Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



2006 : Sadece Barış ! Önce Barış !



Seyir defterine
Kaybolmuş tarihler atılmasın.

bir lodos bul kendine,
daha ne demem gerekiyor,
ya da ne kaldı bilmiyorum...

Yüz binlerce yıl içinde, özellikle de insanla olan etkileşimiyle hep değişe gelse de, hep var olacaktır doğanın kuralları. Ve bu kurallardan birisi de ( hala hemen hemen tüm insanlık tarafından kabul gören ) insanın, bilinen , akıl ve çözümleme yeteneği en gelişmiş varlık oluşudur. Bu yüzden de bir “taş” gibi ya da “bir demet ! rüzgar” gibi yaşamaya ve davranmaya hakkı yoktur. Akıl ve çözümle, sistematik düşünebilme yeteneğimiz bize”bilme”yi sağlıyor. Bilmek ise sorumluluk almaktır. Bu yüzden bilgi acı çektirir .
Acının nedenini bilmek değil, bilip de aciz kalmak, hiçbir şey yapmamak sekteye uğratıyor düşlerimizi…geleceğimizi…

Yeni yılın insanlığa barış, huzur getirmesini temenni eder,
Tüm Borges Defteri okurlarına Mutlu, Sağlıklı, Başarılı bir yeni yıl diliyoruz.


Bu görüntülerin
bir daha yaşanmamasını umut ederek…
http://www.afsc.org/iraq/movie.htm

Borges Defteri


Kavafis


Bir daha bulamadım onları
Çabucak yitirilen şeyler
şiirli gözler, solgun yüz...
yolun alacakarnlığında...
Bir daha bulamadım onları
Rasgele kazanılan şeyler,
kolayca bıraktıklarım...
Sonra peşinden koştuğum
acılar içinde...

KAVAFİS


Following in the Footsteps / Julia Greenhill-U.S.A


Following in the Footsteps

"First they came for the Jews and I did not speak out because I was not a Jew.Then they came for the Communists and I did not speak out because I was not a Communist. Then they came for the trade unionists and I did not speak out because I was not a trade unionist. Then they came for me and there was no one left to speak out for me"

( Pastor Martin Niemöller )

We are descending into tyranny. Do you wonder what ELSE Bush is doing that we simply haven't found out about? Who is Bush spying on that he had to keep it secret even from the Federal courts? Senators maybe? Congressmen? Judges? JOURNALISTS?? Who knows. It could be anybody.

BY: Julia Greenhill- U.S.A


Orhan Pamuk , Son Gelişmeler / Ulus Fatih



Orhan Pamuk saygın bir romancı, iyi bir yazar ama hal böyleyken, ülkesine bir levantenin bakabileceği bir açıdan bakmasını anlamak oldukça güç ve yadırgatıcı bir durum. Bunun özünde içtenlik taşıyabileceğini sanmak bir yana, tümüyle tasarlanmış olabileceğini de düşünmek gerekir. Nedenlerden biri kamuoyunda –toplumda- dile getirildiği gibi, Nobel ödülü adına sistematik bir aydın tablosu çizmek kaygısı ise –orasını bilemem ama- düş kırıklığına uğrayabileceğini de kabul etmek gerekir.Bir Japon meseli var (sanıyorum) ; Japon köylü ormanda tıpkısıyla ağaçları resmeden ressama, orada gerçeği varken neden yapıyorsun diyor. Bunun gibi batının Orhan Pamuk benzeri, sayısız aydını var yaşamış, yaşayacak. İyi ama; onların şablonuna uymakla, gerçeği görmenin aynı şey olduğunu kim söyleyebilir. Bu bakımdan Pamuk’un alışılmışın dışına çıktığı değil, tam aksine alışılmış olanı yaptığı da düşünülebilir. Batının buna gereksinim duymayacağı açık, ( sanırım onlar bunu; bizim kendi içimizdeki sorunsallar için istiyor olabilirler, salt bunun için, başka bir ölçüt aradıklarından değil ) işte bu nedenle Nobel ödülünün, böylesi gerekçelerin üstünde bir değer taşıdığı hemen herkesçe kabul gördüğünden, yeknesakta olsa Necip Mahfuz gibi, eğrisiyle doğrusuyla o toprakların "ecinnisiyle" yoğrulmuş yazarına verilebileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla Pamuk’un tavrıyla-kaygısı arasında bir paralellik olamayacağı açık, batının aradığının bu ödüllerle bir ilişiği-bağı kalmadı.Asıl önemli olan; doğruları aydınlardan işitme (öğrenme) dönemi kapandı, çağımız doğruları yerleştirme ve geliştirme çağı, kenarda durarak işaret etmek yetmiyor, inancınız ve düşünceniz varsa bizzat onu belirleyecek ve içeriğine (uygulayım ve eylemine) katılacaksınız. Yoksa iletişimin sınırsızlaştığı bir dünyada ‘gerçel’ sayılabilecek kehanetlerde bulunmanın hiçbir cazibesi kalmadı. Bunu batıda bilir. Böylelikle bir yerlere, örneğin Nobel ödülüne ulaşmak, kişinin salt araç konumuna indirgenmesinden öte! artık o ödülün entelijansiyasında değer düşüklüğüne yol açmaktan başka bir işe yaramayabilir. Çağ değişti, ölçütler değişti, aydın olma kriterleri değişiyor, Sartre’ınkine benzer olaylarla Nobel ödülünün yıprandığını düşünsek bile, değer yitimine uğramak, yıpranmaktan daha ayrıksı, hatta ölümcül olabilecek bir şey. Bu nedenle hangi konuda olursa olsun yol yordam ararken yönsemeye dikkat etmek gerekiyor sanırım. Ama bundan daha kötü bir şey var, yapıtlarından dolayı sevilip sayılan Pamuk’un kendisine ve dış dünyaya karışı beklentilerine bir karşılık verememesi; eğer olan bitene bu açıdan bakmanın da bir sakıncası yoksa Pamuk’unda değer yitimine uğraması kaçınılmaz hale gelebilir.

YAZARI: Ulus Fatih
iletişim:
borgesdefteri@yahoo.com


Nefes Vererek, Onayıp Tümden Yaşamı…/ Cemil Atik




Sufi'nin "Duyu Verileri" başlıklı yazısından yola çıkarak ,

Dost adımı zikretmiş ne hoş, büyük bahtiyarlık benim için. Geçmiş böylece, onaylandı işte, bebeklik çağları hep bir ağızdan yeryüzündeki tüm sabilerle ortak çığırışım. Yenidoğumun neşesi sığmaz göğüs kafesime, bir kuş hayretler içinde nasıl olmuşsa olmuş delip çıkar altın kafesi, akıl sır ermez. Kafesin ötesine berisine baktığınız olmadı mı ?... Yarım doğmuş denir insana, doğru; Hu himmet, ne hikmet gizli bu yarımlıkta… Gerçeklik ne ki, değişir durmadan, ele avuca sığmaz, oyun işte degmancılık. Gerçekliğin sürek avı ki, topluca, asilce süreriz sözcük oyunlarıyla. Tilkiyi kovuğunda yakalamanın burjuva keyfimi bizi aykırı kılan?... Değil elbet, soru bu, dostlara, kardeşlere sorulanından ki, onlar bilirler ne dediğimi, nasıl dediğimi… Kapalı bir konuşma bu kimse alınmasın, kilidi açan hak eder mecliste konuşmayı.

Dost, korkudan, ürküden söz açmış, yerinde, tam yerinde üstelik… Kişi nasıl kendisi olur dolayımında konuşulur bu; er kişi, her kişi nasıl kendisi olmayı becerirse, saltık olur bu. Sürekli iyileşme cennetse ki, cennet bu bana göre, atarız yüklerimizi taşımayız, ferahlar kalbimiz. Tam bir ilişki bu, kişiden kişiye ilişki, kişinin kendisi olmaya karar verişi… Başka bir gerçeklik bilmem ben, ‘’ulvi’’ olan bu çünkü. Aktarıcıyım ben, duyduklarımı, gördüklerimi söylüyorum; bildiğim hepinizin içinde olan bu. Yazar ne ki, tanık, bilemedin kavrayıcı olsun, jestleri ve mimikleri. Bilir çünkü ‘’insanın’’ ne olduğunu. İnsan-ı kamil, Üst-İnsan, ne denirse densin, altın değişir mi, Türkistan’da, Kamboçya’da, Fransa’daki söylenişiyle… Açalım, bu kadar da kapalı kalmasın, isteği yüreğimin… Buyur edelim evladı kalbi sofraya… Yeni ‘’gibi’’ bir söz edelim ki anlaşılsın muradımız, kabuklar dökülsün, Persona kalalım. Kafka buyurmuş; ayakkabılarını çöz, elbiselerini bırak, anadan üryan kal sonra, ve dahi tenini at, kemiklerini kaslardan sıyır, velhasıl vücudu bırak; geriye kalanla zikret çünkü doğruyu söyleyecektir. Ey Sufi, bilirsin ne diye söylemezsin, ne diye korkar yüreğimiz; hangi ilişki alıkoyar, hangi sevgili ‘’sus’’ der. Soru bu kardeşçe ki, canı helal cevaba… Müziğe, tambura and olsun ki, bilirsin de ne diye söylemezsin, kanatırsın, ‘’bilinmiyor mu’’ diye…

Doğru, doğru ile çarpışır ve kötülük bundan münezzeh; muhabettullah gayrı bundan, kulakların ve kalbin birlikte çalışırsa elbet. Selma can dost bir gün evvel, bilirim diye çıktığım bu yolda azıksız bıraktı beni, kerbela gibiydi bilirsin. ‘’Aynı masada iki doğru niye başka konuşur’’ dediydi bana, inan olsun kaldım öyle… Kimle, neyle uzlaşırsa, niye başka gerçekliklere kanat açar pencereler?.. Başlığı başka mı okudum mı ki, olmamışım, de hele bir. ‘’Gerçek sensin başkası değil’’. Gerçeğim, kendim; Kendim gerçeğim olduğunda… Nasıl sarp bir yokuş bu, ne kadar rabbani varsa, onlardan öğrendiklerini taşımayı bırakarak çıkmalı bu dik zirveyi. Ey Sufi, gizli cennet, gizli kahır, nasıl içinde taşıyorsan volkanın ateşini ve karşıtını, okyanusta soğuyan, suyla bilen kendini… Olmayı, neşe ile, acıyı kendi oluşu içinde ve acı içinde kahır iledir o… Selma dosttan, her şeyden öte bahsetmemi kimse çok görmesin, açık etti bana bir ‘’şeyi’’; doğru, doğru ile konuşmayı bilsin ve sürekli iyileşme için elzem bu. Kulaklar imlenen pasından silinip dinlensin. Yarım merdiven, vallahi düşümde gördüm senin deyişinle Jm., söz açtıktan sonra bay W.’nin merdivenini. İddiam o ki, yarım-ı kabul kalp… Jm demişti zati. Daha mı berrak kılalım, olur elbette… Bir yerde gül goncası uzatıp, diğer yanda en keskininden baltayı çektiğimiz…

Vecd’de tek ritim, aynı kalp atışına özgülenmiş, ‘’küreselleşmiş’’ değil. Kayıptan korkan geri dursun, kimseden bir şey almaz, doğa gibi savurgandır o, kendi tek dalgasıyla büyüyen, umman olan… Sıfıra çekilen bir an ve kasılan anlam için, kendisini açıklasın diye. Demem o ki, kişiden kişiye ilişki ama pürü pak, açıklar ‘’kadim’’ gerçekliği, ‘’insanı’’ merkeze almadan. Çıkmazı ‘’Batının’’; güneş onun etrafında dönermiş. Tiran olmak kolay ve ucuz, gerçek olmak ‘’karaborsada’’. Söyledin sen, sırrı soruyla aşikar ettin, insan diye; insandaki mirası, yarısı çamur (doğa/madde), yarısı nur (rabbani) olan… O ve ilişkileri açıklar gerçekliği bilirsin. En azından kendisi için açıklar, yapıp-etmesi ondandır, tüm ‘’anlamsız’’ koşuşturmaları. Hani demiş ya Rumi; firavun, düşündüğü gibi yaşadığı için saygıyı hak eder, Musa da… Tartı ve ölçü; kim neyi bilmek istiyor bilmiyor muyuz yoksa?.. O kim, kimse?..

Hadi gel söyleyelim; insan en büyük temas, o en yüce ilişki hepsi bu, her şeyle… Arada oluşu, çilesi bundan; yarısı o, yarı bu, ne olacaktı ki… Aşkullah, muhabettullah ne demek ki başka… Sonsuz rahmetin gözü, tanığı insan, merdiveni sonsuzluğa uzayan, yeniden iyileşmede sarhoş olan insan, kendini tekrarda tek umman bulan…

Ey Sufi…


Kalp dostun ,
Cemil Atik


Ağaç Olmayı Düşlüyorum / Şafak Çubukçu



Doğayı taklid etmeyi düşünüyorum
Plastik ekran köşelerine dokunarak
Bozuk hesap makinelerini ve kırık makas-saplarını.
Babamın eve geç-kalışlarında annemin hüznünü.

Delgeç ve sahanda yumurta !
Kurşun askerlerin pimi-çıkmış toplarıyla saldırıp
Bütün kızma-biraderlerin zarlarını yutmayı
Buz tutmuş parmak uçlarını hohlayıp
Koltuk altlarında ısıtmayı sonra.

Doğayı taklid etmeyi düşünüyorum
Ağaç olmayı salonun ortasında
Kuş olup uçmayı balkondan aşağıya
ve usulca konmayı kümesin tam ortasına.

yesenın için

YAZARI: Şafak Çubukçu


İh(ti)*lal /Ömer Serdar(ayvasha)




\ince bir çizgiyi aşıyoruz aslında ikimiz
/yürürken gül dalaması günler ormanı yakıyoruz
/biz mi demeliyiz, ihbar için adres gerek
/dememek daha da iyi galiba toz olalım iyisi mi

/de ibriği kırık bir testi için yoğun bakım ünitesine gerek ne
/biz mi kaldık sanki
/savruk sapmaların girdabında öznelerimiz sarhoş DNA
/akan şu devşirme çeşmelerden boşaldıkça dolu sanılan

/savuşturulan anlık geceler tekrarı varlığa aykırı
/uzandığı sahteliği hiçe sayan kuştüyü yorgan sargısı
/alıştırılan
/daldığı uykulardan bir yastıkta kocamaya
/ince bir çizgiyi aşarken mabedin günah hanesi
/koparılıp uyandırılan bandajdan sızan kan
/tarihi bir eser, mumya odası
/belki bir koleksiyoncu tadı küflü damak hazzı
/elin uzandığı yumruk, vurmadan
/yüzün önünde duran tehditkar şamar
/yırtılan mezar toprağı hırsızı bol olsun
/sorgusuz, aşüfte, ucuzcu, “ne kadınlar sevmiştim” destanından


/üzerini “siz” ört
/lanetinle ısırgan çiğniyor gece
/ince bir çizgiyi aşıyorsun git başımdan
/yürümek uğruna olmasa başımla gel
/yoksa göm gitsin o izi unutuş toprağında
/bir sanatçı gibi harekete otağı kur
/yastığa, yağa ve kimsesiz yorganlara
/göm “büyük iş” i
/kapitalist oyununu oynasın “global” den
/balıklı sofranın içinden gelip rokası bol
/taşlık bir denizin kıyısına boşalan ganimet
/dinamitsi bir çöplükte magnum opus** bu da

/oyunun her evresinde
/bir ihlalin var yani
/aykırı şarap tatları yutkunuyor insan
/ne zaman kadehi aklıma vursam
/çoklu ruj lekelerinde
/kırılıyor insan

/boynunda taşıdığın madalyonun belirsizliğinden yansıyan
/hangi yüz
/o en doyumsuz

/içinden çıkılmaz denizinin kör karanlığından
/hangi kıyısına
/şu “ben” i savurur densizin

/oyunlar oynuyorsun
/her evresinde ih(ti)lalin kunduzlar var
/ve sana rağmen “siz” i kemiriyorlar
/sesimden çoğaltıyor şu kalbim çene kemiklerini

/ve sana rağmen şart olsun
/ikinci tiz perdeden sonra gözlerine baka baka
/sonsuzluk aryaları göndereceğim “siz” e

/tehlike, koridor, ıslık, köpek
/sadakat, döküm, ıssız, fanus
/girdap, kuşluk, gayret, hayret

/ne çok çağrışıyor tehlike ilk sözcükten başlarken
/ışık titriyor koridor yanıyor, bu iki
/ “imagine all the people” yemin ederim john, üç
/yine köpek yine köpek –b- yiyor işte, dört
/altın sadakatler eritirdin ya, beş
/döküm kalıba uydu söndü şimdi altı
/ıssız bir adalet istiyordum ya yedi (başımın etini)
/beni milyon bin kere fanuslara tıktılar, sekiz
/emilir emilir mor girdap tenim, dokuz
/kuşluk semah’ı istiyorum ellerinden, on
/gayret bitiyor ama, on bir
/hayret itiyor yelkovan on iki (geç olmuş)

/ve sana rağmen “siz” e sayarak
/dudaklarım kuruyor dilim kalahari
/yetmiş iki satır olurken bulanıyorum gözlerine
/dilimde şiirin esâmesi yok hayret
/yine neyi imha ettin
\yine hangimizi ihlal ettin.


YAZARI:Ömer Serdar (ayvasha)


Açıklama:

* Ti: “Ti amo” nun “Ti” si. Seni……. Demek.
** Magnum opus: Büyük İş. Simyada madde yapısını değiştirme işlemi.
Sayın Defter Sakinleri,
Her şiirin bir coğrafyası bir de iklimi var. Bunu önemsediğim için yazıyorum.
Bu şiir gittiğim son ülkede, sulu kar yağarken asfalta yazıldı. Bakmayın kâğıda kaleme, her şiir ilkin başka bir dokuya yazılır. İnandığım şiirdir: Çoklu bir sesle çoklara, yokluktan gelip var etmeye uğraşır.
Bu şiir Antagonist* bir bedendir. Onu öldüremeyiz ama “ti” yi kurtarmak olası. Kurtarın !
* Antagonist . Muhalif kişilik. Antik dönemde olumsuz karşıt güç olarak isimlendirilmiştir.


Düş'e Kalan.../ Mustafa Nazif




söz uçtu,
yazı düş'e kaldı...
düş ben oldum,
sen düşe kaldın...

boşaltalım bu şehri bir leyl vakti // düş'e kalalım...
...
sokaklar hain bir pusunun gece nöbetçisi, kıvrıldıkça fahişe yatakların kokusu kıvrım kıvrım... ne geldiğimi görür gözleriniz, ne de gözlerim bakar gözlerinize... vazgeçin; altı üstü yok bir adamım sizler için... artık bir silüet olabilirsiniz gölgesiz, yalnızlıklar benim olsun, siz-siz ve kim-se-siz... gece yldızlarını döküyor avuçlarıma, saçlarıma ve sakallarıma da düştüğü vâkidir yıllar önce... âh, nice yıldızlar kayar gökler duaya yırtılırken... kendini silüetvâri kalabalıklara teslim etmiş sarhoş ağızların esiri sokakları adımlarken, bir adını sayıklıyorum, bir de adına sen karışmış yalnızlığımı... âh sen-li yalnızlığım...

gece hain pusuda; sokaklar
böylesi kıvrım kıvrım...
ne geldiğimi görüyor insan-cık,
ne de ben görüyorum.
// silüet!
// gölge
// ne kadar yok!
// âh, yalnız(-lık)...

kanıyor bu şehir, fî tarihte saplanırken hançer yüreğine, öldüğünün değil, dirildiğinin resmiydi belki de... diyorum ki bu şehir, kan kaybından ölmekte... yaraları böylesine sarılmaya muhtaç, bir el uzatsan öylesine koşmaya muktedir... bu şehir ne kadar âsi ise, bir o kadar asitanedir... gözümün önünden kayıp giderken hüzün gözlerin, gözüme âsitâne bakmayan göz de senin... sokak sokak kaldırımlarını üzerime odaklamış, bir tek sözümü beklerken, nedendir ki sen, sözlerimi duymayan el gibisin.. âh, yabancısı mıyız bu hayatın, söyle! hicret ne kadar mümkündür diyâr ellere? hicr et!, duy, âh sâr...

kanayan bir yanı var bu şehrin / ya da,
kanatan yanları(-mısın), âh âsitâne:
gözüme bakmayan göz,
sözümü duymayan, el gibisin
// yabancı!
// hicret!
// duy!
// âh, sarsan...

yaralıdır bu şehir, ben sanıyorum geceyi karanlıklarını üzerime bıraktığı her an, be an!... tîn'e andolsun ki, gece(-n) benim ve uykularını kaçıran düşbozumu, ben'im... bırak bir düşün daha bozulsun, artık rüyalarına teslim ederken uykularını, pencereni aç, gökyüzüne bak: gece benim, yıldız ben... şimdi sen, kaderin üstüne düşen beyaz bir leke gibisin, âh ne kadar gerçeksin ve eğer gelmezsen ne kadar yalân!... düş, üstüne yazılmış... yazı, düş'e yazılmış... yazı, su üstüne yazılmış... diyâr(-ın)a akarken, usul usul: sen bütün düşlerinden sıyrıl, bir kucak düş-e kal(-san) âh...

düş'e kaldı düşlerim,
karanlık üzerimde kara bir ağıt!
tîne yemin etmek, ne kolay âh!
uykularını kaçıran düş benim...

bir düş daha bozuldu usul usul.
karanlıklar ardından sıyrılıp geldi rûh.
ezel benim, ebed benim,
yıldız ben!...
// sen, düş üstüme
// yazı, su üstüne
// şiir, kâl üstüne...

ne kadar da düş'e kaldık; öyle ya,
ne kadar gerçeksek, o kadar düş'e kaldık...
bir yemin de benden olsun leyl aşkına;
âsitâne hüzün gözlerinin adı,
// düşeyazılsın...

YAZARI: Mustafa Nazif


İrlanda İşi (1.bölüm) /Hakan İşcen



Kurban bu otelde rezervasyon yaptırmıştı. Şimdilik bunu sadece o biliyordu. Onun odasının manyetik kart anahtarı da cebinde olduğuna göre, huzur içinde arkasına yaslanıp, aromalı sigarasından derin bir nefes alabilirdi. Seviyordu bu köprüler ve kanallar şehrini; kimbilir kaçıncı gelişiydi. Burada kendini garip bir şekilde güvende hissediyordu. Kuşkusuz yıllar önce üniversiteyi bu şehirde okumasının ve o günlerin zihninde yer eden anılarının da bunda hatırı sayılır bir etkisi vardı. Hele şimdi yeni yıl için tüm mağazalar, köprüler, meydanlar renkli ışıklarla ve çiçeklerle süslenmiş, şehir makyajını tazelemiş eski bir sevgili edasıyla ona yeniden kucak açmıştı. Özel terzisinin elinden çıkma takım elbisesinin içinde, otel lobisinde müzik dinleyen, orta yaşı geçkin bu şık adamın böyle bir şeyi yapacağından kimse şüphe edemezdi. En başta da, elindeki konyağı yudumlarken karşı köşede onu davetkâr bakışlarla süzen şu alımlı genç bayan…Uyku mahmurluğundaki o yarı aralık gözlere aldırmadı; iç disiplinine her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardı. İşin başarısızlığa uğramaması için bu çok önemliydi.
Bu sefer başaracaktı. Kapana kıstırmıştı; daha önce -iki kez- olduğu gibi kaçmasına izin vermeyecekti. Bu, onun için artık hayati bir öncelik kazanmıştı. Belki de bu nedenle diğerlerinden farklı olarak, bu son işini sırf zevk olsun diye yapacaktı. Burada bitmeliydi. Kesin ve pürüzsüz. Son birkaç yıldır içindeki burgaç derinleşmiş, tam anlamıyla ‘ huysuz bir adam ’ olmuştu. Hele o duyduğu suçluluk hissi, göğüs kafesinde zehirli bir kemirgen besler gibi onu iyiden iyiye rahatsız eder hale gelmişti. Uykuları o bilindik yüzlerle tam bir kâbusa dönüşüyordu. Onun rüyalarında diğer insanlardan farklı olarak herkes tanıdıktı. Yaşam ve ölüme dair tüm sırları, beyninin lopları arasında taşıyan bir ‘ Son Bakış’ koleksiyoncusuydu. Sürekli olarak izleniyor paranoyasında olmak ise izlenmekten çok daha fazla bunaltıcıydı. Bunca zamandır bin bir emekle ördüğü benliğinin granit katmanlarında duygusal gedikler açılmaya başlamıştı. Gücünü kaybettikçe insan sadece refleksleriyle yaşıyordu. Oysa o bugüne dek hep bilgi ve sezgilerine güvenmişti. Bu lobinin dört çıkışının bulunduğunu bilmesi, Noel Baba kılığındaki piyanistin solak olduğunu ve çaprazında oturan adamın, arkasındaki orta yaşlı süslü sarışını takip eden -muhtemelen kocası tarafından tutulmuş- polislikten emekli bir dedektif olduğunu fark etmesi de tamamen deneyimlerinden kaynaklanıyordu.
Ama artık istem dışı bu algılamalardan ve kaçıp kovalamalardan yorulmuştu. Elindeki konyak kadehi ile hâlâ kendisini süzmekte olan genç kadının iç çamaşır giymeyi pek sevmediği açıkça belliydi. Onun, zengin otel müşterilerini avlayan bir profesyonel olduğunu anlamak için ise, kendisininki gibi özel bir geçmişe ihtiyaç yoktu. Gücünü ve zaaflarını hep kontrol etmişti. Hayatın en sıradan reflekslerinden biri de aşktı. O, mesleği gereği ruhunu buna asla hazırlamamıştı. Aşk zayıflıktı. Algıları sıfırlayan bir beyin karartmasıydı. Bunu son olarak bir kez daha denemiş, ama artık kimseye âşık olamayacağını kesinkes anlamıştı. Hiçbir zaman ikinci hayatı olmayacaktı; bu anlamda kaderi, karşısında ona bacaklarını cömertçe açan şu otel fahişesinden farklı değildi. Başka bir şehirde onu bekleyen kadın da unutacaktı sonunda; başka çaresi yoktu. Kadınlar zor affetseler de kolay unuturlardı. Nasılsa bu iş bittiğinde kendisine âşık olan kadına ait hiçbir şey hatırlamayacaktı.

Genelde kurbanlarını tanımak istemezler; bu rüyaların kâbusa dönüşmemesi için pratik bir önlemdir. Oysa tanımayınca her şey daha zor olur. O ilkelerine her zaman bağlıydı. Mesleğinde sivrilmesinde kuşkusuz bunun ayrı bir önemi vardı. Avını bu kez her zamankinden çok daha iyi tanıyordu. Dersini iyi çalışmıştı. Geçmişi, serveti, merakları…hatta gelecekte işleyeceği günahları konusunda bile bilgi sahibiydi. Tüm bu ayrıntılar için yeteri kadar zamanı olmuştu. Aldığı notları her zaman yaptığı gibi küçük siyah defterine kaydetmişti. Şu an için artık bir ayrıntı olarak görünse de, ona hazırladığı sonu, kurban gerçekten hak etmişti.
Geriye kalan tek soru, ‘neyle’ ve ‘nasıl’ yapacağı idi. Tabanca, otel odasında kesinlikle uygun değildi; hem içeri sokması da sorun olabilirdi. Filmlerdeki o meşhur banyo sahnesi aklına geldi; sok küvete, bitir işini !...Şimdiye dek hiç denememişti ama yüzlerce böyle cinayet vardı. Failleri hep yakalanmış olsa da sonuçta onlar filmdi. Hem o filmlerde, baş aktör genelde yakışıklı ve gözü pek polis müfettişi olur, katil de ne kadar zeki görünürse görünsün eninde sonunda kendini ele verecek bir ipucunu, mutlaka cinayet mahallinde bırakacak sapıklardan seçilirdi. Belki bazı sapkın eğilimleri olduğu söylenebilirdi ama kesinlikle aptal değildi. Önemli olan hangi Peter’ın görevlendirileceği idi…Eğer komiser rolü, Peter Falk yerine Peter Sellers ’a verilirse şansı oldukça artabilirdi. Gülümsedi. Yine de küvetten vazgeçti. Stili değildi. Fazla silik ve denenmiş bir yöntem olduğunu düşündü. Daha yaratıcı bir şey bulmalı; kusursuz bir görünüm sunmalıydı. Kurban, her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünden ve başka seçeneği kalmadığından emin olarak direnmeden teslim olmalı; odada en ufak bir mücadele izine rastlanmamalıydı. Şehrin köprü altlarında veya pahalı döşenmiş post-modern dairelerinde sık sık menekşe renkli cesetler bulan buruşuk pardösülüler ve onların bulduklarını, mayonezli tavuklu sandviçlerini yerken kesip biçen adli patologlar bile, gördükleri ‘iş’ karşısında çenelerini hafifçe kaşırken, aynı şeyi söylemeliydi:
‘ Hayranlık uyandıracak kadar saygıdeğer !…’ devamı var ..

YAZARI: Hakan İşcen


We the sheeple? / Julia Greenhill -USA



America's middle class is slated for destruction. The global elite's End Game plans do not include a middle class, as you may well now be figuring out. They need America to be balkanized, and the population totally enslaved to support their evil agenda. These pigs care about nothing but their own selfish needs. Even if it means the destruction of the once great United States of America.

America's big sleep is blowing back into our faces. The sick game of world domination being played by the world elite is slowly revealing itself to the population. Soon it will be too late. If you continue to avoid the truth we are doomed. Wake up and let's put a stop to the madness.


From: Julia Greenhill, USA- New York
-------------------------------------------

Borges Defteri: No Comment !
We know: A WORLD WITHOUT WARS is POSSIBLE !
Relax u Mind dear Julia..

Contact :
borgesdefteri@yahoo.com


ŞİİRLERİNDE AZİZ NESİN / Ayten Mutlu



O’nu tanıyordum. Sanırım doğduğun günden beri…Dede Korkut’u, Nasreddin Hoca’yı, Yunus Emre’yi… nasıl tanıyorsam, onu da öyle tanıyordum. Yani hücrelerimle. belleğimle. Aziz Nesin’lik hayatlar yaşıyorduk biz toplum olarak çünkü.
O’nu ilk ne zaman gördüm, anımsamıyorum şimdi. Ama kitap fuarlarındaki imza günlerinde, Türkiye Yazarlar Sendika’sındaki toplantılarda sık sık karşılaştık. Hep uzaktan baktım ona. Duruşuna, yüzündeki ifadeye, davranışlarına…Onu tanıyordum ama, bilmek de istiyordum besbelli. Çünkü o benim için, toplumsal belleğin bir fotoğrafı, bir aynası, kısaca dışavurumuydu bana göre.
Şimdi hep o ciddi duruşunu, hiç gülmeyen yüzünü anımsıyorum. Hep öfkeli miydi, hep karamsar mıydı, bilmiyorum. Ama sanki güldürürken ağlatan, komik şeyler anlatırmış gibi yaparken düşündüren ondaki o gizil gücü, yüzünün çizgilerine sinmiş o kederden alıyordu sanki.
Etkinliklerdeki ya da kitap fuarlarındaki imza günlerinde, hep Aziz Nesin ve diğer yazarlar olarak ikiye ayrılır gibiydik. Çünkü onun önünde, dolana dolana uzayan kuyruklar,
Ellerinde Aziz Nesin kitaplar, sabırla sırasının gelmesini bekleyen, güler yüzlü kadınlar, gülümseyen gençler ve çocuklar olurdu. Bizlere ise, tek tük birileri, çoğunlukla da eş dost uğrardı ara sıra. Biraz burkularak, ama hiç kıskanmadan izlerdik onu. Kıskanmazdık onun okurlarını, çünkü o okurların binlerce mislini hak ettiğini ta yüreğimizde bilirdik
O’nu son görüşüm müydü, Sivas katliamından sonra Asım Bezirci’nin cenazesini TYS’’den almaya gittiğimizde? Bir masanın köşeciğine çökmüş, oturuyordu. Küçük, karaya, hayır o rengi bilemeyeceğim, belki mora, belki yeşile kesmiş yüzü, minnacık kalmış gövdesiyle. Bir kenara çekilip ona uzun uzun baktığımı anımsıyorum. Kendisi bir keder fotoğrafı gibiydi ve ben ona tek bir teselli sözcüğü bile bulup söyleyememiştim.
Çok da fazla sürmedi ondan sonra dünyadaki yolculuğu zaten. Ülkesinin içine düştüğü o ateşten kaosa daha fazla dayanamadı insan yüreği.
O bir efsane gibiydi. Dilden dile dolaşırdı yazdıkları, söyledikleri, eyledikleri. Kimi zaman, dişini tırnağına takarak yemeden içmeden hayata geçirdiği vakıfla ilgili fıkra gibi anekdotlar anlatılırdı, Çatalca’daki dost ağırlamalarında, “tam Aziz Nesinlik “ tutum içeren, çalışmaya, zamana verdiği önemi öne çıkaran davranışları, kimi zaman nerde nasıl yiğitçe bir karşı duruş sergilediği. Beni en çok etkileyenlerinden biri de Almanya’ya kendisini bir ödül vermek için davet ettiklerinde, bir radyo konuşmasında, ülkesiyle ilgili maksatlı bir soru karşısında; “Siz bana ülkemi kötülettiremezsiniz!” diyerek programı yarıda keserek çekip gidişiydi. Bir aydın duruşunun, bir yurtsever tavrının ne olduğunu bize öğretenlerden biriydi o.

“Bir Başka Türlü Sevmek” şiiri şöyle bitiyor:

Aziz Nesin’e sordular savcılar, yargıçlar
Yurdun ile , halkın ile, dünya ile hoş musun
Hoş olayım, olmayayım, o yurt benim, o halk benim
Dünya benim, size ne!

O hep dünyanın sahibi, dünyadaki bütün dertlerin,sahibi olduğu, bir yanlışlık varsa, onun düzeltilmesinden sorumlu olduğunu bilerek, inanarak yaşadı ve çizgisinden, duruşundan, insanlığından hiç ödün vermeden yaşadı ve öyle öldü.
Ara sıra şiirlerine rastladım bir iki dergide. Sağlığında yayımlanan 99 kitabının beş tanesinin şiir kitabı olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Şiirlerini okumaya başladıkça şaşırmadım ama. Onu , o asık yüzünün ardındaki Aziz Nesin’i daha derinden tanımaya başladığımı fark ettim. Çünkü şiirleri öylesine içten, sade, duygunun duyarlıkla ustalıkla buluştuğu şiirlerdi ki…Kendisine sakladığı hayatının dizelere düşmüş aynalarıydı sanki.
Son olarak yayımlanmış şiir kitabı olan Sivas acısının girişindeki “Sunu” adını verdiği şiir şöyle;
Bu seviyi ben kanımdan canımdan damıttım
Görülmez duyulmaz oldu öylesine arıttım
Seksen yılın özetidir seçtiğim bir bir
Bu bir tutam öyküyle bu bir demet şiir

Sanırım bu bir rehber şiir aynı zamanda. Çünkü onun hemen hemen bütün şiirlerinde yaşamından, anlık duygularından izdüşümler bulmak mümkün. Örneğin aşık mı oldu, kendinden hayli genç birisine, Şöyle bir şiirden öğreniyoruz düş kırıklığını:


SEVGİ DURAĞI

Söz verdiğimiz yerde buluştuksöz verdiğimiz zamanda değil.ben yirmi yıl erken gelip bekledimsen geldin yirmi yıl geçben seni beklemekten yaşlıyımsense beklettiğin için genç

Ya da, mutlu mu sevdiğiyle, bunu da hemen dizelere aktarıveriyor;


ASLINDA BU DENLİ GÜZEL KOKMAZ

Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil, Onda seni kokladığımdan bunca güzel. Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer, Orda seni öptüğümden bunca güzel. Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya, Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.

İronik söylemlerin altından ince ince sızan gözyaşları hemen bütün şiirlerinde dokunuyor kirpiklerinize. Durup düşünüyorsunuz. “Evet evet, ben de merak ediyorum, eşin dostun halini onun gibi,” diyebiliyorsunuz ve şiir işte burada buluşuyor sizinle;

MERAK

içimde bir merak öyle bir merak ki ölümümden bir ay sonra bir güncük yaşamak ve dostu düşmanı suç üstü yakalamak.

Onun şiirlerini poetik bir açıdan değerlendirmek çok da önemli gelmiyor bana. Çünkü, belirmeliyim ki, İçerik bir şiiri şiir yapmaya yetmese de, yazılan şiir bazen bu kaygının önüne geçecek kadar değerli olabiliyor. İşte benim Aziz Nesin’in şiirlerinden öğrendim bir başka şey de bu oldu. Ama şiirlerinde ilk göze çarpan bazı özellikleri de söylemeden geçemeyeceğim.
Onun şiirlerinde akıcı ve rahat bir anlatım, konuşma dilinin sadeliği var. Dupduru bir Türkçe ile yazmış şiirlerini. Dosdoğru söylemiş söyleyeceğini. Ama şiirin şiir gibi olması gerektiğini de hiç unutmadan. Zaman zaman halk şiiri tarzına yaklaştığı da olmuş. Ama onun kaygısı,ille de en güzel şiiri yazmak değil besbelli. Ve sadece kendi ruhuna kapandığı anların ürünleri değil bu şiirler. Gönül gözü hep açık , olan bitene, olacak olana. O şiir yazarken de insanlara bir şeyler göstermek istemiş, bir şeyler duyumsatmak, onları sarsmak, onlara öğüt vermek istemiş. Ders veriri bir tarzda didaktik şiirler de değil bunlar. Tersine yumuşak bir anlatımla söylüyor öfkesini de, sevgisini de, öğütlerini de. Ve gittikçe çürüyen dünyamızda, çürümenin karşısına duracak, onu engelleyecek tek güç olan insana sevdası gülümsüyor bütün dizelerinden. Günümüzde boğulan insana olduğu gibi, kendi boğazında bütün dünyadaki kötülüklerin elini hisseden şaire de söyleyecek sözü, verecek öğütleri olmuş onun:


BOĞULAN ŞAİR


Senin seyircilerin düşman Senin yargıcıların düşman Öylesine yenmek zorundasın ki Kıl payı bırakmadan Sayısız genlerle donatmalısın İmgeden kristallerini Ki kamaşsın gözleri Yüreğinden yansıyan ışıltılardan Elmasını öyle yontmalısın ki sözcüklerden Bakırı kükürdü çevirip altına Ki gözlerini alsınlar da kör olsunlar Kanının akkora kesmiş parıltılarından …………
Yine de yenik sayarlarsa Yok sayarlarsa yine de Öylesine yok olmalısın Taksınlar nişan diye cinayetlerini Şiirin koynundayken suç üstünde Seni boğdukları zaman


“Çocuklarıma” adını verdiği şiirde ise, bütün dünyadaki çocuklarına seslenerek yinelemiş öğütlerini:

ÇOCUKLARIMA

Diyelim ıslık çalacaksın ıslık Sen ıslık çalınca Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes Kimse çalmamalı senin gibi güzel
………………… Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz De ki bütün işe yarayanlar İşe yaramaz sanılanlardan çıkar
Ah, nasıl unutmaya başladı insanlar güzel şeyleri, değerli şeyleri…erdemli olmanın ayıp sayıldığı, aptallık sayıldığı bir dünyadır şimdi yaşadığımız. Keşke diyorum, keşke, şimdi aramızda olsaydı da, gözlerimizin içine baka baka, neler yitirmekte olduğumuzu, nasıl sevgisizleştiğimizi, nasıl da yalnızlaştığımızı bir kez daha anımsatsaydı bize:


ÇOĞALMAK

Kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık Yalnızladıkça birbirimizi Haydi çoğalalım Çoğaltarak kendimizi ……………….

Hep anlatmak istedi. Anlatabildi mi. Evet! Ama anlatamadığı bir şeyler olduğunu düşündü hep:


DAR DÜNYA

Yüreğim gövdeme sığmıyor Gövdem odama Odam evime sığmıyor Evim dünyaya Dünyam evrene sığmıyor Patlayacağım ……………..
Anladım artık anladım Kimselere anlatamayacağım


Hep yetişememe duygusuyla koşup durdu, en uzun maraton koşucusu olduğunu bilerek. “EN GÜZEL ZAMANIMDA” verdiği şiir şöyle başlıyor :

zamanın ardından koşuyorum
yetişemiyorum, yetişemiyorum yaşama

Ama o inancını hiç kaybetmedi, yetişecek, yetişecekti, o en uzun maratonda, en bilinmeyene bile olsa ilk yetişen o olacaktı.

EN UZUN MARATON


Yüz metrede beni herkes geçer Dörtyüz metrede pekçokları Geçer çoğu sekizyüz metrede Ama ben bırakmam yarışı ………………
Bak koşuyorum hâlâ Çünkü ben bir yaşam maratoncusuyum Bu yüzden yaşamın en yalnızıyım Bu sonsuz yarışın sonunda Beni geçemezsin Ölümün en büyük ödül olduğunu bilemezsin Yine ben olurum ilk göğüsleyen ölümü


Son kitabına adını verdiği “Sivas Acısı” şiiri şöyle bitiyor:

Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne sende
Suç seni karanlıklara gömenlerde
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne
Bilmelisin bir yerin var can evimde

Nasıl da kocaman bir yürek taşıyormuş meğer! Her şiirinde bunu bir kez daha öğrendim. Ve çok kızdım kendime. Keşke Sivas kıyımından sonra gidip ellerine sarılıp, “Yalnız değilsin, ben varım, biz varız.” diyebilmiş olsaydım ona. Diyemedim.
Ona şimdilik onun dizeleriyle hoşça kal! diyelim hep birlikte, hiç eğilmemiş başının önünde eğilerek:



ÖLÜME EĞİLMEK

Uyumaya değil
Rüyalarıma gidiyorum
Orada yaşayacağım isteğimce
Uyanıkken hiç yaşayamadığım

Hepsi de gençti güzeldi
Sevdim sevildim diye aldanarak
Son gördüğüm onlar olacak
Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım

Ölüme değil
Sonsuzluğa gidiyorum
Orda dinleneceğim gönlümce
Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim

Kalemim yine elimde
Kağıtlarım da önümde
Son uykusunda düşecek başım
Sağlığımda hiç eğmediğim



YAZARI: Ayten Mutlu


Duyu Verileri / Sufi.



Defter’de okuduğumu anımsıyorum, saf altının ergitme potasındaki durumunu anlatan “halini”, ya mustafa yazmıştı ya da sanırım jm, tam hatırlamıyorum, ne de olsa altın, o bizden uzak ihtirasın tinsel külçesi, halis altın ateşte öyle parlar ki, onun kızıllığı , rengi ruhsarımızın kızıl sureti olur adeta.
İçinde ne var ki altının? Bir pislik olmadıktan sonra neyi yaksın, neyi küle çevirsin ki?
“Önünde senden başka bir şey yok ama mevhum varlığından kork , çekin” diye+ bilir+ miyim ey borges’in düş tarlası?
Kendi varoluşuna , kendi gölgene, “tutuldun” mu, gördüğün, bildiğin, hatta rüyalarına davet ettiğin “kareler” bütünü bile birer “hiç”olur, ki eşittir “alem”e ve o alem gelir sana “hicap” kesilir !
Sorar bu sufi size ey ayvasha dağının sefer taşı “ayvasha”, kendi yalnızlığını durmadan büyüten dost, “hiçselliğini aşkının” aşkın geçitlerinde arayan nazif+i devran, sonra atlası çocukluk bahçesindeki oyunlarına davet eden ve “sonsuz küsüm”diyen ulus fatih ! ve ey pirim? Ey divane “şah” erince tan yerine , ey Nil’in asi akışı, yad ellerin fer’i ve yali ! çılgın atların “yelesi”, tüm ferlerin ferazendesi, ey “Ay”, ey cemi cemil, ışığın kendisi ziya, bin gözlü Argos .. Gerçeğin yurdu neresidir? O gerçek ki elle tutulmaz, adsızdır, düşüncenin tüm “haritası” ortaya çıkınca bile “kendini ele vermeyen menzilgah”.
Gerçeğin bilgisiyle ulaşabileceğin o yer neresi?
Duyu verileri bizi neden bunca yanıltıyor?
Bizden asırlar önce, başka “birileri” hiç hesapta yokken bile, “hazcılığı” yadsımışlar, gerçek sevincin, kederin “tinsel” olduğunu ve o pek bilinmeyen yolda gitmeyi denemişler.
Sofistler neden doğaya değil, tam olarak “insan”a yönelirler, Protagoras ( en önde gelen sofist olarak) gerçeğin tek ölçüsünü insan olarak benimser. İnsandan bağımsız saltık bir gerçek var mı ki? Her şey hakkında zıt görüşler ileri sürülebilir, bunların hangisi kesin, hangisi yarım yamalak doğrudur? Ya “saltık” hakikat mı ki?
Çağdaş pragmacılığı hatırlarsak ne çıkar? “Yarı ağlamaklı ses”i duyacağız: “ Hakikat insana yararlı olandır”.
Ya Parmendies’in ünlü öğrencisi Elealı Zenon ? Arsitoteles’e hayret uykusu yaşatan diyalektiğin (eytişim) yaratıcısı.
Herakleitos’un “devim” ilkesini fırlatıp çamurlara atan ve “devim olgusal değil ama göreli bir yargıdır” diye haykıran..
Oysa Parmendis’in gözünden kaçan başka bir “şey” vardı. Evren’e ne rastlantı ne de Anaksagoras’ın Nous’u egemendi, egemen olan, ama hep olan “özdeksel yasalardı(r)”.

Korku, sadece beş harften oluşan bir sözcüktür( ilk vurgu) , ama ezelden beri insanları “inanca” ve cesarete de yönelten de o olmuş, insanın kalbini buruşturan, rüzgarda tutup sallayan, sonra gökyüzünü göstererek kendince “timar” eden.
Ya bu korku koridorunun bir yerlerinde yüreği “dolu” dolu bekleyen bilge insan nerede duruyor diye sorsam?
Sufi’nin gece kapısını demokritos kapar, dinlemez ki sorduğum soruyu.. Gökten bir elma süzülür, yarısı sufilerin, diğer yarısı ise sofistlerın sofrasına düşer.

Gidişine az kaldı, az bekle diyor, duyuyorum sesini artık.
Ben mi?
Bilgi çeşmesinin başını tutan her iki tayfayı da severim, bunca direncimin ve bu lanet sarmala rağmen dayanmamın sebebi ne sizce?


Yüzümdeki ter sayfadaki yazılara karışıyordu ki
Ay, Borges’in kulesini gösterdi, taaa İstanbul’u..uzakları..

“ Bilge insan, ölçülülük, öz-denetim ve mutluluğun yolu olarak, zihnini geliştirmeye çalışırken , tensel insan, incelik ve bilgiden yoksun olarak arzularının peşinde sürüklenir ve sonuçta topluma çok az katkıda bulunur.”

“But once again came Sarapis
İn the middle of the night,
And once more uttered prophecies
That set the matter right..”

“ Ama gecenin bir yarısında
çıkagelir Sarapis yine
ve kehanette bulunur bir kez daha
kalmasın işin aslı gizli diye ..”
T. Harrison
Çev.Sufi.

Muhabbetle,


YAZARI:Sufi.
Portekiz /Portino.d.a


Felsefe Mutfağa Girdi / Pembenur Atasayar



Not defterimde, 'Foucault' dan Marcos'a Maskeli Filozoflar Paneli'nde tuttuğum notlar ile oğlumun anneannesinden aldığım kek tarifi yan yana sayfalarda yer alıyor.
Modernizmin atamadığımız, atmamıza gerek olmayan ya da gerek duymadığımız yaşantıları ile tam tersi bizi rahatsız eden, tasvip etmediğimiz, kendimize yakıştıramadığımız yaşantılarının yerine koyduğumuz, geçmişin değerleriyle ya da başka şeylerle beslediğimiz yaşantıları birlikte, yan yana iç içe yaşamamız neden olmasın? Zaten oluyor da. Post modernizm: Bu yaşam tarzı işte. Özdeksel ve anlıksal yanlarıyla nesnel bir olgu. Günümüzün bilim, felsefe ve sanatında da bilfiil var. Kısacası hem bu, hem şu, hem de o anlayışı. Ya da hem ben, hem sen, hem de o. Hepsi, her şey bir arada. Eklektisizimden neden korkuyoruz?
Modernizmin minimalizmi, püritenliği artık bir tutuculuk arz ediyor. Akademikleşti, 'resmi ideoloji haline geldi. Bunun yanı sıra post- modernizm de her ne kadar eklektik de olsa zamanla bütünselleşiyor.
Bazen haklı olarak pek beğenmediğimiz küreselleşme ve iletişim çağında, her birimizin önüne sunulan dünyasal, bütünsel bilgi ve imgelerle besleniyoruz. Beslenme fırsatımız çoğaldı. Bir 'ev kızı', bir 'bedensel özürlü', bir 'ihtiyar', bir 'köylü' v.b. (yakında bu gibi deyimlerin kalkacağını umuyorum) evinde , oturduğu yerde yalnızca bir internet aracılığı ile bile kendini yetiştirerek bu dünyada yerini alabilir. Hatta üniversite bitirebilir veya yeterli çabayı gösterirse değişik disiplinlerde bilimsel tebliğler yayınlayabilir.
Kişinin ya da 'yüz'ün değil 'söz'ün önem kazandığı çağımızda iktidar ilişkileri sorgulanıyor, filozoflar ve politik liderler fizik varlıklarının önemli olmadığını vurgulamak için yüzlerine maske takıyorlar. Kişinin; kendisinin, görünüşünün ve yaşamının yalnızca kendisi için önemli olduğu anlayışı yayılıyor. Modernizmin 'yıldızları' yavaş yavaş tarihe karışıyor. Denebilir ki yıldızlar olmasa örnekler olmayacak, insanlar kime dayanacaklar? Peki, ya yıldızlar arkasında sönen onca insan, onlara yazık değil mi? İnsanlara yetersizlik duygusu aşılayan bu sistem adil mi?
Yalnızca birkaç kitap okumanın bile ölümle cezalandırmak için yeterli olduğu Ortaçağa göre çağımız, bilgilenmek ve öğrenmek ile üretmek ve ürettiğini sunmak açısından hayli demokratikleşti.
Kendini kanıtlama alanında daha rahat at oynatabilen günümüz insanı özel ve kişisel yaşantısına kimseleri karıştırmadığı gibi kalıplaşmış ve dayatılan yaşam ve kişilik biçimlerine itibar etmiyor ve kendi tarihini kuruyor. Bu söylediklerim modernizmin bağrında ortaya çıkmış yeni yükselen değerler. Yoksa bilimin, felsefenin, sanatın ideolojik sistemler haline gelmiş, kalıplaşmış, iktidarlaşmış, kemikleşmiş yargıları kitleleri hala ezmekte.
İnsan; kişiliğinin ve yaşam tarzının bir şekle, biçime, görünüşe ve gösterişe, isme, tanımlamaya, role, statüye ve de cemaate ait olması ile olmaması arasında gidip gelmektedir. Bu konuda denge tutturabilmesi onun her çağda sorunu olmuştur.
Toplumsal statülerin 'insan'ı ezmesi, sanırım, Post-modernist felsefece en aza indirgenmeye çalışılmaktadır. Kalıplar kırılmıştır. İşte bu yüzden, bir underground yıldızı ev kadını ruhunu yakalayabilmekte ve statü olarak ev kadını sayılan biri kek yaparken felsefeyle ilgilenebilmektedir.
Artık kimse övünemeyecek ve küçümsenemeyecektir.

YAZARI: PEMBENUR ATASAYAR




Bedenimde göz göz yaralar açılıyor. İki elimi daldırsam ılık bir irini kucaklayabilirim. Ama sığmıyor ellerim. Minyatür kraterler bunlar, kenarları kabarık, kahverengi, mor. Krater gölü, kan gölü. Daldım soluklanamıyorum. Siyah sarmal hareketler sonra, düş diye uyuduğum. Mozart çalıyor şimdi, düzenli mi düzenli. Hatırladığım her şey yağmur damlası olmuş cama vuruyor. Seyrelmiyor ne yapsam katışmışlığım. Bir sigara, bir sigara daha. Son izmariti kül tablasına zorla sıkıştırmışım. Yok ben ilerlemiyorum, altımdan kayan asfalt, eminim. Cevap ver hayat neyim var benim? Dış cephesi betebe kaplı bir kenar mahalle apartmanı kadar kederliyim. Tirşe yeşili balkonlarımda sallanan çıplak ampullerim eksik, bir de kapı önünde sayaçlarım. Ne kadar mutsuzmuşsunuz bakalım, evet buyurun faturanız! Ödemezseniz mutsuzluğunuzu keseriz. Ne acıklı! Acıklı kadınlığım kırmızıya boyanmış bir sızıntı. Tıp! Tıp! Tıp! Tıp! Sonsuz bir akış. Bu göl hiç azalmamalı. Her şeyden nefret etmek çabası ya da elle tutulur bir sebep uydurulamamış yakıcı öfke. Eski bir kitabın silik soluk sayfalarını çeviriyorum şimdi. Yüz Büyük Adam. Erasmus, Eflatun, Edison, son bu son. Yüzme büyük adam dur. Sayfalar kahverengiymiş beyazmış ne önemi var? Nasılsa artık okunmuyor. Varoluşumun koordinatları günden güne silikleşiyor. Ben mi okuyamaz oldum, görünmez bir el yazdıklarımı mı siliyor? Flüoresan ışıklar kadar soğuk bir beyaza boyansam! Olur mu? Olur muydum? Cesaret etsem ölür müydüm? Hiç olmasaydım ölmeyecektim de. İçimde hep böceğe kesmenin o boğucu korkusu. Bulamadığım arkadaşım, uzanıp elini tutamadığım, sözlerini unutmasaydık söyleyecektik değil mi? Tra la la la la değil bu, ölümsüzlüğün şarkısı. Şimdi ben kendimi alıp çıkarsam yarı karanlık sokaklara ıslak, bastığım her birikintiden sıçrattığım su ta içimi bulur mu? Kirli sularla doluyum, çamurlaştırdınız beni diye sevgisizliğime sebep olur mu? Her kalış bir gidişin ön koşuludur, öyle ya kalmadan gidemezsiniz, geçersiniz çok çok. Tüm sözcüklerimi sokaklarda unuttum ben, hiç bir açıklamam yok. Dağılın! Ağaç boyunda koskocaman bir pense takılıyor ayağım. Ha gayret! Tamam şu pamuk dağından bir parça kopartabilirsek olacak. Getirelim yaralarımın üstüne, önce şu antiseptik havuzuna batıralım dur! Miş, muş. Irmaklar boyunda yürümüş o kadın sen misin, eskimiş bir köprüde az kalsın öpüşmüş? Kilisede ağlamış da bir adamı korkutmuş. Çocuktun büyüdün kadın, büyüydün büyürken azaldın. Uzat kolunu ters çevir, dirseğinin iç kısmına sokul. Ten iyileştiricidir, “sen” iyileştiricidir. Kendine sığın. Kelimelerin var sonra! Cankurtaran kelimelerin. Nefret dolu, küskün, kırgın, kızgın, azgın, terbiyesiz, mesnetsiz, arsız, tatsız, acı, kırıcı, yırtıcı, yaralayıcı, öldürücü, yenilir yutulur cinsten değil belki ama hepsi yazılır cinsten, sevinmelisin. Yazmaktan medet um! Muş kadın. Ne yanılış! Kim kendine beyaz sayfaların üstünde yeni bir hayat kurabilmiş? Ey olmayan okur, sana söylemek istediğim her şeyi çantalara doldurup evinin kapısına bırakacağım bundan böyle bil. Dolu dolu çantalar, deli dolu çantalar. Binlerce evin kapısında içleri kelimelerimle tıka basa dolu, demirden daha ağır. Ağırlık bu sağırlık, taşıyamaz olursun bir zaman, duyamamak sonrası. Dünyanın tüm sağırları kapılarının önüne çantalar dolusu harf bırakılmış habersiz biçarelerdir. Varsayılmış okur! Şimdi bekle beni geliyorum, elimde zar zor kapanmış iki valiz. Söyleyeceklerim ne çokmuş meğer bilmiyormuşum. Çıkar çıkmaz sokak lambasının turuncusuna boyanıyorum önce, sonra tökezleyip yuvarlanıyorum. Kar yağmış! Ağlıyorum, yaşlarım beyazlığı eritip bir yüz çiziyor. Benmişim anlamıyorum, kelimelerim karışmış. Mış, miş. Gülümsemeyi unutmuş. Bu yüz! Ne tuhaf! En çok ellerim şaşırıyor.
YAZARI: Feryal Tilmaç


Su Taşı Kesiyor / Şafak Çubukçu


I.
Kitapta Zeus başı
Bakışlar karşı sahifede
Kesik-gövde, onurlu-alın
Ama gözler yine yerde.
Asıl kırılma omuzda başlıyor
Aklına gelen yumruğu
Bardağa döküp içtiğinde.
Peki
Bu resme her bakmak istediğinde
Neden
Gözlerini kapatıyorsun.

01.12.05
MİTRABESK

II.
Sana ait ne varsa
Gül ve bülbül-içre kainat
Ahiret susuşlu yeşil kameriye
Semaya yayılan güleç salıncak.

Sana ait ne varsa
Makas, bahçıvan, fıskiye, havuz
Vampı jartiyerle pornolayıp
Gövdeni vesikalarla pazarlayan.

Ah ! O mütareke düşleri
“Sana ait ne varsa”lar savaşında
İlk öpüşü ilk kurşunla yalımlayan.

11.59 01.12.2005
Muck! Boom !


III.

Huzura taşa dokunarak gidiyorum
Taşın rüzgarla temizlenen yaşlı-yüzüne eşlik ederek,
Yapı-Çığlığı bir düşen-yaprak duyarlığı
Kuşatıyor sonra
İçinde nice günleri çoğaltan ağaç-evlerde.

Dönmek ve esrik gülüş !
Denizi arkasına-alan bir bakış güneşi
Saçlarınla yalımlanan o sarsak merdivende
Alkolle trabzanları çiçekleyen
.
Gülerek gitmek isterdim oysa
Gülerek geldiğim gibi.


YAZARI:Şafak Çubukçu




Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış;
Gelmiş ta ağzımın kenarında
Konuşur durur.

Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,
Güverteleri uçtan uca orman;
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Cemal Süreya


Bir Bahar Ayini ( 4-7 bölümler) / Ulus Fatih



IV.
Ormanın içlerine doğru uçarcasına koşuyorum, pembecil bulutlarla örülü, mavi yıldızlarla süslü kulübeden içeri giriyorum. Atena kuş tüylerinin havalarda uçuştuğu, diri bedenlerin üzerine, iri basenlerin ötesine berisine üşüştüğü, yumuşak, rengarenk yatağında beni bekliyor. Sarılıyorum ona, nilüferli göllerden süzülen çiğ dolu damlalarla, siyah zülüflerinden sümbüller sarkan, yasemin kokulu saçlarına elimi atıyorum. Teninin buğdaysı kokusunda, rüzgarda yapraklar gibi dilimi gezdirerek, avlaklarına, ağaçlık derelerine, ırmaklarının dar boğazına, çayır tüylü, çiğdemlerle süslü kıstaklarına doğru hoyratça iniyor ve doruklardan aşağı, elimi kolumu sallaya sallaya, Atlantis’de sözü edilen Platon’un dev mağarasına giriyorum. Kulak oyuklarına, boyun uzantısıyla, omuz boşluklarına, yanak gözeleriyle, çene çukurlarına, orman yemişlerinin tüm tatlarını, tüm kokularını, tüm gizlerini fısıldayarak onu kışkırtıyorum. Ansızın dönerek altına alıyor beni, gözlerim kararıp, kulağım uğuldarken, gizlerle dolu uçurumlarında, el değmeyen yükseltilerinde, altın sunumlu renkler içinde, kayarcasına dolaşıyorum. Görülmemiş, us dışı ışık oyunlarıyla süslü, güneş gözlü, mavil sislerin perdelediği, renkli tüylerle bezenmiş, sincapların yaramazlıkla gezindiği ormanlarına dalıyorum. Güzelim hayvanlarla, alabildiğine kıvrak taylarla, ak tüylü akbabalar, vahşi filler ve benekli kaplanlarla oynayıp coşuyorum. Ve çene gülü gibi bir tünelin ağzından; çift ağızlı bir tünelin ağzından, yıldırımlarla girip çıkarak, koşarak, hızlanarak, düşe kalka, çarpa çurpa, bağıra çağıra, ağlaya sızlaya, yalvara yakara güneşe varıyorum. Körelen bilincimin kösnül aydınlığında, haykırışlarla eriyip, alev alev parçalanarak, bir güneş oluyorum!..
V.
Sabah olmak üzereyken, aslan kükremeleri ve vahşi böğürmelerin tan atımında harmanimi topluyorum. Düşlerin kulübesinden çıkarak ormana dalıyorum. Soğuk ve mavimsi bir bahar göğünde, ayın soluk ışığının, öylesine erinç ve dinlence vaat eden ormanın içlerinde gezinişiyle, eğrelti otları ve at kuyruklarına basarak, -sırtımı kuzeye verip- bir sedir ağacına yaslanıyorum. Ormandaki kaynaklardan dökülen suların çağıltısında omuzlarım ürperiyor, hayatın ve ölümün amansız baskılarını benliğimde duyumsayıp, ağaçların arasında -kaplan gözü gibi- parıldayan sabah yıldızına bakakalıyorum.Karşıma çıkan ilk çağlayanın kollarına bırakıyorum kendimi, funda yapraklarıyla kalçalarımı ovuyor, incecik kaburgalarımı ve göğüs kafesimin minicik incirlerini hafif hafif kırbaçlayarak, diri bedenimin özlemle yüklü kalmasını sağlıyorum. Sonra geyiklerin dilini vurduğu derelerden kabımı dolduruyor, gergedan kuşlarının sevişmesine tanık oluyor ve Attika baharlarının temiz havasını içime çekip, batıya doğru yürüyerek, uzakta Perillos’un heykelleriyle süslü, sığır kuyruğu biçeminde yayılmış, altınsı bir göz gibi yalımlanan, boğalarıyla ünlü Phalaris kentinin güneşli görüntüsüyle baş başa kalıyorum.
VI.
Sarı taç yapraklı, çiçeklerle dolu bir ırmağın kıyısında, söğüt ağaçlarına asılı kalmış yarasalara bakıyorum. Yarasalardan biri; ‘Kendimize ilişkin, kendi hayaletimizden, katıksız süresi türdeş uzama yansımış, renksiz bir gölgeden başka hiçbir şey algılamaksızın mı yaşarız’ diye garip bir şey söylüyor. Şimdi yaşıyoruz hepimiz gibi. Şimdi geleceğin en beri noktası, bir başlangıç, geçmişinde en öte noktası bir sondur. Ölümsüz ve ‘Asıl dokunulamaz olan şimdidir.’ Geçmiş ölü, gelecek doğmamıştır. Ölünce, -un ufak olup- bitimsiz bir geçmiş ve sonsuz bir gelecek olur, zamanı sileriz diyor. Orman içlerinden çokça uzaklaşmam, bu garip düşü görmeme yol açarken, kaçarcasına ormana dönüyorum. Yeraltından yükselen bir patırtıyla kendime geliyorum, yıldız biçeminde büyük bir kütle çıkıyor önüme ve bir zambak gibi açılarak, içinden tuhaf mı tuhaf yaratıklar çıkıyor: Kerberoslar, pegasuslar, kentauroslar, gorgonlar, feniksler, meduzalar ve daha niceleri beni aralarına alıp el çırparak oynatmaya çalışıyorlar. Kötücül olmadıklarını düşünerek; birlikte oyuna çağırıyorum onları, dolunay çıkıncaya dek dans ediyorum onlarla, sonra bir çemberin çevresindeymişçesine toplanıp oturarak aya bakıyoruz. Sanki bizi izleyen birileri var orada, sanki birbirimizle bakışıyoruz. Ve yaktığımız ateşin sisi ayın önünden dalgalanarak geçiyor. Oradakilerin ateşi, gizemli bir yalaza dönüşüp, gözlerimizin içinden bir hayal gibi akıp gidiyor.

VII.
..Sabah çift gövdeli bir palamudun çatalında uyurken buluyorum kendimi. Tüm gördüklerimin düş olduğuna karar verdim. Ne denli acıktığımı düşünerek, mantar aramaya başladım. İçinden garip sesler gelen tatlı su midyelerinden topladım, sonra onları gene ırmağa bırakıp, akşamdan kalan küllerin içinde bulduğum korları üfleyip püfleyerek yeniden tutuşturdum. Ormanın tinine dualar okuduktan sonra, sırım gibi dallardan edindiğim çubuklara mantarları dizerek, taşların arasında közledim ve kendime hedonist ruhların bile kıskançlıkla gözleyeceği bir ziyafet çektim. İlerde, dalların arasında peşinde bir geyikle dolaşan Artemis’in gölgesi ateşe düşünce, hemen gizlenerek, onun gizemli gülüşü ve hayvanları büyüleyişine tanık olmak için, soluğumu tutarak bekledim. Geyik, Artemis hızlanınca hızlanıyor, yavaşlayınca da durup sanki onun adım atmasını bekliyordu. Ormanın tüm hayvanları onu görünce ya soyluca bir duruşa geçiyor, yada alabildiğine güzel bir ötüş yada meleyişle serzenişte bulunuyor, musalar gibi şarkılar söylüyordu. Yakınlardan geçip gittiğinde, onun bu şarkılar alayına benim içimden de katılmak geldiyse de, kendimi güçlükle dizginledim. Taşların arasında iki yeşil yılan bile uykularını bırakıp otların içinden, onun ardı sıra süzülüp gidiyorlardı...Sonsuzca yaşam biçimi olsa da, ormanda yaşıyor olmaktan çılgınca bir sevinç duyuyorum. Göğsüm mutlanla dolu, başımı yukarılara kaldırıyor, coşkulu bir koroyla uçup, Artemis’e eşlik eden apak kuş sürülerine doğru dalıp gidiyorum....Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...

YAZARI:Ulus Fatih


Şiir Hiç'tir / Mustafa Nazif



şiir, "hiç" tir...
bu "hiç" in ötesindeki herşey hikâyedir!...
şiir, "hiç" tir...
ve şiir, sadece "budur"...

"hiç" nedir var mı bilen?..
ya; gerçekten hikâye anlatmasını bilen?
ama hikaye gibi değil,
"hiç" gibi...

şiir yazmasını bilen var mı?
hikaye anlatır gibi
ya; herşeyi bilen var mı?
hiç bir şeyi, bilir gibi...

şiir yazmak, cücelerin işi...
cüce kimdir, bilen var mı?..
hele saltanattan bahsedilince,
çöllere düşüp mecnun olanınız var mı?

şiir ne'dir?.. /// şiir = ne değildir...
cüce hiç olur mu hiç?
çöl, kum kum "hûûû" diye inlerken,
mecnûn; âşık olup, "hiç" olmaz mı hiç...

cücelerin temâşasına bak;
hiç işte! ne garip seyr-ü sefer
birkaç mısra yazmak ne büyük kerâmet (!!!!)
dön de sivrisineğin haline bak!...

hiç, bir şeyi bilir mi cüce;
veya herşeyi bir şey bilir mi?
ne büyük bir şey ki hiç'lik;
hiç'liğin aslında kerâmet...

bıktım, binbir gece masallarından;
gözüm, hiç bin gece masalları'nda.
yakut rengine bürünürken gece,
bir şiir yazılır "hiç"in son hecesinde...

şiir, "hiç" tir...
bu "hiç" in ötesindeki herşey hikâyedir!...
şiir, "hiç" tir...
ve şiir, sadece "budur"...

YAZARI: Mustafa Nazif


Öyledir - 1 / Ömer Serdar





ÖLÜLERE SEKİNCİ VAAZ

İlk Vaaz

Pleroma (Hiçlik ya da tamlık)…
Zamanın sarkacında mızrağa hedef olmamak için bırakılmış sözler vardı. Dışında olduğunu göstermenin en iyi yolu içinden vurulmamaktı. Şimdi indiğimiz yerden çıkacağız. Hades firarından bir Zeusçu doğmayacak. Titanlar denizi gizleyecek. Neden ? Belki sırası içinde belki de için(iz) açıldığında söyleşiriz.
Özetlersek, hiçlik tanımı ile başlar her şeyimiz. Hep hayatın içinden baktık, oysa yaşamak okyanusta bir zerre.
Kısıtlı güzel günlerimizi sonsuz çiçeklere bezedik. Saat sayısız çaldı, zaman sayıldı. Kargaşa, etki-tepki bahane, çeliğe su vermedik. Konarsak Pleroma geçer, geçersek her ufukta bakır bir çizgiyiz.
Virgül üzeri nokta, kısa kesitlerin bileşimidir: sonsuz eder. Abartılacak bir şey değil; Pleroma.
Eskidendi: Cadıları yakmak, Dionisos Rahibeleri’ nin Ditrambos’ larına tapınmakla aynı şeydi. Birinde tören takılarının şeridi buharda erirdi, diğerinde “ayı yavrusunu severken…” . Fakat şu tarih dalaşı ne gereksiz şey, kendi halinde olandan ayrılmaya gelmez. Kısa, kesitli öykülerin sonsuzudur tarih. El yapımıdır. Oldurmaktan söz edeceğiz biz, ama elle değil.
Daha ilk sayfada “yaratılmış dogma” yazılamaz. Uzun bir yola sığındıysa yolcu taşı yastık eylemiştir iz.
Evet, tam da hayatın içinden; tüm yasalara göre donanmış çim sahanın tam ortasında bir topukla gayzer çıkarmadan, yeşili sulamak kadar içten, içinden: Ne ilahi, ne zahiri, ne batıni.
Deniz, engin ama yine de karaya vuruyoruz.
Onun için:
Yasa boyutun, durum kesitin kaderini yazıyor.
İnsan.


YAZARI: Ömer Serdar (Ayvasha)


Bir Bahar Ayini / Ulus Fatih



BİR BAHAR AYİNİ( H e r m a f r o d i t )
I.
Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...Bazen aşağılardan mırıltılarla geçen yolculara bakıyorum, taş atıyorum onlara, ürkütüyorum hayvanlarını ve en önde ak bir tay üzerinde duran önderleri diyor ki; ‘Yukarılarda dağ keçisi olmalı, yoksa nereden sıçrar ki bu taş yağmurları.’ Sonra ağaçlara tırmanıyorum, alıçlar, böğürtlenler topluyorum, bademlerin yosunlu ıslak dallarına uyluklarımı yaslayıp, daldan dala geçerek, bodur ağaçlardan erik koparıyorum. Ormanın uğultusuna kapılıyorum. Yalnızım ve orman cinsleriyle kucak kucağa hep böyle yalnız kalacağım. Su birikintilerinde yusufçuklar boru çiçeklerine her konduğunda, mavi kanatlarını tutup çekiştiriyorum onların, çayırların üzerinde çocuk kalbi gibi titreşiyor böcekçik. Öğle üzeri örenleri dolaşarak, tepelerde yaban arılarının yuvalarına çomak sokuyorum, ardıç dalı renginde, sarılı kırmızılı şeritlerle, ürkütücü, incecik sokaçları dışarıda, uçuşuyor arılar. Yaprakların arasında kovalamaca oynayıp kaçışıyoruz ve peteklerden değneğimle sıyırdığım ballarını yalıyorum onların. Bal ağzımın kıyılarına dökülüp yayıldıkça; kelebekler, minicik böcekler gelip konmak istiyor dudağıma. Sonra aşağılardaki boğaza iniyorum, gün burçlardan süzülüp, yarıklardaki ejderhanın kucağına düşmeden sulardan çıkmıyorum, ağaç kabuğundan sandallarla yüzüp dolaşıyorum. Kabarık, gümrah toprakta dolaşan orman cinsleri, mutluluk ve şaşkınlıkla beni izliyorlar, üzerlerine gidersem geri çekiliyor, karşıya geçersem de hemen toplaşıp, yine merakla bekleşiyorlar. En çokta kuşlar ötüşüyor yıkanıp dökünürken, isketeler, sarı gagalar, çatal kuyruklar, çulhalar. Kırmızı kanatlı çayır çekirgesinin bile çıtırtısını duyuyorum çağıltılar arasında.

II.
Yapraklara yürüyen su, kutlu bahar tanrıçasının gözyaşlarıdır. Aşağılarda köylüler, tarladaki ürünlerini çapalayıp ter akıtırken, yorgunluk çökünce, komşularıyla yarenlik yapmaya başlıyorlar. Akşam dönerken, binitleri yolun sapağında bir görünüp bir yitiyor. Sesleri, orman cinlerinin, su perilerinin seslerine karışıp, tuhaf aksanlara dönüşerek kulağıma dek geliyor. Tatlı, dertsiz uğultularla söyleşiyorlar eyerlerinin tepesinde. Kimi zamanda hava dönüyor; uzakta, ovalarda birden patlayan bir hareketlilik gözlüyorum. Fırtına, bastıran yağmurla, her şeyi katıp katıştırarak, karman çorman ediyor, eşyayı ve insanları hırçınlaştırıp bozup dağıtırken, kızışkın bir belirsizliğe yol açıyor. Dallar hışımla eğilip doğruluyor, otlar saç saça baş başa kalıp, toprak karışıyor ve buğday dolu düzlüklerde şimşekler çakarak, ova bir o yana, bir bu yana savrulurken, sesler ürkücül bir heyulaya dönüşüp, tümsekleri aşarak, uzakta kararan gölgeler ve burgaçların homurtusuyla, ıssız dağlara doğru yükselip gidiyor. Ve birden ortalık umulmadık biçimde durularak, doruklarda çamların dikenli taçlarının, pırnalların, kedi tırnaklarının arasında güneş açıyor, az sonrada, yine hiç bir şey olmamışçasına, dağın karanlıkları arasından sızan ışıklar, kovuklarda kıpırdaşan uyuşuklarla kol kola, sanki işitilmez sessizlik dolu oynaşlar içindeymiş gibi yavaş yavaş batıyor.

III.
Serin mayıs sabahında çiçekler açmış, parmaklarım çiçeklerin kırmızısına bulaşmış, lagünün sisleri arasında, umarsızca çırpınan kuşlarla, düşte gezer gibi süzülen tazılar görüyorum. Dağ köylerinin kurnaz bakışlı tazıları, ağaçların yere yakın dallarında, uçamayan yavrular, kabarıp kösleşen toprakta kara tavuklar, çamların kovuğunda çılgın renkli tavuslar, düşten güzel kuşlar varmış gibi, bir kral edasıyla salınıp gidiyor. Ve mavi benekli tazının ağzındaki yabanıl kumru, kanatlarını çırpa çırpa, sağa sola çarpa çarpa tükenerek, bu yaşam sarhoşu, kıvıl kıvıl canlıların dünyasına veda ediyor.Şafağın bitişini muştuluyor keskin uluyuşlu yırtıcılar. Ve ürpertici sabah yelinin şımarttığı çayırlarda, yaprak gözlü karacalar suya inmekte ve alaca tüylü uzun kuyrukların tuhaf çığlıkları var sabahın sesinde. Kırlarda Venüsçiçeklerini koklayarak dolaşıyorum, koruların baygın kokusu burnumda tüterken, ulu bir ağacın dalları altında, birden gürültüyle bir sanduka düşüyor tepeden. Gümüş kapaklı minicik bir kutu, içinde gönüllerin saklandığı, altın simlerle döşeli, kadife tenli dörtgen piramit. İçini açıyorum, küçük mü küçük haberci Merkür, -Hermes kılığında!- sadağında oku, elinde yayıyla, anileyin sıçrayıp karşıma geçiyor ve karanlık bastığında, her zamanki gibi, Atena’nın sevişme vaktinin geldiğini söylüyor bana.
devamı var..
YAZARI: Ulus Fatih


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***