmişin lavsız toprağı

***
“Giritliyim ben” dediğinde kadın
rüzgar kısa bir süreliğine susmuştu
***
“düşü yitmiş Yörük’çesine” dedi
tarihi anlatmak adınaydı bu cümle
bunun için bir hamle
harika kilimler dokurlardı
ve uzun, dayanıklı yürürlerdi
yanlarında binekleri cabası
ata yuları da eğeri de onlar ördü
ve kilitsizdir kapıları çadır hayatının
sade ve yalındır Yörük
yaylak
yazıya çıkarlar

***
en çok zambağı sevmişler
kut (ve kadın) aşkına
ve dans ederken erkekler
hasat başında
esrik
bu çiçeklerle bezermiş onları
Girit’in kadınları

***
adın küçük bir ırmağın ağzı Knossos
***
mimozalı tarlalar
kamp kurarmış
yamaçlarına köyün
ve sırtı, batan güne(şe) dönük
yürür gider imiş kız
kut’u çiğnememek adına gelir sus

***
kitap adlarıyla şiir yazıyor Matsuo Basho:
“kasabaya dönüş”
“Kaşima Tapınağı’nı ziyaret”
“yolculukta yıpranmış çantanın günlüğü”
ve
“kuzeye giden ince yol”
***
bir krallıksın önce
her şeyden önce
sözcüklerin en güzeli
en gizemi
barınır şehirlerinde
“SAHRA”…
kumun ve suyun
titreşir
birleşir
Tubkal gölgesinde korunduyduk
sarı sıcaktan

***

El-Mağribu’l Aksa
kumda pişmiş
suda dinlenmiş
bir liriğin kıpırtısı bu
dilimde “uzak batı”dır tercümen
elbet varsa bir dilim

***
liriğin barındığı kelimelerim var
güçlü
bir başlarına bir ordu
“kadim”
“eprik”
“sahra”
“ulak”
***
çocuk bilinç uğraşıyordu
çamura şekil vermeye
daha o vakit tükürmüştük suratına
apollon’un
sertliklerini sıvazlamıştı bazılarımız
***
Pantermiş kutsal hayvanı Dionysus’un…

***

Niobe!
suç mudur 6 kızını da
becermek istemem
hem de bağbozumunda

ve her daim kibrinle beraber
düzmek istemem seni Niebe
suç mudur?

Gary Snyder mı demişti
“Artemis! Git ve bekaretini geri al!” diye

görünmez okların saçtığı ölümün
dikiti koca kayalığa vuruyor
ışığın usul usul…

***
ve her bir asker için 6 at
ile çıkarlardı savaşa
ve yorulmazdı atlar, değişirdi
dar mesafede bir
ve aylarca at binen
koca bir orduydular
zırhları altına ipek giyerlerdi
savaşa yolcu iken
ve tüm bir kıta
Asya
tek bir ordunun nalları
altında
gölgesinde okların

***

İris imiş Yeşilırmağın adı…
tokat suyu…
suyun kenarına kurarlarmış
saçaklı
süslemeli evlerini

***
eskiçağ insanlarıdır Asurlular
ve
yarı göçebe yaşamış Aramiler
***
koloni kavramını Asur Medeniyeti doğurmuş
ve söylenen o ki
gene onlardır ilk kütüphaneciler
ve tarihin ilk kütüphanesidir
Asurluların başkenti
Ninova

ŞENOL ERDOĞAN


Yanı Başımızda Oldu her şey // Prof. Saad Naci El Ezavi




Yanı başımızda oldu her şey!
Prof. Dr. Saad Naci El Ezavi
Bağdat Üniversitesi Öğretim Üyesi
Çeviri: Borges Defteri



(defterin notu: Prof. Saad Naci’yi bugün dünyadaki bilim çevreleri yakından tanıyorlar, çünkü onun bilimsel araştırmaları neticesinde Irak’ta sürdürülen işgal, insan kıyımının boyutları, ruhsal hasarları, ve en önemlisi bu kirli savaşta işgalci güçlerin kullandığı seyreltilmiş Uranyumlu mühimmatın kalıcı hasarları gün ışığına çıktı. Prof. Saad Naci geçtiğimiz günlerde, işgalin 7. Yılında bu kirli ve sadece yer altı kaynaklarının talanı için sürdürülen savaşın kısa ama çarpıcı ve kahredici bilançosunu dünya kamuoyuna sundu-olduğu gibi onun dilinden yorumsuzca aktarıyoruz…
Dünü-bugünü unutanlar bir suni gülücükle kandırılabilirler, ama tarihin sayfaları yanı başınızda oluşturuldu, yarının –bugünün tanıkları olarak ve de insan haysiyeti, onuru adına bir ulusun yok ediliş öyküsünü unutmayalım…kendi ülkesinin çıkarları doğrultusunda direktif veren post kapitalizm dönemin acemi süvarisi yeni “seferler” için koç başı arayacağına açtıkları bu kapanmaz yaranın boyutunu hiç düşünür mü? Kanlı pençelerin suni gülücüğü tarihe dehşet boyutta ödenen vergiden başka bir şey olmamıştır…
geçmiş geleceğin el feneridir: daima!)

Değerli dostlarım
İzin verin bu kez sadece rakamlar konuşsun
Benim işim bilimsel araştırma alanından ibarettir ve aslında sadece rakamlarla uğraşırım. Bilimsel kariyerimin temelinde teoriler ve rakamlar var.
Öğrencilerime öğrettiğim tek gerçek ise bilimsel yaklaşımın yanında her şeyin bir sebep, sonucu olduğu gerçeğidir. Onun için duygunun ağır bastığı anlarımdan ve kendimden rencideyim.
Bu konulardan bir tanesi ve en önemlisi ülkemin hala işgal altında olmasıdır. Şunu artık çok iyi anladım, bu konu hakkında soğuk kanlı düşünemiyorum. Bu konuya odaklandığımda duygularım sel olup tenimin her zerresini aşıyor. Oluşan bu virane ülke hakkında bir araştırmaya tutuştuğumda sanki başım kin, nefretle dönüp duruyor, çaresizce sadece içime akıtıyorum göz yaşlarımı.
Altı yıl geçti olan bitenin üzerinden. Dertler o denli taze ve yakıcı. Sanki 2003 yılının Mart ayındaki gibi her şey canlı. Bu yıl bekledim ve ülke çapında öğrencilerimle beraber yaptığımız araştırmaların sonucunu bize yakışan bilimsel yaklaşımlar çerçevesinde sizlerle paylaşmaktı derdim, tasam.
Ben bu sonuçları açıklarken, saldırgan bir tavır içinde olmayacağım.
İzin vereceğim ki rakamlar konuşsun sadece. Bu sene ben bir kıyıda duracağım ve kalbime en yakın olan o araştırmacı ruh konuşacak.
6 uzun yıl geçti bu işgalin üzerinden ve işte sonuçları:
-72 Aylık bir yıkım süreci.
-1.3 Milyon Irak’lı öldü bu işgal süresince.
-607 Milyar Dolar savaşın Irak için yıkım maliyeti.
-Günde 2 Milyon Varil Petrol talanı.
-Sadece Irak sınırları içerisinde 2 Milyon Iraklı vatandaş “avare”-yerinden-yurdundan olmuş durumda.
-3 Milyon Irak’lı yurt dışına kaçtı.
-2614 Prof. Bilim insanı, Üniversitede Öğretim üyesi dehşet bir soğukkanlılıkla öldürüldü.
-338 Gazeteci (Yazar-Köşe Yazarı) öldürüldü.
-480 Ressam, Müzisyen, Heykeltıraş öldürüldü.
-13 Milyar Dolarlık bir birikim işbaşında bulunan hükümet tarafından “uçuruldu”.
-400 Milyar Dolarlık bir alt yapı onarım bütçesi gerekiyor.
-Günde sadece 3 saatlik elektrik verilebiliyor ülkede.
-Her ay en az 27 kanlı intihar saldırısı gerçekleşiyor.
-Ülkede etkinliğini her geçen gün arttıran 7 mafya grubu türedi.
- 4260 Amerikan askeri öldü.
-Her yıl 10.000 civarı Veba raporu.
-Arkadaş çevremden 50 kişiyi kaybettim bu savaşta.
-Ailemden 22 kişi öldü bu savaşta.
-Değer verdiğim 15 bilim insanı dostum kaçırıldı.
Evet, rakamlar böyle.
Iraklılar bu savaşın gidişatını sadece 6 ay gibi kısa bir sürede kavradılar, oysa 6 yıl geçmesine rağmen dünya bu bölgede nelerin yaşandığını daha olduğu gibi kavrayamadı.
Bu öyle bir insani faciadır ki hiçbir sayı onun boyutunu tam ve eksiksiz olarak veremez.
Kızgınım, bu olup bitenlerin karşısında susanlara ve de utanıyorum: kendimizden!
Gereği gibi bu çığlığı duyuramadığımızdan…
Prof. Dr. Saad Naci E.
Bağdat
2009



KARANLIK THOMAS ÜZERİNE...// Özcan Doğan



KARANLIK THOMAS ÜZERİNE –bir okuma denemesi-

Dil ve edebiyatı merkeze alan sorgulamalar Maurice Blanchot’nun ayrıksı dünyasına uzanan yolu inşa eden en önemli araçlardır. Blanchot Karanlık Thomas’da bu ayrıksı dünyanın en yetkin örneğini sunar. Henüz 1932 yılında yazılmaya başlanan ve uzun yıllar sonra tamamlanan bu eser, edebiyatın ve bir yönüyle felsefenin doruk noktasını oluşturur.
Suyu görmekle başlıyor her şey, suyu görme biçimiyle. Kazanılmış konvansiyonellerle örülü bir evrenin ötesinde, su ateşten farksızdır. Thomas’yı karanlık yapan şey, devasa bir bütün oluşturan su molekülleriyle ilişkilenme biçimidir. Blanchot’nun art arda sıraladığı sözcüklerle kendini bu akışkan yığının içinde bulur Thomas. Fakat o, denizde olmaktan başka her yerdedir. Blanchot’nun dille kurduğu ilişki, Thomas’da yeni bir evren tasavvuru olarak ortaya çıkar. Böyle bir evrende Thomas, sabit bir noktada sonsuzluğa uzanan bir devinimsizlik halindedir; ya da aynı anlama gelmek üzere, sıfırdan başlayarak oluşturulmuş bir bilinç düzeyinde, her an her yerde, bir insanın yapabileceği her şeyi yapmaktadır.
Thomas yeni bir insandır; ya da kendi evreninde insanlığın ilk temsilcisi olarak varolmaktadır. Onun sınırsız olasılıklar içeren gücü de buradan gelir. Denizde yüzerken ıssız bir çöldeymiş gibi hareket edebilir ya da aniden bir ormanda bulabilir kendini. Bunun nedeni gerçekte ne denizde ne de ıssız bir çölde olmasıdır; varolduğu yer onun dilsel boyuttaki evren algısına göre biçimlenir. Aynı şekilde, katatonik bir beden halinde bulunurken her şeyi yapabilmesi de kendi dünyasının olanakları dahilindedir. Ona bu yeteneği veren şey, yerleşik eylem anlayışı açısından bakıldığında, hiçbir şey yapmıyor olmasıdır; çünkü kendi bedeni de dahil olmak üzere varolan her şey ve bunlardan doğan eylemler, onun bilincini merkeze alarak onun etrafında gerçekleşir. Thomas’nın içinde bulunduğu bu evren, kendi içinde varolan evrene dair sonsuz sayıdaki muhtemel algılamalardan yalnızca biridir. Bu yüzden bu gerçek bir evrendir ve dolayısıyla o, gerçekte okuyucununkine paralel bir evrende yaşamaktadır. Ancak Thomas bunun bilincinde değildir. Çünkü böyle bir bilince sahip olması, diğer evren tasavvurlarından en az biri hakkında fikir sahibi olması anlamına gelir ve bu da kendi evrenini kurgusal hale getirir.
Bu durum, Thomas ile okurun evreni arasında kalıcı bir bölünme yaratır. Bu bölünme yazarın kullandığı dil düzeyinde kendini gösterir. Yazar sudan ya da kitaptan bahsederken, okurun yaşadığı evrene dahil olur, onun evren algılamasına eklemlenir. Fakat, varlığı çevreleyen akışkan bir madde ya da diziler oluşturarak sıralanan işaretler söz konusu olduğunda, yazarla birlikte okur paralel bir evrene geçiş yapar. Thomas’dan farklı olarak, okur düzeyinde paralellik düşüncesi oluşur kaçınılmaz olarak. Çünkü okur, Thomas’nın evrenini kendi evrensel tasavvurunu oluşturan araçlardan yola çıkarak kavrar. Böyle bir kavrayışı sağlayan en önemli ve belki de tek araç dildir. Başka türlüsü de mümkün değildir; aksi taktirde okur, tam bir bilinmezlikle karşı karşıya kalır. Zira böyle bir varsayımda, Thomas’nın kendine özgü bir biçimde algıladığı evren, okurun kullandığı dilin dışında bir yöntemle soyutlanmış olur ve bu durumda Thomas sonsuza dek karanlıkta kalır.
Dil olgusu üzerinden soyutlama işlemi, Karanlık Thomas’yı okur için anlaşılır kılar. Okurun paralel bir evrene kendi dili üzerinden ulaşması ilk bakışta paradoksal gibi görünebilir. Ancak burada paralelliği oluşturan şey, söz konusu soyutlamanın niteliğidir; yani aslında paralel olan şey bir gerçeklik olarak evren değil, Thomas’daki dil olgusunun bu evreni soyutlama biçimidir. Denize giren Thomas suyun varolmadığından kesinlikle emindir ve bu yüzden yüzme eylemi onun için anlamsızdır. Varolmayan şey suyun kendisi değil, suyla kurulan konvansiyonel ilişkidir. Böylelikle paralel bir “su” varlığı ortaya çıkar ve Thomas, su olmayan bir şeyin içinde yüzme olmayan bir eylem gerçekleştirir. Suda oluşan boşluğun Thomas’nın bedenini oluşturması ise bu paralelliğin olgusal alana uygulanma biçiminin bir sonucudur.
Thomas’nın dil olgusu karşısındaki tavrı, onun evren tasavvurunun bir sonucudur. Etrafını çevreleyen tüm diğer şeyler gibi, dilsel kullanım da bu yeni boyuta geçişle birlikte geçersizleşir. Böyle bir boyutta, dilsel göstergeler belli bir temsiliyet sisteminin bileşenleri olmaktan çıkıp başlı başına birer gönderge haline gelirler. Harfler ve sözcükler bu niteliklerinden sıyrılırlar ve Thomas’yı çevreleyen nesneler dünyasına dahil olurlar. Böylelikle herhangi bir varlığın uyguladığı etkiye benzer bir biçimde, bu nesneler Thomas üzerinde etkili olurlar ve Thomas yazı tarafından okunur. Bu okunma eylemi, söz konusu etkiye karşılık oluşan tepki ve eylemlerin Thomas’nın bedeninde yer edinmesi şeklinde gerçekleşir: Thomas karşısında gördüğü varlıkların kendisi üzerindeki eylemleriyle mücadele eder; bu mücadele içerisinde dil kendini gerçekleştirir ve bunun sonucunda anlam ortaya çıkar.
Thomas’nın geliştirdiği bu tavır etrafını çevreleyen her şey için geçerlidir. Bu nedenle, Karanlık Thomas’nın daha ilk bölümlerinden itibaren, Thomas’nın yaşadığı bu özgün dünyaya adım atarız ve metnin bütünü boyunca bu dünyada geziniriz. Nesneler, kişiler ve olaylar Thomas’nın özgün bakış açısıyla algılama alanına düşerler. Bu durum, olgusala yönelik alternatif bir yaklaşım olarak ortaya çıkar: Bir insanın sergileyebileceği bütün ruh halleri aynı anda bedeninde yer edinmekte ve gizil olarak her an tekrarlanmaktadır; yürüme eylemi, bedeni ayakta tutan uzuvlarda gerçekleştirilen çeşitli işlemlerdir; insanın yaptığı her şey, kendisine eklemlenen ellerin yaşam biçimini oluşturur; kendisiyle özdeş ve durağan gibi görünen bir nesne, gerçekte sonsuz bir hızla değişmektedir: Anne, kendisi olmaktan vazgeçmeden durmadan değişir.
Thomas’nın bizim dünyamız karşısındaki tutumu kimi zaman bir tür “yabancılaşma” örneği olarak görülebilir. Fakat bunun anonimleşme ya da kişisizleşme gibi bir anlamı yoktur. Burada, mutlak olmayan bir dünyanın yadsınmasıyla başlayan ve buradan çıkarak başka olasılıklara yönelen bir uzaklaşma söz konusudur. Thomas yerleşik algıdan uzaklaşmış ve çevresini sonsuz varyasyonları olan bir olasılık üzerinden algılamaya başlamıştır. Fakat niteliği ne olursa olsun, işleyiş kazanan bu olasılık dış evreni şu veya bu şekilde karşılar. Bu açıdan bakıldığında, Thomas’nın suyla kurduğu ilişki patafiziktir ve yukarıda sözü edilen yabancılaşma görüntüsü, okurun dünyasıyla Thomas’nın patafizik evreni arasında oluşan mesafenin bir ürünüdür. Okur serin bir denizde yüzerken, Thomas etrafında devinen yoklukta hareketsiz kalarak yol alır.

Özcan Doğan
DEFTERDEN: Özcan Doğan dostumuza Blanchot'un bu önemli yapıtı üzerine kaleme aldığı irdeleme yazısı için 'borges defteri' olarak teşekkür ediyoruz...


Samimiyet Parodisi ya da İronik Strateji // Bayram Balcı



İnsanlardaki şu içtenlik parodisi, samimiyet buhranları, bir şeyi, bir durumu durmadan değerlendirmelerindeki sevgisizlik hali. Kendisiyle anlaşamayan ne çok “ben”ler var. Haysiyetini yitirmiş bir ülkede, şuura bir bıçak gibi saplanan, kudretin çaresizliğiyle çürüyen “ben”ler arasında, şahsiyet neyi ifade edebilir ki. Günaha bulaşmak bir çare olabilir mi. Kaçılabilir mi günahtan. Ne ki artı-değere teslim olmuş insanlığın yarattığı tüm bilimsel değerler sistemini kısaca ve kabaca belki haysiyetsizlik olarak açıklamak mümkündür. Tabii ki, her şey, bir şeye karşı koyduğu için yaşar. Ne saçma bir düşünce biçimi. İşte ben, her şeyin karşı koyduğu o şeyim. Hem zaten insan zihnini ütopyasız, mitolojisiz (efsanesiz, destansız) bırakmak, bedeni susuz bırakmaya benzer. Günah bedenin susuz bırakılması değil de nedir? İnsan zihni belki de bütün canlı zihinlerinin bir toplamıdır ve bu yüzden bir yandan artı-değer üreterek kendini ve dünyasını ve geleceğini mahvederken, bir yandan da mitolojiler arasında geleceğini arar. İnsan zihninin bu zenginliği sadece matematik-analitik zihniyet değildir elbette. Milyonlarca canlı zihni nasıl matematik bilmezse onların toplamı olan insan zihni de matematiğe mahkûm edilemez. Kaldı ki, matematik ilk icat edildiğinde bir Sümer uygarlık buluşudur ki, asıl işlevi de artık-ürünü hesaplamakta kullanılmıştır. Günümüzde neredeyse insan mantığı bir hesap makinesine dönüştürüldü. Peki, milyonlarca canlının zihnini, hatta atom altı parçacıkların hareketini, ölçüye gelmeyen astronomik büyüklükleri nasıl ve neyle kavrayacağız? Matematiğin gücünün bu mikro ve makro evrenlere yetmediği açıktır. En azından kapıyı yeni anlam yöntemlerine açık tutmak gerekir ki, kendimizi peşinen dogmalara boğmayalım. Ama şu küresel krizler içinde insan boğuluyor ya da şöyle daha doğru; insan kendini boğuyor. Değil mi ki, intihar ettiğinin tek farkında olan canlı insandır. İntihar engellenemez bir süreçtir. Başlar ve biter. Bitiş yok olmaktır. Yine de canlıların sezileri küçümsenemez. Ne varsa yaşam adına o sezilerde gizlidir. Bu sezilerin makro ve mikro evrenlerden bağımsız oldukları da söylenemez. Seziler dünyasının evrenin temel bir özelliği vardır. Mitoloji bu seziler evrenini kavramada pek de değersiz sayılamaz. Belki de en az bilimsel yöntem kadar evreni kavramamıza da katkıda bulunabilir. Ama tabii ki, benim şimdi şu anda hakikati söylemek gibi bir iddiam yoktur. Hakikat belki de hiçbir işimize yaramayacak bir şey de olabilir. Ki, ben zaten hakikatin ne olduğunu da bilmiyorum. Şu kalabalık sinema salonunda kendimle konuşarak, daha doğrusu kendimle kavga ederek beklerken, birden farkına vardım ki; kadir-i mutlak tanrının da hakikati bildiğinden pek emin değilim.

İnsan hep kendisiyle didişir. Ben de işte böyle kendimle didişirken birden kimi gördüm dersiniz, nerdeyse günah kadar genç, gözlerini bana dikmiş, bakan bir kız. Gülüyordu. Bir grup şairin portresine gibi sanki, bakıyor ve gülüyordu. Yine bir sanat erbabına daha çaktık işte diye düşündüm. Sırrımı ele geçirmek istiyor, bana bakıyor, beni düşman bir dünyanın tam da orta yerinde çırılçıplak, savunmasız bırakmak istiyordu. Sartre’yi hatırladım. Başkasının bakışının taşıdığı güç karşısında, bakanın bakılana verdiği dehşet duygusunun içinde sakince çırpınıyordum. Oldum olası şu gala türü şeylere hem gitmek isterim, hem de yalnızlığın beni bunaltacağını bilir gitmek istemem, ama giderim yine de. Giderim ve oralarda kendimi daha çok bütün gün evrak temize çeken bir “kağıt faresi” gibi hissederim. Devuşkin gibi yani. Herkes gibi olmamak, herkes gibi oynayamamak, ve göründüğüm için kendimi beter hissetmek boğucu bir duygu bunu biliyorum. Tam da galasına geldiğim filmin afişinin asıldığı olduğu panonun yanında, duvara sırtımı dayamış, avucumda tuttuğum içi boktan bir şarapla dolu plastik bardakla oyalanırken, Raskolnikov’u hatırladım birden. Aylak Adam C’yi belki de. İroni orta sınıfa özgü bir stratejidir. Bazı stratejilerin içinde saklı bir trajedi de vardır. Ama duvarın ötesi ölüm olabilir mi hiç? Cicili, bicili hanım hanımcık kadın ve erkeklerin doldurduğu bu salon, benim için ölümün ötesi değildi.

Sırtımı dayadığım duvar sallanıyor gibiydi. Hayat gerçekten de büyük bir boşluk. Sayfaları boş ya da kargacık burgacık yazılarla doldurulmaya çalışılan dev bir ansiklopedi. Bunca kalabalığın arasından, insanları ite kalka gülen iki kocaman gözün, bana doğru geldiğini fark ettiğimde ise artık her şey için çoktan geç kaldığımı hissettim. Pervasızdı. Taze bir günah gibiydi. Gelip burnumun dibine sokuldu. Patetik bir yanılgı olabilirdi belki benimkisi. Hamamböceklerinin arasında boğulmuş da olabilirdim. Apaçık bir duyarsızlık içindeydim yani. Burnumun dibinden birden, “hadi gel birlikte Tutunamayalım” dedi, fısıldıyordu, onun bir yılan olduğunu ossaat anladım.

“Beni ölümden öteye götürebilir misin” dedim. Filmi izleyip izlemeyeceğimi sordu. Dilinin, konuşurken ağzının içinde nasıl yuvarlandığını izledim. Kalbimde ağır bir yük vardı. Gerçekten bir yılan olduğunu hissettim. Yanılmak benim şu koca dünyada en sahici hissimdir. Yanılmak benim kaderimdir. Ama oynarken özgür olmak asla mümkün değil. Tanrının yasasına karşı gelmek için canına kıyan Kirilov’un dünyasına “hoş geldin” dedim. Bir kumarbaza benzediğimi söyledi, ya da ben öyle sandım. Ama kulaklarımda “alçaksan sonuna kadar gitmelisin” cümlesi çınlıyordu. Bir hamamböceği, bir vida, yakılmış bir kibrit çöpü olmaktansa alçak olmak iyidir diye düşündüğümü sanırım bilmiyordu. Taze, genç bir günah. Sadece gülüyordu.

Daha iyi bir ahlak olup olmayacağını boş yere düşünüyordum ki, taze ve diri “Filmi izleyecek misin?” diye ikinci kez sordu. Şuuraltımın çığlığını duymuş gibi bakıyordu bu kez, tam gözlerimin içine. Murdar halimize güldüm. Gülmem sinirlendirdi sanki onu. Elindeki plastik bardaktan boktan şarabını sonuna kadar içti. Sanatın “piyasa yapması” elbet bir tezat ve hatta rezalet. Paylaşmakla piyasa yapmak arasındaki o narin çizgi, modern dünyanın yegâne açmazı. Sırnaşık, yılışık kaldırım fahişeliği. Tiksinç, tiksinç olduğu için de cezp edici. “İçi öfke dolu çekilmez bir insanım ben” dedim. Cümlemi bitirir bitirmez suratıma bir tokat gibi konuştu: “Yeraltından Notlar’dan fırlamış gibisin.” Hayır diyebilirdim, daha çok Aylak Adam’ın C’si olduğumu söylemek isterdim elbette. “Ama, Gorçarov’un uyuşuk, bezgin, hayalperest beyzadesi olmak isterdim” dedim. Bunu öylesine, sadece gülelim diye söylemiş olabilirim. Gülmedik. Çünkü artık gülmek yalanı gizleyip, hakikati açığa çıkaramıyordu. Varoluşumuz bir hastalıktı çünkü. Yalan bizi kurtaracak gücünü yitirmişti. Kibir bize göre değildi. Koluma hafifçe dokundu. Birlikte kıkırdadık. Zebercet ile Raskolnikov, C ile Devuşkin, Aleksiyle Bazarov hatta ve hatta hani şu bir böceğe dönüşüveren Gregor Samsa ile Selim vd.leri. Bunlar aslında hep aynı kişilikler. Aynı kişiliklerin başka başka hayatlar içinde karşımıza çıkış durumları. Bir dejavuuuuuuu gibi yani. Sürekli tekrarlardan oluşmuş bir haleti ruhiye. Şimdi şurada, burada, bu siktiri boktan galada, ne işimiz var ya bizim, diyen şuuraltımızda yaşanan bir durum. Daha önce yaşamışlık hissinin o geri zekalı ahlaksal paspası aklın. O zaman bizi kimse bir yere götüremez ki. Hem sevmeyip terk etsek bile, ya sevgimizin fazlığının ve sahiciliğinin bazılarının kıskanç dürtülerini zorbalaştırması sonucu sokağa çıkmak, terki diyar etmek zorunda kalsak bile, şu lanet şuurumuzu ne yapabiliriz ki? Elimi avucunun içine aldı. Parmakları buz gibiydi. Ölü gibi kayıtsız İnsancıklarız işte. Başka da bir şey değil.

Sinema salonundan çıktığımızda ikimizde hafiflediğimizi sandık. Kendimizi bu dünyadan dışlanmış hisseden iki Mışkin’dik yani. Koluma girmişti. Kolumdan çıkmasını bekliyordum. Hayır, ben asla günah işlemeyecektim. Eve gidecektim. Evde kendi günahımı sevecektim. Kaldırıma daha henüz adım atmaya hazırlanırken, “Sanat şen midir?” diye sordu. Liberal umut işte. Bat dünya bat. Rezil olmak güzel. Reklamcı şairlerin ekmek kavgasına yenilmişlikleri. Dön dünya dön. Dün dündür, dön ulan dön. Küresel umutların yıkılan beteri. “Ne desem yalan olur şimdi” dedim. Hayır, amacım konuyu geçiştirmek filan değildi. Dil duyguları kirletir. Kelimeler insana ihanet eder. Sahici olan bir şey varsa belki, o da esaslı bir bakma halidir. Ama ne var ki, görünmek de artık bir azap. Hem insan görünüyor olmamak için giyiniyor olmasın sakın? Mahrem yerlerini, şuuraltının çıplaklığını gizlemek istiyor belki. Bizimkisi proleter bir trajedi. Ya da sınıfsızlaşmış entelektüellerin belirsizlik içindeki durumu. Yine de yeni ve asla şimdiye kadar söylenmemiş bir kelime söyleyebiliriz birbirimize. Ya da herkesin ağzında bilmediği bir dilde bir kelime olabiliriz. Lakin gerçek şu ki, artık harflere bile kimlik soruyorlar bu ülkede. Her köşe başında harflere kimlik soruyorlar. Açıp yaralarımızı gösterecek takatimiz bile kalmadı artık. “Kelimelerin kimliği yok mu yani” dedi. Belki vardır. W’nin bir kimliği vardır belki. Ama ben kimliklerle ilgilenmiyorum ki. Bir taşa bile bir kimlik verebilir insan. Toprağa, havaya, kuşa, boktan şeylere, her şeye bir kimlik vermişiz. Ama bunun kime ne yararı var. Her şeye bir kimlik vermenin bu dünyaya, hayata, evrene katkısı nedir? Bu dünyanın bizden önce, biz ona “Dünya” demeden önce bir kimliği var mıydı? İnsanın bir kimliği var mıydı? Ama artık birine Ahmet dediğimizde sokaktaki biri bize dönüp bakabiliyor. “Senin adın ne?” dedim. “Günah” demesini bekliyordum. Durdu. Duruşunda bir sertlik ya da dikkat çekmek durumu elbette ki yoktu. Onunla birlikte ben de durdum. Ağzının ta içine bakmaya başladım. Ne söyleyecekti acaba. “Adın ne?” diye sordum ikinci kez. Hiç, gayet doğal, sanki bakkaldan bir paket sigara istermiş gibi, “Şeytan” dedi. Ben Günah demesini bekliyordum. Şaşırdım elbette. Ama olabilirdi, Şeytan’ın bile sinema salonlarında, galalarda yapacak işleri olabilirdi. Şaşkınlığım bunun için değildi. Ben ilk karşılaşmamızdan beri onun Günah olduğunu düşünmüştüm çünkü. Şaşkınlığımın nedeni buydu. “Ben Goethe’nin dediği gibi inkâr eden değil, zıddına giden tinim” dedi. Sanki beni tarif ediyordu. Zıddına gitmenin hiç de ahlaki bir şey olmadığını söyledim. Aldırmadı.

Ben de aldırmadım. Yürümeye başladık. İçten içe kızın kıkırtısı geliyordu kulaklarıma ve bu benim dehşetli sinirime dokunuyordu. İçimden az sonra ben bu kızı öldürebilirim diye düşünmeye başlamıştım ki, “mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın vardır” dedi. Tamam işte diye düşündüm, biraz sonra da aşk üzerine ahkam kesmeye başlayacak. “Evet” dedim, “artı değer sorunu erkek avlanırken, kadının çocukları ve avsız geçen günleri düşünerek, mağaranın bir köşesine erzak stoklamasıyla başlamıştır” dedim. “Sonra mağaranın bir köşesindeki artı değeri fark eden kurnaz erkek, elbette buna el koymuştur. Yani bence bugün bir sömürü ve kölelik düzeni varsa, bunun müsebbibi mağaradaki kadından başlıyor” dedim. Çünkü kilercilik mantığının tarihsel kökeninde kadın vardır. Şapkasını üç kez havaya doğru fırlatıp tekrar yakaladıktan sonra; “Erkeğin iğrenç kurnazlığı bu post modern çağda bile hala devam ediyor ama” dedi. Hiç de gerek olmayan bir tartışmanın içine çekildiğimi hissetim. Oysa ben eve gidip uyuyacaktım. Hem on milyon yıl önce neler olup bittiğinden bana neydi ki… “Kadın yaşamın merkezini temsil eder. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kadının doğurduğu çocuk ve göbekbağı yaşam zincirinin son halkasıdır” dedi. Kendimi işte o an kadının bir eki ve uzantısı olarak hissettim ve gerçekten bu zoruma gitmişti. “Kadının doğası kendine karşı daha güvenliyken, erkek adeta yerinde duramaz. Erkek kadının etrafında dönen bir bela gibidir” deyince ben zıvanadan çıktım iyice. Az sonra kumarbaz Aleksiy gibi bana bir solucanmışım gibi davranın bu kızı boğabilirdim. Raskolnikov gibi insan olduğumu kanıtlamak için kan dökmem gerektiğini hissettim. Beni inciterek gururunu kurtarmak isteyen bir şeytandı bu kız. Yine de sakinliğimi korudum. Söylediklerini hiç umursamamış gibi, “Ben edebiyatın alçak kahramanlarını severim. Öğretici olan da onlardır” dedim. Cemil Meriç, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Dostoyevski, Kafka… bütün bunların yarattığı o alçak kahramanlar bir bir zihnimde uçuşuyordu o an. Bu kıza bir şeyler anlatabilmek için illaki bir Zebercet olmam gerekmiyordu elbette. Çünkü ve elbette biliyordum ki, fiziksel oluşum gereği kadındaki duygusal zeka, biz erkeklerden daha güçlüdür. Ve bu nedenle kadın mağaranın bir köşesini kilere dönüştürmüştür. Duygusal zeka yaşamdan kopmayan zekadır. Empatik ve sempatik bir zekadır. Bizlerde gelişkin olan analitik zeka dünyamızın içine etmiştir. Bir erkek asla ve asla yaşamın ne olduğunu bir kadın kadar anlayamaz. Bütün bunları elbette biliyordum. Biliyordum bilmesine ama bu kızın yanında yine de kendimi Nippur’da “musakkatin”in rahibi gibi hissediyordum. Buna rağmen utanmıyordum. Utanmıyordum ve bu beni gerçekten utandırıyordu. Bir yolunu bulup bu şeytandan kurtulmalıydım. “Bak” dedim, “izlemediğimiz o filmin yönetmeni benim arkadaşım, tersine bir yolculuk filmi o film. Klişeleri yıkıyor. Kadın şişko bir Türk, âşık olduğu adam ise kel bir Kürt. Öyle jönler mönler yok o filmde. Ve eğer izin verirsen ben de şimdi tersine bir yolculuk yapacağım” dedim. Nereye gideceksin diye sormasını beklerken, vedalaşmak için elini uzattı. Açıkçası biraz da korkarak ve çekinerek tuttum uzattığı elini. Tokalaştık. Elleri tıpkı sinema salonundaki gibi yine soğuktu. Tam ağzımı açıp “seni tanıdığıma hiç sevinmedim şeytan” diyecektim ki, lafımı ağzıma tıkadı. “Nereye gideceğini biliyorum” dedi. Bilirsin elbette, çünkü sen şeytansın. “Anayurt Oteli’ne gideceksin değil mi?” diye sordu. Yumruklarımı sıktım. Zor zapdettim kendimi. “Evet” dedim, “orada HİÇ’le buluşacağım.” Şaşırdı. Karşılaştığımızdan beri ilk kez şaşırdı. Bu beni mutlu etti. “Görüşürüz sevgili şeytanım.” Ne de olsa insanların çoğunun samimiyeti aslında bir parodidir. Ama ayrıldıktan sonra anladım ki, şeytan olmasına rağmen, siz nasıl ki HİÇ’in kim olduğunu bilmiyorsanız, o da bir şeytan olarak HİÇ’i bilmiyordu işte. Aramızda geçen aşk tartışmasını bilerek kasıtlı olarak size yazmayacağım. Belki sonra yazarım. Çünkü, sonuçta mutlu değildim, ama kendimi iyi hissediyordum. Eve gidip uyudum.




Bayram Balcı


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***