Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Cennette Kaos Var/ Sufi - 1



Cennette Kaos Var!

Bin Merhaba Defter,
Ayrılık uzun sürdü,
Uyandım, yolunda olmayan bir şey var dedim!
Neyin var? Dediler.
- “ Artık yalnızca uyku beni terk ettiği zaman uyanacağım ve ancak
uyku bana geldiğinde “uyuyacağım”, dedim. Ah, keşke demez olsaydım.. ilk Asu ağladı..sonra Annem.
Aylar oldu, üstelik hiç yoktan oldu, o uyuku bir türlü gelmedi! Tanrı şimdilik buralarda kaos var oğlum, sakın gelme, dedi! Çabanın kendisi mi engel oldu, yoksa Tanrı’nın kendisi mi? Mektubum Cebrail Melek’in yok cebinde duruyordu, ta ki “gerçek ileri sürldü mü yanlış bir karar alınmaz” sesi yükseldi. Ne mi yapmıştım? Tanrı’ya Annem’i göstermiştim, o gerçeklerin en gerçeği!

Gerçeğin ne kadarına, ama en çok :
Bir Annenin göz yaşına Tanrı bile dayanamaz..

Ran filmini hatırlarsınız sanırım.

Akira Kurosawa’nın baş yapıtlarındandır.
Bilge bir sinemacının yaşam, ölüm terazisinde sıralanan unutulmaz sahneler.
Her insan Öz’ün eşsiz bir bireyselleşmesidir ve herkes için Tek Bilinç’te, insanların kendi idrak düzeylerine göre farkına vardıkları kusursuz bir plan vardır.
İçine sürüklendiğim “durumun” hiç bir evresinde cesaretimi yitirmedim. Cesaretini yitiren insan ne olacak peki? Cesaretini yitiren insan yalnız olmadığını, herkesin şu ya da bu şekilde düş kırıklığına uğradığını anlamalıdır. İnsanoğlu, her zaman kendisi için en iyi olanı bulamaz. Üzülmeyin, düş kırıklığı sık rastlanan bir sonuçtur.
Ne diyordu Mecnun?
“ Korkmuyorum.
Bugünü yaşıyorum.
Geleceğin ihtiyaç duyacağım her şeyle donatılacağına güveniyorum.
Tanrı’nın orada olduğunu bilerek her günü, geldiği gibi karşılayacağım.”
Şimdi iş zorlaşmaya başladı işte, çünkü hiçbir şey kalıcı değil.
Kibrit kutusu kuramı gibi, dizersin düşünceyi, sonra yıkarsın, çünkü Varoluşun tümü anlıktır.
Abartmayın, lafı uzatmayın, bir nefes uzaklığındasınız Yaşamın, ya da Ölümün!
Ne sanıyoruz? Tam buradan, bu açıdan bakıldığında hayal kırıklığı söz konusu değildir.
Neden mi? Çünkü kumun üzerinde, bir dalga kadar gücümüz var. Kum orada işte, kaç milyon yıl geçti o ilk kum masalı üzerinden?


Edebiyat tarihinde Irmak deneyimi denilen bir olgudan söz edeceğim.
Baş mimarı H.Hesse’dir. Bilirsiniz en az Borges kadar severim onun tüm yapıtlarını, okumayanlar için önerimdir, öreneğin bir daha okusunlar onun Siddhartha adlı kitabını, sanrım artık onu çok iyi anlayabiiliyorum.
Aynı deneyimleri yaşadım.
Dolunayla umudu, güneşi, gün batımını düğümlemekten söz ediyorum. Felsefenin en uç “seyir defteridir”, binlerce sayfanın muğlak, yer yer aşılmaz, anlaşımaz, basit, zor, ilkel görünen kuramı, kuramlardan söz etmiyorum. Ne olur mesela bir günlüğüne “divane” olun. Bir Irmağa aşık olun! Çok şey ortaya çıkacak. Çünkü siz ve umut ettiğiniz her şey birer Irmak olarak karşınıza çıkacak. Katılık anlamını yitirecek, sizi ezen, karşısında eziklik duyduğunuz “şeyler” akışkanlaşacak ve o zor sandığınız süreçler göz+yaşı gibi süzülüp gidecek..
Bizim, bizlerin çamurlu sularda işi olmaz. Kimi yöntem ve sığındığımız metod ve düşünceler de tıpkı o çamurlu sular gibidir. Bize her şeyin gerçekliğine ilişkin görüş vermez . Bizleri zamanın, ölümün ötesine asla götürmez. Bu tarz düşünceler günlük zorluklarla başa çıkamayacak yüzeysel insanlar için çok faydalı bir araçtır.
Dönün bakın çevrenize, tahmin edemeyeceğiniz kadar çoğaldılar son zamanlarda. Psikiyatrların kapılarını en çok onlar aşındırıyor. Çünkü psikoterapi onlara sadece bütünlük değil, belirli bir birliktelik de veriyor. Onları bohça halinde bağlar kendi dünyalarına, evlerine sepetler, gönderir. Terapist mutlu, Siz mutlu. Ama kazın ayağı hep öyle mi görünüyor?
Onlar hala dağınık, dalgın düş kurbanları olarak zor+bela aramızda yaşarlar, yaşamaya çalışırlar. İçlerinde hiçbir şey kristalize olmaz, hiçbir ruh doğmaz. Mutlu olamazlar, yalnızca daha az mutsuz, daha az hüzünlü olurlar.
Sahiden hüznün kabullenmesi için bunca çabaya ne gerek var?
Eğer bir kişi için içsel büyüme bir anlam ifade etmiyorsa, bundan Jung ve Freud’a ne?
Bilim deriz, dokunulmazlar arşivine alırız. Peki öyle olsun. Bilim karşısında boynumuz, boyumuz kıldan incedir, zaten yeterince “inceldim”!
Olduğu haliyle her şeyden hiçbir şekilde tatmin olmuyorsan, ancak o zaman arayışa girersin, ancak o an akıp gitmeyi istersin, ancak o zaman kendini çamurlu sulardan çıkarmak için ikna edersin.
Bilinç ve Bilinçaltı tehlikleli bir şey. Belki boyadan yoksun tabelasına “değmesin” ibaresini düşmeliyiz. Hele gevşeme durumunda hiç yaklaşmayın o bulutlara. Bazen “sıradan” yaşamak güzeldir, tatlıdır, yaşamımız her ne kadar disiplinli olursa olsun ara sıra bu gevşemenin beyhudeliğine kapılmamızda fayda var, jm’nin güzel bir ifadesi var: “ melul-avare ruh seansı” der bu duruma. Bunu ilk defa denediğimde birlikte yaşadığım insanlar çok şaşırmıştılar, çünkü onlar hep disiplini bir Sufi’ye alışkınlar.
Jung bilinç ve kollektif bilinçaltına çok gitti! Bu çamurlu suyun dibini karıştırmak gibidir .
Tam tersi Assagioli benim gibi şu bilinçaltı meselesinden bunaldı,o da tam tersi bir ve de aşırı bir yol izledi, tuttu psikosentezi icat etti. Analiz yerine sentez uygula işi kökünden bitir.
Bu naçiz kulunuz “Cennette Kaos Var”, derken etrafımızı saran budalalıklara işaret etmek istedim.
Budalanın psikolojisi ne analiz, ne sentezle ilgilidir sevgili dostlarım.
Ne hastalık, ne depremler insanı öldürmez. Budalalık götürür.
Zihnin dışına götüren durum, eylem, seçimlerden seçimdir. Sevgili Ferhan Şensoy’un kulakları çınlasın bu D.A.Porta gecesinde, ne derdi bu duruma? “Seçim değil güzel kardeşim Sıçım var.”
Hani şu bedbaht zavallı gençliği cehennemlerin en reziline hazırlayan ecstasy durumu gibi..
İngilizce bir terimdir anlamı budur: Dışarıda durma. Zihin içinde çalışmaya süresiz ara verme girişimi.
Zihnin dışında dururken zihnin tüm sorunları yok olur gider. Neden?
Çünkü zihnin kendisi yok olur.
Aman, siz siz olun, önce sağlığınıza, sonra umutlarınıza sahip çıkın.
Yoksa durduk yerde ömrünüz “tırtıklanır”. Bunun adı “bilgi” değil, sadece kendinize acımasız davranmayan ne olur,”ilgidir” ilgili makama seslendiğim.

Muhabbetle,
(devam edecek..)
Sufi.


Hoş Geldin Yaşam!...




Özlemler, gözlerde süzülür gider...
Bu gönül böyle susuz yürümez, yürümüyordu ey sufi...
yel olur gider
sel olur gider
tanımaz gündüzü geceyi
gün doğar gider ay çıkar gider
yerleşir yüreğin tanrısal tahtına
umutlar sonsuza çağlayıp gider...

işte sözcüklerin sessiz aşiyanı,
ve SEN

Sevgiyle,
Coşkuyla

Defter'in


Tarantino Sineması: Kill Bill Üzerine Bir Yorum


Quentin Tarantino


Filmleri:
(Kill Bill Film Müziği: Radio Poem
Sayfasında (www.radiopoem.blogspot.com.)
Kill Bill : Volume 1 (2004) Yönetmen ve senarist Kill Bill : Volume 2 (2003) Yönetmen ve senarist Jackie Brown (1997) Yönetmen ve senarist From Dusk Till Dawn (1996) Senarist ve oyuncu Desperado (1995) Oyuncu Four Rooms (1995) Yönetmen ve senarist oyuncu Pulp Fiction (1994) Yönetmen ve senarist oyuncu
Reservoir Dogs (1992) Yönetmen ve senarist oyuncu.

* * *
Kill Bill salt proje aşamasındayken bile akıl alan, aort çatlatan cinsten bir filmdi, kim derdi ki gerçekleşecek, önümüze soğuk bir servisle sunulacak! Ama oluverdi işte. Bizler de; tıpkı geçmişte Scorsese, Kubrick, Antonioni, Tarkovsky gibi isimlerin yeni yetmeliklerine şahit olan, daha sonra da aynı isimlerin olgunluk dönemi kahvelerini sefa ile içen bir jenerasyon gibi, çok büyük bir adamın çocuksu olgunluğuna Kill Bill ile erdik… Bu “erme” sırasında içinde fesatlık taşıyan bir adet bile hain varsa, gemiden insin…
Hali hazırda iki filmi de izlemişken akla kurt düşürmeden ve fazla analize girmeden ikisi hakkında da görüş beyan etmek, Tarantino’yu ondan habersiz kardeş bellemiş bizlerin asli görevi elbet. Bir kere “neden bu film sadece projeyken bile bir olaydı” onu açıklamak, gerekirse üzerinden bir kaç defa geçmek gerekiyor.
Bunun asli sebebi elbette uzun zamandır sessizliğini koruyan yönetmenimizin yeni bir film fikri ile karşımıza gelmiş olması. Ama buna ek olarak peşinden sürüklediği olguları peş peşe saymak, onları bir cümle içinde kullanmaktan çok daha etkili. Bunlar neler derseniz hemen; Uma Thurman, David Carradine, Michael Madsen, Japonya, Çin, Kung - Fu, Katana, RZA, Lars Ulrich, Robert Rodriguez, Japanime, Bruce Lee, Game Of Death v.s gibi küçük (!) çaplı bir toplu gösteriyi sunuveririm huzrunuza. Bu öğelerin Tarantino’nun hayatında ne denli mühim noktalara nokta atışları yaptığını da yönetmenin en az filmleri kadar olaylı başarı öyküsünü bilenler bilir. Ama bundan bihaber olanlar için bile yeter derecede ikna olma sebebi değil midir bu ölümcül isimler?
Tamam, bunları zaten biliyorduk.. Hikaye açıklandıktan sonra ise bu hikayeyi izlemek için bekledik bu kez… Dört yıl komada yatan The Bride; Deadly Viper Assassination Squad ve komada kalmasının müsebbibi olan yılanın başı Bill’den öcünü almak için yola çıkacaktı. Kendisini ve karnındaki çocuğunu mahveden adamdan; Bill’den, öcünü tüm ekibi öldürerek almalıydı nam-ı diğer Black Mamba. Hikaye gayet bildik, gayet tanıdık. Peki bizdeki bu merak neden? Elbette filmde kullanılan öğelerden, elbette filmi işleyenin Q.T olmasından, elbette onun “saygı duruşu” anlayışının basitçe taklitçilik olmamasından, onun şahane müzik zevkine olan güvenimizden ve elbette ekibin diğer üyelerinden kaynaklanıyor bu merak. Bu da Kill Bill’i başlamadan bir numaraya çıkaran bir durum tabii…
Tam da burada apayrı bir meseleye değinmek isterim… Çeşitli cenahlarda bir nevi “siz anca Tarantino’yu bilirsiniz zaten…” söylemine yakın angutça sesler yine yükselmeye başladı filmle birlikte. Hoş bunlar adamcağız Cannes’da Altın Palmiye’yi cebellezi ettiğinde de piyasaya çıkmış, kafa şişirmişlerdi (hatta Pulp Fiction gösterilirken salonda kıçını yırtan kadının hikayesini hala duyarız). Bir şeyde anlaşalım… Tarantino her şeyden evvel izleyicidir. Sinefildir; film izlemeyi izletmeyi sevendir, iyi bir film izlediğinde size telefon açan arkadaşınız gibidir, ya da sinemada bok varmış gibi çekirdek çıtlayan yanınızdaki izleyiciye siz “hişt!” derken size destek çıkan arka sıradaki izleyicidir o… Bunu kabullenmemek için de hiçbir sebep yok zati. Ayrıca, hiçbir zaman bir dehaymış gibi davranmayan ender mütevazılardandır. Filmlerine bakalım… Rezervuar Köpekleri, hayatında ilk kez sete çıkan, kameradan 35mm film şeridinin akışına hakimiyet gösteren birinin heyecanını, yeteneğini ortaya koyar. Hemen peşi sıra gelen Pulp Fiction; Tarantino’ya karşı cephe alan kimselerin hepsinin adını ezbere bildiği filmlerin damıtılmış halidir (bu yüzden dünyanın en manasız feryadıdır bu güruhun feryadı). Hem hikayesini anlatır, hem de sinema tarihini kendine göre yorumlar hürmetşinas yönetmenimiz. Bunun ne denli büyük bir iş olduğunu anlatma gereği bile duymuyorum.
Daha sonra ki senaryolarında ve filmi “Jackie Brown”da performans düşüklüğü yaşadığını söylemek için hemen ortaya kendini atanlar olur. Ancak bilmezler ki yazdığı her senaryo (belki Four Rooms’daki hariç) ve çekmiş olduğu Jackie Brown; hem tıkanan Avrupa Sinemasının yeni örneklerinden, hem de saf Amerikan sinemasının öncülerinin çoğu işinden aşağı kalır işler değillerdir. Burada devreye kötü taklitler girer. “Tarantinesk” diye sallama bir tabir, bir janrmış gibi algılanır. Hevesli-hevessiz, akıllı-deli, becerikli-beceriksiz bazı sinemacılar tarafından “Tarantino gibi” filmler yapılmaya başlanır. Bu durumda Cannes’dan beri çenesi kapanmayan Tarantino karşıtları yine türer. Bu kez haklılardır, çünkü ortada fink atan bir sürü andaval, dandik dundik filmlerine kaynak olarak Pulp Fiction’ı, Rezervuar Köpekleri’ni göstermektedir. Hatta bunun örneklerini, düşünenler Türkiye’den de hatırlarlar (isim vermeyeyim şimdi). Öğrneciler, genç kıynaşık sinemaseverler derken ortaya bileniyle bilmeyeniyle garip bir Tarantino hayran kitlesi çıkar. Ama bunda adamın zerre günahı olmadığı gerçeğini bazı zihinler bir türlü anlayamaz. Sadece Q.T’nin yaptığı 3 filmi izleyerek bir yere varılamayacağını bilmeyen hayran bir kısım kitlesi ise kendi halinde devam eder gider.
Anlayacağınız başlı başına bir “gıcıklık ” ve tabiri caizse “hazmedememe” durumu. Peki şeker gibi bir adam olan Quentin efendi ile alıp verilemeyen nedir? Hazmedememe gerekçesi ne olabilir? Ben bunu, edilgen bir topluluğun, kendi arasından çıkıp da allame-i cihan olduğunu ispatlayan bir adama duyduğu haksız bir öfke olarak tanımlayabilirim ancak Ha durumu herkes adamdan nefret ediyormuş gibi anlatmış olsam da sevenlerinin niteliği ve bu nitelikli olanların niceliği hiç de az değil tabi ki (böyle de yalakayım).
Araya sokuşturduğum bu üç paragraflık savuşturma faslından sonra gönül rahatlığıyla yazıya devam edebilirim.
Kill Bill Vol.1 ve Vol.2 için söylenebilecek en önemli şeylerden biri de; iki bölümün taşıdığı bütünlük olsa gerek. Gerek ilk filmin şiddetle örülü estetiği, gerekse ikinci filmdeki olgunluk olsun, her biri tam kıvamında, tam tadında bırakıyor her şeyi. Tarantino’nun kişisel takıntılarını, çeşitli şakalarını ve kafa bulmalarını senaryoya eklerken tutturduğu doz hikayeye asla zarar vermiyor. Misal; Kill Bill Vol. 2′da Bill ve The Bride’ın diyalogları olağanüstü bir özen içermekte. Özellikle çok çok önemli bir karşılaşma öncesinde Bill’in durduk yere Süperman ve Örümcek Adam’ı karşılaştırdığı upuzun bir monologu var. Bu monolog hem çok güzel bir espri hem de dramatik yapıya dolgu malzemesi niteliğinde gerçekleşerek tadından yenmez bir hal alıyor. Bu ve bunun gibi bir çok örneği ikinci filmde görmek mümkün. Zira ilk film, tüm görkemine rağmen; intikam için izleyiciyi ve Bride’ı bileyen bir yerlerde dururken, Tarantino bu tarz diyalog ve kurgu numaralarına fazla başvuramamıştı. Zaten dramatik yapının asal yapıtaşları da ikinci filmle ortaya dökülen boncuklar. Söz gelimi The Bride’ın gerçek ismini, kendisine dört yıl önce gerçekleştirilen saldırının perde arkasını (sanki Arena’yı anlatıyorum), Bill ile olan ilişkilerinin detaylarını hep Vol.2′dan öğreniyoruz. Bu durumda filmin pafta pafta bölünmüş hali de, yine anlatımda önemli bir kolaylık halini alıyor Tarantino için…
Müzik, bu kez de ön planda olması gereken yerlerde gerektiği kadar ön planda ve kusursuz elbet. Ancak filmin beğenmediğim bir geçiş sekansı var ki, orada kusur tamamen ses kurgusunda. Zira Budd’ın (Michael Madsen) karavanında gerçekleşen bir sahne devam ederken hemen bu sekansın peşine bağlanan ve geriye doğru kısa bir zaman atlaması yapan bir sekans iki ayrı müziğe sahip. Bu durumda arada seste gerçekleşen kesinti atmosferde hafif bir kopma yaratıyor (bunu izleyince daha rahat anlamanız mümkün). Bunun haricinde, müziğin ve görüntülerin uyumu özellikle finalde tavan yapıyor…
“The Bride karakterinin yaratımı: Q & U” diye bir güzellik var filmin jeneriğinde. Artık Q.T’nun, Uma Thurman’a ilan-ı aşkı mı denir buna acaba? Öyleyse de hakkıdır deyip faslı kapadıktan sonra Thurman’ın The Bride’a kattıklarına göz atmalı… Boyu posu, endamı her bir güzelliği bir yana; Uma Thurman yeteneğini de tüm bu özellikleriyle birleştirebilen ender oyunculardan biri. Ayrıca Hollywood’dan çıkma en cefakar aktrislerden biri de yine kendisi olsa gerek (inşallah birini unutmadım). Onun Kill Bill’deki performansı için söylenebilecek yegane şey: Kusursuz… Canını dişine takarak canlandırdığı The Bride rolüyle Akademi’nin zerre dikkatini çekmemiş olmasını da zerre umursamıyoruz elbet. Ancak serideki tüm paye onun değil. Vivica A. Fox, Lucy Liu, Daryl Hannah ve Hattori Hanzo rolüyle Sonny Chiba da göze gönle bayram ettiren oyunculuklarıyla adı anılması gereken önemli isimler. Ancak iki adam var ki onlar apayrı tutulmalı.. Biri çiban başı Bill rolündeki David Carradine, diğeri de bu filmde normalden daha az baskın olan bir karakteri, Budd’ı calandıran Michael Madsen. Özellikle Madsen, kariyerindeki diğer kötü adamların tam aksi bir karakteri, bir kaybedeni canlandırırken oldukça başarılı (biz kötü adam severler için onu öyle kabullenmek biraz zor olsa da). Bill rolünde David Carradine ise “abimsin!” deyip, önünde secde ettirecek türden performansıyla karakterini ölümsüz kılıyor elbette. Zaten filmin bir diğer erdemi de burada yatıyor. Filmde The Bride’ın intikam almak için listelediği karakterlerin hepsi dolu dolu yansıtılıyor. Hiçbiri “kof kötü karakterler’ değil. Hepsinin kendi içinde bir trajedisi, kendilerine özgü “haklı” bir mücadelesi ve ahlaki görüşü var. O-Ren Ishii’nin çocukluğuna dair ilk filmde yer alan animasyonu hangimiz unutabildik mesela, aynı şekilde Michael Madsen’in oynadığı Budd, Daryl Hannah’ın canlandırdığı, bir gözünü kaybetmiş suikastçi Elle ve en büyük trajediyi yaşayan Bill de en az The Bride kadar yüreklerde yer eden karakterler olarak akla kazınıyor. Bu durumda bize de günümüzün en önemli anlatım ustalarından birine sarılıp, alnından öpmek düşüyor…
Tüm bunların üstüne hala ortaya kendini atıp, filme ve değerli yönetmenine abik gubik kelamlarla yaklaşmak isteyen varsa, Kill Bill Vol.2 katanasını kınında tutarak sinemalardaki yerini almış durumda. Ancak ondan beklentileri olanlar ise endişe duymadan salona adımlarını atabilirler, asla pişman olmayacaklarını da bilerek…..

Yazarı: Emir Eren


Kirazın Tadı.../ Cemil Atik



Kirazın Tadı
Bir Abbas Kiarostami Filmi Üzerine Deneme
Kuşkusuz insan dramının düşünlük ve eylemlik kategorilerinden birisi intihar; romantikler için yaşama coşkunluğunu da içeren korkusuzluğun, aşkın ebediliğinin manifestolarından birisi olageldi. Her şok gibi bu eylemin de örtülü-açık bir amacı vardı. Kendini öldürme üzerine hemen herkes ya bir şeyler duymuş ya da yazmıştı. Dedikoduların baskın çoğunluğu kişi ya da grupları intihara iten sebepler ve bu eylemden beklentileri dolaşımında ilerliyordu. Kimi filozoflarsa ‘’felsefi intihar’’ kavramı üzerinde sona varmış düzeltmelerle nihai dışavurumlarını yapmak üzereler…

Kiarostami filmi işte bu her şeyin bittiği, logosun noktayı koyduğu yerden bayrağı devralıyor. Schopenhauer’in akli gerekirciliği götürdüğü noktaya kadar takipçisi, o büyük soru anındaysa indeterminist bir tutum belirliyor. Soru yine bize kalmıştır…

Erek peşimize gölge olarak düştükçe çok sessiz gidemez insan. O tanığı arayan bir adamın öyküsü bu; ‘’hiçliğe’’ karışmadan önce zaman dışı bir izlenimi kendi sonsuzluğuna karıştırma fikri, isteği, büyük ‘’arzusu’’ içindeki. Son’un son kurgusu… Açılacağı varsayılan bir kapıdan geçmek, acıyı bitirmek… Bu akıl oyununu bitirmek ister adam, amacı konusunda görünür bir şüphesi yokmuşçasına soğukkanlıdır. Sadece ‘’küçük’’ bir çıkmazda sıkışıp kalmıştır hepsi bu! Onaylanarak yüreklendirilmeye ihtiyaç duyar. Son bir kötülüğü ortaya çıkartacak, böylelikle gerekçesiyle ilintili logosu tamamlayacaktır. Parası ve arazi aracı dışında adam hakkında bilgi verilmez; klasik bir yanılgıya düşmek, adamı zengin ve mutsuz ikilemine sıkıştırmak sahneler ilerledikçe imkânsız hale gelir. Ailesi, geçmişi, inançları hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz bir adamdır bu. Daha çok o sorar tanık adaylarına… Çoktan seyirciyi aracın ön koltuğuna oturtmuştur Kiarostami. Bize buradan intihar olgusu üzerinde daha derinlikli bir düşünme, sorgulama önerisi getirir. Ne var ki bu, kendi başımıza yapacağımız bir iç araştırmadır.

İntiharın da yaşama kararı kadar trajikomik olabileceğini söylemek ister gibidir. Filmdeki tek gülmece iki karşıtlık arasında kalmış insanın psikolojik seçimlerinden doğar. Gülmece, tanık adaylarından yaşlı adamın başarısız bir intihar girişiminden çıkar. Kendini asacakken ağaçtaki meyveye gözü ilişir, uzanır ve tadar onu. Karısının kendisini çağıran sesiyle ölme arzusu iyice uzaklaşır zihninden. ‘ Deneyim atomu’ geri dönüşsüz biçimde yaşlı adamı dönüştürdüğü gibi, benzer deneyin üzerinde söz söyleme hakkını da ona verir. Böylesine belirsiz bir alanda deneyim ( logos ), diğer her alandakilere benzer ağırlığını hissettirir.

Öteye ait bütün kategorik korkular sadece birer örtüdür. Asıl korkunun kaynağı, aklın fantezilerinin, aklın kendisinin üretimi olduğu hakikatinin zihinde bir görünüp bir kaybolmasıyla açığa çıkar; ‘’ beni intihara götüren nedenler nedir, bunların ne kadarı ya da hangisi gerçek ‘’. Dehşetin ‘’öteden ‘’ değil de aklın deneyiminin hakikatinden türediği açıksa, bunun bir gösteri, bir cezalandırma olacağı zihinde görünür olur. Boyun eğen, geri çekilerek kendini yok etmeyi tasarlayan arzu, intiharla kendine karşı umutsuz bir terör eylemine girişir. Diğer arzuları da determine etmeyi düşleyen bir iç plan işler böylesi kendini öldürmede.

…Filmin alegorik anlatım üslubu, göndermeleri, felsefe evreninin temel sorularına işaret eder. Arzu ve istenç duyulmadan yapılmak zorunda, yaşanmak zorunda hissedilen her iş ve hayatın bir tür ölümü hak edip, etmediği sorusundan başlar film, daha ilk sahnelerde. Genç bir askerle özdeşleşen istencini yitirmiş, ölmek üzere olan arzudur. Mesleği yoksulluğundan dolayı seçtiğini öğreniriz. Neden önce genç ve zoraki seçtiği mesleğiyle mutsuz bir asker ile başlarız? Değişim, dönüşüm için gereken istenci genç asker de gösterememiştir, tıpkı filmin kahramanı gibi. Askerde var olduğunu düşündüğü öfkeyi, acıyı Faustvari manevralarla açığa çıkartmayı umar. ‘ Acının altın kınında hasedin hançeri saklıdır ‘ çünkü. Burada ikili, cılız bir umut sezeriz; gençliğin heba edilen gücüne seçimleri sunarak güç katmak, kendi gençliğinin olasılıklarına ağıt yakmak…

Çok cılız bir bitki örtüsünün kapladığı tepelere akşamüzeri araçla tırmanmaya başlarlar. Diyalogların kışkırtıcı muğlâklığı ve tırmanış sahnelerinin uzunluğu, kuru toprağı ezen tekerleklerin çıkarttığı sesler izleyiciyi melankolik bir saplantıya sürüklercesine karşısında çakılı bırakır. Kalbi ezen bir bunaltıya, kahramanın kararının ağırlığına böylelikle tanık oluruz, olabildiğince. İkna yeteneği, gösterdiği çaba olağanüstüdür. İntihar gerekçelerinin tartışılmasına izin vermez. Buraya dokunulmamasında ısrarcıdır. Tanık adaylarının yaşama karşı gösterdikleri yılgınlık, çaresizlik onun larvalarını bırakacağı uygun ruhsal habitatlar olur. Sözlerinin akıp döküldüğü yer hipnotik bir alandır, bunu çok iyi kullanır. İlaç içip bir uçurumun dibindeki kuyuya girecektir. Tanıklarından son isteği sadece söz vermeleridir; arazi aracını ve önerdiği parayı alıp gidebilirler. Ertesi gün buraya gelecek, adamın adını üç kez yüksek sesle seslendirecekler, cevap gelmezse, kuyunun üstünü toprak atarak örtecek, cevap verilirse adamı kuyudan çıkartacaklardır. Yine de araç ve para önerisi geçerlidir. Beklenmeyen olur hep, genç asker yardan aşağı gözle seçilebilecek uzaklıktaki birliğine doğru hızla kaçar.

Afganlı taş madeni işçisi de reddeder onu. Gerekçeleri dinsel referanslar olur. O da bu referansları tanık adayına yansıtır. İranlı bir Türk olan yaşlı adam kendi deneyimiyle açılan bilgiyi ona sunar. Çok küçük bir şeyin, bir tadın izleniminin peşinden yaşam nehrinde akmayı seçmiştir. Bu küçük uyaran onu yeniden var etmiş sayılabilir. Meyve kavramıyla özdeşlik olarak tat, renk, koku başlı başına bir deneyim alanını, onun bilgisini zihne ve bedene taşıyarak, ara bir bölge gibi savaşın tahribatının konuşulacağı askerden arındırılmış bir alan yaratır. Devreye giren ve meyveyle simgeleşen şey aslında, aklın kategorilerinin birinde saplanıp kalmış bir zihni aykırılığa işaret eder. Felsefenin çıkardığı sonuçla sorun bizizdir, bizden kaynaklanır. Bir tatla kolayca baştan çıkartılabilecek arzu, diğer isteğinin şiddetini de soruşturmalıdır. İşte bu soruşturma buralardan felsefi intihar mecrana dek sürebilir. Hakikatte tek bir soru çıkar ve cevabı yoktur. Üstüne yazılıp, çizilenler, tasarı, kurgu ya da sistem kuruculuğa soyunsa da deneyimin gerçekleştiği an’ın sırrını saklı tutar. O andaki küçük bir şüphe tadına bakılmak istenen meyve kadar gerçektir.

Faust gözlerini aracın yan koltuğundaki bize diker; çukurun kenarında onunla birlikte bizler de baş döndürücü soruları içeren o karanlığa bakarız çaresizce.

Kiarostami, finalde etkili bir kurgu oyunla filmin gerçekliğinden bizi uzaklaştırır, tıpkı meyvenin uzaklaştırdığı başka bir ‘’arzu ‘’ gibi. Ekibinden bir bölümle kamerasının karşısındadır ve sayarak koşan bölüğe megafonla durmaları yönünde bir talimat verir. Ses vadide çınlar, kalbimizde cevapsız sorunun ağırlıyla.

Yazarı: Cemil Atik


Pırıl Pırıl Çiğ Yağıyor!/ defter'den



Kuş duvaklı bir güneş altında
Kaleme uzanıyor eli,
"Kaçırma gözlerini benden" diyor,
ekliyor:
" Koy bakışlarını avuçlarıma,
ben sabahın her mutlu sesinde
bir yolcuyum güneşin izinde"...

Sendeki bu defne çiçeği yürek
Yavru kuşlar gibi tedirgin,
doğrudur ey pak kalem,
şafaklar ayaklanır bağrımızda sözler akınca...
"değil mi ki gündüzler bizden
biz gecelerden doğarız"...

Borges'in Babil kitaplığının kapısı yok,
ama nöbetçisi çok!
Nöbetçiler yanlarına sokulanlara parolayı sorarlar, bilirsin ...
Sen öyle yapma bu kez ,
Hayaline gelen her şeye bu kez parolayı değil,
illa ki YAŞAMI sor,
Sevinci Anlat...Umudu çiz...
hiç basıkına uğramazsın...

" istemem , ey gökkubbe, bensiz dönme,
istemem , ey ay bensiz doğma.
istemem, ey yeryüzü, bensiz durma.
bensiz geçme, ey zaman, istemem...
istemem ey dil, bensiz okuma...
bensiz uçup gitme, ey ruh, istemem..." / Rumi

Ey hiç kimsenin düşüne sığmayan dost
Yusuf'un gömleğini bilirsin,
doğrular bekler o kokuyu hala...
o kokudan yoksun,
bitik çöl mecnunlarının hali...

Ve hiç düşündün mü?
Nietzsche neden bekler durur dostun atacağı o altın topu?

" en çok, dostlarım, altın topu sizin attığınızı görmek isterim!
bundan ötürü biraz daha ayak sürtüyorum
yeryüzünde- bağışlayın!"/ Nietzsche

İŞTE SEN!
İŞTE NAR ÇİÇEKLERİYLE
GÜLEN YAZIN MAVI SULARI...

şiir dolu sözlerinde değil
umut damlası gözlerinde, sessizliğinde buldun kendini!

Sappho'ya katılmamak mümkün mü ki?

" Akşam yıldızı
En güzeli
bütün yıldızların
..." / Sappho

Borges Defteri


Asteroid / Ulus Fatih



Siz bu dizimleri okuyalıdan bu yana bin yıl geçti. Artık öğrenilmesi gereken şeyler bir çip sayesinde belleğimize kaydediliyor ve her konuda engin bir bilgiye sahip olabiliyoruz. İstersek onu geliştirerek aktarabiliyoruz. Düşünce, çiplerin aktarılması gibi anlık bir şey artık. Kimse mutluluk peşinde değil, ütopya peşinde değil, eğer bir mutsuzluk söz konusuysa bu kişinin kendi bileceği bir iş. Ölüm ve öldürüm yok, ama gariptir ötenazi diye bir hakkı kullanma özgürlüğü ve yetisi her zaman var. Bu saklı bir hak. Beyin ölümüyse olanaksız, beyin algılar ve bilgiler yumağı, bütün bunlar yerleştirilen çiplerin sayısına bağlı olduğu için, beyin işlevsel yönü değişen aracı bir kuruma (olguya) indirgenmiş. Çipler verilen komutlarla bir düşüncenin gelişimi hakkında yüzlerce alternatif sunabiliyor ve siz birini belirliyorsunuz, isterseniz harmanlıyor, isterseniz ayıklıyorsunuz, hepsi bir belleğe kayıtlı olduğu için, son konumunuzda çiplerde saklı. Kısacası, altın tini gözle görülemeyecek küçük çiplerden oluşmuş, gerekirse yer değiştirebilen uzaysıl varlıklarız.Böylesine gelişmişken, yakın geçmişte, yinede önüne geçemeyeceğimiz büyük bir tehlike atlattık, aydan büyük bir asteroidin çarpması tehlikesi, ne denli gelişmiş olursanız olun, her zaman baş edemeyeceğiniz bir sorun ortaya çıkabiliyor, sorunlar gelişmişlikle oranlı bir şey. Aydan büyük dedim, işte bu çok uzaktan gelen denetimsiz taşın çarpmasını önlemek için, en kaba yöntemi kullanabildik ancak, ayın yörüngesiyle oynayıp önce asteroidin ona çarpmasını gerçekleştirdik, ardından ayla dünyanın neredeyse sıfır açıyla çarpışarak, teğet sürtünmeyle, kaynaşmasını sağladık. Ayın koordinatlarını yakından bilmemiz buna nedendir.Güney tacı yönünden, hilal görünümlü ayın, dünyaya dokunmasını sağladıktan sonra, bizim için -hızlandırılmış zamanda- tam ikiyüzelli yıl boyunca biçim almalarını bekledik, yuvasından fırlamış asteroid ve eriyen ayla, dünya neredeyse iki kat büyüdü, okyanusların ve kıtasal fay kırıklarının bitişip birleşmesi, dünyanın çalı horozu biçiminden küreye dönüşebilmesi için geçen süre, inanılmaz derecede uzun geldi bize de. Neyse ki dünyanın bir uydusu yok artık, mehtap, yakamoz, aya serenat gibi kavramlarda bitti. Ayın korkunç sürtünmesinden dolayı, ötenazi dışında zorunlu ölümleri, kaç bin yıldan beri ilk kez yaşadık, ama çiplerini teslim edip bir anlamda tinsel varlığını sürdürmek isteyenlere olanak tanındıysa da, çarpışmada yitip, kaybolanlara yapılabilecek hiç bir şey yok artık. Bir gün çipleri bulunsa bile, yok olmayı neredeyse, kendileri istediği için, galaksi dışı elektronik çöp istasyonlarına gönderilebilirler, ama orada örgütlenerek, yeni biçimlere dönüşüp, bir ‘Topia’da oluşturabilirler. Bu onların bileceği bir iş. Biliniyor ki yaşam son derece sıradanlaştı, basit bir çip kimliğimiz oldu ve bütün bunların bir önemi de kalmadı. Söylemek istediğim atalarımızın şunu hiç bir zaman düşünememiş olmaları, onlar yüzyıllarca düşlerin ve ütopyaların erişilmez olduğunu sandılar, oysa öyle değil, gerçekler her şeyden daha şaşırtıcı. Ayla dünyanın kaynaştırılabilmesi belki bir düş, ama gerçekleşmesi düşten öte değil mi. Zaman bize şunu öğretti, düşlerin düşüncelerin çok ötesinde, daha ulaşılmaz olan bir şey var, o da ‘gerçek’ olan, gerçeğin bir öz olan kendisi.Büyük bir asteroidin çarpmasından korunmak ve uzayda kütlesel varlığını kararlı elementlerle kozmik kabullenirlik ölçeğine uygun kılabilmek için, değişen uzay koşullarında ay ve dünyayı kaynaştırmış olmak ve sonraları soğuyan Merkür’ün yörüngesini ay yörüngesine çekerek, dünyanın uydusunu da Merkür yapmaya ne dersiniz. Doğal kitlelerde ayla ilgili soyçekimsel yurtsamaları önledik, radikal biçimcilik bitti. Bunlar bugün, hepsi gerçek ve gündemden düşmüş, sıradan bilimsel yapıntılar. Bunları düşleyebilirsiniz evet ama bizim ulaşılmaz sandığımız, hep gerçeğin buyruğunda olan, onun ardından koşan şeylermiş, biz bunu anladık.Diyeceğim, size düşleme olanağı veren; gerçekler, gerçeği izleyerek düşler kuruyoruz. Öyleyse gerçek düşten her zaman daha düşsel sayılmaz mı... Düş ve düşünce gerçeğin bir parçası, en tez akışlı düşünce görünmez bir gerçeğin boyunduruğunda ve en olağanüstü ve erişilmez olanda gerçeğin salt kendisi. Gerçek sonrası, ancak onun kılavuzluğunda olanaklar evrenine yelken açıyor. Şu ki, dünyanın kendisi, dünyayı düşlemekten, daha düşsel....VII-A yılında sfenks biçiminde bir gezegen bulunmuştu, Sagittarius’un yakınında, dış dünyaya tümüyle kapalı, granit yüzey kabuğunun birkaç bin kulaç altında, zaman kavramı olmaksızın yaşamını sürdüren garip bir uygarlık, bir kolonileri var. Söylediklerine göre mikro sonsuzlukta bir gerçek olduğu için, bu sfenksin içinde kendi evrenlerinin gizine varmaya, üç milyon yıldır -zamanı gölge kavram biçiminde kullanıyorlar- çabalayıp uğraştıkları halde, hala sonsuz küçüğe (yolculuk yapıyorlar), ulaşamamışlar ve sfenksin dışından bizler içeri girince, makro uzaylıların gizinin bir önemi yokmuş gibi, bizi oldukça kaba saba ve ilkel bularak önem vermemişlerdi. Bütün bunlar sfenks biçiminde basit bir gezegenden ötürü başımıza geldi. Gerçeğin şaşırtıcılığı sürmüyor mu sizce ve düşleri yönlendiren sayısız gerçeklerde... Belirtelim ki sfenks gezegeninde yumuşak, ıslıksı bir rüzgarın varlığından başka hiç bir şey duyulmuyor.Bunun yanında vahşi gerçeklerde var, Zigot adlı yıldızsıda tek egemen olan deniz köpekleri, insanlara ve diğer canlılara sürekli saldırarak etlerini lime lime edebiliyor, ölçülemeyen bir fazda yaşadıkları için ancak görüntüyle iletişim kurabiliyorsunuz, tümüyle sanal yaşıyorlar, bizim açımızdan varlar mı yoklar mı belli değil, ama bir yer var ve deniz köpekleri, diğer tüm canlılara saldırarak delik deşik ediyor ve bu yeri bir türlü bulamıyorsunuz. Belki ironik bir salınım, bir tür alaysama içindeyiz. Bir de her şeyin, hiç bir şey sayıldığı yerler var, sürekli üretiliyor ve sürekli tüketiliyorsunuz, yaşamak diye bir kavram yok, bilincin önemi yok, nasıl bir gerçeklikse, değer yargılarınızın hiç biri onlarda yok, robotik termitler gibi, gelen bir şeyler yapıyor, örneğin bir yapıya tuğla benzeri bir şeyi koyup gidiyor. Yerine yenisi geliyor, oda ona benzer bir şey yapıp gidiyor, sonsuzca yinelenen bir varoluş ve yok oluş öyküsü, üstelik geliyor ve bir işi gerçekleştirerek kayıp gidiyor. Niçin geliyor, niçin gidiyor, basit bir tuğlayı niçin koyuyor, bilmenin olanağı yok. Bir kompütür oyunu, sonsuz bir kulvarda giden, bir yarış otomobili gibi, ufukta yitenlerin yerine yenileri geliyor ve neden böyle, neden değil bilen yok.Bir de ilkel gezegenler var, dünyamızın ilk zamanları gibi moloz ve selintilerle sürüklenen küçük çaylar, bilisizce yürüyen koelakantlar ve gözleri henüz açılmamış, kör adam balıkları. Bunlara pek bir anlam veremiyoruz, derken gezegenin gerçekte başka bir uygarlığın basit bir aquariumu olduğunu anlıyorsunuz, üstelik çöl gecelerinde yüzleri aya dönük uyuyan, sarnıçların çürümüş sularından içerek, çok uzaklarda boru biçiminde roketler deneyen gülünç gruplarda cabası. Bunların ‘Bir Girit subayının tüfengiyle yaralanalı 3 ay olmuştu’ diye başlayan can sıkıcı öyküleri bile var, ayrıca ölüleri için türkü ile yas tutuyorlar. Mars adında tanrıları da var. Bir keresinde, algılanabilir jestler ama anlaşılmaz bir paradigmayla konuşurken, üç boyutlu ekranda, uzaktan şöyle bir görebilmiştim.Güneşin alevli kalbine de indik, oradaki uygarlık tüm zamanları Barındırdığı için, hala kavrayabilmiş değiliz, yinede ayrılırken, güneşin soğuk ışıkları altında yayını geren, titan giysili Arion görüntüsünü hiç bir zaman unutamayacağım. Cennet bize tanrının utkusu gibi gelir, ama yıldızlardan püsküren alevlere bakarak, cehenneminde aşağı kalmadığını anlayabiliriz. Güneşte yayını geren mitik kahramanı gören, sistemdeki bir komşumuzun, besleyici çözeltiler içinde dolanan, mercana benzer beyni, 310 yıl önceki Xantil kuşatmasından beri ilk kez böylesine sararmıştı. Çünkü düşleri gerçeklere hep yenik düşüyor ve hep yenik düşecekti.Size gerçeklerin usdışılığına ilişkin söyleyebileceğim son şey şu: Bin Yıl bir metal denizinde gittikten sonra, -bir şey merak etmeksizin - aramıza katılan müzisyenimiz Motzart, operatik, neşeli yapıtı ‘Sihirli Flüt’ün notalarından çalışırken, birden derinlerden flüte benzer ürkütücü bir ,korno sesi gelmeye başladı, ancak gölgesini seçebildiğimiz, bir uzay aracının basamaklarından inen, siyahlar giymiş bir yabancı, görkül ama kavranabilir ,bir fonetikle, Motzart’a bir Cenaze Müziği, ‘Requıem’ ısmarladı.Bu garip durumun yarattığı humma ve çılgınlıkla, adam hepimizde bir azrail etkisi uyandırdı ve giderek hepimiz için bir Ölüm Marşı yazılması saatinin geldiğine inanmaya başladık. Durumumuz ya yetisi olan bir yaratığın korkularına, ya da tanrısal varlıkla (gerçekte evrenin kendisi olan bizlerin) erinç dolu kucaklaşmalarına dönüşecekti.Metal denizinde, son süratte fren yapan aksların gıcırtısı, beklenmedik bir biçimde hız düşüren araçların gürültüsüne benzer sesler çıkarmaya başlayan Neoplanımız, binbir güçlükle, uzun uğraşlardan sonra durabildiğinde, denizin neredeyse ucunda (tamtamına diyebilirim), sanki bulamaç dolu bir çanağın keskin kenarında kalakalmıştık. Uçsuz bucaksız evrenin, sonsuz boşluğun dibine gelmiştik. Büyü bozulacaktı. Önce sakınarak, sonra kolaylıkla, daha sonra da alışkanlıkla elimizi boşluğa doğru uzattığımızda, tuhaf, tanımlanamayacak türden bir perdenin var olduğunu sezinleyebildik. Ürpertici olanıysa: (Bu yazıtın bundan sonrasını sanırım onlar eklemişlerdir.) Perde aynı zamanda bir aynaydı, ne var ki bilinebilen aynaların belki de en şaşırtıcı ve ürkütücü olanı: Bakarken tuhaf bir çarpınçla insan kendini, aynanın içinden, aynanın dışındaki kendisine bakar buluyordu! Gerçek, düşle yer değiştiriyordu. Siz aynadaki, aynadaki siz oluyordunuz. (Bu ne demek şimdi anlayacaksınız!..)Keşke evrenin sonuna hiç gelmeseydik. Artık varolma, yok olma gibi oyunlar, sorularla dolu tüm şakalar bitti. ‘Gerçeklik Hakkını’ Einsteinvari biçimde yitirdik. Bir Etiyopya inancına göre, maymunlar çalışmak zorunda kalmamak için konuşmazlarmış. Böylece gerekirlik paradoxuda elimizden alınmış oldu. Garip bir bulantıda, ne ölümcül, ne dirimcil bir duyumun altında, bizlere fısıltıyla bir armağanmış gibi söylenen son bir şey daha vardı: ‘Yaratanın tutsaklığından kurtulmuş bulunuyorsunuz.’ Kimileri bunu kendi dillerine şöyle çevirmişlerdir: ‘Artık; kendi kendinizin esiri değilsiniz........
Yazarı: Ulus Fatih


Karanfil Yolu!



(Defter arşivinden, Sevgili Sur
devr-i zamandır...karanlık buluttur,
gider Afitab gelir..."Post-Dadaist" diyorlarmış sana Sur!
Oysa sadece "Dâd" -feryat-oldun...defterin )

Karanfil Yolu !


Kimi bekliyorsun ?
Paradigma değiştirilmeden yapılan değişiklikler kısa süreli ve yüzeysel olur, diye yazan kitaplara inat paradigmalarını koruyup, değişmeye çalıştığım şu sıralarda daha fazla ihtiyaç duyuyorum sana..

Sahi merakımdan soruyorum, martı ölülerinin bulunduğu sahile yürürken, çiçek satan pembe başörtülü çingene kızlarının yanına yaklaşmamasına üzülmüyor musun peki?
Acaba ne zamandır ‘rüzgarlı bir akşam vakti Akdeniz’in tuzu gibi’ olmak yerine başarılı biri olmayı tercih ediyorsun?

Bir tuhaf, tanımsız, kendi sesine yabancı, belki de sadece ‘ uzatmalarını’ oynayan, direnen,
küçük zaman aralıklarını birbirine bağlayan bu sufi kulun yazarken kim bilir dünyanın neresinde “ devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı yazılardan dolayı kaç kişi “içeri” atılmıştır!
Merivan gibi daha kaç çocuk 21.yüzyıl eşiğinde açlıktan ölmüş ve bu ölümleri tekrar tekrar gösterip reyting kapmaya çalışan kaç televizyon kanalı daha ortaya çıkmıştır..Bizim mahallenin ortasında duran yaşlı kavak ağacına inat barış kaç defa bozuldu, ağızlardan kaç defa “ya bizdensiniz ya onlardan” sözcükleri çıkmıştır.. bir anne kimi bekler durur korku dolu gözlerle?
ve hangi kedi mermerden yapılmış yaldızlı bir sokak çeşmesinden su içer?
Kaç Şair katlandığı hayatın bedelini gözyaşlarıyla öder geceye..
gürültülü kalabalıklar arasında gezerken gözleriniz değil ruhunuz arasın onları
onlar ki sadece sizin için çiçeklerin önüne dizilmiş karanfillerde kayb+olurlar..

Ey Şair

Ah.. sevgili dostum,
‘yazmak istediklerimi’ senin o kır çiçeği saçlarına yazacağımdan,
odamın en sessiz köşesine geçer hayatın girift düğümlerini çözeriz artık birlikte.
'ben bir hafriyat yolcusuyum' diyorsun
sonra: ' tüylerim diken diken oluyor kendimi yoklarken ',
bir anda
kaskatı kesilip kalıyorum
dudaklarımda alev alev yanan kelimler buz kesiyor,
Umutlu bir bekleyiş
Olağan sancısıyla bedenime yayılıyor,
işte ‘defterdar yokuşunu’ bu alevi söndürmek istercesine
yürüyor bir sufi..
kervan(siz).

Selam,
Muhabbetle,
Sufi



Nobel Barış Ödülünün Afrikalı kadın Wangari Maathai'ta verilmesi(2005) ,bir kadının ismini tarih sayfalarına silinmemek üzere kaydetti.. Defter olarak onun pak ismi karşısında saygıyla eğiliyoruz.
Bu kurak kıtanın anlına ılık yağmur damlası gibi düşen bu kadın kimdi?
Maathai, Afrika kıtasında dev bir ağaçlandırma kampanyası başlatmış ve "Yeşil Kuşak Hareketi"adı verilen kampanya çerçevesinde, Afrika kıtasına yaklaşık 30 milyon ağaç dikilmesine öncülük etmişti. Eski kıtada Ay, Güneş, Yağmur, Rüzgar, Su, Ağaç hep kutsal sayılmış. Ağaç o denli kutsaldır ki arasıra Afrikalı kadınlar ona tüm dilek, umutlarını bağlamış.Maathai modern zamanın bir çocuğudur, ama kökü ve elleri binlerce yıllık bir geleneğin derinliğinde geziyor. Onun tutkusu tüm Kenya’lı kadınların, gelecek kuşakların umuduna dönüşüyor ve tüm bunlar bir kadının eliyle gerçekleşiyor. Yokluğun, Kuraklığın can aldığı, kıtlığın, dermansızlığın tam orta yerine bir gül kokusu serpiştiriyor bu kadın.
Matematik, Fizik, Felsefe bilmez! Bir tek Umudu bilir Maathai!
Çok konuşmaz, sadece inandığı şeyi çok iyi yapar. Eskilerin deyimi ile “Alim-i bi Amel” değil :( pratikten yoksun alim).
Nairobi kırsalının en yoksul kadınıydı, balçıktan yapılmış ve şiddetli bir rüzgarda her an başlarına yıkılma tehlikesi içinde kendi evinde yaşar. Ödülü aldıktan sonra ( Bil Milyon üç yüz Bin Dolar) yerini yurdunu terk etmedi.
Aldığı “değeri” Kenya’daki cehaletle mücadele eden kuruluşlara bağışladı, yüzlerce köy okulu açıldı o paralarla. Sulak alanların korumasına harcandı o paralar.
Ağacın, Suyun ne demek olduğunu ulusuna haykırıyor durmadan.
64 yaşındaki bu “bilge” kadın, şimdilerde Kenya’nın ışık saçan umudu olmuş.
Ama en çok şaşırtıcı nokta, bu yaşlı kıtanın tüm geçmişi irdelendiğinde bir çok Maathai’ler yetiştirdiğidir.


UMUT SAÇAN AFRİKA'LI KADINLAR:

Lauretta Angcobo:
Afrika-Natal doğumlu, bir çok Roman’a imzasını attı, ama tüm yapıtları arasında en önemlisi
“İzin Ver Söylensin” adlı kapsamlı çalışmasıdır, bu geniş kıtada yaşayan kadınlara ve sorunlarına en anlamlı, geniş mercekli bakışı sergiliyor.

Bessie Head :

Botswana doğumludur, tarihçidir, Afrika tarihi hakkında çok kapsamlı araştırma kitapları vardır. Bugün Afrika tarih uzmanları onun yapıtlarını başvuru kaynağı olarak gösteriyorlar.

Maria Ba:
Senegal, doğumludur, bir çok şiir ve öykü kitabının sahibidir.Mükemmel bir dili, kurgusu var.
Ve bu değerli yazarın acaba kaç yapıtı Türkçe’ye aktarıldı? Afrika Kıtası Edebiyat Ödülünü almış bir yazardır.

Bu listeye sığmayacak o denli değerli kadınlar yetiştirdi ki bu gönüllerden, gözlerden ırak kalmış kıta, unutulmuşluğun kerameti olmaz, olsa olsa vicdan muhasebesi olur sadece.
Bir Talali adlı Afrikalı kadın yazarı ve o güzelim yapıtı: “ Muriel At Metropolitan” adlı eseri kim unutabilir sahiden?
Ve ya Karen Pres’i?
Afrika’nın ilk Roman kitabına imza atan Zula Sofola’yı kim unutabilir?
Elleri, Benlikleri, Kişilikleri, Var oluşları UMUT saçan, Afrikalı kadınlar…
Ne çoksunuz sizler…

Bir başka kıtanın kalem dostları olarak hepinizi selamlıyoruz…
İyi ki Varsınız…

Borges Defteri


Azeri Şiiri (2)



Mecnun ile ben mekteb-i
aşk içre okuduk
Ben Mushafı hatm ettim o
Ve’leylide kaldı!

Şirvani

Bir gün de işittik ki düşüp çöllere mecnun
Ve’l-leyli olup verdi cevankende kocaldı
Bir gün de haber geldi ki Leyli diye Mecnun
Can verdi cihan içre yaman velvele saldı!

Şehriyar


Yabancı gülse de bizim hüznümüze
Kendi gözümüzle yabancının hüznüne ağlayalım
Bırak gülsünler çocukça, senin hezyanına
Biz de çocuğun ateşine tabipçe ağlayalım.

Şehriyar

Bir yıldız parlayarak meclisin ayı oldu
Bizim ürkmüş gönlümüzün refiki oldu
Benim Nigar’ım mektebe gitmemiş, bir satır bile yazmamış ama
Bir gamzesiyle yüz müderrise ders verir!

Şehriyar

Melek, insanın makamını kıskanır.
Ey melek!
Aşk devletinin uğuruyla,
İnsan ol!...

Mecazi dünya ile ilgili aşk,gerçek aşkın ışığıdır.
Ey gönül!
Yanışa ve ıstıraba alış...
Senin çarşı karın akıl sermayesi ister;
Aşk sevdalısı olan bizim için ziyan, kafidir!

Şehriyar

Dedin Azer elinin bir yaralı sızısıyım ben,
Sızı olsam da gülüm, bir ebedi sevgiliyim ben,
Yad meni ( beni) atsa da, öz gülşenimin bülbülüyüm ben,
Elimin ( yurdumun) farsca da derdini söyler diliyim ben,
Gerçeğe karşı ne karanlık ise, el (oba) meşaliyem men (ben).

Şehriyar




Avcumda Bir Taş Vardır

Avcumda bir taş vardır...
Zümrüd kimi (gibi) sevdiğim
Bir dilberin gözü tek.
Men ( ben) bu taşa bakıram:
Taşımdaki al güneş
Taşımdaki asuman! (gökyüzü)
Heyalimde (hayalimde), azizim,
Ne sen varsın bu zaman
Ne de ki, bir başkası...
Alemi unutmuşsam
Avcumda taş değildir,
Men denizi tutmuşam...!

Zeynel Halil Rızaoğlu
(1965)



Karadenize Sözüm Var

Sensiz ne gündüzüm var,
Ne de ki gecem menim( benim)
Karadeniz!
Yalnız sende cem olup
Fikrim düşüncem menim
Karadeniz!
Hazer’ime kardeş ol
Yüreğime sırdaş ol
Güneş olup akşamlar
İzin ver sende batayım
Ulduz (yıldız) olup akşamlar
Dalgalarında yatayım ben...

Dinle menim sözümü
Kocalsam da hele var yüreğimin sabrı
Açlık kılıç çekende
Gün olup ki, seherden
Gend’e( şekere) , tuza, çöreğe
Nöbete durmuşum ben.

Zeynel Halil Rızaoğlu
( şiirlerinde S. Vurgun, ve çağdaş Rus şairlerinin etkisi var)
yayımlanmış 3 şiir kitabı var.





Eğer Unutsaydım

Dedin ki , gezende
Çölü çemeni,
Hatırla beni.

Düzlerden atladım, dağlara vardım
Ahı unutmadım
Bir tek an seni
Eğer unutsaydım hatırlardım.

Nebi Hezer Babaoğlu


Aşkın çemeninde nazarım bir güle düştü
Aşıklığım ilden ile, dilden dile düştü
Güldükçe bana o nazılı gülüm, yandı hasedden
Döndü küle ağyarım işi müşkile düştü
Değdikçe gönül tellerine mızrabı aşkın
Nağmen ucalıp perdede bemden zile düştü
Aşkın dolanıp kafilesi aşdı zamanı
Ahir gelip hicran kimi bir menzile düştü
Mir mehdi gözümde güneşin nuru karardı
Yer gitdi gözümden ele bildim gile düştü

Mir Mehdi Seyidzade ( 1907- 1977)
Aşkabad’da doğdu. 1920’lerde ilk şiirleri Baku edebiyat dergilerinde yayınlamaya başladı.
Azeri halk edebiyatından aldığı mevzuları kullanmış pek çok manzum hikaye ve piyes yazmıştır. Başlıca yapıtları: İskender, Pinti Hüseyin, Yıldırım ve Şora Pilotları, Taze Seher, Billur Kasr adlı kitaplarıdır.

Gelişim sessizce geceye yağdı,

Olup dinçliğimden, şirin uykumdan,

Düşmüşem "bir yere" bu gece vakti

Düşmüşem illerin yorgunluğundan...

Bir uyku geçmişden adımı çağırır,

Ayağım toprağa değir alçak sesle.

Gafil gelişimin adım sesleri

Uykulu yollara dokunur usulca.

Tahta perde arkasından boylanıp bakıyor

Menim (benim) o günlerim, menim o çağım...

Niye incik incik uyanıp bakar

Yanıp tütsülenen ata ocağım...

İzin ver bakayım,

uzasın gece

tutum sorulara geceyi biraz...

Ay ata ocağım ( ata yurdum)

durak üzüze ( yüz yüze)

görelim

ne yitirip

ne kazanmışız...

Şiir: Malik Ferruh





Dosyamıza devam edeceğız...
Derleme, Çeviriler: Borges Defteri


Çağdaş Azeri Şiiri (1)


Borges Defteri çok geniş kapsamlı bir Çağdaş Azeri Şiir Seçkisini okurlarına sunacak, bugün Türk dilinde ikinci en kalabalık topluluk olan Azeriler ve Azeri Şiiri hakkında ciddi bir araştırma yapılmıyor!
Yer yer Azeri şivesini de koruyarak çevirileri gerçekleştireceğiz.
En azından bir fikir edinebiliriz.
Edebiyatı, Sanatı, Yüzleri, Dilleri bize bunca yakın, onca uzak kalan diyarlara hep beraber yolculuk yapacağız.
Afganistan, Türkmenistan, Tajikstan, Bangladeş, Suriye, Filistinli Şairler, Yazarlar ne düşünüyor, ne üretiyorlar?
gücümüz yettiği kadar tümünden çevirler yaparak örnekler sunacağız.
Özellikle Azerbaycan'da son dönemlerde konuşulan "Türkçe", lehçe ve terimler bazında gittikçe Türkçemize benzemeye başladı , oysa bu inanılmaz derecedeki yakınlık henüz "elle" tutulur bir ürüne dönüşmüş değil.

Borges Defteri


Eicho : Zeninkushu: Haiku / Argos



Eicho ve Yarattığı Kitap

1574 yılında Eicho adlı Şair (jaopn asıllı) " Zeninkushu" adlı geniş kapsamlı “Haiku Külliyatı” diyebileceğimiz bir kitabın yaratıcısı olur. Eicho'nun temel amacı o güne kadar bir kısmı zen öğretilerini kapsayan kitaplarda, bir kısmı başka kaynaklarda dağınık, düzensiz bir biçimde yer alan bir çok Haiku şairinin şiirini biraraya toplamak ve elle tutulur bir başvuru kaynağı oluşturmaktı. Eicho’nun çabaları sonuç verir ve devasa Zenrinkushu kitabı böylece ortaya çıkar.
Eicho kitap kapsamında ünlü Haiku Şairlerinden Choen Mi, To Hu, Ritai Haku, Hakura Koten ve birçok başka şair de yer alır.

Borges Defteri okurlarına " Zeninkushu" kitabından çok sevdiğim bölümleri
çevirerek aktarıyorum:




1
Kırık ayna ,
Artık hiçbir nakışı göstermez,
Dökülen yapraklar,hiçbir dala dönmez.

2

Dökülen Gül yaprakları
dallarına doğru uçabilirler mi?
Hayır: Kelebek'ti O.

3

Kiraz çiçekleri
yine yere döküldü
en-joji mabedi yine sessiz.

4
Yağmur damlaları yapraklara vuruyor,
bunlar keder gözyaşları değil,
sadece onaları dinleyenin korkusunu anımsatıyor.

5

Görünüşüme;
iki dost gülüyor.
Ormanda ise, dökülen yaprak sayısı bilinmiyor.

6
Rüzgar yok artık,
Oysa çiçekler hala dökülüyor
bir Kuş ötüyor, ve dağ sırrını koruyor.

7

Ormana basıyor ayağını
hiçbir bitkinin tüylerini dağınık kılmıyor
Sonra, suya daldırıyor ayağını, hiçbir dalga yayılmıyor.

8

Ağaç Rüzğarın gücünü gösterir
Dalga ise
Ay'da gizli anlam kökünü.



9

Eski dönemlerden bize ulaşan iki yol vardı
Oysa Gelenler ,
hep o tek yolu denediler.

11

Su toplandığında,
Dağların hareket ettiğini sanarsın
Yelkenleri çektiğinde ise, uçurumların geçişini.

12

Geniş Gökyüzünde
ne önünü,ne ardını ayırt edebilirsin,
Kuşun gittiği yol,Batı'yı,Doğ'yu ortadan kaldırıyor.

13

Bu gece Buda Nirvanaya ulaştı !
Yanan,
kül olan bir odun sanki.


14

Yağmur arasından
Güneşi izlemek,
Ateş arasından berrak su'yu çekip çıkarmak gerekir.


ZENINKUSHU
EICHO

Türkçeye Çeviren: ARGOS





SORU İŞARETİ / MUSTAFA GÜNAY



TARİHİ SANSÜRLEMEK MÜMKÜN MÜ?



İnsan, yaşadıklarını kayıtlara aktararak geçmişini geleceğe
taşımak ister. Zamansal bir varlık olarak, bugünden yarına doğru
gidişimizde, geçmişimiz/geleneğimiz, başka bir deyişle toplumsal-
kültürel mirasımız varoluşsal bir zemindir. Ama bu tarihsel zeminle
ilişkisinde insan rahat değildir. Aslında değiştirebileceğimiz tek
zaman kesiti şimdi ve gelecektir. Geçmişi ise değiştirmek mümkün
değildir. Oysa en çok değiştirilmek istenen zaman kesiti, geçmiş
olmaktadır. Bu hem bireyler, hem de uluslar/toplumlar için böyledir.
Özellikse siyasi ve dinsel iktidarlar tarihi yeniden yazmak ve hatta
tarihi yeniden başlatmak isterler. İnsanlık tarihinin ne kadar çok
başlangıç tarihi vardır! Marks'tan da biliyoruz ki, gelecekte gerçek
insanlık tarihinin başlayacağı düşüncesi ve umudu, bugünkü
eylemlerimizi besleyen önemli bir kaynak durumundadır.

Geleceğe yön ve biçim vermek istemi, aynı zamanda geçmişi de
yeniden biçimlendirme istemiyle iç içedir. Bu isteme iki somut örnek
vermek istiyorum. Bunlardan ilki, Paris'te düzenlenmesi planlanan
Osmanlı Arşivleri Sergisi'ndeki bazı belgelerin Unesco tarafından
sansür edilmek istenmesidir. 12 Haziran tarihli Zaman gazetesinde
konuyla ilgili haberin bir bölümü şöyle:
"Paris'te geçtiğimiz hafta düzenlenmesi planlanan Osmanlı Arşivleri
Sergisi, Unesco'nun bazı belgeleri sansürlemeye çalışması üzerine
iptal edildi. Kurum, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından
gönderilen 50 belgeden beşinin sergiden çıkarılmasını, ikisinin de
değiştirilmesini istedi. Sansüre uğrayan belgelerden biri, Ermeni
toplumunun önde gelenlerinin 1889 ve 1898 yıllarında saraya
gönderdiği dostluk mektupları. Unesco, diasporadaki Ermenileri
kızdıracağı gerekçesiyle bu belgelere karşı çıktı. Değiştirilmesi
talep edilen bir diğer belge de Musevilerle ilgili. Osmanlı
İmparatorluğu, 15. asrın sonunda İspanya ve Portekiz'den kovulan
Musevilere sahip çıkarak değişik bölgelere yerleştirmişti. Unesco,
Tahrir Defteri'nden alınan belgedeki, "İspanya ve Portekiz'den
kovulmalarıyla Osmanlı Devleti'ne iltica edip Edirne'ye
yerleştirilen Museviler..." ifadesinden rahatsız oldu. `Kovulma'
kelimesinin metinden çıkarılmasını, yerine de "İspanyalı ve
Portekizli Museviler" ibaresinin konulmasını istedi. Belgenin, ancak
bu değişiklik yapılırsa sergilenebileceği kaydedildi."

Özellikle Avrupa'dan kovulan Yahudilerin Osmanlıya
sığınmasına ilişkin belgeler, bunların yanı sıra diğer bazı belgeler
sergi kapsamı dışında tutulmak istenmekte ya da kimi değişiklikler
yapılması talep edilmektedir. Ne demektir bu? Avrupa'nın en büyük
bilim, eğitim ve kültür kurumlarından biri olan Unesco, sansürcü bir
zihniyetle hareket etmektedir. Çünkü Avrupa, kendi geçmişinden
utanmakta ve söz konusu geçmişin de yalnızca kendi çizdiği sınırlar
çerçevesinde sergilenmesini istemektedir. Bir bakıma tarihi
değiştirme, daha doğrusu gizleme ve çarpıtma arzusu değil midir bu?

Tarihi çarpıtmaya yönelik ikinci örnek ise bizden: Kültür
Bakanlığı, Bodrum'daki 500 yıllık Gatineau Zindanı'nda, kayaya
kazınan 'Tanrı'nın Bulunmadığı Yer' yazısının silinmesini istemiş!
Milliyet gazetesinin 13 Haziran 2006 tarihli sayısında, bu konuyla
ilgili haberde şu açıklama yer alıyordu:

"Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bodrum Kalesi Sualtı Arkeoloji
Müzesi'nin içindeki 500 yıllık zindanın girişine Bizans
şövalyelerince kazınan "Tanrı'nın Bulunmadığı Yer" yazısının, tarihi
bir değeri olmadığı gerekçesiyle silinmesini istedi. Bizans Ordu
Komutanı Jacques Gatineau'nun, 1512-1514 yılları arasında yaptırdığı
ve Saint Jean Şövalyeleri'nin işkencehane olarak kullandığı Gatineau
Zindanı, 14 yıl önce hizmete açıldı. Zindanın girişte kayaya oyulmuş
Latince "Tanrı'nın Bulunmadığı Yer" yazısının yanına, İngilizce ve
Türkçe karşılığının bulunduğu sac tabela da asıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü
Orhan Düzgün tarafından 2 ay önce gönderilen yazıyla, 14 yıl zindan
girişinde çakılı olan bu tabelanın kaldırılması gerektiği
bildirildi. Yazıda, kazınan Latince yazının da tarihi ve arkeolojik
değeri olmadığı gerekçesiyle yok edilmesi istendi. Sac tabelayı dün
kaldıran müze yetkilileri, kayaya oyulan "Inde deus abest" yazısının
nasıl silineceğini düşünmeye başladı."

Görüyorsunuz, tarihi değiştirmeye, kendi düşünce ve
isteklerine göre, yeniden düzenlemeye yönelik çabalarla yalnız
Avrupa'da değil bizde de karşılaşıyoruz. Yalnızca başkalarının
yasaklamalarını ve sansür girişimlerini eleştirmek, ama kendi
yasakçı ve sansürcü anlayış ve uygulamalarımızı görmezden gelmek,
geçmişe olduğu kadar geleceğe de bir saygısızlık değil midir?

Sözler:
"Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek
üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir
resim olarak yakalanabilir." (Walter Benjamin)

Dizeler:
"mağaranın duvarına
hayvanları taştan oydum
kükrediler karanlıkta
türkülerle karşı koydum
karanlıktı mağara
ışığı taştan oydum
üşüyordum
bir de güneş koydum
aşk oydum mağaranın duvarına
aşk oydum
ağrıdı taşlar
yarıldı mağara
ben doğdum" (Bülent Ecevit)


Prof. İlber Ortaylı Sahipsiz Değil!..






Son günlerde Tarih Vakfı yöneticleri Prof. İlber Ortaylı hakkında "karalayıcı", gerçeklerle ilintisiz, ilgisiz vurguları gündeme taşıyorlar.
Tek taraflı, İlber hocayi hedef göstern Tarih Vakfi'nın son açıklamaları esef verici
düşündürücüdür açıkcası. Tıpkı Vakıf yöneticlerinin Ermeni Konferansının iptal edilmesine karşi verdikleri talihsiz tepkileri- açıklamaları gibi. ( Vakıf yöneticilerine göre güya "gülünç duruma düşmüşüz!" )

Oysa daha 3 gün önce UNESCO, Paris'te açılacak,
açılacağı planlanan Osmanlı tarih arşivi belgeleri sergisine tarihinin en rezil, kirli Sansürünü uyguladı, kendilerini tarihçilerin yerine koyarak, Osmanlı Tarih arşivi konusunda "algıda seçicilik" sorunu ile yaklaştılar, tarih olgusuna bunca büyük bir cehaletle yaklaşan başka bir örneği bulmanız mümkün değil!
Tarih Vakfı'ndaki dostlarımız çıkıp bu konu hakkında da iki satır açıklama yapsınlar ve UNUSCO'nun şu sözde ermeni sorunundan dolayı nasıl "gülünç" duruma düştüğünü açıklasınlar, tarihi bir arşive uyguladıkları sansürü kınasınlar,ve de bir tarih kurumu olarak UNESCO'ya itirazlarını bildirsinler! NEDEN SUSUYORLAR ?

Prof.İlber Ortayli tarih vakfı'nın kurucu üyelerindendir!
Yani o kurum hakkında her hangi siradan bir kişi görüş belirtmiyor!
Aranızdan kaç kişi gidip binanın şimdiki durumunu yakından inceledi?( Darphane-i Amire Binası).
bir olayi sahiplenirken, veya itiraz ederken once EDEP unsurunu gözeteceğiz,
herkesin okuyacagi bir arenada İlber Ortaylı hocamiz hakkinda:
"Vakfın adını bile doğru yazamayan Ortaylı" gibi yakışıksız bir ifadeyi asla ve de asla hoş göremeyiz.
herkes haddini bilecek!
çıksınlar savunsunlar, tartışmaya açsınlar tüm sorunları, ve neden gün geçtikçe o tarihi bina "harabe" yığınına dönüşüyor sorununa karşı toplumu da bilgilendirsinler.
Tarih Vakfı'nın bugüne kadar tarih olgusuna yaptığı olumlu katkıları kimse inkar etmiyor, ama orta yerde büyük bir sorun var, en azından bizler vakfın o binayı "derhal" terk etmesinden yana değiliz, ama bu muazzam binanın can çekişitiği ve ciddi yapısal sorunlara boğulduğunu da lütfen inkar etmesinler.

Prof. İlber Ortaylı'nın konu hakkındaki görüşleri:


Öncelikle sormak istiyorum: Bu Saray, Osmanlı’dan nasıl devralınmıştı, nasıl korundu?
Topkapı Sarayı, İmparatorluk’tan yıkık dökük devralınmıştır. Saray, eski olduğu için ’Hazine Dairesi’, ’Kutsal Emanetler’ gibi bölümlere dikkat edilmiş, bunun dışında birçok bölüm ihmal edilmiştir. Bu bölümler, 1924 yılından sonra tamir edilebilmiş... Restorasyon ise aslına uygun olarak yapılamamış... Meselâ Harem’e çimento ile sıvama yapılmış! Hazine Dairesi’nin üzeri betonla güçlendirilmiş!

Tabii şimdi bunlar için pahalı restorasyonlar gerekiyor. Peki bütçe!..
Bütçemiz az... Kültür Bakanlığı’nın bütçeden aldığı pay sadece binde 2.

Saray’ın belli bir geliri var, değil mi?
Müzenin geliri bize kalmıyor; Kültür Bakanlığı’na gidiyor. Kabul edelim, müzelerin sorunu çok. Bunlarla ince ince uğraşılması şart ancak bunu, Kültür Bakanlığı’nı ya da müzeleri karşınıza alarak yapmamanız lazım. Bu camiada herkes mağdur!.. Sorunlar el ele çözülmeli. Bakın Topkapı Sarayı’nı günde 10-15 bin kişi geziyor. Siz, bunun nasıl bir problem yarattığının farkında mısınız?

Nasıl bir problem yaratıyor?
Müthiş bir izdiham... Düşünün Hazine Dairesi küçük bir salon!.. 10 bin kişi nasıl girer oraya!.. Tabii bu, freskleri olan müzeler için büyük problem!.. Gerçi bizde de ahşap zeminler, çiniler var. Bir salona 10 bin kişinin girdiğini ve bazılarının çinilere dokunduğunu düşünün!.. Herkes bilinçli değil; bakıyorsunuz, anahtarıyla çizebiliyor çinileri!..

Siz ne öneriyorsunuz?
Uffizi’ ya da ’Kremlin’ gibi müzelerde sınırlama getirmişler. Buralarda belli bölümleri belli günler kapatıyor, ya da hiç göstermiyorlar. Şimdi medya bu sorunlarla ilgilenmek yerine, "Kaşıkçı Elması değiştirildi" iddiasını atıyor ortaya!..

43 eserin de çalındığı bilgisi vardı gazetelerde!.. Çalınmadı mı?
Yok öyle bir şey!.. Bir zamanlar, yanlış kayıtlar tutulmuş!.. Nitekim "Çalındı" dedikleri Kabe örtüsü de fazlasıyla çıktı!.. Daha önce de depoların soyulmuş olduğu gibi bir efsane yayılmıştı medyada!.. Bunlar niçin istismar konusu yapılıyor? Müzeye Sherlock Holmes gibi bakılmaz. Müzeye kültürlü insan olarak bakılır.

Peki bu iddialar incitiyor mu sizi?
Bizim memleketin tarih, sanat şuuruna artık isyan halindeyim. "Efendim Kaşıkçı elması değiştirildi mi?" gibi bir tarih merakı olmaz. Ben, müzemize, Topkapı Sarayı Müzesine karşı saygı istiyorum. Artık herkesin saygılı konuşması, saygılı yazması lazım.



Darphane-i Amire çöküyor, bunu kimse yazmıyor!

Kaşıkçı Elması’nın değiştirilmiş olabileceği iddialarına, "Müzeye Sherlock Holmes gibi bakılmaz kültürlü insan gibi bakılır" diyerek tepki veren İlber Ortaylı: "Topkapı Müzesi’ne saygı istiyorum"



Kaşıkçı Elması’nın değiştirilmiş olabileceği yolundaki polemiğe sert tepki verdiniz. Peki Topkapı Sarayı’na ilişkin siz haber yazacak olsanız, neyi irdelerdiniz?
Bak, bu güzel soru!.. Bundan bir süre önce, Topkapı Sarayı’nın atölyeler bölümünü son derece basiretsiz bir şekilde Tarih Vakfı’na vermişlerdi... Darphane-i Amire binası olarak bilinen atölyeler kısmında "Şehir Müzesi" kurmak gibi ham bir hayalle bu işe girişmişler. Tabii hiçbir şey kuramadılar!.. Buralar şimdi astronomik rakamlarla TV şirketlerine, bazı özel kurumlara kiraya veriliyor. Ve restorasyon anlamında da hiçbir şey yapılmıyor. Düşünün iki sene evvel çatısı çöktü buranın!.. Tarih Vakfı buradan çıkmıyor!.. Medya bu sorunlar dururken, Sherlock Holmes’lük yapmaya devam ediyor.

Bu durum mahkemeye de intikal etmişti, değil mi?
Evet. Önce davayı biz kazanmıştık. Sonra temyizde, maalesef o zamanki Kültür Bakanlığı Hukuk Müşaviri’nin ehliyetsizliği nedeniyle kaybedildi.

Peki siz halen neye karşı çıkıyorsunuz?
Tarih Vakfı almış burayı, rant kapısı olarak kullanıyor. Burada büyük paralar karşılığı, TV programları, etkinlikler yapılıyor. Ancak buna rağmen bakımsız!.. Çöküyor!.. Tahrip ediyorlar binayı!.. "Çık" diyorum, çıkmıyor. Çıksın kardeşim!.. İşte problem bu!.. Halbuki bu bölüm Saray’ın bir parçasıdır. Kiraya verilmesi söz konusu olmamalıdır. Sur-u Hümayun içinde ne varsa, Saray’ın parçasıdır! Saray’ın içinde ne yeri var bunların?

Saygılarımızla,

Borges Defteri




"Göz
bilirmiş
menzilini..


“Gönülden kaçıyorsan ,ben de gönülden kaçarım”,
ya eğer bir “OK” olsan?
Sen bir Ok “olsan”, biz de henüz bir yayız.
“Okun yaydan kaçması ne tuhaf şeydir”

Sufi.





Felsefe Şeytanla Muhabbettir

(defter arşivinden-b.d)

Sevgili Emrah SERBES , Felsefe hocamız Sayın Prof .Ahmet İnam ile bir söyleşi gerçekleştirdi, (söyleşiyi tüm okurlara) armağan eden Değerli ve Muhterem Hocamız Prof.Ahmet İnam ve Sevgili Emrah'a borges defteri okurları adına çok teşekkür ediyoruz.
"Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefetarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof. Ahmet İnam", Türkiye Felsefe Derneği BaşkanYardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor..

Sufi.


- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500
sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.

İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan.
Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz. Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz.
Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor.

Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok.
Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?

Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma
belirtisi.
Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor.

Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor. Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor.
Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz.
Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?


Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye
algılanıyor herhalde. Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar.

O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.

- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?


Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede
duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun.

Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun. Başarısız olsan geride durmaya tahammüledemiyorsun.
O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence.
Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman
anti- depresancı oluyorsunuz.

Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız.
Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

- Mutsuzluk bulaşıcı mı?


Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra
ölürsün. Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin.

Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat
olmak lazım.

On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada
yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama
olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?


Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm,
bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum.

Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz.
Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü
dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.
Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve
gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti.

Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz.
Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok
ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez.

Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker.
O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi
gelmez biri olarak bilinir.

Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur.
Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.
Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır
millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün.

Ya da hepinize yüz, ne fark eder.
Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.

- Biraz da aşktan konuşalım mı?


Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama
aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister.
Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk.
Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir.

Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi? Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur.
Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur.
Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var. Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur.

Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik.
Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir
aşk.

Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir.
Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?


Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında
mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım.

Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım. Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim.
Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir.
Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı.

Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen. Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş.
Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki
insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil,
soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir.

Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız.







( Kıbrıs'lı Şair Neşe Yaşın
üzerine Sur'un yazdığı yazı- defter arşivinden)

Neşe Yaşın
Dinamik Motifler Şairi


"Bellek Odaları" onun şiirsel serüveninin tamamlayıcı halkası değil,ara halkalarından birisidir. Yüreğinizi yakmaya hazır bir "belleğin" ateşi var Neşe Yaşın’ın kitapları arasında. "Sümbül ve Nergis" Şiirler toplamı (çocuk şiirleri )bende başka “ çok başka “duygular uyandıran bir tad bırakmıştı.
Kıbrıs'ın bu narin çiçeği, sanki Girne ve Gazimagusa arasındaki dağlık ve ıtırlı yolunda uçuşan çocukluk günlerimin "anlatıcısıdır".
Sözdizimsel işlevler pek çok dilde vakalar olarak ifade edilir (eyleyen sözcüğü olarak da tanımlayabiliriz sanırım), örneğin Claude Bremond'un incelemelerini dikkate alırsak, temel "eyleyenlerin"+rollerin fail ve maruz kalan olduklarını söyler,ilki etkiler,daha "iyiye" ( ya da kötüye) götürür,ikincisi ise hem yararlanan hem de kendine doğru çeken,bölen ,çoğaltan rolü görendir.
Onun dil aracını bu kadar ustalıklı ve "firesiz" kullanımı çoğaltmaya yönelik bir tercihin sesidir.
Neşe Yaşın’ı, jm'nin bana verdiği iki kitaptan tanıma fırsatım oldu, doğrusu onun bu kuşak Şairler arasında üzerinde bunca titrediği ve kimi isimlere bunca odaklanmasını zor bela bir tercih değil, açık ve anlaşılır sebepleri olduğunu kavramam gecikmeli bir iç+refleks değil
aksine kendi adıma ortamın duyarsızlığı ve ilgisizliğine karşı duyumsadığım "Utancın" ifadesidir.
ben ki, "yazılı olan her şey okunmaya değerdir" demişim bir ömür.

Yazın dünyasında "Fabl" kavramı bir durumdan diğerine geçişi temsil eder, durumu değiştirenlere "dinamik" motifler,değiştirmeyenlere statik motifler denilir.
Kıbrıs , ada, yalnızlık, çocukluk günleri, mavi, onun dinamik motiflerinin temel düğümüdür diye düşünüyorum.
hoş geldin:bellek odaları
tebrikler Kıbrıs’ın ıtırlı çocukluk bahçesi .

"Babamın resmini çizdim bugün
Ama benzemedi babama.
Kemanını da çizdim sonra
Yine benzemedi babama.
Sigarasını bile çizdim
kağıttaki babam değildi yine.
Annemi çizdim sonra yanına
Babam eğilip öptü annemi
kemanını tıngırdattı
külünü silkti sigarasının"


Şiir:Neşe Yaşın


Neşe YaşIn:
1959 yılında Lefkoşe’de doğdu. Dört şiiir kitabı yayımladı. Bölünmüş Kıbrıs’ın her iki tarafında da tanınan ve adada konuşulan iki dilde de okunan bir şair oldu.


Sufi.


Granit Hayat / Sufi



(defter arşivinden- borges defteri)

bu nasıl bir denge
çıldırtan denge deniliyor !
oysa denge çıldırtmaz, çıldırtan Tanrıdır!


Sufi.


Granit Hayat


Kurt D. Cobain için yazacaktım sadece, Susan Sontag ın göç haberi kıraç kayadan gelen bir uğultu sesi gibi beynimi sarstı.
Cobain gideli tam 10 yıl oldu (1967-1994),
Batı kökenli bazı düşünür,Sanatçıların kimi değerlerimizi öylesine benimsemişler ki ancak pür dikkat olduğumuz zaman
bu etkilenmelerinin şifreleri kırılıyor, Wittgenstein+Rumi denklemine yönelik ışık perdesini aralayan Pirim , daha sonra EB eksenine uzanan "Merdiven" mefhumu , Dionysosu bile çıldırtabilecek "denge", ve "düzensiz düzgünlük" şarabını sunan zevkli düşünsel oylum, bu şarap meleklere göre değil, onlar aşırı (derece)Akıl ve Disiplin düşkünüler .

ya bu dizeler yine kimi anımsatıyor sizlere:

"Olduğun gibi gel
göründüğün gibi
olmanı istediğim gibi
bir dost gibi
eski bir düşman gibi "
Cobain
tahmin etmek zor değil sanırım!

Bu hüzün meleği gitarını adeta konuşturuyordu,
"elini çabuk tut acele et
Seçim senin geç kalma!
Bir dost gibi dinlen biraz,
Eski bir anı gibi anı.
Anı ,Ah evet Anı
Ara gel
Ve yemin ederim ki
Silahsızım".K .D.Cobain
Image and video hosting by TinyPic


Sadece Yanmak dedi,
Solup gitmekten daha iyidir !
Hayır sevgili Cobain,
gökte yanan ilk yıldız'a
daha inmedik,
sadece bahtsızlar yurdunu gördün sen
yelkenleri kime verdiğini bilmiyorum.
içimdeki yarayı görsen ürkersin
anlattım işte
her şeyi,
Bal gibi tatlı sözlerle,harflerle sesleniyorum ,yazıyorum
kendime ve size karşı,
orada bekleyen kadın
sana teselli olsun
bana umut
sufi.

Ben , en çok "yemin ederim ki silahsızım " dizesi özleminde olacağım gelecek yıl ve yıllar süresince.
"Mürekkep Zaman" sayfa 97 , bir fotoğraf seçmiş Enis Batur:
"bu fotoğraf "bul ve öldür" şiarıyla çölde ilerleyen ,tanklarının üzerinde "etobur" ya da "blind killer" (gözü kapalı ölüm kusan)yazan, kendilerini Tanrı'nın ve Birleşik Devletlerin unuttuğu 1500 deniz piyadesinin öldürdüğü sayısız sivilden birine ,yaşlı bir Iraklı köylüye ait" Enis Batur.
Ah sevgili Enis Batur ahhh..
Tanrı unutmaz, unutmamalı diye düşünüyorum, bahar mimozalarına goncalara doğru "koşun" fermanı çıkaran "bir Tanrı" bu isyan çığlığını sellere dönüştürecek er geç, ya barış ya da dost meclislilerinde.

Tatlı Rüyalar ,
Dünya uyanık ve Goya Resmindeki dev cüsseli yaratık gibi yutuyor masalsız uyuyan kendi öz çocuklarını.

Sufi.


o O o


Susan Sontag

Türkçe ye aktarılmış yapıtları:

Ben Vesaire,Can Yayınları.

Susan Sontag’tan Seçme Yazılar , Metis ; bu yapıtını çok severim.

Fotoğraf Üzerin - Altıkırkbeş .

Yanardağ Sevgilim,Can Yayınları. (MUTLAKA OKUYUN LÜTFEN)

Başkalarının Acısına Bakmak,Agora Kitaplığı.


TADIMLIK:
The Volcano Lover ( Yanardağ Sevgilim) Kitabından:

" Bir imge yalnızca bir anı gösterebildiği için ressam ya da yontucu, görenin konu üzerine en çok bilmek istediği, hissetmek istediği anı seçmelidir. Ama görenin bilmek ve hissetmek istediği şey nedir ? Yunanlıların bir tuzak hazırladıklarını hissederek tahta atı kentin duvarları içine çekme kararına karşı çıkan, bu kurnazlığından dolayı iki oğluyla birlikte korkunç bir ölümle cezalandırılan Troyalı rahip Laocoon’un ölümünü düşünün. Yaşlı Pliny’nin teknik ustalığından dolayı resimden ya da yontudan üstün saydığı, en kötü olanı göstermeksizin en kötü duyguyu uyandırdığı için Cavaliere’in çağında da sanattan anlayanların seçkinliğine hayran olduğu birinci yüzyıldan kalan ünlü yontuda onların ölüm acılarının nasıl temsil edildiğini düşünün. Klasik sanatın başarısındaki asal klişeydi bu: acıyı edebe uygun bir biçimde göstermek, dehşetin göbeğindeki saygınlık. Yontuda rahip ve çocukları kendilerine doğru kayarak gelen iki dev yılanın karşısında donmuş, ağızları açık haykırırken, yüzleri şişmiş, gözleri yuvalarından uğramış bir ölüm tablosu halinde betimlenmemiştir. Biz onların yüzlerindeki gerginliği ve ölüme karşı kahramanca direnmeyi görürüz. Winckelmann, Laocoon’un bize sunduğu standardı düşünerek, “Denizin dibi, köpüren bir yüzeyin altında nasıl sakin uzanırsa, büyük bir ruh da acıların çalkantısı ortasında öyle sakin kalır,” diye yazmıştır. Cavaliere’in zamanında, dayanılmaz bir durumun betimlendiği an, görüntüde hala öğretici bir şey bulabildiğimiz, son kertedeki dehşetin doruğuna ulaşmasından önceki andı. Bu anın seçilmesinin, yani seçilen anın fazla rahatsız edici olmamasına özen gösterilmesinin nedeni derin acıya ya da büyük haksızlığa nasıl tepki gösterildiğinin, bu durumların nasıl betimlendiğinin bilinememesi olabilir. Fazla kaygı çekmekten, yatıştırılamaz duygulardan, yerleşik toplumsal düzene karşı çıkıp onarılmaz biçimde kopmaya yol açacak duygulardan korku. Resim sanatında en korkunç şeylere bakabilirsiniz. Çağcıl beğenimize göre yapılmış bir Laocoon bile, gerçeği acı veren duygularla özdeşleştirmemize karşın, hala bir mermer olarak görünebilir gözümüze. İki yılanın kıvrımları Troyalı rahibin ve çocuklarının çevresinde daha fazla sıkılamaz. Onların ölüm acıları bu anda sabitleştirilmiştir. Sanat ne gösterirse göstersin, durum daha kötüleşmeyecektir. Bir müzik yarışmasında Apollon’a meydan okuma gibi delice bir cesaret göstermiş olan flütçü satir Marsyas’ın tam derisi yüzülmek ‘üzere’dir. Bıçaklar çekilmiştir. Kendisini şehit olmaya hazırlamaktadır (ya da ne olup bittiğini tam anlamamıştır). Gözlerinin ve ağzının çevresine budalaca bir bakış yerleşmiştir. Ama işkencecisi henüz... kesmeye başlamamıştır. Ufacık bir et parçası bile kopmamıştır. Canavarca cezasına, sonsuza kadar, saniyeler vardır. "


o O o

Adım Eleonara de Fonseca Pimentel. Bu , doğduğumda edindiğim ( babam Don Clemente de Fonseca Pimentel’di ) ve tanındığım addı ( kocamın ölümünden sonra baba adıma döndüm ) ya da onun farklı bir biçimi. Genellikle bana Eleonara Pimentel derler. Bazen Eleonara Pimentel Fonseca. Ara sıra Eleonara de Fonseca. 1799 Napoli Devrimi’ndeki, hepsi erkek olan arkadaşlarımdan asla tek başına ilk adlarıyla söz edilmezken, tarihçiler kitap ve makalelerde benden söz ederken sıklıkla yalnızca Eleonara derler. Erken gelişmiştim: Zamanımın ayrıcalıklı kişileri arasında dehalara sık rastlanır. On dört yaşında Latince ve İtalyanca dizeler yazdım, Metastasio’yla yazıştım ve Pombal Markisi’ne atfettiğim Erdemin Zaferi adlı bir oyun yazdım. Dizelerim elyazmaları halinde elden ele geçti ve beğenildi. Kral ve Kraliçe’nin 1768’deki evliliği için bir düğün kasidesi yazdım; on altı yaşındaydım, Kraliçe’yle aynı yaşta. Ulusal bir banka kurmak için bir proje de dahil olmak üzere çok sayıda ekonomi tezi yazdım. Geç evlendim: Ben yirmi beş, uygunsuz kocamsa kırk dört yaşındaydı. Matematik, fizik, botanik çalışmalarıma devam ettim. Kocam ve arkadaşları benim tuhaf biri, uygun olmayan bir eş olduğumu düşündüler. Kendi çağıma göre, bir kadın olarak cesurdum. Yedi yıl sonra durup dururken kocamı terk etmedim ya da daha alışılmış biçimiyle, babamın ve erkek kardeşlerinin onunla sert bir biçimde konuşup ayrı yaşamamızı kabul etmesini sağlamaları yoluna sapmadım. Ondan yasal bir ayrılığı talep ettim. Pek çok sadakatsizliğinden bazılarına tanıklık ettiğim, onun bana zamanımın çoğunu okuyarak geçirdiğim, ateist olduğum ve başka daha yaygın ahlaksızlıkların yanı sıra matematik öğretmenimle ilişkim olduğu biçimindeki karşı suçlamalarını yönelttiği bir mahkeme oldu. Yarattığım skandala rağmen ayrılma kararımı elde ettim. Sonra ayaklarımın üzerindeydim. Okumaya, yazmaya, çevirmeye, incelemeye devam ettim. Yazınsal etkinliklerim için saraydan gelen bir ücretim vardı. İki Sicilya Krallığı’nda Papalık’ın etkisinin tarihçesi üzerine Latince’den İtalyanca’ya yaptığım çeviri 1790’da basıldığında Kral’a ithaf edilmişti. Cumhuriyetçi oldum ve kraliyet mensubu patronlarımla bozuştum. Özgürlük Kasidesi adlı eserimi – hani şu hapse girmeme neden olanı – ezberden mi okuyayım ? Hayır geleneksel biçimde yetenekli bir şairden fazla bir şey değildim. En güçlü şiirlerim yıllar önce yazılmıştı – yalnızca sekiz aylık olan çocuğumun , Francesco’nun ölümü üzerine soneler. Devrim patladı ve ben de onunla birlikte patladım. Beş aylık cumhuriyetimizin baş gazetesini yarattım. Çok sayıda makale yazdım. Pratik ekonomik ve politik sorunların pek ala farkında olmama karşın, eğitimi en öncelikli iş olarak değerlendirmekle hata yaptığımı sanmıyorum. Eğer yürekleri ve akılları değiştirmezse devrim ne işe yarar ? Her kadın gibi olmasa da, bir kadın gibi konuştuğumu biliyorum. Kendi sınıfımdan bir kadın gibi konuştuğumu biliyorum. 1794’te Napoli’de basıldığında Mary Wollstonecraft’ın kitabını okumuş ve hayran kalmıştım, ama gazetemde hiçbir zaman kadın hakları konusunu ileri sürmedim. Bağımsızdım. Aklımı cinsimin bazı alçaltıcı düşüncelerine kurban etmemiştim. Aslında öncelikle kendimi bir kadın olarak düşünmedim. Haklı davamızı düşündüm. Yalnızca bir kadın olduğumu unutmaktan memnundum. Toplantılarımızın çoğunda tek kadın olduğumu unutmak kolaydı. Saf alev olmayı istedim. Bu krallıktaki yaşamın kötülüğünü hayal edemezsiniz. Sarayın ahlak bozukluğunu, insanların acısını, törelerin çarpıtılmışlığını. Yoo, o zamanların görkemli olduğunu söylemeyin. Yalnızca zenginler için görkemliydi, eğer insan yoksulların yaşamları üzerine düşünmezse , güzeldi. Bu dünyaya doğmuştum, o sınıfa aittim, o son derece hoş hayatın güzelliklerini yaşadım, sınırsız bilgi ve beceri semalarında sevinçten uçtum. İnsanoğlu sefilliğe, yalanlara ve kazanılmış ayrıcalıklara nasıl da doğal biçimde uyum sağlıyor! Doğumunun ya da uygun hırs biçimlerinin ayrıcalık çemberi içine yerleştirdiği insanlar eğlenmeye değil, - sakatlayıcı biçimde dindarlık taslayan ya da çileciliğe saplanmış – uyumsuzluklara adanmalıdır. Ama doğumla ya da ayaklanmayla dışarıya, bu dünyadaki çoğu varlığın yaşadığı yere fırlatılmış insanların, bu kadar az kişinin hem zenginliği, hem de bilgiyi tekellerine alıp ıstırapları başkalarına yüklemelerinin ne kadar utanç verici olduğunu görmemesi için kalın kafalı ya da köle ruhlu olmaları gerekir. Ben ağırbaşlıydım, coşkuluydum, kinizmi anlamıyordum, bir şeylerin azınlık değil, çoğunluk için iyi olmasını istiyordum. Geçmişe özlem içinde değildim. Geleceğe inanıyordum. Şarkımı söyledim ve gırtlağım kesildi. Güzelliği gördüm ve gözlerim oyuldu. Belki de naiftim. Ama kendimi delicesine sevdaya kaptırmadım. Tek bir kişinin aşkında boğulmadım. ... Beni aşktan çok adaletin harekete geçirdiğinin söylenmesine izin vermeyeceğim, çünkü adalet de aşkın bir biçimidir. Gücü biliyordum, bu dünyanın nasıl yönetildiğini gördüm, ama onu kabul etmedim. Bir örnek oluşturmak istedim. Kendimi düş kırıklığına uğratmak istemedim. Ama öfkelendiğim kadar korktum, kendimi, itiraf edemeyeceğim kadar zayıf hissedecek bir biçimde korktum. Bu yüzden korkularımdan değil, daha çok umutlarımdan söz ettim. Öfkemin başkalarını kıracağından ve onların beni yok edeceklerinden korktum. Kendimi nasıl koruyabileceğimi anlayacak kadar güçlü olamamaktan korktum. Bazen yapabileceğimin en iyisini yapabilmek için bir kadın olduğumu unutmak zorunda kaldım. Yoksa bir kadın olmanın ne karmaşık bir şey olduğu yalanını söylerdim kendime. Çoğu kadının, bu kitabın yazarının da yaptığı gibi. Ama kendi zaferlerinden ya da rahatlarından başka bir şeye aldırmayanları bağışlayamam. Uygar olduklarını sanıyorlardı. Aşağılıktılar. Topunun Allah belasını versin.




İRAN, TÜRKİYE’NİN DÜŞMANI MI?



İRAN, TÜRKİYE’NİN DÜŞMANI MI?

Doç.Dr. Haldun Çancı
Borges Defteri Üyesi Değerli
Siyasal-Kültürel Alan Araştırmacısı.
Öğretim Üyesi.



ABD, tıpkı üç yıl önce, Irak işgali sırasında yaptığı gibi, asılsız iddialar ve uyduruk istihbarat raporları ile, bu kez, İran’a karşı gerçekleştirmeyi planladığı saldırının altyapısını oluşturmaya çalışmaktadır.
ABD, Irak operasyonu sırasında, Irak’ın “terörizmi” desteklediği ve kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesi ile, saldırısını ve arkasından işgalini meşrulaştırmaya çalışmıştı.
Bugün kendisi bile, bu iddiaların asılsız olduğunu kabul ediyor.
Ancak, bu itiraflar, ABD’nin, dünya hegemonyası kurma hevesi ile çıktığı yolda, hedef aldığı yeni ülkeler hakkında, yine gerçek dışı iddialar üretmesine de engel oluşturmuyor.
Aynı ABD, şimdi de, İran’ın nükleer silah yapmak üzere olduğunu söyleyerek, bu ülkeye yapmayı kafasına koyduğu müdahaleyi haklılaştırmaya çalışıyor. Nükleer silahlarla, yine nükleer olan, İran hedeflerini vurmayı ve sonunda da, İran’da bir rejim değişikliğini amaçlıyor.
İran, nükleer silah üretme amacının olmadığını defalarca beyan etmiş olmasına ve tarafsız gözlemcilerin, İran’ın, istese bile, böyle bir silahı yapmasının en az on yıl alacağını söylemelerine rağmen.
Her bağımsız ülke gibi, İran’ın, nükleer enerji elde etme ve isterse de nükleer silah yapma hak ve yetkisine sahip olduğunu bilmesine rağmen.
Ülkemizdeki ABD propaganda makinesi, İran’ın böyle bir silah üretmesinin, Türkiye için de bir tehlike oluşturacağı iddiasını ortaya atıyor.
Eğer, İran, bir gün nükleer silah üretecek ve bu silahı da Türkiye’ye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmaya kalkacaksa, yapılması gereken şey basittir. Siz de oturur kendi nükleer teknolojinizi ve silahınızı geliştirirsiniz. Bu tehlike de ortadan kalkar.


Türkiye, İran Meselesinde Hangi Konumdadır?

Türkiye, her açıdan, İran konusunun merkezinde yer almaktadır. Çünkü, ABD, konumu itibariyle Türkiye’den, İran operasyonunda yararlanmak istemektedir.
Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde, askeri amaçlı yeni tesisler kurma yönündeki girişimleri bu tutumun bir sonucudur.
Öbür taraftan, İran’daki kimi etnik grupları (Azerileri ve Kürtleri), tıpkı Irak’taki etnik gruplar gibi, kendi ülkelerine karşı kullanmak ve birer piyon haline getirmek istemektedir. Bu etnik grupların da, Türkiye ile bağlantıları vardır.
Bir başka noktada ise, yine Türkiye, çeşitli vaatler çerçevesinde, ABD’nin elini rahatlatmak üzere Irak’a sokularak, bataklığın içine çekilmeye çalışılmaktadır. Yakında, bir etnik çatışmalar cehennemine dönme olasılığı çok yüksek olan Irak, Türkiye için büyük bir tehlike arz etmektedir. Türkiye’nin, Irak’tan çıkması, girişi kadar kolay olmayabilir.

Ayrıca, Irak’a, ABD tarafından sokulacak olan Türkiye, elbette ki, kendisi için tehdit oluşturan PKK ve Barzani-Talabani oluşumlarını temizlemek üzere oraya sokulmayacaktır. Bilakis, ABD himayesinde yapılandırılan, Kuzey Irak’taki oluşumu desteklemek ve Irak’ta, yine ABD eliyle kurulan kukla yönetimi meşrulaştırmak için orada bulunacaktır.

Türkiye’nin Irak’a sokulma çabasının, İran konusu ile doğrudan ilişkisi vardır. ABD, İran’a saldırdığında, İran’ın, ABD’ye karşı kullanabileceği kozlardan birisi, Irak’ta çıkmaz içerisinde bulunan ABD’nin mevcut konumudur. İran’a saldırması durumunda, ABD, Irak’taki işgal birliklerinin, İran için açık hedef olacağını gayet iyi bilmektedir. Bu nedenle, Irak’taki mevcut durumunu düzeltmeden, İran’a saldırması, akılcı olmayacaktır. Bunu bildiği için, ABD, Türkiye’yi, işin içine dahil ederek, Irak’taki konumunu güçlendirdikten sonra, İran’a saldırmak istemektedir.


İran, Türkiye’nin Düşmanı Mı?

Yaklaşık dört asırdır değil. Her şey mükemmel olmasa da, İran ile önemli sorunlarımız yok.
Hatta, son dönemde ABD, PKK’yı İran’a karşı da kullandığı için, çok önemli ortak bir sorunumuz ve çeşitli ortak çıkarlarımız bile var.
Bu nedenle İran, hem, kendi açısından da bir güvenlik sorununa dönüşen PKK’ya karşı operasyonlar düzenliyor, hem de, jest olsun diye, yakaladığı militanları Türkiye’ye teslim ediyor.
ABD propaganda makinesi ise, İran’ı Türkiye için, Türkiye’yi de İran için, birer tehdit unsuru olarak göstermekle meşgul.
Oysa, İran, son dönemde Türkiye’ye, her konuda sıcak mesajlar veriyor.
İran, tüm konularda, yüzde yüz örtüştüğümüz bir ülke olmayabilir. Ancak, İranlılar, Türklerin bin yıllık komşularıdırlar. Dört yüzyıldır, kendi sorunlarımız nedeniyle çatışma yaşamadığımız İran ile, ABD istedi diye neden kan davalık hale gelecekmişiz? Emperyalistlerin çıkarları uğruna, neden İran’ı arkadan vuracakmışız?
İran’a gerçekleştirilecek muhtemel bir ABD saldırısı, bölgemizde sonu öngörülemeyecek bir çatışma, kaos ve istikrarsızlık durumunu ortaya çıkaracaktır. Bu durum, en derin biçimde Türkiye’yi vuracaktır.
Dolayısıyla, Türkiye, soğuk kanlı ve basiretli bir kriz yönetimi ile bu sorunu aşmayı başarmalıdır. Bırakın emperyalist ABD’ye bu kirli savaşta yardım ve yataklık etmeyi, onu bu eylemden alı koymanın her yolunu denemelidir. Başta İran, Suriye ve diğer komşu ülkelerle, ticari, askeri ve siyasi işbirliğini artırmalıdır.
Her hareketimizde temel kaygımız, kendi ulusal çıkarlarımızın korunması olmalıdır. Bu, tıpkı ABD ve AB’nin, kendi çıkarları konusundaki hassasiyetleri kadar meşru olacaktır.
İnsanlık, bu konuda, haklı olan İran’ı değil, haksız olan ABD’yi yalnızlığa mahkum etmeyi başarabilmelidir.
Gayrı meşru dünya jandarması ABD’nin, Afganistan ve Irak’taki işgalleri, insanlık suçuna ve katliamlara dönüşmüşken, onun, yeni bir cephe daha açmasını ve İran’a saldırmasını nasıl destekleyebiliriz.

Yazarı: Dr. Haldun Çancı


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***