Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...





Körlüğün Kısa Tarihi / Cemil Atik



Bilincin dönüştürülmesi; algının kirli, donmuş retinasına ‘’terörist’’ bir saldırı. Avangard sanatçının büyük ülküsü… Derin bir şokla gerçekleşebilecek büyük dönüşümle özetlenebilir onun ideası. Bütün ‘’ciddi’’ sanatçıların düşünü gördüğü bu şok sağaltımdır. Televizyon Çağı’nın ‘’ilkel uyuşukluğu’’ içinde, eylemi, asabiyeti bizim adımıza gerçekleştiren, bizi temsil etme yetkisini verdiğimiz, hayatımız boyunca karşılaşamayacağımız simülakrumlardır beyaz ekranlardaki. İmaj mecranın aşılamaz, kendi kendini durmadan çoğaltan yapısı Avangard sanatçıyı kızdırır. Çünkü uzunca bir süredir tüm düşünce protokolleri çalınmış, üstelik toplum mühendisliği ile işsiz bırakılmıştır. İdeasının, gizli servisler ve teröristlerce uzun uzadıya planlanarak medyatik projelerle farklı şekillerde de olsa gerçekleştirilişini izlemek dayanılmaz olmalı.

Algı tiyatrosu ve didaktik performansların verimliliği tartışmasını uç noktalara taşıyan, 11 Eylül saldırısını bilincin ele geçirilmesi ve dönüştürülmesinin anıtı saymak cüretini gösteren ‘’ciddi’’ sanatçıların söylemeye çalıştığının aslında ne olduğunu biliyoruz; elbette bilinci ele geçirmek üzere yapılan uzun ve karmaşık hazırlık, medyanın üşüşeceği büyük bir ‘’performans’’ ve yokluğun bilinçlerde yaratacağı sonuçlar ve benzeri nedenler onları tahrik etmiş olmalı. Kolay, neredeyse emeksiz imaj satış marketlerinden taksitlendirerek alışveriş yapılabilinir bugün. Ancak günümüz sanatçısının Avangard hırsına referans olacak, ona cazip gelecek çok fazla ürün ve bağ var gibi görünür. Ayıklama… Nasıl? Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıntılarının müze müdürlerince yağma edilişi - ayıklayarak ve kesinlikle estetiği gözeterek- imajların çoğaltımına, kendi kendini üretme yeteneğine örnektir. ‘’Her şey onlara hizmet eder…’’

‘’Devrim, hemen şimdi’’ düşüncesi ile sanatçının bu düşünceyle her devir çatışan izleği arasındaki uzaklığın kapanmakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Buna verilecek kesin bir evet cevabı gerçek, özgür sanatçının ağzından çıkamaz. Bütün ‘’devrimler’’ önce sanatçıları yer. O iç terörün dengesini, sanatla ifadesini bulan kendisiyle kavgalı bir bilincin içinde kurar. Bunca tetikleme içinde naif bir düşünce olarak gelecektir bu.

Başka ‘’naif’’ bir yol pek bilinmez; Sufi mutasavvıfların izleği kademeli bir uyanışı, yıkımı sıfıra indirecek bir yeniden üretimi mümkün görür. Neredeyse tüm disiplinlerin eğitiminden geçtiklerini, birçoğunun bilim alanında bugünde kullanılan yöntemler bulduklarını söylemeye gerek var mı? Yani genel imaj yanlıştır. Yazının temelinden bakılarak, kalpten yani tinden yola çıkmak, değişik bakış açılarından vazedilen şokun bilinçte kaybettirdiği gerçeklerin/zaman kesitinin önemli olduğu vurgusudur. Doğumun tam ve eksiksiz olması için gerekli olan…

Şu veya bu şekilde insanlık tarihi ikinci yolu deneyerek 19. yüzyıla kadar gelebilmiştir. Ancak bu yüzyıl bilinçte büyük bir yırtığın oluştuğu yüzyıl olarak tarihlenecekti. Henüz başlarda dünyanın geri kalanının – sanayi devrimi dışında kalmış tüm ulus ve imparatorluklar- çok azı bu dönüşümü hissetmişlerdi. Artık var oluş sorununa biçimlenerek ölüm-kalım arasında seçim demek olacaktı. İmaj bombardımanı başlamış, kültürleri delik deşik ediyordu. Bir meteor yağmuru kadar ışıltılı ve parlaktılar ama bu düştükleri yer için geçerli değildi. Alışıldık olanın, hep göz önündeki kanıksanmışlığın yok oluşu. Yitikliğin yarattığı boşluğu doldurmak isteyen iştahlı fikirlerin büyük bir telaşla bu boşluklara seğirtişleri, akınları. Zihin uzayın bir parçasıydı ve boşluk kabul etmeyecekti. Ne aranırsa vardır boşluklara akın düzenleyenler arasında; Kapitalizm, Komünizm, Faşizm, Anarşizm, Feminizm… İşte tam bu yüzyıl içinde Avangard sanatçıyı şımartacak çok şey olmasına rağmen, akıbet de kaçınılmazdı. Romantizm, peygamberanelik ve vahiy-devrimcilik önce Hollywood’a, daha sonra da Televizyona teslim olmuştu artık. En azından imajın paylaşılmasında yeryüzünde bir adaletten bahsedilebilinir. Okus pokus la sınıf ayrımını görünmez kılmakta Televizyona düşecekti. Batıda sanatçının önceki imaj danışmanı soylu sınıftı, zenginlik ve soyluluğun imgeleriyle yan yana durduğunda sanat ve sanatçı bu sahte ışıklarla parlayabiliyordu ya da öteki. Üflenen bir ruh… ‘’İlkel uyuşukluk’’ yüzyılında imajla yorgun düşürülmüş, post modernizmle de narkoloptikleştirilmiş insanların Avangard ressamların, edebiyatçıların ‘’kaçıklıklarıyla’’ uğraşacak zamanları hiç olmayacaktı. Ortalama fikirlere, ortalama hayatlara sahipken ve bunlara sahip olmak ayrıcalık olarak sunulmuşken ne diye ‘’sürdürülebilinir’’ habitat bozulsun. Prenses Diana’nın düğününü size özelmişçesine izlemek, bir gece önce yedikleri özel yem nedeniyle kraliyetin ‘’kutsal’’ atlarının standart, parlak boklarını gelişmiş kameraların zumlarıyla önünüzdeymişçesine seyredebilmek bir yüzyıl önce hangi altsınıfa nasip olurdu bir düşünün. Gerin, kaşın ve rahatla her şey güzel olacak… İmajın gücü anlaşılmıştır artık.

Nükleer mantar Hiroşima’yı aydınlattığında, projenin sahiplerini ele geçiren hırs bu korkunun kaymağını uzun süre yiyecek olmaları düşünde gizliydi. İmaj gerçekte şimdi patlamıştı. Amerika’nın Golem’i… Şok dumura uğratır, felç eder, güvenli alanınız, aidiyetiniz parçalanır. Siz ne olup bittiğini anlayıncaya dek yeni bir dünya kuruluverir. Bush ve Blair’in fırsattan istifade çıkarttığı anti-demokratik yasaları kaç kişi hatırlıyor.

‘’Ölmeyi bile gerçekten isteyemiyoruz’’. Birleşik Devletlerin karanlıkta bırakılmaya çalışılan bir tarihi vardır, sadece Cat Müzikali, Marilyn Monroe, Mc Donalds vb. imajların negatif gerçekliğiyle ifade etmenin hafif kaçacağı bir tarih. Entelektüel katiller, hapishanelerde ‘’aydınlanan’’ kıyıcılar, kan performanslarına alkış tutan sanatçılar… Rus romancılığının yanına bile yaklaşamayacağı nicelik ve ‘’nitelikte’’ eserler, ‘’gerçek’’ nihilistlerin manifestoları.

Bilincin ele geçirilmesine yönelik bir imaj baskını çağındayız ve baskın basanındır. Ancak bu kabul başka bir kuvveti onun karşısına diker; uzun meşakkatli bir yol, mutlu bir istila. Mao II’ nin kahramanı Bill Gray’in çocukken oynadığı bir oyunun kurallarını kuşatan bir söylem. Yankee Stadyumunda oynanan unutulmaz bir maçın hem anlatıcısı, hem dinleyicileri ve hem de oyuncuları olmak olarak özetlenebilecek uhrevi bir oyun. Yüksek bir bilinçte kendini unutturmak, kaybetmek. Ama Bill Gray bunu yazarını saklamak için söylemekle görevlidir. ‘’Özgül-tekillerin matrisi’’ Amerikan halkı…

Sanat verili, pozitivist dünyayı yıkacaksa, - en azından taşınan üst söylem budur – sufiler, var olanın ‘’canına kastetmeden’’ dünyayı sıfır noktasından geçirerek bunu yapma iddiasındadırlar. İddia da dava taşımaz, manayı üretmek çilenin gerekçesidir. Çile yöntemleriyse imaj üretimine, bununla beslenmeye izin vermez. 15 Dakikalık ün dışındadır. Ruhun ya da maddenin içine sızmış şeytan iddiası çürütülmekle kalmaz, bütün bu vehmedişlerin çukuruna inilir, orada karşılaşılan insanın karanlık tarafıdır. Asıl önemli nokta bunun belirli protokoller izlenerek üretilmiş/tetiklenmiş olması gerçeğidir. Kurgulanmış bir teatral zeminde uyanmayı geciktiren bir var oluş modelinin sunulmaya çalışılmasıdır. Öteki modelin farkında olunmadığı ise doğru değildir, kimi zaman sondaj noktalarının belirlendiği, gelecekte üzerine daha fazla eğilmek üzere şimdilik dosyalandığı fikri akıllıca olanıdır. Hangi entelektüel odacıktan, hangi aygıtın ne yapılmak üzere devşirileceği de ayrı bir süreç olarak hala ortadadır.

Nüfuz etmek, bilgi çarpıtma için çalmak. Ancak kimden ve hangi derinlikte. Bu sorulara, öteki yöntemin binlerce yıl içinde geliştirdiği izlekten yüzey taramayla kolay cevaplar vereceği beklenmesin.

Batı Heidegger’i tekrar okur mu bilinmez ama insanın kalıba dökülme çabalarını her fırsatta reddetmesini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Nihayetinde Batı için daha anlaşılır bir dildir bu.

Yazarı: Cemil Atik


Sizin için.. /Sufi.


Gül ve El'e dokunun (tıklayın!) ve bilgisayarınızın sesini açın + dinleyin bu güzel çalışmayı ! "Amore mio".. gören ve duyan kalbin sesidir.
ben hep "birilerinin" kuru kalabalıklar arasındaki yalnızlığını düşüneceğim, nedensiz..nedensiz ..
Nedensellik mi? Belki de aynı "a" olayının "b" olayını izlediğini
birçok kez gördüğümüzde kazandığımız alışkanlık ya da alışkanlık duygusudur.

Ben sadece "nedensellik" dedim..ardından bu güzel çalışma geldi..
"gitmeye" yanaşmadğı sürece insan "hayatı" seçiyor, o zaman görece de olsa hayata anlam ve değer katıyoruz demektir.
Sufi.













Sentir em nós
Sentir em nós
Uma razão
Para não ficarmos sós
E nesse abraço forte
Sentir o mar,
Na nossa voz,
Chorar como quem sonha
Sempre navegar
Nas velas rubras deste amor
Ao longe a barca louca perde o norte.
Ammore mio
Si nun ce stess’o mare e tu
Nun ce stesse manch’io
Ammore mio
L’ammore esiste quanno nuje
Stamme vicino a Dio
Ammore

No teu olhar
Um espelho de água
A vida a navegar
Por entre sonho e a mágoa
Sem um adeus sequer.
E mansamente,
Talvez no mar,
Eu veita em espuma encontre o sol do
Teu olhar,
Voga ao de leve, meu amor
Ao longe a barca nua a lodo a pano.

Ammore mio
Si nun ce stess’o mare e tu
Nun ce stesse manch’io
Ammore mio
L’ammore esiste quanno nuje
Stamme vicino a Dio
Ammore
Ammore mio
Si nun ce stess’o mare e tu
Nun ce stesse manch’io
Ammore mio
L’ammore esiste quanno nuje
Stamme vicino a Dio
Ammore

Even for us
Even for us
There's a reason
That keeps us here
And if you hold me tight
I'll cry, and I'll cry
Until I'd let myself go and
Moisten you with my tears
The tears of my love
A man lost his heart
in that street.

My love
If the sea and you were not here
I wouldn't be here either
My love
Love exists when
We are close to God
My love

Even for us
Even for us
There's another world
that'll never separate us
And without ever saying goodbye
I'll leave this place,
And you'll be gone
And that's why we'll never part
Nothing
Will take our love away
A man finds his heart
In that street

My love
If the sea and you were not here
I wouldn't be here either
My love,
Love exists when
We are close to God
My love
My love
If the sea and you were not here
I wouldn't be here either
My love
Love exists when
We are close to God
My love.













Eski Evler, Eski İnsanlar / Sufi.




Hiç eski evleri, mahalle aralarını merak ediyor musunuz?
Ben ne zaman eski evleri gezsem geçmiş zaman hayatı, insanları gözümün önüne gelir.
Evin mekanlarında içinde yaşıyormuşçasına güler yüzlü insanlar davet eder bizi daracık sokaktan avluya.
O eski evlerin çoğuna modernite adım atmamış daha, hala ayaktalar ve direniyorlar, ama yaratıldıkları ve bulundukları mahallelere tarihi geçiş itibarıyla modernite çoktan dal budak bırakmıştı bile. Elma, erik, iğde ağaçlarının gölgelediği, gül tarhlarının süslediği avlunun ortasında kuyu ya da havuz bulunur+du.
Avlunun arkasında taşlık ve evle karşılaşırız. Taşlık evin ana dağıtım mekanı.
Zemin katlarda kiler,.. gibi hizmet mekanları bulunur.
Bir merdivenle sofaya çıkılır. Ev sahipleri size odalarını açarlar ve sofanın sedirinde baş köşeye oturturlar+dı..
O an siz odanın, sofanın kapılarını, yüklüklerini, tavanını incelemeye dalarsınız.
İçinde yaşayan insanların sevgi dolu gönülleri ağaca, taşa, kerpice yansımıştır.
Duvarlarda hüsnü hat şaheserleri olurdu: “ kadehtir aklın, merhaba ”, “ artık ye iç, gözün aydın olsun”, “ zalimlerin barınacakları yer ne kadar fanidir”, “ bu da geçer ya hu”, ve en çok da bereket sözcükleri sıralanırdı göz şeridinde, sonra su üzerinde en eski valsı gerçekleştiren renkler belirirdi. Eski evler birer birer yok oldu, sonra insanları, geriye “sosyal topoğrafyalar” kaldı bir de vefasız torunları müzayede evlerinde haraç mezat sattıkları o muazzam miras. Taşlıklar yerine taş ırmaklar akıyor belleğimizde.
Göl suyu gibi karardı hafızalarımız, anımsıyoruz, hüzünleniyoruz.
Gizemlilik göl suyunun duru olmasına karşın, yanar döner yeşil parıltılarıyla sıvı katran rengine benzemesinde yatar, .. yok artık.
“Adem” gitti, Havva ile de tekillik olmaz!
Lorca’nın dediği gibi:
“ Çok az melek var şarkı söyleyen,
çok az köpek var havlayan
Ama ağıt koskoca bir köpek,
ağıt koskoca bir melek
ağıt koskoca bir keman,
gözyaşı ağzını tıkıyor rüzgarın
duyulmaz başka bir şey..”

bir ses duyan olursa beni de uyandırsın bu tatlı düşten, düş kurmak bile ne çok pahalandı.
Bir yazımızda “kendi züvvarı” olanlar demiştik, benimkisi de öylesine bir “ziyaret” oldu..Görebileceğimiz eski evler gibi bu tür ziyaretlerde geçmiş zamanlara takılır kalır belleğimiz.
Avludaki ağaçlar kurudu, güller soldu.. bir hayat tarzını, kültürü, mekanı yok ettik..

Modern kalemi kendime sapladıkça bir şeyler fışkırıyor benliğimden, en iyisi yüreğimin yumruğunu sımsıkı kapalı tutmak, açarsam gözlerim rüsva olur.
Kayarak,
Yuvarlanarak
Damlayarak
Yok olmalıyım.
Ne yapmalıyız ?
“Adem” öldü,
Selam yalnız Havva !
Ve sen haykırıyorsun :“ne olur bir kez daha dinle beni..”
Ve ben tekrarlıyorum : “ ya pa mı yo ru m”.
ayakkabılarıma tutunup uçmak istiyorum.

Ve ben senin özenle kısalttığın tırnaklarına bile tutunamam artık,
bak işte yeryüzünün en dip, arka sandalyesinden uçuyor ayakkabılarım.
Yak bir tel sigara sevgili “Havva”,
“adem’ler” , “ ademiyet” , “aidiyetler” öldü..
Son olarak

senin ezeli bahçe kök boylarınla
okunmaz bir şeyler yazarım ..belki.. giderken ama “erken”!
Eviniz kiraz çiçeği koksun diye!

Yazarı: Sufi.


Güle Güle Prof. Machteld Johanna Mellink !



HOŞÇAKAL Sevgili Hocamız...Prof.Machteld Johanna Mellink !

Bu topraklar seni ve yarım yüzyıllık çabalarını asla unutmayacak…
Uluslar arası üne sahip ve (Türkiye Coğrafyasında serpilen medeniyetler) Arkeoloji alanına en büyük bilimsel katkıları yapmış olan 88 yaşındaki Prof.M.J Mellink'in ani ölüm haberi bizleri fazlasıyla üzdü. Yerin Lykia Cennet Bahçeleri olsun sevgili Mellink…
Elmalı ve Phryg Ülkesi hakkında nice değerli başvuru kaynakları yaratan ve 1964-67 yıllarında Elmalı Kazılarına ciddi katkıları bulunan… sonraki yıllarda ve ölümüne kadar sürecek olan “Anadolu” aşkı .... Prof. Kenan Erim'in yakın dostu sayılırdı...her ikisi "mitoloji" yurduna konuklar...
Anadolu sizleri ve Bilimsel çabalarınızı asla unutmayacak…

Kitaplarından seçmeler:

Mellink, M. J., "The Native Kingdoms of Anatolia", The Cambridge Ancient History.

Mellink, M. J., "Bilinguals and the Alphabet in Cilicia, Tabal and Phrygia".

Borges Defteri
Moderasyon Grubu

Phrygia Neresidir?
Başkent Gordion. Phryg ülkesi Ankara, Afyon ve Eskişehir'in tümünü, Konya, Isparta ,Burdur illerinin kuzey, Kütahya'nın ise doğu bölümünü kapsamaktaydı.
Doğuda Kappadokia (Doğu kaynaklarında Tabal ve Kaşku ülkeleri), sonraları Galatia, güneyde Lykaonia, Pisidia; batıda Lydia, Karia; kuzeyde de Bithynia ve Paphlagonia
GENEL ÖZELLİKLERİ
Phrygleri daha çok kral Midas ve onunla ilişkilendirilen mitolojik öykülerden tanımaktayız (Uzun kulaklı Midas; Her tuttuğu altın olan Midas gibi)
Orta Anadolu'nun kaliteli yünleriyle gerçekleştirilen halıcılık üretimi gelişmişti (Avrupa dillerindeki tapetes sözcüğü Phrygce'den gelmektedir).
Büyük Tümülüs'teki yontma ve kakma teknikleriyle süslenmiş ahşap paravan ve masalar gibi günümüze ulaşan ince işçilikli örneklerden anlaşıldığı kadarıyla mobilyacılık konusunda usta idiler.
Geometrik motiflerle oluşturulmuş kompozisyonlar içeren kilim benzeri dokumalar üretiyorlardı.
Fibulalar, kazanlar, philaeler, kemerler ve hamam taslarının atası olan ompholoslu taslar madenciliğin gelişmiş olduğuna işaret eder.
bölgeleri ile çevriliydi.

KÖKEN VE DİL
Trakya'dan Thrak göçleriyle Anadolu'ya geldiklerine inanılmaktadır. Grek Dünyası ile yakın ilişkileri vardı. Grekçe ve Phrygce aynı kökten geliyor olabilir.
KRONOLOJİSİ (İlişkili Çağdaşları)
Gordion kazılarından elde edilen bulgulara dayanılarak Phryg Devleti'ni doğuran gelişmeler tabakalara göre şöyle sıralanmaktadır:
7. Yapı Katı (M.Ö. 1100-950): Erken Demir Çağı başlarında (7 B yk) ortaya çıkan, Geç Tunç Çağı'nda kullanılanlardan tümüyle farklı el yapımı çanak çömlek yeni bir göçle ve olasılıkla devleti kuran toplumun bölgeye gelişiyle ilişkilendirilmektedir. Benzer çanak-çömleğe Troya VII b2, Boğazköy Büyükkaya ve Kaman Kalehöyük IId tabakalarında rastlanmaktadır. Bu sürecin ikinci evresinde (7A) mimaride yenilik gözlenir, çanak çömlekte de deve tüyü renkliler eskilerine eklenir.
6. Yapı Katı (M.Ö. 950-720?): Erken Phryg olarak adlandırılan sürecin başlarında (6 B yk) krallığın başlangıcına işaret eden büyük yapılar inşa edilmeye başlanmıştır. Surlar, anıtsal giriş ve avluyu çevreleyen yapılar bu döneme aittir. Bu tabakanın sonunu getiren yangını Kimmerlerin saldırılarıyla ilişkilendiren ve Phryg Devleti'nin bu olayla son bulduğunu kabul eden görüşler tartışılmaktadır. Gordion'daki yapılar bu yangından hemen sonra yenilenmiş ve kullanılmaya devam etmiştir.
5. Yapı Katı (720?-550): Orta Phryg
4. Yapı Katı (550-330): Geç Phryg
Phryg kralları ve Midas'ın çağdaşları
M.Ö. 8. yüzyılda hüküm sürmüş olan ve adları birkaç yüzyıl geç Grek kaynaklarında anılan iki kral adı bilinmektedir.
Gordios
Midas :Midas, yazılı belgelere göre Assur kralı II. Sargon (721-705) ile Kargamışlı Pisiri, Queli Uriqqi, Taballı Ambaris, Atunalı Kurti'nin çağdaşıdır.
Midas'ın doğu kralları ile ilişkisi, onun Assur kayıtlarındaki Muşkili Mita olabileceği önerisi kabul edildiğinde geçerlilik kazanır.


İNCELENMİŞ ÖNEMLİ MERKEZLER
Gordion: Phryglerle ilişkili üç tabaka var. Ayrıca bölgede 80 kadar tümülüs.
Hacıtuğrul (Yenidoğan Höyüğü)
Pessinus (Balahisarı)
Şarhöyük (Dorylaion)
Eskişehir-Kütahya-Afyon bölgesi (Küçük Phrygia): Midas Kenti
Kütahya/ Seyitömer Höyüğü
Ankara (20 kadar tümülüs), Anıtkabir, ODTÜ kampüsü çevresi. Ayrıca Ulus, Hacıbayram, ve Çankırıkapı'da yerleşmeler
Alaeddin Tepe
Dinar (Kelainai)
Kaman/Kalehöyük II d (11-9. yy), II c (8-7. yy), Karanlık Çağ yok. Mimari Gordion'a, çanak çömlek Kızılırmak'ın güneyine benziyor.
Pazarlı (Çorum'un kuzeyinde)
Alişar IV (Yozgat yakınlarında)
Boğazköy
Maşat Höyük (Tokat'ın Zile ilçesi yakınlarında)
Akalan (Samsun yakınlarında)

YAZITLARIN DAĞILIM ALANI
Merkezde Gordion (Yassıhöyük), kuzeybatıda Sakarya Nehri'nin kuzeyi, Göynük'ün güneyinde Germanos, güneybatı ve batıda Eskişehir-Afyon'da Midas Kenti, Yazılıkaya vd, batıda Kızılırmak kavsi içinde Boğazköy, Alacahöyük, Kalehisar (Çorum'un hemen kuzeyinde) ve Pazarlı, güneydoğuda Torosların kuzeyinde Niğde yakınında Göllüdağ ve Tyana, güneyde Antalya yakınında Elmalı'da Bayındır tümülüsten gümüş kap üzerinde Phryg grafiti yazısı. Ergili Daskyleion yazıtı.

MİMARİ
Başkent Gordion güçlü bir savunma sistemine sahiptir. Savunma duvarının dış yüzü boyunca toprak teraslar inşa edilmiştir. Ayrıca, savunma duvarının dış yüzünün alt kısmı düz çıkıntılar ile meyillendirilmiş ve kademelendirilmiştir. Gordion sitadelinde iç kısımda büyük koruma duvarları ile çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Böylece duvarlar içinde denetim altında tutulan alanlar oluşturulmuştur. Gordion'dan bilindiği üzere Phrygler megaron denen bir yapı türünü kullanmışlardır. Bezemeli mimari kaplama levhalarıyla da süslendiği anlaşılan bu yapılar içinde tapınakların önemli bir yer tuttuğu düşünülmektedir. Çünkü Eskişehir ve Afyon arasındaki yaylada yer alan ve ana tanrıça Kibele'nin megaron tarzındaki tapınaklarının ön cephesini temsil eden kaya anıtları üzerinde yer alan süslemeler, mimari kaplama levhalarının bir tapınağın süslenmesinde nasıl kullanılmış olduğu hakkında fikir vermektedir. Bezekli pişmiş toprak mimari kaplama levhalarının ele geçtiği önemli merkezler Gordion, Midas Kenti, Düver, Pazarlı ve Akalan yerleşmeleridir.


DİN
TANRILAR
Phryglerin en ünlü tanrıçası ilk kez 6. yy yazıtlarında "Matar" (Anne) veya "Mother" biçiminde kaydedilmiştir. Birkaç yazıtta "Kübileya" (dağların) sıfatı ile birlikte anılır. Tanrıça Greklere ve Romalılara bu sıfatından dönüşen "Kybele" veya "Cybele" olarak geçmiştir. İsmi Hellenistik Çağ'da Kybebe biçiminde yaygındı. Tanrıça'nın Pessinus'ta kendini hadım eden Attis adında genç bir sevgilisi ve törenlerine eşlik eden Gallos adında hadım rahipleri vardı. M.Ö. 204 yılında Romalılar Magna Matar'ı Pessinus'tan alıp Roma'ya kent koruyucu tanrıçası olarak götürmüşlerdir.
Doğrudan ilişki kurulamasa da doğurganlığı ve bereketi temsil ettiğine inanılan Ana Tanrıça anlayışı Anadolu'da Neolitik Çağ'a kadar uzar. Phryg Ana Tanrıçası ile sembolleri ve tapınımı benzeşen bir diğer tanrıça Geç Hititlerin Kubaba'sı idi. M.Ö. II. binyılın ortalarından beri bilinen tanrıça, I. binyılda özellikle Kargamış'ta ön plana çıkmış; Kilikia ve Sardes'te de tapınım görmüştür.
Phrygler de Urartular gibi yüksek kayalıklara kapı benzeri kutsal anıtlar yapmışlar ve tanrıçayı burada kutsamışlardır.
Phryglerde ayrıca Güneş Tanrısı Sabazios ve Ay Tanrısı Men önemli tanrılar arasındadır.
ÖLÜ GÖMME
Phrygler ölülerini tepe görünümündeki tümülüslere, kaya mezarlarına ve toprak mezarlara gömerlerdi. Lydialar'ın tümülüslerinden mezar odasının ahşap oluşu ile ayrılan Phryg tümülüsleri, Gordion yakınlarında çok sayıda, Ankara'da (20 kadar tümülüs) Anıtkabir ve ODTÜ kampüsü çevresinde, Dinar-Afyon, Lykia/ Elmalı'da, Tyna'da, Niğde/ Bor, Ulukışla yakınında saptanmış ve incelenmiştir. Tepenin yüksekliği, gömülen kişinin sosyal statüsünü göstermekteydi. İçlerinde çoğu zaman zengin mezar armağanları da bulunmaktaydı. Kaya mezarlarından bir kısmının cephesi ise Afyon/ Arslantaş mezarında olduğu gibi süslüydü.

SİYASAL VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER
Phryglerin siyasal ilişkileri kral Midas'ın faaliyetleri çerçevesinde belirlenebilmektedir. Assur yazıtları Doğu; Antik kaynaklar da Batı ile ilişkileri anlatmaktadır. Assur yazıtlarındaki Mita'nın Midas olduğu varsayılır.
Doğu ve Güneydoğu ile ilişkiler: 8. yy başlarında Assur kralı II. Sargon Phrygia'nın doğusundaki Tabal'a saldırır. Bu olaydan hemen sonda Sargon yazıtlarında ilk kez Mita'dan da söz edilir ve Mita Assur'un hedefindeki kişidir. Ancak Muşki-Urartu Assur'a karşı isyan başlatır, Tyanalı Urpallu da yanlarındadır?. Sorgon, Muşki üzerine yürür. Taraf değiştiren Mita, Assur yandaşı görünen Queli Uriqqi'nin Urartu'ya gönderdiği elçileri yakalayıp barış için tributla birlikte Sargon'a gönderir.
Gordion'da Geç Hitit stilinde yapılmış anıtsal sur kapısı ile kabartmalar doğudaki bu bölge krallıkları ile ilişkilerin etkileri olarak şekillenmiş görülmektedir.
Güneybatıda Niğde'de Fenike alfabesi ve Phrygce yazıt aynı bölgede yan yana bulunmuştur. Belki Phrygler Fenike alfabe yazısını burada tanıdılar. Ancak bölgedeki Porsuk ve Kilisetepe kazısı Phryg kültürünün yerli unsurlar üzerinde etkili olduğunu gösteren bulgular vermemiştir.
Boya Bezekli Kap (Gordion P Tümülüsü)
Batı ile ilişkiler: Herodot Midas'ın tahtını Delphi'ye hediye ettiğini anlatır, ancak burun arkeolojik kanıtları yetersizdir. Midas, batıda Kyme (Nemrutkale) kralının kızı ile evlenmiştir. Samos Heraion'una karşı diğerleri arasında özel yakınlık duyulmuş gibi görünüyor. Burada Phriyg tipi 3-4 fibula, kemer, 2 çanak ve bir kazan bulunmuştur. Ayrıca Paros, Lindos, Olympia, Argos, Perachora gibi merkezler fibula ve bazı Phryg küçük buluntularına sahiptirler. Gordion'a batıdan Grek çanak çömleği 8. yy'da ulaşmıştır. Belki Grek alfabesi de aynı dönemde gelmiştir.



ÇANAK ÇÖMLEK
Kızılırmak kavsi içinde yer alan Boğazköy, Alaca Höyük, Hacı Bektaş Höyük (Suluca Karahöyük), Kaman-Kalehöyük, Maşat Höyük, Kayapınar, Eskiyapar, Alişar Höyük, Çadır Höyük ile Kızılırmak'ın güneyinde bulunan Kültepe, Sultanhanı, Yassıdağ, Topaklı ve Porsuk gibi önemli yerleşmelerde ele geçmiş bulunan, Alişar IV olarak bilinen, özellikle stilize edilmiş siluet tekniğindeki geyik figürleri ile tek merkezli daire motiflerinden oluşan kompozisyonlarla bezenmiş boya bezekli çanak-çömlek grubu, Orta Demir Çağı'nın özellikle Kızılırmak kavsi içi ile güneyindeki karakteristik özelliğini oluşturur. Kızılırmak kavsinin batısı ile güneybatısında ise Gordion, Midas Şehri ve Alaattin Tepe'den bilindiği üzere siluet geyikli bezemeye sahip Alişar IV türü çanak-çömlek sayıca çok azdır ve bunlar büyük olasılıkla ithaldir. Bu kesimin yerel çanak-çömleğinin ise Çizgisel Stil'de bezenmiş olduğu söz konusu bu yerleşmelerde ele geçmiş olan örneklerin sayısal fazlalığından anlaşılmaktadır. Kızılırmak kavsi içi ile güneyinde Orta Demir Çağı'ndan beri tekdüze bir üretim yapan çanak-çömlek atölyelerinin stillerinde, Geç Demir Çağı'ndan itibaren özellikle bezeme açısından bazı önemli değişimler olduğu gözlenmiştir. Siluet görünümlü geyik figürleri yerine, değişik stilllerde çizgisel ya da reserve tekniklerde yapılmaya başlanan ve daha doğal bir görünüm sergileyen geyik figürleri ortaya çıkmıştır. Kuş figürlerinde sayı ve görünüm zenginliği artarken, boğa, merkep, karaca, keçi, aslan, köpek, balık ve böcek figürleri kompozisyonlar içinde ana öge olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunların yanısıra kanatlı boğa ve sfenks gibi karışık yaratıklar ile ne oldukları tam olarak anlaşılamayan "Tanımlanamayan Garip Varlık" figürleri de ortaya çıkmıştır. Orta Demir Çağı'nda sayıca çok az olan ve oldukça stilize yapılmış insan figürleri Geç Demir Çağı'nda ön plana alınmıştır. Frigler'in ana tanrıçası olan, ancak Anadolu'da Neolitik Çağ'dan beri tapınılan Kibele, bu dönemde çanak-çömlek üzerinde betimlenmiştir. Geleneksel renkler olan koyu kırmızı, kahverenginin tonları ile siyah bezemelerde kullanılmaya devam etmiş, ancak bunun yanında bir yenilik olarak figürler ile kompozisyonlar beyaz ya da bej rengi tonlarındaki zeminli çerçeveler içine yapılmaya başlanmıştır. Çerçeve tekniği bir süre sonra beyaz renk zemin yapılmadan da uygulanmıştır.
KAYNAKLAR
Herodot, Phryg tarihi, mitolojik olayları ve batı ile ilişkileri konusunda önemli kaynaktır. Eusebios yıkılış tarihi olarak 696'yı, Julianus Africanus ise 676 yılını verir. Arkeolojik veriler ise bu tarihi daha eskiye götürmektedir.
Phryg yazıtları, Phryg ülkesinden ve batıdan gelen arkeolojik bulgular yanında Muşkiler ve Muşkili Mita (Midas ?) hakkında Orta ve Yeni Assur, Urartu, Geç Hitit yazıtları bilgi vermektedir.

BİBLİYOGRAFYA
Akerström, A., Die Architektonischen Terrakotten Kleinasiens, Lund 1966Akurgal, E., Phrygische Kunst, Ankara 1955Algan, E.-İ. Ongar, Kral Midas'ın Ülkesi Frigya, İstanbulBossert, E.M., Die Keramik Phrygischer Zeit von Boğazköy. Boğazköy-Hattusa Ergebnisse der Ausgrabungen XVIII, Mainz am Rhein 2000 Haspels, C.H.E., The Highlands of Phrygia. Sites and Monuments I: The Text, II: The Plates, Princeton 1971Mellink, M. J., "The Native Kingdoms of Anatolia", The Cambridge Ancient History, III/2, 1991: 619-665Mellink, M. J., "Bilinguals and the Alphabet in Cilicia, Tabal and Phrygia" Karatepe'deki Işık Halet Çambel'e Sunulan Yazılar, ed. G.Arsebük, M.J. Mellink, W. Schirmer, İstanbul 1998: 495-498Muscarella, O.W., "King Midas of Phrygia and the Greeks"Tahsin Özgüç'e Armağan Anatolia and the Ancient Near East, ed. K.Emre, M. Mellink, B.Hrouda, N. Özgüç, Ankara 1989: 334-344Muscarella, O.W., "The Iron Age Background to the Formation of th Phrygian State", Bulletin of the American Schools of Oriental Research 299/300, 1995: 91-101Özgüç, T., Demir Devrinde Kültepe ve Civarı. Ankara 1971Özgüç, T., Maşat Höyük Kazıları ve Çevresindeki Araştırmalar, Ankara 1978Özgüç, T., Maşat Höyük II. Boğazköy'ün Kuzeydoğusunda Bir Hitit Merkezi, Ankara 1982Sams, G.K., The Early Phrygian Pottery.The Gordion Excavations 1950-1973: Final Reports Volume IV, Pennsylvania 1994Sevin, V., Anadolu Arkeolojisi, İstanbul 1999Voigt, M.M.-R. C. Henrickson, "Formation of the Phrygian state: the Early Iron Age at Gordion", Anatolian Studies 55, 2000: 37-54von der Osten, H.H., The Alishar Hüyük Seasons of 1930-32, Part II, (OIP XXIX), Chicago 1937von der Osten, H.H., The Alishar Hüyük Seasons of 1930-32, Part III, (OIP XXX), Chicago 1937


Borges'i Anlamak / Zerrin Kurtoğlu



Beni okuyanlar, sizler dilimi anladığınızdan emin misiniz? —Jorge Louis Borges

1971 yılında Kolombiya Üniversitesi'nde yazarlık sınıfı öğrencileriyle yaptığı söyleşilerden birinde Borges'e, kurmacanın dönemin toplumsal sorunlarına eğilmesi konusunda ne düşündüğü sorulur. Kurmacanın tarihle (özel olarak da kendi yakın tarihiyle ilişkisinin ne olduğu ya da olması gerektiğine dair bu soru, sözcüklerin paylaşılmış bir hafıza gerektiren simgeler olduğunu ısrarla vurgulayan Borges'in verdiği cevapla, sorunun ilk şeklinde sahip olmadığı sahici bir zemin kazanmaktadır: "Ne yüzyılınıza ne de kendi düşüncelerinize bağlı kalmaya özellikle çalışmalısınız bence, çünkü zaten bağlısınız. isteseniz de onlardan kaçamazsınız" Borges'e göre bir yazar kimi, neyi ve nasıl anlatırsa anlatsın, nihayetinde kendi coğrafi ve edebi topografyasının belirlenimi altındadır. Bu demektir ki yazar, bir yandan yaşadığı coğrafi mekanda konuşulan dilin kendisine işaret ettiği ortak hafızada varlık kazanan gelenekle; bir yandan da daha evrensel planda bağlandığı entellektüel sanatsal gelenekle kuşatılmıştır.Yazarın bilinçli seçimine bağlı olmaksızın metne sızan tarihsel-kültürel öğelerden dem vururken Borges'in kastettiği kuşkusuz, yazarın, kendisi tarafından kuşatılmış olduğu verili gerçekliğin, kurmacanın asıl anlatısı olduğu değildir. Çünkü Borges'e göre, ister yaşanmış bir olayı isterse bütünüyle düşsel bir olayı konu edinsin, kurmacanın en vazgeçilmez özelliği, onun büyüleyiciliğidir ve veri olan gerçeklik hiç de böyle değildir. Dahası, yaşadığı ülkenin ve batı uygarlığının kültürel mirası ile beslenen edebi bilincine damgasını vuran, dikkatle örülmüş ihtimaller ağı olarak öykülerine nüfuz eden ve aklı, kendi kendisine yabancılaşmış yorgun bir mite dönüştüren epistemolojik kuşkuculuğu da Borges'in, kendi coğrafi-kavramsal çatısı ile kurmuş olduğu mesafeli ilişkinin bir göstergesidir. Adeta sonsuzluğa ertelenmiş bir oyunun son provalarını yaptığı izlenimini veren, okuyucusunu sahici düşlere uyandıran, hiç kimseyi yok saymayan, yalnızca herkesi yok sayan bir büyücünün, "postmodernizm daha akla gelmemişken, dünyaya baştan çıkarıcı postmodern öyküler vermesinin nedeni de bu mesafe olsa gerek. Modernizmin mutlaklaştırarak kutsadığı Akıl Borges'in, düşleriyle kurduğu alegoriler labirentine girdiğinde artık çıplak ve savunmasızdır... Borges'in, kutsallığından soyunarak, kendisine mahkum edildiği ideolojik belirlenimlerden kurtulmaya çalışan aklı, modernizmin, büyük harfle yazılan 'Akıl'ı değildir artık! Dahası, bu Akıl temelinde üretilmiş büyük anlatı edebiyatının gönüllü mirasçısı olan Borges, paradoksal olarak, modernizmin temsilcisi olmayı reddedebilmiştir... (Ama paradokslar zaten, Borges'in en sevdiği öykü malzemeleri arasında yer almaktadır.)Yine de Babil Kitaplığı'nın 20. Yüzyıldaki bu gönüllü bekçisine göre, yazar, milliyetine bakılmaksızın evrensel gerçekleri içinde toplayan bir kaptır. Daha yolun başında geleneğin reddiyesi olmaya soyunan, şiirde daha önce denenmemiş yeni formlar yaratmaya çalışan genç şairlere şöyle seslenir Borges: "Her genç şair kendini nesnelere ad veren Adem gibi görür. Gerçekte Adem değildir; üstelik arkasında köklü bir gelenek vardır. O gelenek de yazdığı dil ve okuduğu edebiyattır."O halde nedir düşlerin sonsuz dilinde yazan Borges'in dediği? Düşüncelerinin öykülerine sızmasına izin vermediğini ve öykünün olgudan daha gerçek olduğunu söyleyen bir yazar olarak o, kurmacayı metni, veri olan tarihsel gerçeklikle bir temsil ilişkisi olmayan; insanların karşısında çaresizliklerini duyumsadıkları gerçekliğin yerine koydukları büyülü bir son sığınak, düşü gerçeğe, gerçeği düşe çevirebilen bir büyü olarak mı görmektedir?Yoksa bütün edebiyatın son tahlilde otobiyografik, metni yazanın ise nereden bakılırsa bakılsın içinde bulunduğu koşullar olduğunu söyleyen bir yazar olarak, metnin gönderiminin her halükarda ideolojik bir formasyon olduğunu, ideolojinin sanatçının düş gücüne, yaratıcı edimine hayat olarak, yaşantının dolaysız hammaddesi olarak nüfuz ettiğini mi ima etmektedir?Borges'in, yazarı, gerçeklik alanında yaşayan, yaşadığı reel insansal dünyanın toplumsal-kültürel atmosferini soluyan, dolayısıyla bütünüyle özgür olamayan bir insan olarak düşündüğü açıktır. Ancak o, bir yazarın bilinç planında özgür olma özlemini de dile getirmektedir: "Ben yaşıyorum, kendimi yaşama bırakıyorum ki Borges masallarını ve şiirlerini yazabilsin" Yazarın, psişik otonomisini kazanmasının yolu kendini ötekine bölmek, böylece gerçekliğin, kendisine, kendi edebi bilincine yüklediği olumsal varoluşun yükünden kurtulmaktır. Edebi metinlerini yazarken düşüncelerini su geçirmez bölmelerde tutarak, onların düşlerine ve öykülerine sızmasına izin vermediğini ifade ederken Borges, gerçeklikle her türlü bağını iptal etmiş, onun kendisine dayatacağı sınırlara meydan okuyabilen, bütünüyle özgür bir imgelem ülkesinin mümkün olduğunu söyler gibidir: " Ben kurmaca yazıyorum, mesel değil." Bu bağlamda kalındığında, ebedi bir metnin içeriği ötekine borçlu olunan, yazarın özgür imgelem faaliyetidir; dilin alıntılar birliği olduğunu söyleyen Borges'in Angelius Silerius'tan yaptığı bir alıntıyla, "Gülün nedeni yoktur, gül çiçek açtığı için çiçek açar."Öte yandan edebiyatın bir sözcük salatası olmadığını, önemli olanın söylenmemiş kalan ve satırların arasında okunabilen olduğunu söyleyerek, yazar damgasını okumaya değil yeniden okumaya vuran Borges, okuyucusunu metnin ezoterik perdesini açmaya kışkırtmaktadır. Bu perdenin arkasında, ideolojinin edebi bilinçteki yansımalarını ayırdetmek pekala mümkün & Borges'in çeviri metinlerle ilgili düşünceleri de bu çıkarımı teyit eder niteliktedir. Ona göre çeviriler özgün metnin yerini asla tutamazlar, ancak okurun özgün metne yakınlık duymasını sağlayabilirler. Çünkü çeviri, bir dilin diğer bir dildeki karşılığını değil, bir kültürün diğer bir kültürdeki karşılığını arayan bir faaliyettir. Dolayısıyla aslına en uygun çeviri bile, özgün metne yabancı bir kodlar sisteminin ürünü olmaktan kurtulamayacaktır. Borges'in, Averroes'in Arayışında, çevirinin çevirisi bir metni, kendisi, dolayısıyla kendi kültürü için anlaşılır kılmaya çalışan, hayatında hiç oyun izlememiş biri olarak, Grek kültürünün en özgün görünümlerinden biri olan tiyatronun ne olduğunu bilmeden, tragedya ve komedya kavramlarının peşine düşen Averroes'in (nam-ı diğer İbni Rüşd'ün) karabasanını, kendi öykü kahramanının kültürüne yabancı biri olarak kendi karabasanına çevirmesi, bunun çarpıcı bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. (Bu arada, Borges öykülerinin Türkçe çevirileri arasında özgün metne en çok yaklaşanların, orijinal dilden değil, İngilizce çeviriden yapılmış olanlar olması da garip bir ironi olsa gerek...)Borges'in özgün metinlere ulaşma konusundaki titizliği, metinlerin, satır aralarında, bilinçli olarak seçilmiş sözcüklerin biraraya gelmesini sağlayan özel edebi tutkalın ve o sözcüklerin taşıyıcısı oldukları geleneğin ideolojik tutkalının farkında olarak okunması gerektiğine dair bir uyarı olarak düşünülebilir. Böylece okur, bir yeniden okuma edimi vasıtasıyla, metnin aynadaki aksini perdeleyen maskeyi çekip çıkararak, bir yandan bir edebi metin yazarının, kendi bilinç içeriklerini, diğer yandan da o bilince ister istemez sızmış olan, gerçeğin toplumsal temsillerini, egemen ideolojik yapıları ayırdedebilir...Ancak bu çıkarımlar yine de Borges'in konuya ilişkin düşüncelerinin doğru çevirileri olmayabilir... Zira edebiyatın, güdümlü bir düşten başka bir şey olmadığını düşünen Borges'le, düşüncelerinin edebi yapıtlarına sızmasına hiçbir zaman izin vermediğini söyleyen Borges aynı kişidir. Ya da Borges'in sunduğu bir diğer imkanın peşine takılarak diyebiliriz ki, gerçekten de biri Düşsel Varlıklar Kitabı'nın yazarı olan, diğeri, kendisi de bir düş varlığı olan iki Borges vardır. Ancak öyle bile olsa yine de labirentten kurtulmuş sayılmayız. Çünkü her iki Borges de okuyucusuna, gerçeğin zorunluluktan sıyrılabileceğini ama bir varsayımın asla böyle bir ayrıcalığa sahip olamayacağını, rastlantı payı en aza indirilmemiş bir varsayımın hiç kimseyi inandıramayacağını söyleyecektir. Yine her ikisi de, aynada kendisinin değil, ötekinin aksine bakarak birbirlerine ve onları seyredenlere diyeceklerdir ki: "Herhangi bir yaşam istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun, tek bir an'dan oluşur aslında, kişinin kim olduğunu keşfettiği andana."O halde tekrar soralım: Nedir Borges'in söylediği?Muhtemel cevapları bulabilmek için "Yazma Üstüne" söyleşisinde verdiği bir ipucunun peşine düşerek, Borges'in damgasını taşıyan labirentlerde kaybolmayı göze almak gerekecek. Sorun, Borges'in, öykülerini yazarken, bize, Odysseia'da, Aeneas'ta sözünü edilen kapıların hangisinden baktığıdır: Fildişi kapıdan mı yoksa boynuzdan yapılmış kapıdan mı?

Yazarı: Zerrin Kurtoğlu





Çinliler kuzeyi kaplumbağa, doğuyu ejderha, güneyi ateş kuşu ( simurg ), batıyı da kaplan suretleriyle; Türkler ise kuzeyi domuz, doğuyu koyun, güneyi akbaba, batıyı da köpekle eşleştiren heykeller yaparlardı.
Yıllar evvel YKY'nin salı toplantılarından tekine gittim. Neş'e Erdok, Ali Akay ve İstanbul'da resim yaşamını sürdüren bir hanım konuşmacı olarak çağrılmışlardı. Ortalarında paneli yönetecek genç bir hanım oturuyordu. Seminer Andy Warhol sergisinin olduğu günlere denk düşüyordu. Semineri yönetecek, yöneten bayan kalem kutusuyla geldi. İlk söz Ali Akay'a verildi ve kendisi konuşmasına balballardan başladı. Sanat tarihini uzun uzadıya anlattıktan sonra, söz sırası Neş'e hanıma geldi, O da bir müddet konuştu ve konuşmasının bitiminde yeni çıkarttığı kitabından bahsetti. Konuşması sırasında " Ben onu akademiden bilirim delidir." gibi bir sözle dinleyicilerden yaşlıca, yaşdaşı bir beyin " Sanat nedir? Önce bunu sormalıyız." sualini yanıtladı. Sonra Andy Warhol yahut Pop art ile ilgili olmayan bir takım cümleleri, Ali Akay ve yönetici bayanla gülüşerek paylaştılar. Aralarındaki tek ressam olan bayan Neş'e hanımın ve Ali Beyin anlattıklarıyla seminer konusunun hiç ilgisi olmadığına dair birkaç cümle kurmaya çalıştı, ama Neş'e hanım, seminer yöneticisi bayanla kendi aralarında konuşuyorlar, gülüyorlar, şakalaşıyorlardı. Ressam hanım bir kaç dakika daha çaba sarfetti, söylediklerinin işitilmesi için ama kendilerine öylesine dalmış bulunuyorduki diğer katılımcılar kulaklarını bu ressam bayana tıkamışlardı ve sanki tiyatro sahnesindeymişcesine rol çalma cabası içinde davranıyorlardı. Erke ilk defa sahip olduğu belli olan panel yöneticisi kalem kutulu kız da, kalemlerinden tekini çıkartmış, parmakları arasında çeviriyor, sanki söz sadece bu bayana öylesine verilmişçesine sabırsızlanıyordu. Ressam hanım dinleyiciler daha doğrusu seyircilerden de hiç tepki alamayınca yalnız kaldığını anladı ve Andy Warhol hakkındaki konuşmasına son verdi. Sözü tekrar Ali Akay'a veren kalem kutulu kız, Neş'e hanımla ara ara şakalaşmaya ve solunda oturan ressam hanımı yok saymaya devam ederken Ali Akay sözü kapitalizme getirdi ve Andy Warhol ve pop kültürle çok alakası bulunan MTV müzik kanalının aslında Küba'lıları asimile etmek için kurulduğunu, rock müziğinin de öyle olduğunu söyledi. Seyircilerden uzun sarı saçlı, dar pantolonlu, postallı bir genç ise buna karşı çıktı. Aralarında on dakika süren bir tartışma başladı ki ressam hanımın konuşması en fazla yedi dakika sürmüştür; bir başka seyircinin " Pop bir virüs müdür? Türk halkına bulaşır mı?" sorusu imdadına yetişti sıkılan seyircilerin. Neş'e hanım yine sözü aldı ve döndü dolaştırdı anılarına, yaptığı işere getirdi, yine yeni çıkarttığı kitabından bahsetti. Kalem kutulu kız hayranlıkla Neş'e hanımı dinlerken Ali bey salondaki güzel kızlara bakıyordu. Ressam hanımsa içindeki düşüncelerle başbaşa şarkı temsil eden bir koyun gibi oturuyordu. Oysa batıdan gelmişti ve bir köpek gibi davranarak: " Saçmalamayı bırakın lütfen. Konu nedir? Popüler sanat...dinleyicilerden kaç kişinin popülerin halk anlamına geldiğini kavradığını bilmiyorum, ama Warhol'un pop art dediği bu değildi. O sadece Hopper gibi izlenimcilere tavır koymuş, Polonyalı ortodoks geleneğinden edindiği ikonaları, çocukluğunun ikonalarını, tanrıyı temsil eden Meryem'in resimlerinin yerini reklamların ve gazetelerdeki, dergiler ve televizyonlardaki insanlarla nesnelerin aldığını anlatmaya uğraşmış, bunu da şu anda çok azınızın dolaştığı, gezenlerinse resimlerin önünde düşünmek yerine, resimleri örten camdaki yansımalarına baktıkları sergi salonunun asma katındaki ilk dönem eserlerini yaratarak anlatmaya çalışmıştır. Aslında burada olsaydı kendisi sekiz mm. kamerasıyla bu toplantıyı çeker ve müthiş bir eser daha ortaya çıkartmış olurdu.Nedense iki saati aşkındır iki konuşmacı da Pop Art yada Warhol'dan bahsetmediler. Bu bile başlı başına bir Pop Art eseridir." demeliydi. Ama söylemedi.Suskunluğu yeğledi. Ben konuşmacılara herhangi bir soru sormadım. Toplantı, üç kişilik oyun, başlamadan önce sakalları kır bir bey " Başlayın sanki bir şey söyleceksiniz" demişti yüksek sesle. Salondaki dinleyicilerin benim kadar sabırlı olmayanları orayı terk etmeye başladıklarında bu nedenle hiç şaşırmadım. Nihayet seminer bittiğinde salonda yine azımsanamayacak bir seyirci topluluğu vardı, dinleyici, sualci değillerdi, onlardan ben biraz farklıydım, çünkü bu komedinin sonuna doğru edilen şimdi anımsamadığım çok gırgır bir söz üzerine kendimi tutamayarak o ciddi bakışlı kişilerin arasında kahkaha savurdum. Savurdum diyorum evet, yüksek sesle gülüyordum. Bir daha o toplantılara, seminerlere katılamadım. Asitane'de olduğum zamanlar denk getirmeye uğraşsam da hep ufak bir bahane uydurarak, mesela Galata kulesinin ayaklarının ucundaki kahvede çay içmek için katıla katıla gülmek fırsatını elimden ziyan ettim. Oysa ressam hanımın ismi Nur Koçak'tı, derin bilgi sahibi olduğu kadar resimlerinin şaşırtıcılığının, portrelerinin masum güzelliğindeki büyünün orada, bu garip insanlarca bozulmuş olmasından ötürü duyduğum üzüntüyü gidermek için tekrar bir Ali Akay yada Neş'e Erdok seminerine katılmalı, onları şaşkına çevirecek, yanıtlayamayacakları sorularla uslarındaki sahte bilgiçliği değirmen taşının altına sokmalıydım...Yapmadım. Yapmayacağım da. Ali Bey'i seminerden sonra toplantıdaki güzel kızlarla bir meyhane masasında gördüğümü anımsıyorum. Neş'e hanımın çıkarttığı kitabı almadığım gibi bende olanları da sahafa götürerek başka kitaplarla değiştokuş ettiğimi biliyorum.Kalem kutulu kızın suretini dahi anımsamıyorum. Sadece Nur Koçak dinleyicilere bir şeyler verebilmek, paylaşabilmek için çabalarken elinde çevirdiği kalemi ve Neş'e hanımla kikirdeşirken gördüğüm dişleri kaldı aklımda. Nur Koçak batıda eğitim görmüştü. Düşünce herhalde kikirdemekten daha önemlidir diye anlatılmış, insanlarla alay etmenin pek de akıllıca bir şey olmadığı öğretilmişti. Bilmiyorum. Kendisiyle hiç tanışamadım. Ama o seminerde konuşması en elzem olan kendisiyken O'nu umursamayan diğerlerine tepkide bulunmamasına hayran kaldım. Batılı biri bunu yapmazdı. Belki de değildi. Belki de yıllarca yaşadığı yabancı ülkelere sadece kendisini götürmüş, kendisini getirmişti. Ama oralarda yaşadıklarını ve öğrendiklerini unuttuğunu da sanmıyorum. Hiç sanmıyorum! Ankara doğumlu olması bir yana, Anadolu'yu da görmüştür. Görmüştür kelimesini yazarken durdum bir an: Aklıma Aziz Nesin'in bir kasabadaki vitrine ilk defa konulan ve tüm kasaba halkının zihnini haftalarca meşgul eden sütyenle ilgili hikayesi geldi. Kasaba halkı bu garip nesnenin ne işe yaradığını bilmiyor, sormaya da cesaret edemiyorlardı sanırım. Vitrin garip bir sözcük. Garip bir görüntü. Şaşırtıcıdır vitrinler. Her zaman değişirler. Hiç aynı kalmazlar. Nur hanım vitrinlerin resimlerini yapar. Renkleri ve camdaki yansımaları güzel anlatır. Aynı kalmayacak insan yüzlerini de aynadan gülümsetir. Portreler birçok ayrıntıyı barındırır. İnsan suretleri düşünceyi en çabuk ele veren aracısız yazıdır. Kendi kendini yazar. Bakmayı bilirsen okuman kolaylaşır. Ben yabancı ülkelerde yaşamış, yaşayan, eğitim almış, almamış, kendini yetiştirmiş, yetiştiremeden kendisiyle beraber düşünce dünyamızı da terk etmiş İnsan'larımızın nasıl bizim ülkemizde birer yabancı sayıldıklarını anlamakta zorlanıyorum. Belki yabancılık korkusunu Fransa'da yaşayan biz Türkiye'de yaşayanlarız. Fransa'raya gitmemize gerek yok bunun için. Evrenin içinde bir başka şehir. Kainattaysa başka bir evren. Şehirler insanlara benzerlerse eğer, her insan başka bir evren olmalı. Onları anlamak ve onlardan bıkmak kolay. Yerlerini biliyoruz çünkü teleskoplarımız var kendi düşünce merceklerimizden yaptığımız. Fakat ışıltılarını seyretmek, dinlemek, karaltılarına bakmak ve biraz aydınlık sunmak zor ve zul geliyor herhalde hepimize. Bana zor gelen Beyazıt kütüphanesindeki " görmek" kelimesini okuyamayanların bunu bizden daha iyi becerebilmeleri. Dinliyorlar. İşitiyorlar. Sufi üstad Enis Batur'un kitabını eğer sesli okursa O'nu işitirken görecek İnsan'lar olacak böylece. www.seslikitapgönüllüleri.com iyi bir fikir bence ve eğer tanıdığınız tiyatro oyuncuları varsa ses çalışmaları yaparken bir kitabı bu kütüphaneye bağışlamalarını önerebilirsiniz. Tabi bu arada görememenin bir özür olmadığını onlara söylemelisiniz. Kusur yada kabahat da değildir. Sadece yalın bir yaşamın izini sürmektir. Tomris Uyar'ın öyküsünü anımsayın yeter. Onların yaşamı renksiz değildir. Kıyafet dolaplarında her rengin yeri vardır ve üstlerine giydiklerinde bu düşü hissederler. Renkler düşlerdir. Karabasanlar değil. Mine Kırıkkanat'da bir renktir. Kenan Kainat'da. Bazı renkler ölgündür. Bazılarıysa sizsinizdir. Sevdikleriniz, sevmedikleriniz, tiksindikleriniz ama renklerdir hala. Kabasaba bir düş bile olsalar Warhol'un konserve kutularındaki etiket de bu tek harfi değiştirmez. Herbirimizin düşünce dolablarımızdaki kıyafetlerimizi giyinirken çıplak bedenimizi örttüğümüzü unutmamalıyız. Vitrinde gördüğümüz nesneleri çıplakken görmeliyiz. Benim Ali bey, kalem kutulu kız, Neş'e hanım için yazdığım harflerden kendime diktiğim elbisenin aslında hiç anlamı yok. Kahkahamın da. Çok rahat gülüyor ve ağlıyor ve nefret ediyoruz artık. Bir şeyleri kaybettik. Üstümüzde olmayan bir şeyi. Midak Sokağı' ndaki hayalleri. Şark koyun, garp köpek, güney akbaba, kuzey domuz suretleriyle anlatılıyordu binbeşyüz sene evvel. Şimdi vitrindeki ve gazeteler ve televizyonlar ve diğer araçlarla farklı farklı tanımlanıyorlar. İnsanlar çoğaldı evet, ama düşünceler gittikçe azalıyor. Karmaşa kendi terzisine diktirdi düşün ve usun kefenini. Felsefe, bilgiyi sevmek unutuldu. Karga' şaşalılığın bekçiliğini yaptığı yerdeyiz maalesef. Bir şeyler yapmaya başlamalı şu kargaları kovmak için. Taş atmalı küçük Mustafa gibi. Büyüyeceğini bilmiyordu o yaştayken, ama bir düşünce yarattı. Cumhuriyetle beraber. Halkla beraber ve Halide Edip Adıvar'da oradaydı. Sinekli Bakkal'dan veresiye zeytin alan dedelerimizde.

Yazarı: Leon Felipe


Senfoni / Turgut Uyar




SENFONİ

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli!
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta karada ve denizde
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz üç kere çınarlar
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum.


Kefaleti Ödenmemiş Yazık Tutuklu Öyküsü / Leon Felipe



Ruunet ve Horlanmaz adam evlerinin bir bağlaç olup olmadığına karar verdikleri gecenin içinde mantıklı bir ses bulmuşlardı ki kapı delilerce konuşmaya başladı:
"Açın beni, açın beni, beni açın!" içeriye açılan kapıyı dışarı doğru ittiler ta ki Horlanmaz adam " Bundan netice alamayacağız" diyene kadar sürdürdüler
dışarıdakini dışarıda hapsetmeyi. Ruunet eşsiz kelimelerinden tekini savurarak başkalarını umursamaktan haz etmediğini "Sebükmizac" ilan etti ve Horlanmaz'da
küçük düşmemek için haykırdı " Kendimin tanrısıyım ben!" Kapı da konuşmayı söylenerek "Sessizlik bozguncuları , Bab düşmanları" kesti ve bu densiz iki varlığı yalınlıklarındaki karmaşaya bıraktı. H. " Sustu." dedi, saçını eliyle düzeltti,
çünkü uzun yeşil ölü hücreler gözlerini örtüyor. " Aman tanrım!" bağırdı R. " Şimdiki
zamandayız." Koşarak pencereden dışarıya baktı ve içeriye sert sert gözlerini
dikmiş, somurtkan yüzündeki eğlenceli alaycılıkla burnunu sümkürerek, çenesini sağa sola oynatan Hayal Efendi ile yüz yüze geldi. " Ama havada duruyorsun sen" dedi.
İki adım geriledi, H.'nin kolunu çekti, saçını tararken kendine aşık olan H. çekilen kolunu iplemedi ve ve ve R. kedinin çileden çıkarttığı eskimiş bir kazağın yünü gibi
sersemleşti. " Hani şimdiki zamandaydık, ne oluyor?" Aniden şimdiki zamana dönüyorlardı ve döndüler, döndüler, döndüler üstlerindeki kefene benzer beyaz elbiseyi
hissedene dek ve dönmekten kusana kadar sanırım, herhalde böyle olmalı bu, evet böyle oldu, döndüler: Durdular. "Şimdiyiz." Horlanmaz emin adımlarla bana baktı.
" Sen parmaklarını oynatan, kalemi yere düşekalka uykucu bozması uyaaaaan!"
Oysa rüyanın yeni başladığının farkındaydım. Devam edelim.
Horlanmaz Adam evden çıkıyor; amacı bir tiyatro oyununa gitmek yada yetişmek.
Yetişebilmek için hızlı hareket ediyor kerata. Bakın: Kıravatını dahi takmadı, ceketinin sağ cebine tıktı şunu, hani şu üstünde kıvrımlar olan, mavi fona yeşil solucanlar döşenmiş acaip kumaş parçasını ki ben eminim biraz sonra onu cebinden çıkartarak burnunu, silecek sonra tekrar cebellezi edecek fakat az sonra da...evvvveeet az sonraya geldik zaten; ben kıravatı anlatırken Horlanmaz itiş kakış para ödenen ve karşılığında bir noktadan diğer noktaya sadece bir noktada ayakta durarak yahut oturarak durarak gitmemizi sağlayan aracın içine bindi. Terledi ve burnunu bizim okumadığımız bir anda sildiği kumaş parçasıyla alnını kuruladı ve alnında, aşık olduğu bedeninin kafasını oluşturan bölgeyi örten saçların kapladığı yerlerde sümükler
bırakarak ulu temiz kadınların öğürmeleriyle seyahatine başladı. Terlemesine neden olan koşu sırasında kokmaya da mı başladı acaba? Neden olmasın. Şimdi ayakta, önündeki kadının erkekleri azdırdığını düşündüğü bir yerdeyken koltuk altlarından yayılan şeyda koku etrafındaki nezle birkaç kişi hariç herkesi ondan uzaklaştırmış olabilir. Olabildi işte. Ah! Bu arada Ruunet evde kaldı, soyundu, banyoya girdi, sıçtı, sıvadı, duş almaya başladı, genzine su kaçtı, boğulacağını zannetti ve ağlayarak
duşakabine çarptı, genzindeki su çarpmanın şiddetiyle burnundan çıktı ve tam o su burnundan fışkırdığı anda da Horlanmaz Adam otobüsten hapşırarak indi. Muhtemelen
yolculuk esnasında 42 yaşındaki dershane öğretmeninden bir nezle virüsü kaptı, bu virüs matematik öğretmeye çalışırken karatahtaya denklemler yazan adamı sarakaya
almaya meraklı bir 17'lik veledin boşboğazından çıkmıştı tabi o mankafa ve sidikli velet de nezleyi yirmilik bir delikanlıyla dillerini ağızlarının içine sokarak öpüşürken almış
kulak memesinden, meme uçlarına kadar her yerinde biriktirmişti, şeyi hariç, henüz kız orası için erken olduğunu düşünüyordu, hayır geç olduğunun da farkındaydı ama fırsatı olmamıştı; lisede bir kere tarih öğretmeniyle harita odasında neredeyse yapacaktı çünkü artık dayanacak hali kalmamıştı lakin kapı açılmış, içeriye harita almak için değil, içeriye içeriyi süprmek için giren bir müstahdem malum anı bozmuştu; bozulan başka bir şey olmamasına sevinmişti aslında ama daha sonra müstahdem onu kızlar tuvaletinde sıkıştırınca da pek bir şey yapamamış fakat oral seksin keyifli bir şey olduğunu keşfetmişti ve tabi nezle müstahdeme de bulaşmıştı ve işte tesadüfün böylesi o müstahdem de Horlanmaz Adamla aynı kaldırımda yürüyor şimdi bakın adamın, müstahdemin yürüyüşüne: Cep telefonunu samuray kılıcı taşırcasına beline takmış, her an çekebilir halde tetikte, adımlarından emin, başı dik, sırtında dün kredi kartıyla aldığı ucuz deri ceketi, amerikan malı ama çinde üretilen ve çinde üretilirken ayakkabının dikişini yapan bir çinli kızın parmağını kanattığı lewis ayakkabıları ki inanın kan lekesi üstünde iz bıraktığı için müstahdem ayakkabıyı çok daha ucuza kapatabilirdi ama o bu lekenin farkına varamamıştı, budala sadece monta yakışacak diye hemen almıştı kunduraları; satıcı "Boya gerekmez abi bunlara, hiç kir tutmazlar harbi yeni teknoloji..." dediğinden dolayı boya parasından kurtulduğuna da şükretmişti üstelik enayi ve aklında tuvalette sıkıştırdığı kızı eve atmak vardı ki bu hayali ta geride evde, daha doğrusu evin penceresinin hemen dışında havada asılı duran Hayal Efendi'ye pek matrak geliyordu ki işte başımıza gelene bakın Ruunet duştan çıktı o sırada ve perdeyi kapattı " Adi herif bir de ronta yatıyor”.Gulamperest midir nedir!" konuştu da üstelik ve bu monoloğu kapı işitti. Kapının Horlanmaz'ın evden çıkarken kendisine kötü davranmasından ötürü canı sıkkındı zaten; kilidin dilini bozmayı düşünüyordu bu nedenle ama Horlanmaz'ın koca cüssesinin ona zarar verebileceği endişesiyle bundan hemen vazgeçti çünkü bir ay önce anahtarını kaybetmesi ve onu bir daha açamaması için tanrıya yakarmıştı da şansına işte Horlanmaz anahtarı unuttuğunu bilmesine rağmen kapıyı suçlamış, yargılamış, hüküm vermiş ve cezasını infaz ederek kafasıyla kapıyı incitmişti, bereket daha fazla zarar görmesine Ruunet engel olmuş, derin uykusu Hayal Efendi tarafından bölünmüş, o da kalkıp kafasını kapıya vuran ve " Kafamda her kapıyı açarım ben" diyen serhoş Horlanmaz'ı içeriye yada yaşadıkları bağlaçın iki kenarında bir yere sokmuştu.


Horlanmaz " Ben kendimin tanrısıyım!" bağırıyordu " bıraksaydın da kapıya haddini bildirseydim." Ruunet azarlanmaktan nefret eder." Geniş zamana bırak bunları Horlanmaz'cım geç yatağına uyu, sız, düşe dal daly...ak" savurmuştu oniki kelimeyi,
yirmibeş heceyi bir eki ama Horlanmaz şimdi kaldırımda ürkek yürür ve genizden gelegiden geniş balgamlarını yere tükürür ki işte müstahdemin ayakkabısının üstüne de sıçradı bir parça ve çinli kızın kanının yanında bir leke bıraktı.Bırakır. Leke kalır. Kalmaz. Horlanmaz'ın yürüdüğü sokakta bunu düşünen kadın sayısı çoktur. Evlerine doğru yürüyorlardır da evlerinden kaçanları ve bir daha geri dönmek istemeyenleri, dönünce yine çamaşır makinesini çalıştıracaklarını bilenleri fazladır mıdır? dır. Evet
"-dır" anlamlı bir kelime değildir. Ama Javaca'da eğer bir anlamı varsa ne yapabiliriz ki biz bu hususta. Demek ki hiçbir öbeğin anlamı yok diyemeyiz. Dersek de zaten aslında ya şunda'dır ya bunda'dır...Bırakalım Ruunet'i ve Horlanmaz'ın şu anda yürüdüğü sokağın sonuna gelelim. Sokağın sonunda bir kişi yaşar elbet. Aslında birden fazladır orada yaşayanlar ama bizim için önemli olan sadece birisi. Bu kişinin adı var, soy adı da var fakat o soyunun adının ne kadar anlamsız olduğunu bilenlerden. Aslında adının da anlamı olmadığını biliyor ama " Ne yaparsın! Birileri bana seslenmek, emir vermek, mektup yazmak, elektrik faturasının benim olduğunu ispatlamak zorunda..." diyor, diyor ama etrafındaki kimse adamın adını henüz öğrenmiş değil ve telefon, elektrik,su,doğalgaz hatta apartmandaki yakıt parası, temizlik parası, apartmanın elektriğini ödemek için istenilen para faturaları bile adamın adresine geliyor. Adamın adına hiçbir şey yok.Bir sürü dergiye abone ama o dergilerdekiler de sadece adamın abone numarasını biliyorlar.Biliyorlar ve unutuyorlar; hiçbir dergi çalışanı bu zatın abone numarasını ezberinde tutmuyor üstelik bu aboneleri uygulayan bir kişi şimdi Horlanmaz'a saati soracak. " Saat kaç?" Horlanmaz karşısındaki adamın bir hödük olduğuna karar veriyor fakat bu onu rahatsız etmez. Kendisi de bir hödüktür. Adama hemen yanıt verir "Beşi dokuz dakika onüç saniye...
ondört saniye...onbeş saniye..." hakikat şudur ki Horlanmaz Adam'a saat sorulduğunda zamanı hep sayan bir deli olduğu için; diğer roman karakterlerinden farklı olarak bu karakter ki zaten aslında roman filan değil bu yazılanlar ve bu adam da karakter değil; herneyse yine de diğer roman karakterlerinden farklı olarak aynı anda birkaç şey yapabiliyor; işerken düşünebiliyor mesela ve ama elbette gerçekten üstelik emin olun bu herif hep zamanı sayıyor ve bunları günler aylar yıllar asırlar olarak ayırıyor evindeki zaman dolabına koyuyor orada bekletiyor zamanı gelince çıkartıyor açıyor afiyetle yiyor....ki yemek düşüncesi Ruunet'in aklına saat tam beşi dokuz geçerken geldi. Ruunet biz okumazken giyindi, perdeyi çekti, pencereyi açtı Hayal Efendi'ye sigara ikram etti ve onunla sohbete başladı...Başı tiyaro gişesinin arkasından zar zor gözüken 19 yaşındaki kız önündeki bilet koçanlarıyla oynuyor, oynanan oyunun ne kadar berbat olduğunu biliyor, yönetmenle iki haftasonunu
onu oyunun ne kadar güzel olduğunu söyleyerek tavlamaya çalıştığı için vicdan azabı duyuyor, yalanlar söylediği için ki mesela sabah annesine başörtüsünü asla çıkartmadığı yalanı pek alelade de olsa ve usdışı, çünkü evine dönünce çıkartıyor ne de olsa ama siz neden bahsettiğimi biliyorsunuz ama o bir şey bilmiyor daha genç ve karşısında yaşlı Horlanmaz Adam'ın ağır cüssesini gördüğünde onu Kudret Yanardağ ( Tanrı Orhan Kemal'i bu müthiş eseri nedeniyle takdir etmiştir) işte ne demek bu parantez mesela? Ne aptalca bir kullanım aracı, yazın mereti...Kudret Yanardağ sanıyor gişeci kız H.'yi ve ön sıranın ortasından ona bir bilet veriyor. Horlanmaz tutkulu serüveninin sonuna yaklaşıyor, Hayal Efendi Ruunet'e " Bu adam o salondan sağ çıkamaz" diyor, sümkürüyor. Bu yazıda herkesin burnuyla ilgili bir sorunu var. Olan herşeyi gözlerriyle inceleyen H. mutlu şu anda. Gişedeki kızın samimi görünmeye uğraştığı yapmacık tavırlarına biraz gıcık ama, vestiyerci de öyle; bu kız tiyatroda çalışmaya başladığından beri kıza düşkün aslında vestiyerci, fakat bu vestiyerci fena bir adam, bir hırsız: Ona emanet edilen ceketlerin ceplerini yoklar, par varsa alır, bozuklukları cebe indirir, sigara paketlerinden ikişer , üçer sigara yürütür; eh o kadar da kötü bir hırsız değilmiş ama Horlanmaz Adam vestiyerciye ceketini vermiyor. Vestiyerci ters ters bakıyor. Horlanmaz içerideki dişi sayısının erkek sayısından fazla olduğunu farkediyor, akesörlü telefona doğru yürüyor...telefon çalıyor Ruunet oturduğu pencere pervazında Hayal Efendi'ye bakıyor " N'apcam şimdi ooo?" diyor, Hayalef
" Konuş yahu" diyor, ahizesiz bir telefon konuşması başlıyor:
" Alo kiminle müşerref oluyorum"
" Böyle merhaba denmez ve Alo telefonun mucidinin sevgilisinin takma adıymış."
" Yalan söyleme be Hellow'un kibartık fıransızcası, kimsiniz?"
"Benim"
"Sen olduğunu biliyorum ama usul diye bir şey var."
" Usule uymaya kalksaydın elinde ve evimizde telefon bulunurdu ama yok o nedenle saçmalama."
"Tamam tamam ne var peki şurda Hayual EFendiyle John Lyons'un Kurgusal Dilbilime Giriş kitabı üzerine konuşuyoruz"
"Doğrudur. Ne gramer kaldı ne noktalama"
"Dünya değişiyor evladım. Söyle ne istiyorsun."
"Yemek yaptın mı?"
"Hayır" Telefon aniden kapanıyor, Ruunet aç olduğunu anımsayınca telefon hattı kesildi. Ruunet söverek kalkıyor, Horlanmaz sövmeden - etrafında dişiler var-
telefonu kapıyor, arkasını dönüyor vestiyercinin gözlerinin gözbebeklerinin irileştiğini farkediyor, herhal adam adrenalin salgılıyor...Oyun başlıyor: Oyunun adı Resimli Osmanlı Tarihi. Çok komik. Ama Horlanmaz hiç gülmüyor. Kazık gibi oturuyor ön sırada ve arkasındaki koltukta oturan madamazel Sökükkanat'ın Türkler ile ilgili fena düşünceler edinmesine neden oluyor. Bunu Horlanmaz'ın horuldaması da izleyince kadın fena oluyor, ayılıyor bayılıyor, burnunu ki koca bir burnu var onun da çekip duruyor, öksürüyor, çantasından mendil çıkartarak elini örtüyor ve mendille örtülmüş
elini H.'nin sırtını dürtükjleyerek horlayan adamı uyandırmak için kullanıyor. Horlanmaz Adam uyanmıyor. Uyanmadan rüya göremler kervanına katılıyor. Bir çölde yürümekte
kendisi, devesi, haremi, köleleri ve Ruunet'i. Çöl soğuk mu soğuk. Kar yağıyor. Bir gemi geçiyor. Güvertedekiler el sallıyorlar. O'da sallıyor elini. El, el değmeye devam ediyor ona Madamazel Sökükkanat vesveseli, ayılmalı bayılmalı, çıngar çıkartmıştır. Tiyatro oyuncuları sahneden inerek Horlanmaz Adam'ı ite kaka salondan atarlar ama
adam horluyordur yürürken ve çöldedir o anda. Çöl, çölgeye dönüşür. İki dağın arasında kalmıştır aynı Hayal efendi gibi birini görür orada. Bu gençtir lakin " Uyan
dangalak" laflar eder. Horlanmaz uyanmaz, evine döner. Kapıyı kırar. Kapı ağlar. Ruunet sofrada yeni pişirdiği eski yemeği afiyetle midesine indirmektedir, ağzı yanar,
" Ağzım yandı" der oysa yanan sadece dilinin ucudur ki yanmamış sadece kızmıştır.
Dilinin ucu kızanlar derneğine üye olmak, DUKD dergisine abone olmak ister. Bu dergiye abone olan ve bir sokağın sonunda yaşayan adam da bu esnada çorba içmektedir. Adının ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordur. Geniş zamanla, rivayet o dur ki şimdiki zamanı da yanlarına alarak kitap yaprakları arasında ezilmeden
camekandan kaçmışlar, sergiye son vermişler ve Ahmet Kocaman adındaki John Lyons'un kurgusal Dilbilime Gİriş'i türkçe'ye çevirdiğine şükretmişlerdir midir dir.

YAZARI: Leon Felipe


Mesnevi Ne Anlatıyor / M. Talay




Bu aralar Mevlana’nın hayatı ve özellikle Mesnevi’sine merak sardım. Okudukça Mevlana’yı ne kadar az ve ne kadar yanlış tanıdığımız görmekteyim.
Sizlere “benim anladığım Mesnevi’den” biraz söz etmek istiyorum.
Mevlana, Mesnevi'nin önsözünde: “Temiz insanlardan, gerçeği sevenlerden başkalarının Mesnevi'ye dokunmalarına müsaade yoktur.” Der.
Düşündüm; Mevlana’nın “temiz insan” ölçüsünden yola çıkarsak sanırım çok az sayıda insan ancak Mesnevi’yi okumaya hak kazanabilir, sanıyorum.
Ancak devamında da şöyle der yine Mevlana, Mesnevi’sin de.
“Ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli bir insan isterim ki, dertlerimi, acılarımı ona anlatayım.”
İşte bu noktada da sanırım ülkemizin büyük bir çoğunluğu Mevlana’nın dinleyicisi olmaya hak kazanabilir. Çünkü ayrılık acısı ve gönül yarası çekmemiş az insan vardır ülkemizde.
Mevlana, "Mesnevi" sine "Birlik Dükkânı" adını vermiştir. Ve bu Birlik Dükkânını şöyle
tanımlıyor:
“Her varlık bu dükkânda yoğrulup yapılmakta, orda sergilenmekte, satılmakta; orda yıpranıp gene orda potaya girmekte, yenilenmektedir.”
Diyor ki Mevlana: yenilenmenin ve değişmenin yolu, önce arınmadan ve sonrasında bu Birlik Dükkânındaki evrensel insani değerleri almaktan geçer.
Eh yeri gelmişken diyelim: Mevlana’nın bu sözleri değiştim diyen kimi siyasetçilere ithaf olunur.
Ancak en ilginci ise Mesnevi’nin sözünde, “Birlik Dükkânında” yer alan insan ve olayları gelişme ve değişme potasına sokarken “diyalektik” bir yöntemle bunun olacağını söylemesidir. Kulak verelim Mevlana’ya.
”Sebepler sonuçları meydana getirmekte; sonuçlar, gene sebepler haline gelip başka sonuçlar belirmekte.”
Mevlana bu sözleri 13. yüzyılda söylemiş ve hem yaşamış, hem de uygulamıştır.
Oysa Batılı bilimsel düşünürler, pozitivist ve materyalist düşünce tarihini oluştururken, diyalektik yöntemi ancak 18 yüzyılda uygulamaya başlamışlar ve doğru sonuçlara ancak öyle ulaşmışlardır.
Yani Mevlana, Tasavvufun kendi iç diyalektiğini dile getirip uygulamıştır. Ancak bu yöntemi ne yazık ki ne o zamanlar, ne de ondan sonraları devlet ve diğer kurumlar, pozitif bilimlerde uygulamaya çalışmamışlardır.
Daha sonraları İslam dini tasavvufçuları da “iç dinamiğin hareket yöntemini, yenilenmenin ve değişmenin en önemli yolunu” yani, diyalektiği görememişlerdir. Bunun sonucunda da “tasavvufun sufi yanı, gerici softalığa ve bağnazlığa dönüşmüştür.”
Mevlana tam bir “sufidir.” Sufilik; mistik arınmanın en saf halidir… İdeolojinin, bilimin, sanatın ve insan gelişiminin tek potada eritilmişi olup, sıkı bir oto disiplin ve tolerans gerektirir…
Sufi düşünürler, sosyal şartlanmayı derinden incelemiş olup, Freud’un seksüel analizini Hegel’in tarihsel analizinin ilk örneklerini yüzyıllar önce tanımlamışlardır…
“Ayrıca, zaman ve mekân arasındaki bağı, Einstein’dan yaklaşık 1000 yıl kadar önce teknik bir dilde açıklamışlardır…”
Görüldüğü gibi Mevlana, en arınmış bir sufi felsefesini Mesnevi’sinde kendine özgü bir anlayışla “Birlik Dükkânı” olarak tanımlamış ancak bunu “neden ve sonuç ilişkileri, zaman ve mekân arasındaki bağla örgülendirerek bence tasavvufun diyalektiğini” ilk oluşturan düşünürlerden biri olmuştur.
Devam edelim Mevlana’dan,
“Bir adamın birçok hüner, fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu? Vefası var mı? Asıl ona bak!
Hakla ettiği sözleşmeyi yerine getiriyorsa, insanlara verdiği sözde duruyorsa, vefalıysa onu istediğin kadar öv! Onun iyi vasıflarını bir bir say! O, senin övgünden, saydığın meziyetlerden daha üstün bir kişidir.”
Durup düşünmek gerek şimdi. Ben şimdiye dek 9 Genel Seçim yaşadım, Arada yapılanlar hariç. Bir o kadar da yerel seçim yaşamışımdır. 13 başbakan, sayısız belediye başkanı ile beraber yaşadım bu ülkede.
Tümü de “marifet” sahibi, hünerli(!) insanlardı. Bana hep “eski yönetim çok kötü şeyler yaptı. Ben sizleri mutlu edeceğim” dediler. Seçim dönemi bitti ve ben öncekiden daha mutsuz oldum. Verdikleri sözlerin hiç birini tutmadılar.
“Al takke, ver külah” hep aynı terane söylendi. Hiçbir şekilde “düzen(!)” değişmedi.
Ve yine Mevlana, Mesnevisinden şöyle sesleniyor;
“Haydi, şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça, bir habbesin, bir zerresin fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın, bir madensin! Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde de aynı yağ bulunmaktadır. Dünya da çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin da anlamı birdir...”
Bundan daha güzel insanlığı birliğe, beraberliğe çağıran ifade olmaz. Tüm dünya insanlığının birlik ve beraberlik içerisinde, barışık ve mutlu olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Sömürünün olmadığı, doğuştan gelen özelliklerinden dolayı aşağılanmadığı, herkesin “haklara ve özgürlüklere saygılı” olduğu, bebeklerin doğumda ölmediği sağlıklı ve mutlu büyüdükleri, her dilde herkesin birbirine “günaydın” dediği bir dünya düşünebiliyor musunuz?
Böyle bir dünya mümkün. Renk, dil, din farkının, sınıf ve sınırların olmadığı bir dünya mümkün. Peki, ne zaman?
Emperyalist sömürü çarklarının dişlilerinin kırıldığı zaman.
İnsanların “tek başına” ancak “bir habbe, bir zerre” olduğu, tek başına kurtuluşunun olmadığı, birlik ve beraberliğin kaçınılmaz olduğu anlaşıldığı zaman.
Devam edelim Mevlana’dan.
“Kötü kılavuzun oldukça mutlu olacağım sanma! Sen sabaha kadar gaflet uykusundasın, ömürse kısadır. Korkarım ki, sen bu uykudan uyanınca gündüz olur.”
Hahhh… İşte temel sorunlardan birisi ve bence en önemlisi, “kötü kılavuz.” Bugüne kadar ne çekmişsek ve başımıza ne gelmişse işte bu “kötü kılavuzlardan” gelmiştir. Her önümüze düşenin güler yüzüne, tatlı diline, “sizi nurlu ufuklara taşıyacağım” sözüne aldanmışız. Ne zaman ki burnumuz boka batmış, o zaman kılavuzun “karga” olduğunu anlamışız.
Ger gör ki, bir “kötü kılavuzdan kurtulmuş ama yine bir başka kötü kılavuzun peşine düşmüşüz.”
Bu sarmalı hep sürdürmüşler, bir türlü “kendi kılavuzumuzun yine kendimiz” olacağı gerçeğini yakalayamamışız. Çünkü hep gaflet içerisinde kalmışız ya da gaflet uykusunda kalmamız için sürekli çeşitli narkozlar vermişler.
Mevlana, Mesnevi’sin de çok çeşitli olayları hikâye ederek kimi davranış ilkelerini bu şekilde açıklama yoluna gitmiştir. Binlerce hikâyenin anlatıldığı Mesnevi’den bir hikâyeyi aktararak noktalamak istiyorum.
…Bir nahiv âlimi gemiye binmişti. İleri geri konuşarak gemiciye ''Nahiv bilir misin?''diye sordu. Gemici de bilmem deyince''Yarı ömrün gitti'' diye dalga geçti. Fakat biraz sonra gemi girdaba kapılınca gemici, nahivciye ''Yüzme bilir misin?''diye sorduğunda. Nahivci bilmem deyince''Bak şimdi senin ömrünün tamamı gitti'' dedi…
Yani, insan bilgisiyle öğünebilir ama bu ona başkalarına aşağılama yetkisini vermez
Mevlana büyük adam, vesselam!


YAZARI: M.Talay


Stres Gezegeni / Ulus Fatih



Gorgonlar geliyor! (Zamanım tükenip, erimekte) her an silinip, yok olabilirim!.. Tam dört milyon parsek var ki aldatılmışız. Talina’nın ölmeden önceki tutumundan anladım bunu, stresin asılsız bellek oluşumundaki kapsantısına ilişkin çalışmalar yapıyordu... Stresin gerçekleri çarpıtabileceğine ya da ne denli çarpıtabileceğine ilişkin bir takım önellemeler. Sonuçlara göre stres, belleği oluşturan unsurların bir araya gelmesi sırasında karmaşaya neden oluyor, bir yanılsamayla belleği bozup değiştiriyor ve durul bir ek olarak da algı biçimimizin kökten sarsılmasına, sezilmez biçimde dağılıp, çözülmesine yol açıyordu.

Talina üniversitedeki çalışmalarında standart bir stres deneyinden yararlanmayı umdu; bir grup denekten tek yönlü bir ayna karşısında çeşitli konuşmalar yapmaları ve bir takım konuşmaları da dinlemelerini istedi. Öngörülen sürenin sonunda, dökümanlar geri alındı, daha sonra deneklere ilerde anımsamaları için konuyla ilgili bir sürü karma sözcükler okundu. Deneklerin verdiği yanıtları 'controle future and past' (geçmişin ve geleceğin kontrolü) adındaki yetkili servis karşılaştırdı. Stres altındaki grubun, birbiriyle ilgili sözcükleri anımsamakta zorlandığı, dahası giderek bambaşka şeyleri türeterek konuyu nerdeyse -şaka gibi!- bir kozmik çorbaya dönüştürdüğü pek çok kez anlaşıldı. Örneğin; acı mutluluğa, yaşam ölüme, iyilik kötülüğe, artı eksiye, çalışkanlık tembellik kavramına evrilebiliyordu. Stresli denekler -belirlenmiş bir konuda- doğallıkla herşeyin tam aksinin varolduğunu ileri sürüyorlar ve bunu yaparken arı bir saflıkla (refleks) yönlenimde bulunup, gerçelliği bozuyor, sonuçta deney sorumlusu bile bu yansı sonucunda, tuhaf biçimde yeni olguya inanır konuma sürüklenebiliyordu...

İşte bu görüngü, her şeyin çarpıtılabileceğini ve her şeyin olduğu gibi değil, sandığımız gibi olabileceğine ilişkin bir bulgular zincirine, oradan da bir karayoruya götürdü Talina'yı ve o anda, Talina'nın usunda asıl kıvılcım -o metansı parıltı- çaktı!.. Acaba yaşadığımız planet, daha doğrusu her şey, (sanrısal) bir sanıdan bütüncül olabilir miydi?.. Çalışmalarını gizlemeye ve olabildiğince ileri götürmeye çabalarken; (sözün özü burası) moronlar moronu bir gerçekle karşılaştı Talina!.. Sandıkları gibi yeryüzünün efendileri değil, tümelde göremeyip bilemedikleri apayrı bir soyun alt kültürü, avam bir tutsağıydılar, her şey tasarlanıyor ve kozmirajik, görkünç bir oyun sahneleniyordu... Talina gizlice ve çarçabuk örgütlenmeye başladı. İlk gönüllüsü de ben oldum, -tek aşkımdır o benim!- özel ve şimdiye dek hiç denenmemiş bir yazılım örgeniyle çoğalmaya başladık...
...
Sözüm gırtlağımda kaldı!.. Çünkü bu durumunda tasarlanmış bir oyun ve bin ışık yılıdır süren bir dizgenin parçası olduğunu anladık, şu anda Talina, bilinmeyen bir sonsuzluğa gidiyor! Organeli kavradığında; "Derin bir kuyuyum ben, ölümümde öldürdüğünüz değil!" gibi şeyler söylemiş, ne demek istediğini anlayamadım ve yazık ki benim zamanımda artık yatay akışta!..

Sonuç; "bu formatta" tasarlanmış bir şeydir kimbilir!.. dahası beni de almaya geliyorlar, boyutların beşincisi metalik seslerle yankılanıyor! Anlayın ki artık "oturan boğanın toprakları" 'windows ultrix' biçimine dönüşmüş.. Bizlerin son algısı!
...
(Anlağı paralize olmuş, tüm evrene saygısızlık yapan bu hain yakalandığında, yanıp sönen bilgisayarı
' Krank' la parçalandı arkadaşlar!..)

Yazarı: Ulus Fatih




Medeniyetler Çatışması...

1993 yılında, ‘Medeniyetler Çatışması’ adındaki ilk makalesini okuduğumuzda, S. P. Huntington’un, kehanete soyunmuş, kaçık bir bilim adamı olduğunu düşünmüştük.
Yazdıkları, bilimsel olmaktan ziyade, yabancıların “futurism” dedikleri, gelecekten haber verme kaygısı taşıyan analizlerden oluşmaktaydı.
Kimilerinin inanılmaz bulduğu, kimilerinin ise deli saçması olarak nitelendirdiği iddiaları, o günden bu yana çok tartışıldı.
Dönem dönem unutuldu, sonra yeniden hatırlandı.
Huntington, ideolojilerin öldüğünü, bundan sonra insanların, zaten doğal bir biçimde bölünmüş oldukları medeniyet sınırları çerçevesinde bir ayrışmaya uğrayacaklarını ve bu medeniyetlerin birbirleri ile çatışacaklarını iddia ediyordu.
Birbiri ardınca sıraladığı yedi-sekiz medeniyet arasında, ilk çatışmanın Batı Medeniyeti ile İslam Medeniyeti arasında ortaya çıkacağını söylüyordu.
Huntington’a göre bu çatışmayı doğal olarak Batı kazanacak, hemen ardından da Konfüçyüs (yani Çin) Medeniyeti ile savaşa tutuşacaktı.
Çoğumuz için bunlar inanılması güç, akıl ötesi hezeyanlardı.
Aradan yıllar geçti.
Gerçekte kimin düzenlediği belli olmayan 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, küresel egemen güçlerin ortaya çıkarmaya çalıştıkları dünyanın genel hatları belirmeye başladığında, hepimiz dehşete düştük.
İnanılması çok güçtü ama, küresel egemenler, sanki, Huntington’un hezeyanlarını hayata geçirmek için çaba sarf ediyorlardı.
Bugün geldiğimiz aşamada ise, resim, daha da netlik kazanmış bulunmaktadır.
Huntington’un yıllar önce öngördüğü üzere, bugün dünyanın neresinde bir savaş ve kan varsa, o kavganın taraflarından birini Müslümanlar, diğerini ise Batılılar ya da Batılılar tarafından desteklenen güçler oluşturmaktadır.
Bugün dünya, ister kabul edelim, ister etmeyelim, Batı ile İslam arasında bir çatışmaya sahne olmaktadır.
Afganistan’dan Irak’a, Filistin’den Paris banliyölerine kadar, yaklaşık yirmi kadar sıcak çatışma, bu iki medeniyet arasında cereyan etmiştir veya etmektedir.
Önümüzdeki gönlerde, İran ve Suriye’de başlayacak olan savaşlar, bu büyük çatışmanın birer uzantıları olacaklardır.
Son günlerde, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya konan, İslam dininin Peygamberini karikatürize etme provokasyonu, bu çatışmanın yeni bir cephesini oluşturmaktadır.
Hiç gereği yokken, açıkça hakaret kastı taşıyan, dolayısıyla, dünyadaki tüm Müslümanları inciten karikatürlerin, inatla ve birbiri peşi sıra yayınlanması, bir tek şekilde açıklanabilir.
Dünyayı, Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ hezeyanı çerçevesinde şekillendirmek isteyen küresel güçler, Müslümanlarla Batılılar arasındaki çatışmayı tırmandırmak istemektedirler.
Bunun için de, Müslümanları en hassas yerlerinden vurmayı denemişler ve bunda da başarılı olmuşlardır.
Ellerinde çok geniş provokasyon imkanları bulunan bu küresel güçler, aslında, kolayca bu çatışmayı istedikleri seviyeye tırmandırabilirler.
Örneğin, Trabzon’da cereyan eden, Katolik papaz cinayeti gibi olayların sayısındaki olası artış, dünyayı bu konuda inanılmaz bir dehşet sarmalının içerisine sürükleyebilir.
Sağlıklı bir kafanın işi olmadığı açık olan bu çatışma, bizi de zor bir duruma itecektir.
Tanzimat’tan bu yana, yönümüz Batıya dönük olduğu ve kendimizi Batılı saydığımız halde, yukarıda konu edilen çatışmacı-Batılı bakış açısı, bizi kendinden görmemektedir.
Huntington ve takipçilerine göre Türkler, İslam medeniyetine dahil olan bir millettir.
Türkiye de, kendi içinde bölünmüş, bir cephe ülkesidir ve bu çatışmanın tam ortasında yer almaktadır.
Bu çatışmanın mimarlarına göre, bu kavgadan kaçış mümkün değildir.
Onlara göre, Türkler, İslam Medeniyetinin üyesidirler ve Batı ile çatışmak zorundadırlar.
Ne Batıcılığımız, ne NATO üyeliğimiz, ne ılımlı İslamcılığımız, ne dinler arası diyalogculuğumuz ve ne de hiçbir zaman ciddiye alınmayan, Batı ile İslam dünyası arasında arabuluculuk tekliflerimiz, bu konuda fayda sağlayacakmış gibi görünmüyor.
Bizler için zor, çetrefil ve çelişkili bir dönemin başlangıcı olan bu süreç, aynı zamanda başka bir şeyin de sonunu ilan ediyor.
İnsanlık, uzun zamandır görmekte olduğu küreselleşme rüyasından uyanıyor ve onun gerçek boyutları ile yüz yüze gelmeye başlıyor.


YAZARI: H. Çancı


Ses içinde Ses ../ Ömer Serdar



Sesin içinde ses, susun başında “es” gibi kalmıştık.

Çok sürmedi: Ben, bir kalıp düşüncenin adamı olamam, ince ayrıntılara önem veririm, bireyin yanındayım ne adına olursa olsun insanın öldürülmesine, ezilmesine, susturulmasına karşı çıkıyorum, arıyorum, soruyorum kesin yargılar verip yanılmaktansa beklemeyi tercih ediyorum; dedi Camus.
Bir belirsizlik kütlesi olarak duran ölüm, sanki onun sözleriyle canlanmıştı. Fakat boyutun o kesişme anını yakalamış bizden yana uğramıştı bir kere.
Susup duran tüm ölüler de o zaman can kaldırıp yerlerine döndüler. Onları bir daha göremeyecektik. Yalnız Albert Camus, ölü kalmayı bizim canımızdan yana seçmişti sanki. Kendi isteğiyle bakışlarına soru yüklediğini görebiliyorduk.
Bir uyumsuzluk havası salınıp geçti aramızdan. Karşıt değildik, yandaş da.
“Hayat boştur, anlamsızdır, öyleyse yaşanmaya değmez, insan kendini öldürmeli ya da savaşmayı bırakıp köşesine çekilmeli, sadece bir seyirci olmalı demedim hiç” dedi. Artık başka bir yere bakıyordu gözleri. Bizden bizi delip geçen başka bir yere sürdürüyordu yolculuğunu.
Sizden sonra biz yeni buluşlar yaptık üstat, iletişim felsefesini geliştirdik. Bir çağ yarattık ki her yan bilgi her yan aynı zamanda çığ gibi bir saptırma.
Öyleyse bu bilgi neye yarar der gibi bize saplandı bakışları aniden.
Zor olanı öğreniyoruz, başladığında hep zor olan sonraki kolaylığı öğreniyoruz biz. İlk adımlar gibi yalpalayarak umutsuzluğun, kargaşanın, kaygıların, yabancılaşmaların, güdümlenmelerin içinde yürüyoruz. Savruk adımlarımızın bizi taşıdığı o kaygan zeminlerde dengenin hakkını verebilmek için maceralar kurup öykünmeler yaratıyoruz. Biliyoruz ki varoluşumuz iki lineer çizginin tam ortasına sıkışıp kalmışlığımızdır. Olabilmek için zıtlıklara gereksinim var. Madde katılığını ortada kalmaya borçlu. Ne dersiniz?
“Felsefe, utanmazlığın çağdaş biçimidir derim” demez mi?! Gülümsemişti. Biz utandık. Utandık ki ne utanma.
Hani sormuşlardı: ağırlığını bulanıklığını suların, kalplerin bedene sıvanmışlığını, ılık düşlerin sabahlara taşıdığı umudu, içimizdeki kimyanın dışımızdaki dünyaya bu hain saldırısının nedenlerini,”başardıysan doğru, doğru da olsa başaramadıysan yanlış olur” un nedenlerini, neleri, “niçin” lerle hırçınlaştırıp bedene kaçışlarla sonuçlanan savaşları, sormuşlardı. İşte ondan demek istedik.
“Felsefe alt tarafı, üstünde koca bir evren, varlığı kaç şiddetinde bir depreme bağlı?” Diyecek sandık. Ama bir şey demedi. İnsani bir şeyimiz seğirmişti. Diğerine kendi istediğimizi söyletme sanrımız titremişti.
Camus başını hafifçe iki yana salladığında, yüzlerini kumaşlara sarmış insanlar belirdi her yanda.
O yürüdü gitti.
Kim bilir, başka yerlere belki kaldığı o yerlerden başlamaya gitti…
Bize gelince; zamanın sarkacında mızrağa hedef olmamak için bırakılmış sözler vardı. Dışında olduğunu göstermenin en iyi yolu içinden vurulmamaktı. Şimdi indiğimiz yerden çıkabiliriz artık.
Sürebilen her şey gibi bitebiliriz artık

YAZARI:Ömer Serdar


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***