Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



OPUS dei ..// Lars Görling


Image and video hosting by TinyPic

İlk çizgi erkeği temsil ediyor.
İkincisi kadını.
Üçüncü çizgi duygularının ortalaması.
Noktalar,
Gözlem zamanlarını gösteriyor.
Her dikey çizgi bir hafta.
Her yatay çizgi bir duygu-değeri.
Herşey 7 Temmuz'da başladı
ve 30 Kasım'da bitti.

LARS GÖRLİNG
ÇEV. Ayşe Gül





Çağdaş Afgan Şiirinin Büyük Kaybı..


Image and video hosting by TinyPic



Çağdaş Afgan-Peştu dilinin usta kalemi S.Melok Tabesh; 59 yaşında (ülkesinden uzakta Hindistan'da) yeryüzünü terk etti, uzun yıllar ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kaldı, Talibanın uyguladığı zulüm-baskıcı yöntemler birçok Afgan şair-yazarı gibi ona da sürgün yollarını sundu.
Çok zor koşullarda ve tüm varlığı kalemi-yüreği olan büyük Afgan şairin hazin ve dokunaklı gidiş "biçimi" yine o müntehir düşleri anımsattı hepimize.
Yeryüzünde değişen bir şey yok, temelleri toptan çürük çark ve insan onurunu alçaltan kesiflikler, sonuçta şiirin gür nehirleri etin-kemiğin ta kendisi de olsa, bir boyalı parşömen işlevini görür bazen, içimizde yaratılan büyütülen türlü kafesler, baskılar için.
Ay ve Güneş bile uzaklardan yankılanan, büyüyen yurt özlemi olur şair için.....
ve hasret bir gökkuşağı yanılsaması,
öyle ya
artistik sarayla, kafes arası mesafe sanıldığı kadar hiç uzun değil, baştan görmek gerek yüreğe şairin yüreğine yağan kar fırtınasını.....
ve sonra
bir sabah
aniden
içinde büyüttüğü ve kimsenin dokunamadığı o ses duvarını yıkar geçer şair,
‘birleştirirken’ sabah ‘bakanla bakılanı’;
bin yıl önce de böyleydi,
Ve sonsuz sonrasına konuk bir şair daha çeker gider....
Oysa hakikati hep başka kulvarlarda arar durur cılız kalbimiz,
Yıldızları bile pes ettirmeyi beklediğimiz yüreklerden.........
Ve sen ey Kandahar düşü, büyük usta,
Belh kentinin çocukluk düş bahçelerini bir zamanlar süsleyen Rumi'nin şiir bahçesinde dingin uyu.....
Şair ve aynı zamanda ülkesinin sorunlarıyla, yıkıcı ve barut kokulu bir tarihi süreci hiçbir zaman göz ardı etmeyen Tabesh’den geriye beş şiir kitabı kaldı. Yayınlanmış şiir kitaplarının adları ise: “Göç Türküleri”, “Gündoğumu anları”, “Bekleyiş”, “İki yol”, “Kanlı Biçim”.
Bunların dışında sosyolojik irdelemeleri, felsefi çözümlemeleri de dahil , toplum psikolojisi ve sorunlarına yönelik kitaplar yazdı.


BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU

ÇIĞLIK

İşte o zaman
şüphenin yüksek basamağından
korkunun utanç verici saldırısından
kurtuldum.

Yıldızdan
Samanyolu’ndan daha güzeldir
senin gözlerin! Ah!...
ve bir çığlık fırtınası koptu dudaklarımda
uzun bir selat gibi,
yeniden...daha yüksek sesle.

S.Melok Tabesh
Çev. JM



Sonsuz Ve Öbürü..// Turgut Uyar



En değerli vakitlerinizi bana ayırdınız

sağolunuz efendim

gökyüzününün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz

öğrendim

yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz

öğrendim

hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz

öğrendim

zamanın boyutlarının sonsuzluğunu

ve havanın bazen kuşa döndüğünü öğrettiniz

öğrendim efendim

ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz

efendim

baskının zulmun kıyımın açlığın

bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın

aşk mutluluğunun ve eski hesapların

aritmetiğin bile


bunları bulmayı bana bıraktınız

size teşekkür ederim


18.5.82


TURGUT UYAR


CÜMLELER-TEZER ÖZLÜ



CÜMLELER-TEZER ÖZLÜ


Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.

Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.


Güç ve korku her zaman yan yanadır.


Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım.

Gene her şey benim oldu. Gecelerime, trenlerime, bütün insanlarıma döndüm.

Kültür , insanlık uğraşının üstyapısı değil, temelidir.


Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.


Gene bırakıyoruz gece bizi baştan çıkarsın. Çatılar gerisindeki gölgelerin ardında açık renk bir gölge gibi duruyordu gece.


İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.


İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.


Bir şeyin değişmesinden ve hiçbir şeyin değişmemesinden korkuyorum.


Hiç kimseyle birlikte yaşlanmak istemiyorum. Kendimle bile.


Özlemin içindeyim şimdi. Ama özlemeye gene de devam ediyorum.


Çocukluğumuz üzerine kabus gibi çöken eski kuşaklar, bilinçli yıllarımızı da elimizden almayı başaramayacak. Biz mutlu isek, mutlu olmayı istediğimiz ve bunun için çaba harcadığımız için mutluyuz.


Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştüğünü algılar, onları yaşarken anlaştırırdım. Sonra bunu en güzel biçimde Savinio’da okudum:”Yaşanan an da anı olacak”.


'Ve Öğreneceksin Zamanla Diğerlerini'..// Sufi



"Federico,
Görüyorum işte dünyayı,
Ceddeleri, sirkeyi,
istasyonlarda uğurlamaları,
duman kalkınca ve dönünce hissiz tekerlekler
hiçbirşeyin ve kimsenin olmadığı
diyara doğru
ayrılışları, taşları, rayları..
insanlar dert çıkarmadan duramazlar,
kendini koyuvermişler,
endişeden tırnak ağacı olanlar,
onun bunun sırtından geçinen eşkiya eksilmez.
İşte hayat böyle Federico, işte bunlar,
sana dostluğumun delikanlıca kederinden
sunabileceğim şeyler.

Zaten
biliyordun
bunların
nicesini

ve öğreneceksin zamanla diğerlerini.."


Pablo Neruda



Ben bir “hiçim”, zaten az sonra söyleyeceklerimi size bir yaşayan yetişkin söylese inanma ihtimaliniz olmazdı. Çünkü bir yetişkinse ve yaşıyorsa muhtemelen yapacak çok daha önemli işleri vardır! Değil mi? Çalışması gerekir, koşması, kahkaha atması, saatini kontrol etmesi gibi hayati işlevlerden söz ediyorum. Hayat ozanı, keramet taslayıcı, mitos yaratıcı varlıklar gibi davranmalı, paradoksal keyif meselesi dünyayla kutsal bir bağlantıyı en güçlü anlamıyla bir re-ligio’yu tapınma ve dogma olmaksızın-akaitsiz bir inanç olarak- yüceltmeli. Hatta yeri gelmişken bir yığın değeri parodileştirerek uzaklaştırma gerekir yaşam çemberinden. Yalan söylemesi, doğruymuş gibi yapması gerekir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması – yaşıyormuş gibi yapması – gerekir.
Çünkü yaşıyorsanız meşgulsünüzdür.
Ya da insanların narsistik dünyaları içinde giderek artan oranlarda kilitlenmesi ve sistemin yarışmaya yönelik beklentileri içinde sürüklenip gitmesi.
Yaşamak böyle bir şey mi acaba? Kim demiş?
Eğer balıkların tümü aşılı olsaydı deniz hep fırtınalı olurdu ve iki paralel çizginin belirsizliğinde siz ve yaşam denilen kavram hayal ya da “masal ”olurdu.
Erdem ulumalarının yoğun atmosferinde gönülde yer açmak ve böyle bir yerin varlığına inanmak. İnsan olma onuruna bu yakışır.
Varoluşçuların “being there” deyimiyle açıkladıkları gibi, insan ancak birileriyle ya da şeylerle, yani “dünyasıyla var olarak” kendisini algılayabilen ve yaşamına anlam verebilen varlıktır. Mestane ya da Akil olmak tercihi (ya da: an) meselesi!
“Harabat ehliyiz mestaneyiz biz
Alemin nadan biganeyiz biz
Vahdet şarabı içmek istersen
Bizden iç meyhaneyiz biz”.
Dedim ya ben bir hiçim, yani meşgul olacağım hiçbir şey kalmadı, bu suni, sahte düzene, riya dolu oyunlara, sahte gülücüklere, sahte çabalara, suni koşuşturmalara, temelsiz stratejilere dair de bir şey, hiçbir şey söylemeyeceğim artık. Satranç düzleminde içi boş hamlelere seyirci olmak yoruyor kalbimin gözünü.
Yitirdiğimiz değerlere, yiten şeylerin ardından kalan boşluğu doldurmak için giriştiğimiz o korkunç ve sonuçsuz feryatlar, figanlar, koşuşturmaca ve karmaşaya, karmaşayı düzenli hale getirmek ve boşluğu unutturmak için kullandığımız ya da üzerimizde uygulanan tüm stratejilere dair de hiçbir şey yazmayacağım artık.
Ya da bir “ölü , “ öldürülmüş” olarak, bunu hatırlayıp, haddimi bilip sizin gibi susabilirim..
Esas konuşulması gerekenden bahsetmeye gerek yokmuş gibi ..unutmak için her gün saatlerce çalıştığınız boşluğunuzu size hatırlatabilirim!Ama ben kimim ki?
Susabilirim, ki “ölüler” genelde böyle yapar.. oysa bizim susuşumuz, gerçekten trajik sandığımız trajik değil, yıllarca trajik sandığımızdan kaçmak için yaptıklarımızın trajik olduğunu anlamamızdandır..
ikiyüzlü, üçyüzlü, çok yüzlü hiç olmadım..
Hatırladıklarımın, arenada izlediklerimin hepsi değilse yarıdan fazlası yalan! İnanın: yalan!
“Yetiştirildim, eğitildim ve “s a t ı l d ı m”” budur işte bütün mesele! (ironik benlik nihayet patladı).
Üzgünüm, hepimiz birer kuklaya dönüştürüldük, hatta “Hay”ı da “öldürdüğünüze” göre iplerimiz yüzlerini bilmediğimiz ama emellerini bildiklerimizin elinde artık. Masum doğmuş olsanız da her trajiği tadan gibi düzeninizi kurtarmak için insanı, adaleti bile hor görenleri sadece izliyoruz.
Herşeyi “MIŞ” gibi yapmanın hafifliği sarmış dört bir yanımızı, Pirin dediği gibi “dekora dönüşmüş ortamda, mekanlarda gerçekliğini yitiren, sonra aynı hakikatleri tekrar, bu kez ağır aksak aramaya meyilli bir hayatı tercih eden sözde postmodern ama kendi kuyruğunu ısıran balıklar olduk! Sahte zevk deryasının “meraksız” balıkları olmak da var, sayıları hiç de az değil…Ama bu naçiz ten der ki, kendiniz için de olsa bir şey yapın, böyle bir şey kaldıysa, yeter ki umutsuz olmayın, öyküleriniz, şiirleriniz, resimleriniz, kağıt cinsinden söz kaleleriniz, o en kutsal yapraklar, kitaplarınız, dergileriniz gür bir nehir gibi aksın daima, sözün, yazının kutsaniyeti adına. Bilmeliyiz, yara, görünmeyen tuhaf yaz(g)ının ruhunda açılmış. Dert de sizsiniz derman da.”
Bu sözler, sözcükler bana Milan Kundera ve o efsane yapıtı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı yapıtının taşıdığı ana taslak ve düşünceyi de anımsattı bir yandan.
Yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama onun bu kadar önemli olan şeyin, insanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olduğunu kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendilerini kendi dünyaları içinde algılayarak olmayı ya da olmamayı sonuçlarının getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar.
Yazımın başından beri söylemek için can attığım nokta: “olmak” ile “yapmak” arasındaki o büyük fark. Kendi yaşamımızda bu denklemi ne kadar kavrayabiliyorsak o kadar “varız”.

Sen sır tutmayı iyi bilirsin
tarihin başlangıcından beri
bilirsin bütün kentlerden, zamanlardan denizlerden geçmeyi

Söyler misin ?
hangi kuvvet Gece ile Karanlığa aynı yemini ettirdi.

Sufi.
Defterin notu: bu yazı daha önce Sivil Fanzin’in II.sayısında yayınlanmış..


KARANLIK THOMAS..// Ulus Fatih



Sanki Edom diyarından devşirilmiş gibi kısacık bir şey anlatacağım. Boğulan sultanlar ve orakların gölgesinde uluyan ölülerde duymalı. ‘Karanlık Thomas’, Maurice Blanchot’nun kitabının adı sanırım, şimdi Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet’le karıştırıyorum, Conrad ya da Quincey’in miydi, belki de Mehmet Kartal’ındır!..
Yaşam bir düş biliyorsunuz, Churchill’le İsabeyli Hafız Emin, gizemli Greta’yla deniz kızı Eftalya ya da Fahriye Abla her zaman yan yana gelebilir!..

Bilincin karanlık koridorları, zaman ilerledikçe bulanma; keza bunama belirtileri gösterir, daha önce görünmeyen sanrılar öne çıkarlar ya da cehennemi bir saplantıya dönüşürler. Atalarımız, konuşmayı öğrenmeden önce, telepatik empatiyle anlaşıyor (uzduyum) ve birbirlerinin düşüncesini okuyabiliyorlarmış, konuşma evresine geçince bu yeteneklerini yitirmişler, tıpkı Tesla’nın, kablosuz elektrik kullanmayı başardığı ama kablolu olanın o günün parokrasisine daha ehven geldiği veya kâr getirecek bir mataha dönüştüğü için, Edison’un zulmüne uğraması gibi… (anekdotun gerçekliğini saptamak sizlere kalmış!..)
Ve tıpkı Firavun Psambetik’in (bu firavun muydu, Akhaneton’muydu o da meçhul!..) yazı bulununca belleğimizin zayıflayacağı ve artık hiçbir işe yaramayacağı korkusuyla, yazıyı yasaklaması gibi… Oysa bilinir ve anlaşılır ki her buluş bizi ileriye götürür, nedir ki başladığımız yere dönmek koşuluyla!..

Karanlık Thomas, felsefe okumuş, ama zamanın anarşik, nihilist mecralarından dolayı, bilincini yitirmiş, yarı deli olmakla ötelenmiş Süleyman Hayrullah’ın lâkabıydı. Kağıt toplayarak geçimini sağlar ve Aksaray, İskender Paşa’dan, Karaköy (Yahudilerin verdiği bir admış), Ortaköy, Arnavutköy ve Rumelihisarı’nı izleyip dönerek; Buzağı Geçidi’nin bu meşhur güzergâhını gün be gün kolaçan edip, Dolapdere, Aynalıkavak, Bozdoğan Kemeri civarından konutuna dönermiş. Kağıt toplayıcılığıyla geçinen bu adamın yazgısı, ölümle nişanlı olmasını engellemiyor tabi ki, her kul gibi o da, bilisizce yüreğinin dinleneceği o günü, o sülüs hançeri, can evinin viran bağına döneceği, o anı bekliyor yaşamı boyunca…

Thomas Hayri, günde 10 tl kazanırmış, bu yaşamaya yeter mi dediğinizde, şöyle yanıtlarmış, ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum…’ Felsefeciliğinden gelen, agnostik bir yaklaşım olsa gerek… Günde dört paket birinci 1 er tl den 4 tl, (Ben dumanı sevmem ama o her yalnız gibi nikotini bir arkadaş bir yoldaş bellemişti), bir su 5 tl, ekmek 6 tl ve artık katık için 3 tl kalıyor ki geriye (1 tl de köpeği için harcarmış), yemek yemez su içmez bu adamın kazancını artırabileceğini bile düşünmeniz gerekir. Yaşamını minimalize edenler, uzaktan ıstırap melodisi gibi gözükürler ama gerçekte belki bizlerden daha mutludurlar.

Şunu unutmadan söylemeliyim ki (‘Karanlık Thomas’ benim can arkadaşımdı), onun Meryem adında tümüyle platonik bir sevgilisi bile vardı. Bir gün onu sarmaş dolaş düşlerken, öylesine kendinden geçmiş ki, haykırışlar içinde boşalmış ve anlattığına göre; aşağıda oluşan sperm gölünde, yılların özlemine dayanamayan Meryem’in birden sureti belirmiş ve ellerini uzatarak Thomas’a ‘geeeeeeelll’ diyesiymiş. Thomas, bu derinlerden gelen sese kulak vermiş vermesine ama Meryem’in ellerini ne kadar çabalasa da bir türlü tutamamış ve Elem Denizleri’nin içinde (anlatırken meniden oluşan mavi okyanus diye ekleyip gülümserdi!..), Meryem çığlıklar ata ata yitip gitmiş ve Thomas’da yaşamı boyunca olduğu gibi ‘Ey tanrım, yine hayal, yine hayal!..’ diye, kahırlar içinde ağlayıp, dövünesiymiş…

Bizler deneyimlerimiz ve anılarımızdan oluşan varlıklarız. On milyon yıl boyunca, yalıtılan bir elektron bile bir bilince sahip olabilirmiş. Kuantum sosyolojisi kuramına göre canlı cansız her şey zamanla, eş evrelilik durumunca, denizel ortamda yahut bir aglomera kayasında olsa bile bir bilinç oluşturabilirmiş. İnanılır gibi değil ama; bu manikürlü maymunların, iki ayağı üzerinde durması yetmezmiş gibi, bir bilinç oluşturabilmiş olması; oldum olası garip gelmiştir bana…

‘Tanrı var dersek, herkesi ve her şeyi kapsayan bir hüküm yürütmüş olacağımızdan, artık tanrı biz oluruz’ diye buyururdu Thomas, tanrı kavramıyla çok oyalanır, sonra vazgeçer ve ‘Tanrının ardına düşmek, belki de kusurların en büyüğüdür’ derdi ve ‘Yüzyıllardır bulutların biçimi değişmediğine göre, dünyada da hiçbir şey değişmemiş demektir’ diye eklerdi. Bir gün sanki yazgısını okurcasına ‘İnsanlar değil bıçaklar savaşır!..’ biçiminde bir aforizma attı ortaya… Bir de, ‘Hepimiz topraktan yükselen birer solucanız’ dediğini anımsarım, bu sözünden hiçbir şey anlamazdım ve hiçbir şey anlamadığım bir şeyi, doyasıya sevmeyi ondan öğrendim!..

Ve işte her şey gibi, ondan apartılan tüm belagatlar sona erdi ve her canlı gibi onun ölümünün neden ve nasıl gerçekleştiğini anlatmanın zamanı geldi (‘Benim yok oluşum, bu metni döngüsel bir ilinti içinde tetikleyip, nedenselliğinin birikimini oluşturuyor’ gibi bir nitelemeyi öncelemiş midir acaba!). İnsanlar birinden söz ederken, sonun bir ölümle ya da dehşet veren bir trajediyle bitmesinden büyük haz alırlar (Çünkü acı çekerler ama başkasının adına, korkuya kapılırlar ama, diğerleri üzerinden; bundan daha güzel bir şey var mıdır!..). Bunu anlatıcı istemese okur ister, okur oralı olmasa, anlatıcı dayatır ne yazık ki… Thomas bu durumu dolaylar ve ‘Gerçekte şiddet bizim içimizdedir’ derdi.

Ne yazık ki, her şey belirsiz ve hepimiz bilinmeyene doğru yol alan bir geminin içindeyiz!.. Sözü uzatmayayım, Thomas’a ilişkin anımsadığım şeyleri, düşlerimden ayıramaz hale gelmemi istemezsiniz sanırım; ki o zaman aldatılmış oluruz…

Thomas öldüğü gün seyyar arabasıyla, Dolmabahçe’nin az ilerisindeki ana yoldan, Nişantaşı’na çıkan sapağın karşı tarafına geçmek üzereymiş, ama uvala gibi önüne çıkan bir araba destursuzca korna çalmış ve çabuk olması için bizim Thomas Hayri’yi argo bataklığına çekerek, sayısız küfre bulamış… Amundsen Denizi’ni görmemiş, Galatyalı’ları bilmemiş ama bilincinin derinlerinde pek çok şeyi görüp sezmiş Hayri, genlerinden süzülüp gelen hakseverlik duygusuyla, adaletsiz yaşamın oluşturduğu kinin ateşlediği cevahirine hükmedememiş olacak ki, daha bir yavaşlamış… Ve ama her şey göz açıp kapasıya dek olup bitmiş ve bu kez adam arabasından fırlayıvermiş… Hayri de yoksulluk yüzünden satması için arkadaşına verip, alıcı çıkmayınca geri aldığı, parlak kasap bıçağıyla adamın üzerine yürümüş, adam geri kalır mı, işin nirengisi de burada zaten… Herif öyle bir bıçakla geri dönmüş ki, meğer torpido gözünde, antika gibi sülüs bir yazının işlendiği, Balkan Harbi’ne katılmış, büyükbabalardan kalma ve Conkbayırı’ında bile sallandığı savlanan ve ne hikmetse Hayri’ninkinden uzunca çıkan, kama gibi bıçağıyla, bizimkinin üzerine yürümüş ve kısa süren bir boğuşma olmuş!..

İşte bir ‘Ölüm Marşı’dır ki, elbette taksi sürücüsü de yara almış, daha uzun olan ve sayısız kavgadan yengiyle ayrıldığı anlaşılan bıçak, sonuçta bir kez daha utkuyla ayrılmış alandan!.. Öylesine eskiymiş ki bıçak, tanıklar ‘Çiftboynuzlu’ Zülkârneyn zamanından değilse bile, kesinlikle ‘Çiftağızlı’ Zülfikâr döneminden kalmış olabileceğini ileri sürmüşler. Çünkü pek güzel işlemeler ve hatlarla donatıldığını, bugüne dek kalmasının nedenini de, doğallıkla her savaşım ve kavgadan yengiyle ayrılmasının olduğunu söylemişler.
Ne yazık ki mantıklı bir yaklaşım…
Bizimkinin elindeyse, yakınlarda cereyan etmiş bir deneyimden bile yoksun, hiç bir kavgaya karışmamış, acemi ve körpe bir bıçak ve sanki etin tadına bakması için tasarlanmış, ilk gecenin yası!.. Uzun sözün kısası, aldığı darbelerden ötürü, bizim Thomas oracıkta ölmüş dostlarım.

Söz bitti, ne hacet, ceylan boynuzu gibi bir bıçağı olsaydı, aya bile sallardı da, belki de ölmezdi … Elbette yenik düşen bıçak -tarih boyunca olduğu gibi- lanetlenmiş, sahipsiz kalmış, ötekineyse belli ki el koymuşlar, başına üşüşmüşler, paylaşamamışlar ama; yeni maceralar yaşaması için!..

Hayri şimdi Karacaahmet’te uyuyor. Neden derseniz; o inançlı biriydi. Üsküdar toprağına çıkınca, bir daha denizle karşılaşmadan Mekke’ye varılabildiği için, oralara Kabe Toprağı dendiğini ondan öğrenmiştim ben. Sorularla soru sormasını da (Gizini ayırt etmek dilerim gönüllere pelesenk olur)!.. Genç yaşında ölen bu adama yaşamının ilk ve son iyiliğini yapıp; düşlediği gibi Karacaahmet Mezarlığı’na, daha doğrusu kutsanmış ‘Kabe Toprakları’na defnetmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Güçlüğünü bilenler vardır!..

Her şey burada bitiyor…
Ey ‘Karanlık Thomas!..’
Ey yaşarken herkesin horladığı, kimselerin bilmediği, annesi babası bile bellisiz, acılı yaşamını söylentilerin çevrelediği, yazgısına gözyaşı bile dökemediğim, can arkadaşım Hayri;
Unuttum sanma senceğizi!
Hakkını helâl et, son yolculuğuna, bir kez daha uğurladık kabul et!..
Bağışla ne olur, bir kez daha yad ettik say bizi…

Toprağında güller açsın!..
&
(Bu anıyı öyküleştirdikten birkaç gün sonra not defterlerimi karıştırırken 18 Nisan 1988 tarihli bir şiirini buldum Süleyman Hayrullah’ın, Oktay Rıfat’ın aramızdan ayrıldığı gün şiir üzerine konuşmuş ve sanırım bu şiirini isteğim üzerine bana yazdırmış olmalı… Paylaşmamak olmaz!..)

GÜNEŞLİ DENİZ

Güneşli bir denizdir yanılsamamız
Güneşin altında içilen bir bardak su
İlk aşkın son evidir bu yürek!
Yanılsama, serap, aşk, ıstırap

Çiçeklerle birlikte paralar vardı.

İlk aşkın esrikliği omuzlarda
Aylı bir okyanustur yanılsamamız
Para parayı çeker der ağa!
Yanılsama, serap, aşk, ıstırap

Çiçeklerle birlikte paralar vardı.

ULUS FATİH


Havaya Uçurmuşlar Amerika'yı (11 Eylül) / Amiri Baraka- Çev:U.B.Gezgin


HAVAYA UÇURMUŞLAR AMERİKA’YI

(Aklı başında tüm insanlar
karşı çıkıyorlar teröre
uluslararasına da yerlisine de...
Ama bunlardan birinin
Kullanılmasına izin verilmemeli
Diğerini gizlemek için)

Teröristler havaya uçurmuş diyorlar Amerika’yı
Barbar Araplar, Afganistan’da.
Bizim Amerikalı teröristler değilmiş yani
Ku Klux Klan değil, dazlaklar değil
Zenci kiliselerini havaya uçuranlar değil
Bizi ölüm hücrelerinde öldürüp diriltip yeniden öldürenler değil
Trent Lott değil
David Duke değil Giuliani de değil
Ne de Schundler, ne de emekliye ayrılan Helms

Değil değil
Siyahları öldüren
Akıl sağlığını teslim alan
Hatta insanların çoğunu teslim alan
Belsoğukluğu değil
Beyaz yatak hastalıkları da değil

Diyorlar ki (Kim diyor? Kim yapıyor bu deme işini?
Kim para ödüyor onlara konuşsunlar diye
Kim yalan söylüyor
Kim gizleniyor
Kimin köleleri vardı
Kim paraya para demedi

Kim göbek yaptı sömürü tarlalarında
Kim soyunu kırdı yerlilerin
Kim heder etmeye çalıştı siyah halkı

Kim yaşıyor Wall Street’te
İlk sömürü tarlası
Kim iğdiş etti sizi
Kim iğfal etti ananızı
Kim linç etti babanızı

Kim katran aldı, kim tüy aldı
Kimin kibriti vardı, kim başlattı yangınları
Kim öldürdü ve kiraladı
Kim dedi tanrı onlar ve onlar hâlâ şeytan

Kim tek en büyük
Kim en en iyi
Kime benziyor İsa

Kim yarattı herşeyi
En zeki kim
En büyük kim
En zengin kim
Kim diyor çirkinsiniz siz ve onlar, en iyi görünenler

Kim tanımlıyor sanatı
Kim tanımlıyor bilimi

Kim yaptı bombaları
Kim yaptı silahları

Kim köle satın aldı, kim sattı

Kim verdi onların adını size
Kim Dahmer’in deli olmadığını söyleyen

Kim/ Kim / Kim/

Kim çaldı Puerto Rico’yu
Kim çaldı Hint adalarını, Filipinleri, Manhattan’ı
Avustralya’yı ve Hebrides’i
Kim zorladı Çinlileri, afyon kullanmaları için

Binaların sahibi kim
Kimin parası var
Sizin gülünç olduğunuzu düşünen kim
Kim hapsetti sizi
Gazetelerin sahibi kim

Köle gemisinin sahibi kim
Orduya emreden kim

Çakma devlet başkanı kim
Yönetici kim
Bankacı kim

Kim/ Kim/ Kim/


Maden ocağının sahibi kim
Kim aklınızı çelen
Ekmeğin sahibi kim
Kim barışa gereksinim duyan
Savaşa gereksinim duyan kim sizce

Petrolun sahibi kim
Kim ter dökmeyen
Toprağın sahibi kim
Kim zenci değil
Kim öyle büyük ki yok ondan büyüğü

Bu kentin sahibi kim

Kim havanın sahibi
Suyun sahibi kim

Barakanızın sahibi kim
Soyan kim ve çalan ve kandıran ve öldüren
Yalanı gerçek yapan kim
Kim sizi hödük diye çağıran

En büyük evde yaşayan kim
Kim en büyük suçu işleyen
Ne zaman isterse o zaman tatile çıkabilen kim

En çok zenciyi kim öldürdü
En çok Yahudi’yi
En çok İtalyan’ı
En çok İrlandalı’yı
En çok Afrikalı’yı
En çok Japon’u
En çok Latino’yu

Kim/Kim/Kim

Okyanusun sahibi kim

Kim uçakların sahibi
Alışveriş merkezlerinin sahibi kim
Kim televizyonların sahibi
Radyoların sahibi kim

Bir sahibi olduğu bile bilinmeyenlere sahip olanlar kim
Gerçek sahip olmayan sahiplerin sahibi kim

Varoşların sahibi kim
Kim emiyor kentleri
Yasaları yapan kim

Bush’u başkan yapan kim
Federasyon bayrağının dalgalanması gerektiğine inanan kim
Demokrasiden söz açan ve yalan söyleyen kim
KİM/ KİM/ KİMKİM/

Vahiylerdeki canavar kim
Kim 666
Kim karar veriyor
İsa’nın çarmıha gerilmesine

Asıl tarafta olan Şeytan kim
Kim zenginledi Ermeni soykırımından

En büyük terörist kim
Kim değiştirdi İncil’i
En çok insan öldüren kim
Kim en çok kötülük yapan
Geçim derdi olmayan kim

Sömürge sahibi kim
Kim en çok toprak çaldı
Dünyaya hükmeden kim
Kim onlar iyidir diyen ve yalnızca kötülük yapan
En büyük infazcı kim

Kim/Kim/Kim

Petrolün sahibi kim
Kim istiyor daha çok petrol
Düşündüğünüzü ama sonra yanlış olduğunu anladığınızı söyleyen size kim
Kim/ Kim/ ???

Kim buldu Bin Ladin’i, belki onlar Şeytan
Kim para ödüyor CİA’ya,
Bombanın patlayacağını bilenler kim
Teröristlerin uçmayı neden
Florida’da, San Diego’da öğrendiğini bilenler kim

Beş İsrailli’nin patlamayı neden filme çektiğini
Ve çok eğlendiklerini bilenler kim

Fosil yakıtları gereksinenler kim, hiçbiryere gitmiyorken güneş

Kredi kartlarını yapan kim
Kim en büyük vergi muaflığını alan
Irkçılık Karşıtı Konferans’ta
Çıkıp giden kim
Kim öldürdü Malcolm’u, Kennedy’yi ve kardeşini
Kim öldürdü Dr. King’i, kim ister böyle birşeyi?
Lincoln’ın öldürülmesiyle de bağlantıları var mı peki?

Kim işgal etti Grenada’yı
Irk ayrımcılığından para yapan kim
İrlanda’yı sömürge olarak tutan kim
Kim Şili’yi ve sonra Nikaragua’yı deviren

David Sibeko’yu öldüren kim, Chris Hani’yi,
Biko’yu, Kabral’ı, Neruda’yı, Allende’yi
Che Guevara’yı, Sandino’yu öldüren aynı kişiler

Kabila’yı öldüren kim, Lumumba’yı, Mondlane’i, Betty Shabazz’ı, Prenses Margaret’ı, Ralph Featherstone’u, Küçük Bobby’yi heder edenler

Mandela’yı hapse atan kim, Dhoruba’yı, Geronimo’yu,
Assata’yı, Mumia’yı, Garvey’i, Dashiell Hammett’ı, Alphaeus Hutton’ı

Kim öldürdü Huey Newton’ı, Fred Hampton’ı,
Medgar Evers’ı, Mikey Smith’i, Walter Rodney’i,
Fidel’i zehirlemeye çalışanlar mıydı onlar
Vietnamlı’yı baskı altında tutmaya çalışmış olanlar kim

Kim ödül koyanlar Lenin’in kellesi için

Yahudileri fırınlara koyanlar kim
Ve kim fırına koyanlara yardımcı olan
“Önce Amerika” diyenler kim
Ve olurlayan sarı yıldızları
KİM/KİM/

Rosa Luxembourg’u öldüren kim, Liebneckt’i
Rosenbergleri öldüren kim
Ve buza yatıran tüm o iyi insanları, işkence eden onlara, suikast düzenleyen onlara, kaybeden onları

Cezayir’den zenginleyen kim, Libya’dan, Haiti’den,
İran’dan, Irak’tan, Suudi’den, Kuveyt’ten, Lübnan’dan,
Suriye’den, Mısır’dan, Ürdün’den, Filistin’den,


İnsanların ellerini kesen kim Kongo’da
Kim eyidsi icat eden, kim koydu mikropları
Yerlilerin battaniyelerine
Kim tasarladı yerlileri dar alanlara hapsetmeyi

Kim havaya uçurdu Maine’i
Ve başlattı İspanya-Amerika Savaşı’nı
Yeniden iktidara getiren kim Sharon’u
Kim destekledi Batista’yı, Hitler’i, Bilbo’yu,
Çan Kay Şek’i

Kim karar verdi olumlu ayrımcılığın kaldırılmasına
Yeniden İnşa’nın, Yeni Düzeni’nin, Yeni Sınır’ın, Büyük Toplum’un,

Kim için çalışıyor Thomas Clarence
Kim çıkıyor Kolon’un ağzından
Kim biliyor ne tür bir geyşadır bir Kondoliza
Kim para ödüyor Connelly’ye, tahta bir zenci olsun diye
Kim Deha Ödülü veriyor ‘Anca’ İnsan’ sayılana

Kim devirdi Nkrumah’yı, Bishop’u,
Kim zehirledi Robeson’ı,
DuBois’u hapse atmaya çalışan kim
Kim oyuna getirdi Rap Jamil Al Amin’i, kim oyuna getirdi Rosenbergleri, Garvey’i,
Scottsboro Çocukları’nı, Holivud Onlusu’nu

Kim çıkardı Reichstag Yangını’nı

Kim biliyordu Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanacağını
Kim söyledi İkiz Kuleler’deki 4000 İsrailli çalışana
O gün evde kalmalarını
Niye uzak durdu Sharon ?

Kim, Kim, Kim/
Baykuşun patlaması diyor gazete
Görülebilir şeytan yüz kim KİM kim KİM

Savaştan para kıranlar kim
Kim voliyi vuranlar korkulardan ve yalanlardan
Kim istiyor dünyanın olduğu gibi kalmasını
Kim istiyor dünyanın yayılmacılıkla yönetilmesini ve ulusal baskı ile ve terörle
Şiddetle ve açlıkla ve yoksullukla.

Cehennem’in hükümdarı kim?
Kim en güçlü


Kim var Tanrı’yı görmüş diye
Bildiğiniz?

Ama Şeytan’ı gördü hepsi

Patlayan bir baykuş gibi
Yaşamınızda beyninizde benliğinizde
şeytanı bilen bir baykuş gibi
Gece gündüz demeden, dinlerseniz, bir baykuş gibi
Patlayan, yangınlar içinde. Soruların yükseldiğini duyuyoruz
Korkunç bir alev içinde, çıldırmış bir köpeğin uğultusu gibi

Cehennem ateşinin asit kusmuğu gibi
Kim ve kim ve KİM kim kim
Kimmmmm ve Kimmmmmmmmmmmmmmm!



Amiri Baraka, Ekim 2001, Afrikalı-Amerikalı devrimci şair
Kaynak: http://www.amiribaraka.com/blew.html
(Ayrıca, şiir, Youtube’da, şairin kendi sesinden dinlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=tk8R9lx-WYo )
Çeviren: Ulaş Başar Gezgin, 10 Eylül 2010, Ho Çi Min Kenti, Vietnam


'Motosiklet Üzerinde Aşk' kitabı üzerine söyleşi..




Ali Rıza Arıcan'la 'Motosiklet Üzerinde Aşk' (2009) kitabı üstüne (Ulaş Başar) Gezgin söyleşisi...

ubg 1) 2007’de Pasifik Öyküleri kitabınız yayınlandı, 2009’da ise Vietnam öyküleriniz. Pasifik Öyküleri kitabınızın Tayland ağırlıklı olduğu görülüyor. 2007’den bu yana öykücülüğünüzde sizce ne değişti?


Öncelikle değişim üzerine değinmek gerek sanırım. Herakleitos’un klasik sorusu, bir nehirde iki defa yıkanamayız çünkü ne nehir eski bildiğimiz nehirdir ne de biz aynı kişiyizdir. Dolayısıyla aynılık, zaman içerisinde ele alındığında kendi başına çelişki içeren bir kavramdır. Değişmemek ya da değişmedim demek insanın kendisini inkar etmesinden başka bir şey olamaz.


Ben öykü yazmaya başladığımda öykünün ne olduğunu bilmeyen birisiydim. O güne kadar birkaç öykü kitabı ya okumuştum ya da okumamıştım.Yazdıklarım daha çok yaşadıklarımın bir yansımasından ibaretti. Bu Saat öyküsünde görmek mümkün. Zamanla işin teknik yanını kapmaya başladım. Detaylara önem vermeyi, cümleleri dikkatli kurmayı, karakterleri doğru seçmeyi öğrendim. Bu zaman alan bir iş ve titizlik gerektiriyor. Çünkü kurgu ürünü bir eser yazmak demek olmayan bir şeyi, örneğin tek girişi ve tek çıkışı olan bir labirenti kurmak demektir. Benim için son öykülerimin ilk öykülerimden en büyük farkı bu öğrenme süreciyle ilgili. Öğrendikçe karmaşıklaşıyor kurgunun yapısı. Bunu okuyucu sıkmadan verebilmek, ‘Ben zeki bir yazarım.’ noktasına getirmeden verilmesi gereken mesajı okuyucuya iletmek de ayrı bir uğraşı. Son öykülerimde sokakların, motorsikletlerin, bisikletlerin, insanların ayrı yerleri var çünkü Vietnam’da yaşayıp da sokakların kendisine has kokusundan, gürültüsünden, karmaşasından etkilenmemek olanaksız bir şey. Bundan sonraki eserlerimde de hayatı daha çok kucaklayan, felsefi sorulardan uzak, insanın günlük iç çatışmalarını yansıtan, küçük oynayıp büyük sorular sorduran kurgular üzerine düşünmek istiyorum.




ubg2) Son kitabınızda aşk öyküleri göze çarpıyor. Sizce aşk evrensel midir?


Acılara karşı bağışıklık geliştirmek kolaydır. Aynı şeyleri zevkler için yapmak zordur. Aşk her insanın, fakir ya da zengin, güzel ya da çirkin, uzun ya da kısa, herkesin az çok, uzundan yanından faydalandığı bir zevktir. Dolayısıyla ondan sözetmek sıradan ve kolaydır. Aşk güzel olduğu için içine girdiği öyküyü de güzelleştirir. Yalnız klişelerden uzak kalmak, tekrarlardan kaçınmak kaydıyla. Yoksa her ne kadar güzel olursa olsun Leyla ile Mecnun’u otuz defa okumak sıkar insanı. Banallıkları aşmak için yaşamak lazım. Yaşadıkça anlamak, anladıkça daha çok sevmek... Aşk evrensel midir? Evet! İnsan insana muhtaçtır, sevmeye ve sevilmeye muhtaçtır. Ben sevilmeye muhtaç değilim diyen birisini gördünüz mü hiç?


ubg3) Öykü düşüncelerinizi nasıl buluyorsunuz? Sokakta mı? Kütüphanede mi? İşte mi?


Hem hepsi, hem hiçbiri... Kimi öyküler bir çay sohbetinin ardından takılır peşime (Kısır), kimisi yorucu bir işgününün ardından (Sivrisinek ya da saat). Bazıları rüyalardan çıkarlar (Ziyaretçi), bazıları bilimsel bir makaleden (Bisiklet –İngilizce yazıldı-), bazıları da Kundera’nın Tereza’sı gibi karın gurultusundan (Kalanlar da bu gruba giriyor). Önemli olan bir not defterini sürekli yakında bulundurmak ve akla gelen kırıntıları unutmadan yazıya dökmektir. Bir süre sonra notlar o kadar birikir ki onları uygun bir kurgu ile birleştirip öyküye dönüştürmemek ahmaklık olur. Bu biraz düzlem üzerine 5-10 nokta çiziktirdikten sonra onların anlamlı bir şekil oluşturduklarını söylemek gibi bir şeydir. Kurgunun planı iyi yapılırsa noktaların aslında keyfi olduklarını kimse anlayamaz. Hem zaten hayatımız da bu tür keyfi noktaların birleşmesinden ibaret değil midir? Ortaya çıkan resim ne olursa olsun adını hayat koyacağız çünkü hayatın dışı yok, tıpkı evrenin dışının olmaması gibi.


ubg4) Sizce yurtdışında Türkçe yazmanın zorlukları neler?


İnsanın kendi diline yabancılaşacağını on sene önce söyleseler inanmazdım ama kullanmadıkça her şey eskiyor, paslanıyor, keskinliğini yitiriyor. En büyük sorunum doğal olarak Türkçe yazılan yeni eserlere ulaşamamak. Dergileri –internet dergileri hariç- takip edememek de başka bir dezavantaj. Ama bunun yanında işin iyi yanı da var. Burada yazdıklarım Türkiye’de yaşayan bir okur için farklı olacaktır. Çünkü farklı bir dünyayı, farklı bir coğrafyayı betimliyorum. Buradan yola çıkarak okura aşkın, acının, merhametin, kahramanlığın, can sıkıntısının ve yalnızlığın evrensilliğine dair sorular sordurabiliyorsam işimi yapmışımdır demektir. Sonuçta yazma konusunda zorluk çektiğimi söyleyemem. Hatta mecburi yalnızlığın getirdiği zamanla daha çok yazabiliyor insan. Yeter ki istesin…


ubg5) Bir matematikçi olarak, matematik ile yazın ilişkisi üstüne ne düşünüyorsunuz?


Bence ikisi arasında ciddi bir uyum var. Her ikisi de doğruyu ve güzeli hedefliyor. Pek çok insan matematikle güzeli yanyana koymakta zorlanabilir ama benim için Euler denklemini çerçeveleyip, matematiğin beş önemli rakamını uyum içinde gösteren bu denklemi oturma odamın duvarına asmak ile Da Vinci’nin Mona Lisa’sını asmak arasında pek fark yoktur. Güzellik göreceli değildir, bilgiye dayanır. İnsan bildiğini anlar, anladığını takdir eder, takdir ettiğini sever. Yazmak sonuçta planlı yapılan bir iştir. Bir amacı vardır ve çoğu zaman bir soruna parmak basmak, okura o sorunu yaşatmak yazarın en büyük ülküsüdür. Aynı şey Matematik için de söylenebilir. Bir soruyu çözmek için plan yapmak gerekir. Plan yaptıktan sonra onu uygulamaya koymak ve adım adım sona yaklaşmak gerekir. Sonuca ulaşıldığında da geriye dönüp, çözümü kısaltmak, cilalamak, güzelleştirmek gerekir. Bu noktadan bakınca öykü yazmak ile karmaşık bir matematik sorusunu çözüp öğrencinin anlayacağı berraklıkta çözümü ona iletmek aynı şeylermiş gibi görünüyor. Yalnız, doğal olarak öykü yazarken insanın çok daha geniş bir seçenek yelpazesi oluyor. Bu da bir matematikçinin yazması için sahip olabileceği iyi bir neden. Kuralların olmadığı bir yerde at sürmek, sınırların rahatlıkla aşılabildiği çayırlarda gezinmek bir çeşit özgürlük duygusu veriyor insana.



ubg6) Asya’da yaşayan bir yazar olarak Asyalı yazarları izliyor musunuz? Asyalı yazarlardan kimleri okuyorsunuz?


Daha çok Hindistanlı, Japonyalı ve Çinli yazarları okuyorum çünkü bu ülkelerin edebiyatlarını İngilizcede bulmak kolay. İsim vermem zor ama Rohinton Mistry’nin ‘A Fine Balance’ı, Salman Rushdie’nin ‘Midnight Children’ı, Ha Jin’in ‘Waiting’i ve Murakami’nin ‘The Wind-up Bird Chronicle’ı bende etkilerini bırakmış kitaplardır diyebilirim.


ubg7) 6 yıl Tayland’da öğretmenlik yaptıktan sonra, bu, Vietnam’da dördüncü yılınız. Sizce iki ülke benziyor mu? Hangi noktalarda farklılaşıyorlar?


Tayland, Budacılığın güçlü bir biçimde şekillendirdiği bir ülke. Vietnam’da insanların üzerinde dinin etkisini görmek pek kolay değil. Bunun yanında ekonomik ve tarihi farklılıklardan dolayı iki ülkenin aynı Asya kıtasında bulunduklarını söylemek bile şaşırtıyor beni kimi zaman. İnsanların vurdumduymazlıkları ortak bir tavır olarak görülebilir ama bunun da ekonomik sıkıntılarla ya da iklimle yakından ilgisi olduğunu düşünüyorum.


Buraya ilk geldiğimde Tayland’a dönmek bana büyük bir haz veriyordu. Yıllar geçtikçe Tayland’a dönmek o eski cazibesini kaybetti. Sonuçta eşim Taylandlı ve Tay yemeklerini hala eskisi gibi severek yiyorum. Ama bir süre kaldıktan sonra ister istemez Vietnam’a da ısınıyor insan. Şimdi Tayland’a kısa bir ziyaret için gittiğimde Vietnam’I, buradaki düzenimi özlüyorum.

ubg8) Siz bir matematikçisiniz. Öyleyse şu diziye bakın:
2000 Tayland, 2006 Vietnam, 2012 ?


Soru işaretli yere ne gelecek?

a) Soru işareti olarak kalacak.

b) Başa dönecek.

c) Ünleme ya da noktaya dönüşecek.

d) Aslında orada soru işareti yok; soru işaretini soru işareti yapan, bizim ona bir anlam veremememizdir.
e) Doğru yanıt yok.
Şimdilik soru işareti olarak kalsın. 2012’ye geldiğimizde düşünürüz… Belki başka bir Asya ülkesi olur belki de Vietnam’a devam ederim…

ubg9) Yeni kitabınızdan sonra düşündüğünüz çalışmalar var mı? Çalışma masanızın çekmecelerinde neler var?

Üzerinde çalıştığım Tayland eksenli bir roman var. Gerçi İngilizce yazdığım öyküler dolayısıyla uzun süredir bu romana el süremedim ama en geç 2010 sonunda bitirmeye niyetliyim. Bir de becerebilirsem yazdığım İngilizce öyküleri Vietnam’da bastırmayı düşünüyorum. Bu da 2010 gibi gerçekleşebilir…

ubg10) Genç yazar adaylarına neler önerirsiniz?

Sürekli yazmalarını, az da olsa her gün, biraz biraz yazmalarını…
Ayrıca sürekli okumalarını ve okuduklarından/gözlemlediklerinden notlar çıkarmalarını…
Ve tabii, başladıkları işi bitirmelerini…
Bu sonuncusu olmayınca yazmanın da pek bir anlamı kalmıyor…



defterin notu: Ulaş Başar Gezgin'in ağ bağlantısı;
http://ulas.teori.org/


SÖYLEŞİ-( Naime Erlaçin - F.Y. Çiçek )



SÖYLEŞİ – Onaltıkırkbeş Dergisi, Sayı 33- Aralık 2009

( Naime Erlaçin - F.Y. Çiçek )


1-Önce “6.Dekad’ı “Rüzgârın oğullarına” sonra Zerenze (Likurga Susları) ’nı “şiiri yol bilenlere” ithaf ederek yayımladınız. Rüzgârın oğulları ve şiiri yol bilenlere ifadeleriyle imgelemek istediğiniz neydi? Bir yaşama biçimi mi, yoksa şiirkürenizde var olanlara bir hakkın teslimi mi?

Bu iki kitapta, hem fiziksel hem de şiirsel anlamda, beynimdeki soyut iki mekâna gönderme yapmak istedim; Toroslar ve “Şiirküre”. Biliyorsunuz benim ana ocağım Adana -Çukurova olduğu kadar yaylalarını dizelerimde sıkça dile getirdiğim Toros Dağlarıdır da. Bu dağlarda özgürce dolaşan at sürülerine “rüzgârın oğulları” denir. Yunan mitolojisinde şiirsel ilham ile özdeşleştirilen Pegasus figüründen hareketle kendi öz kültürümüzden kaynaklanan “rüzgârın oğulları”nı neden kitabıma taşımayayım diye düşündüm. 6. DEKAD böylece ithaf edildi. Bu atlar en az şairler kadar başına buyruk ve özgürdüler. Diğer bir deyişle onları şairlere benzetiyordum. Böyle bakıldığında kitap şairlere ithaf edilmiş oldu.

İkinci kitap ZERENZE’ye gelince, anlayışıma göre şiir sonsuzluğa uzanan bir yoldu ve yolun kendisi her şeyden daha önemliydi. Yolu tamamladığını sananlara ise şair denmezdi. Gerçek şairler, sonsuzluğa uzanan ve “şiirküre” denilen bir mekânda dolaşmaya çıkmış kişilerdi. Bu uğurda kalplerini sonuna dek açmış, dilin tüm olanaklarını kullanarak içselleştirdikleri acıları dile getirmiş; ayrıca çileli bu süreçten hiç şikâyet etmemiş olan kalem ve düşünce emekçileriydi. Yol alabildiğine uzar ve şairler - koşullar ne olursa olsun - sancılı serüvenlerine devam ederlerdi. Şiiri yol bilen, şiirle özdeşleşmiş, şiiri anlayan, şiirimize katkıda bulunmuş ve bulunmakta olan insanlardı bunlar. Bence bir teşekkürü fazlasıyla hak ediyorlardı. Üstelik hepsine öyle çok şey borçluyduk ki. Dolayısıyla “şiiri yol bilenlere” ithafını bir tür borç ödeme olarak da kabul edebilirsiniz.

2-Wittgenstein “konuşulmayan yerde sessiz kalmak gerek” der. Zerenze -Likurga Susları”ında sözcüklerin sadece şiirle konuştuğunu görüyoruz. Likurga için sessizliğin yankı bulduğu yer diyebilir miyiz?

Diyebilirsiniz elbette. Ama Wittgenstein’ın susması Stirner’in “hiç”ini andıran bir yaklaşım. Bir bakıma sözün bittiği yeri işaret eder. Oysa şairi susturmak olanaksızdır. Çünkü onun dünyası salt gerçek dünya değil. Şairin konuşabileceği başka dünyalar da var ki orada gerçekle hayal kâh örtüşür, kâh didişir, kâh birbirine teğet geçer ama daima birbirini fark eder. Örneğin Likurga, tamamen ütopik ve kurgusal bir ülke. Zihnimle, dağarcığımda biriktirdiklerimle, ruhumla, duygularımla birebir örtüşen hayalî mekâna verdiğim ad. Orada her şey şiire dair olup tüm yollar şiire uzanır. Likurga, dış dünyanın kucağımıza bıraktığı sıradanlıklardan arınmış ama gerçek yaşamdaki karmaşanın yarattığı sorunlara karşı üst düzey bir farkındalık üretmeyi becermiş, olabildiğince suskun bir âlem olup burada yalnızca şiirle, üstelik de sadece şiirin yarattığı iç sesle şiire konuşulur. İkinci kitabımda kendimle ve şiirimle böyle kurgusal bir mekânda hesaplaşmak istedim. Bir anlamda susarken konuşmaya çalıştım. Biraz paradoksal olacak ama Likurga hem varmak istediğim, hem de içinde yaşadığım ülkeydi. Susmanın da konuşmak olduğunu kabul eden, onaylayan bir ülke… Bu yüzden de “ütopik” diyorum zaten.

3-Likurga ya ulaşmak, Simurg olma hayaliyle yola koyulan kuşların yolculuğu gibi zorlu bir süreçte yanmayı göze alma kararlılığına benziyor. Bu durum sizce efsanevi bir yaşamda sonsuza değin şiirle bütünleşme isteği midir?


Efsanevi bir tarafı yok bunun. Aksine son derece yaşamsal bir arzu, derin bir aşk, tutku ve emek işi… Şiiri yol bile kişi, yazmanın ölüme meydan okuyarak ölümsüzleşmek olduğunun da bilincindedir. Şairler bu yüzden yazmayı sevdikleri kadar ölüm temasını da severler. ZERENZE’nin “Anlar mıydınız? ” başlıklı kapanış şiirinde “duvarsız odalara sustuğumu / kâğıda konuştuğumu bir tek / yalnızca ölülerin sağ çıktığını buradan / dizelerin ağıt yaktığını ecinnilerin ardından …” demiştim. Şairler anlardı, çünkü küllerinden yeniden doğmak için yanmayı göze alanlardı onlar. Sorunuza geri dönersek eğer, Simurg ya da Anka sadece metaforik anlamlar taşır. Şairin amaçlarını gerçekleştirmek için bir imgeden, bir simgeden veya mitolojik bir figürden yararlanarak kendisine yarattığı bahanelerdir. Önüne koyduğu yol haritasının, hatta eylem planının parçalarıdır. Bir yazımı “ateşten geçmeyen kömürün küle sözü olamaz” tümcesiyle bitiriyordum. O halde şair de - öyle ya da böyle - yanmak zorundaydı. Hem de yapayalnızken… Şiiri yol bildiyse eğer, ateşten tek başına geçmek gibi çileli ve gerçekçi bu sürece dâhil olmak mecburiyetindeydi.

4-Sizi izleyen okurlarınızı konuşma dilinde çok sık kullanılmayan ama şiirle kan bağı kurabilecek sözcüklerle tanıştırmayı seviyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda “kitre” ve şimdi “zerenze”.Bir sözcüğün şiirde ilk kez kullanılması, şiirin gizemli dünyasına çekilmesinin o sözcüğü imgeleyen şairin ustalığını gösterdiğini savunan değerlendirmeler için neler söylemek isterdiniz?

Bir “sözcük avcısı” olduğumu iddia edemem. Sözcük avcısı derken, az bilinen sözcükleri arayıp bulmaya, sırf ayırıcı bir özellikleri olsun diye bunları şiirine eklemlemeye çalışanlardan söz ediyorum. Ancak dilin bize sunulan en değerli hazine olduğuna inanan bir yazı emekçisi olarak çalışmalarımda artık kaybolmaya yüz tutmuş bazı sözcüklerden yararlandığım doğrudur. İstiyorum ki, üç yüz-beş yüz sözcükle konuşacağımıza kültürel mirasımızın görmezden geldiğimiz zenginliklerinden de bolca yararlanalım ve sözcük dağarcığımızı olabildiğince geniş tutalım. “Yunmak”, “çemkirmek”, “toyon”, balagan”, “gökçeyazın”, “yeleken”, “gurabîn”, “füzen”, “toygar”, “sayha”, “kargış”, “kılağı”, “yaldırak”, “sagu”, “çalgın”, “uran” gibi sözcükleri kullandığımda onları bizden sonra gelen kuşaklara aktarmak; okuru merak edip araştırmaya yöneltmek gibi amaçlarım vardı. Örneğin “kitre” dediğinizde çok kişinin aklına doğal olarak ebru sanatı gelir. Kitre gevenin (keven) özsuyudur. At kılıyla, gül dalıyla ve diğer malzemelerle birleşip ustasının elinde bin bir çeşit güzelliğe dönüşür. Sanatın ölümsüzlüğünü ve ölümü aynı anda anlatır bize, çünkü malzemelerden birisi de öddür (büyükbaş hayvanların safrakeselerinden elde edilen sıvı) . Bu sıvının, mükemmel bir sanat dalının ürünlerinde ölüme rağmen yaşayan ve ikinci yaşamında bize sorular yönelten bir “sorgu yargıcı”nı temsil ettiğini düşünüyorum. Şiirimde de böyle demiştim zaten: “Sorgu yargıcı: öddeki hayvan”. Tıpkı güzellik ve çirkinliğin bir arada yoğrulduğu yaşama benzer bir durumdur bu. Acı ve ayrılığı özünde taşıyan aşkla olan benzerliği gibi. Diğer bir deyişle ödü, kitre aynasının ikinci yüzü olarak algıladığımı söyleyebilirim. Ebru sanatında kullanılan malzemeyi ise yaşamdan bir yansıma… Ve tabii ki hem “öd” hem de “kitre” şiir için alışılagelmedik sözcüklerdi. Aslına bakarsanız pek tanıdık olmayan sözcükleri seçmem biraz tepki de doğurdu. Örneğin bana sıkça anlamı sorulan 6. DEKAD başlığı yabancı bir sözcüğün Türkçede az kullanılan karşılığıdır. “Dekad” (decade) on yıl anlamına gelir. Altıncı on yıl ise 60’lı yıllar demektir. Kitapta altmış yaş sırasında yazdığım düşünce şiirlerini bir şifre altına gizleyerek sunmuştum okura. Fark ettiyseniz eğer, dosyaya bir özgeçmiş bile eklemedim. Yazarın sosyal yaşamında giydiği elbise yapıtlarına bulaşmamalıydı. İstedim ki okur sadece dizelerimle tanışsın, benimle değil. Ayakları üzerinde duracak olan şiirin kendisiydi. Ya duracaktı, ya da duramayacaktı.

ZERENZE’de ise eğretileme kullandım. Likurga’da farkındalıklardan söz etmiştik. Farkındalığın önkoşulu bakmayı ve görmeyi bilmek olduğuna göre burada şaire bir görev yüklüyorum demektir. Şair, benim sıkça “şahin bakış-atmaca bakış” diye nitelendirdiğim keskin, uzağı gören, derin bir bakış yetisine sahip olmak zorundadır. Zerenze aslında Anadolu insanının yaban formlarını “yaban mersini” (likapa, çay üzümü, çoban üzümü veya durdabak) olarak tanıdığı yemişin zaman içinde unutulmuş olan eski Türkçe karşılığı. Yemiş batıda “blueberry” olarak bilinir. Güçlü bir antioksidan olmanın yanı sıra gözleri kuvvetlendirdiğine inanılır. O halde şair de zerenze ile donanmış olmalıydı. Hem kendisi, hem de okurları için… Şiiri, zehirden temizleyici-arındırıcı özelliğinin yanı sıra bakmayı ve görmeyi becerdiği kadar gösterebilmeliydi de. Kısacası zerenzeyi ustalık kazanmanın/kazandırmanın araçlarından biri olarak algıladığımı vurgulamalıyım. Burada elbette zerenze’nin kendisinden değil ama yazınsal anlamı zenginleştirmedeki izdüşümlerinden söz ediyorum. Ayrıca kitaba ismini veren “Zerenze” şiirine baktığınızda, “zerenze”nin daldaki boyun büküşü ile aşkın unutulmuşluğu ve çağımızda uğradığı ihmalkârlık arasında bir paralellik kurduğumu ve aşkın vazgeçilmezliğini anımsattığımı görürsünüz:

“bilseydik geçilmez tufandan böyle
bunca uçurum ve intihardan
‘hükümsüz’ sayardık nafile savaşları…

uranımız ‘aşk’ sözcüğü olurdu sadece…”

Sözün özü, “zerenze” birden çok anlamı içinde barındırıyor. Ama ben buna ustalık diyemiyorum. Şairin işi sözcükleri harmanlamak, onlarla taze bir hamur karıp yepyeni anlamlar yaratma yolunda ağır bir işçiliğe soyunmaktır. Kısacası hepimiz işimizi yapıyoruz. Buradaki “iş” sözcüğünün ne’liğini iyi değerlendirmek kaydıyla tabii ki!

5-Zerenze’de kendini eksilten, az sözcükle çok fazla derinlik içeren dizeler dikkat çekiyor. Sözü aşırı yığmaktan kaçınırken anlamı çoğaltmanın şiirkürenizdeki kaynağı susmanın hükümranlığı, sessizliğin ağırlığından mıdır?

Sessizlik, susmak ve susarken konuşmak… Şiirin vazgeçilmezleridir bunlar. Bütün nitelikli şiirlerde sessizliğin gücüyle birlikte anlamın farklı bir boyutta ve farklı bir biçimde yeniden dile gelişini kuvvetle hissedersiniz. Çünkü iç ses gürültü yapmaz. Sessizdir ama aynı zamanda fevkalade güçlü bir polifoniye sahiptir. Gelgelelim bu soruda şiir tekniği ile ilgili bir soruna da değiniyorsunuz. Şiirin damıtılmasından ve sözcük ekonomisinden… Yazmak kolay, ayıklamak ve fazlalıkları atmak ise gerçekten zordur. Uzun uzun kâğıda (veya klavyeye) konuşursunuz. Esin perileri bir noktaya kadar görevlerini yapar ve işi size devredip giderler. Sonra dizeleri demlenmeye alırsınız. Bekleme süresi öyle uzundur ki, çalışma bazen yıllar sonra ortaya çıkabilecek hale gelir. Günler ve aylar boyunca ona tekrar geri döner, gereksiz bölümleri atar, metni minimize eder, az sözle çok şey söylemenin yollarını araştırırsınız. Kıyasıya bir savaştır bu. Şiir, bitene dek sizinle mücadele eder. Süreç ise oldukça yoğun ve özverili bir işçilik gerektirir. Özellikle de feda etmeyi hiç arzulamadığınız sözcük ve dizelerle vedalaşmayı göze almak tam bir işkencedir. Kimi zaman çöpe gidenler kalanlardan çoktur. Öyle ki, fazlalıklardan arındırdığınız şiirsel metin zamanla yüksek sesli bir güce dönüşür. Şiirin sırrı bu güçte gizlidir işte.

6- “Unutulan” başlıklı şiirde Emin AKDAMAR’dan da bir dize var. Sayın AKDAMAR’a “ustam” dediğinizi biliyoruz. Siz de şiir kumaşını beğendiğiniz birçok genç arkadaşımızla ilgileniyor, iyi şiire ulaşmaları için deneyimlerinizi mütevazı bir yaklaşımla aktarıyorsunuz.”Şiiranne” olmak, okurlarınızca böyle anılıp, hatırlanmayı usta-çırak penceresinden bakarak nasıl değerlendirirdiniz?

Yazınsal uğraşlarımla ilgili olarak yaşamım boyunca “ustam” diyebileceğim üç kişi tanıdım. Düzyazıda babam Ahmet Muzaffer Bulgulu ile eleştirmen-yazar Ahmet Say; şiirde ise ustam Emin Akdamar. Mutlaka çok saydığım, fazlasıyla yararlandığım ustalar olmuştur ama bu üç isim bende en derin izler bırakanlardır. Emin Akdamar, bildiğiniz gibi çağdaş şiirde değeri pek bilinmemiş bir şairdi ve oldukça erken yaşta aramızdan ayrıldı. Şiirimi gerçek anlamda fark eden, şiirime güvenen ilk ve tek kişiydi. Çünkü çevremde bir düzyazıcı olarak tanınıyordum ve şiirimi kimse mercek altına almıyordu. Bildiğiniz anlamda bir usta-çırak ilişkimiz olmadı hiç. Örneğin şiirime müdahale etmemiş, tek sözcüğümü bile değiştirmemiştir. Ne yapmam gerektiğini asla söylememiş, ne yapmamam gerektiğini anlatmıştır. Ne acıdır ki, vefatından çok sonra genç yetenekleri bana yönlendirmiş olduğunu öğrendim. Birisinden el aldıysam eğer, benden sonra geleceklere de gücüm yettiğince el vermeliyim diye düşündüm. Kuşağımız görevlerini tamamlamış ve bu dünyadan yavaş yavaş el etek çekiyordu. Bayrağı taşıyacak olanlar ise genç kuşaklardı. O halde onlara yardımcı olmalıydık. Yardımcı olmak derken, her şeyi bildiğimizi ve öğretebileceğimizi kast etmiyorum elbette. Şair duruşu, varoluş sorunsalı nasıl bir şeydir, şiirle ne tür bir ilişki kurulmalıdır? Hikâye yazmaktan vazgeçip sahici bir şiir nasıl yazılır? Şair için okumanın ve dağarcığını zenginleştirmenin; öz kültüründen ve yabancı kaynaklardan yararlanmanın önemi nedir? Şiiri düzyazıdan ayıran tekniğe hangi yollardan ulaşılır? Ortaya konulan yapıtlarda “sürüleşme” ve “gruplaşma”lardan kurtulmanın, şiiri özgür ve özgün kılmanın çareleri var mıdır? Bu ve benzeri konularda deneyimlerimiz ölçüsünde ve dilimiz döndüğünce yardımcı olabilirdik pekâlâ. Gençlerle aramızdaki sıkı bağlar böylece oluştu. Hepsini çok sever, hepsinin üstüne titrerim. Gelişmeleri, sanat dergilerinde gözükmeleri, ödüller almaları benim için gerçek birer iftihar vesilesidir. Çalışmaları kesinlikle benimkilerden çok daha önemlidir. Özel işlerim için zamanım olmasa bile onlarınkine daima yaratırım. Aramızda usta-çırak ilişkisi yoktur. Gençlerin beni saydığı kadar ben de onlara saygı duyar ve yalnızca yardımcı olmaya çabalarım. Birlikte çalıştığımız ve “şiir çocuklarım” dediğim bu gençler çeşitli adlar da takmışlardır bana. “Şiiranne” bunlardan sadece birisi.

7-Bir yandan düzenli periyotlarla Hayâl Dergisinin yayıma hazırlanması, diğer yanda şiir, düzyazı çalışmalarınız derken yeni bir kitabın yolda olduğunu öğrendik. Yeni kitabınızın içeriği hakkında neler söylemek isterdiniz?

Hayal Dergisi’ndeki ilk-okuma editörlüğü ve düzeltmenlik görevimi beş yıldır sürdürüyor ve ayrıca her sayıda yazıyorum. Bu durum benim özel çalışmalarımı aksatmadığı gibi keyif de veriyor, çünkü orada çok genç ve oldukça başarılı bir ekibe destek verdiğimi düşünüyorum. Derginin İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Özgen Kılıçarslan ile mükemmel bir birlikteliğimiz var. Dergicilikte ekip-içi uyum çok önemlidir ve herkese nasip olmaz. Olmadığı yerde ise kızılca kıyamet kopar, ortalığı toz duman kaplar. Bu yüzden fevkalade huzurluyum. Hayal Dergisi’nde çıkmış serbest ve dosya yazılarımı bir kitapta toplamak fikri ikimizde de epeydir vardı. Başlıktaki “Hayal Yazıları” eklentisi buradan kaynaklanıyor. GALİLEO – Hayal Yazıları böylece derlendi ve Ekim 2009’da okura sunuldu. Şiire ilişkin yazılarımın sadece bir kısmıdır bunlar. Bildiğiniz gibi, dağıtım sorunlarından dolayı dergiler ne yazık ki Türkiye’nin her tarafına ulaşmıyor. Dolayısıyla herkes bütün yazıları okuyamıyor. Böylece meraklı okura ulaşabileceğini düşündük.

8- Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Onaltıkırkbeş’e yayın yaşamında başarılar diliyorum.











Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***