Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



İstanbul..// Leon Felipe



“ Burada bir şehir var, topraktan çıkıp sahibine çatmış, taştan ve mor bir yara”

Bulutlardan bahseder, tanrı ışıktır ve bulutlar onun makineleri gemiler, tanklar, uçaklar. Sıradan bir işçi sabah “o an” nesneyle arasında doğru olmayan, yaşamsal öneme sahip; görüngüsel bir ilişki kurar. Tanrının adsızlığıyla! Bu devşirme ilişki ya kötülüğün iktidarını yüceltir ya da işçinin sabrını, dışarı çıkmaya zorlanan birikmiş tüm öfkesiyle beraber boyun eğiliş kılar. Bir kölenin niyeti ne olabilir? Özgürlük eğer çok uzak olasılıksa, sahibinin ölmesini arzular. Yine de bu arzu çok kaba saba gelir ona. Ölüm iyilik olur kural koyan kişiye ve iyilik zaten çok güzeldir. Güzel olansa köle için sahip olunmuş olan nesnedir. Bir başka sahibi olamaz değerin. Değer güzeldir ve iyidir. İyi olan her şey köle için kötüdür. Kötülük geçmişle gelecektir. Tarihtir.İşçinin tarihi yalnızca anlıktır.

Bir işçinin anlık tarihi” o an” nesneyle arasında kuracağı, nesnelerle arasına alacağı mesafeyi; çelişkilerle biçimlendirerek takip ettiği zamandır. Anı devam ettirerek gerçek görüngüsel olanı devşirmesidir. Neye devşirdiği “ o an” ile bağlantılı; devşirdiği durumsa hem yücelterek sadık kalmayı ya da aşağılayarak kölesi kılınmaya sabrı gösterir.

Ontolojik dedikleri varlık sorunu işçinin sabah yeri süpürürken aklında dün geceden kalan iki kelime değildir: Bu iki kelime her ne kadar, kovulmak ve para; olsa da işçinin aklında bambaşka şeyler vardır. Güvercinler ve serçeler, onun gibi sabah kalkmış işine giden ve yasak yüzünden ofisine girmeden beşinci sigarasının izmaritini nefretle yere atan mutsuz adamın sureti; erkenden uyanmış balkonda sabah çaylarını içen cumhuriyetden emekli iki memur eskisi, misafir kaldığı evden sabaha doğru müşterisi sızdıktan sonra saçı başı dağınık çıkan fahişe velhasıl efendiler işçinin yeri süpürürken aklında yaşam vardır. Yaşamla arasında varlığını sürdürmeye değecek bir bağlantı kuruluyorsa bu da onun düşünmesidir. Düşünce işçinin anlık tarihi ve zamanı kısacık bir vakte sığdıran dev hareketidir. Bu devasa hareket sadece bir saniyelik çember diliminde olabilir. Metaforsuz dümdüz gerçekler yığını terinin tuzunda kalır.

Suda kımıldamayan bir hayvan gibidir hakikat.

Hakikatin kenti İstanbul’da bir iç işçi kımıldanması olmazsa, dışarıdaki işçi kendi adından “ş” ve “ç” harflerini atacaktır. İki ünlü harf yan yana geldiğinde bir anlam üretir.

İğrenmek.

İşçiler artık iğreniyorlar.

Şiir susuyor.

Şehir çatlıyor. Mor bir yarık açılıyor gökte. İstanbul karar’ıyor:

ya hakikatle çılgınlık nöbeti atlatılacak yahut yalanla bir devran mırıltıların haykırışlara dönmesiyle; dedikodunun kabesinde karanlıklara teslim olacak.



Leon Felipe


SULUSEPKEN ..// Erkan Ezbiderli



SULUSEPKEN


1


sonsuzluğun fırsatsız alaborası

yeniden başlıyor işte kıyıdayız

biliyoruz pişmanlığı, yaşamayı

hırçınlaşıyor telde hünerlerimiz.


2


belki açarken selama duracaktır

darağaçsız, küstah, yapraklarıyla.


3


açık kapı köşede süslü bir döşek

bolca söylenmiş bir öğüt aklında

ve dibin uçurumunda sulusepken.


4


belli belirsiz anlara ölüm oruçları

daha oynak bile değilken tuşlarda

bak ayakkabısız bir ayak deliriyor.



5


öyle ki, bağrı açık karda yürümek

buzullarla tutuşmak, denize doğru.


6


tam tepedeyiz ki biliyoruz o isyanı

zehirli ellerden bakiye, zamansızız

ıstakoza boyalı kaçak gözlerin hızı

uluyor mezarlıkta aç! köpeklerimiz.



Erkan Ezbiderli


DENİZE İNEN SOKAK ...// Mustafa Resa Becan



Bu dik yokuşta ev tutmak benim fikrim değildi, tercihim düz ve geniş sokaklardan yanadır. Fakat Müjgan'a karşı yürütülen bir mücadelenin kazanılma şansı pek yoktur ve sonunda ben de kaçınılmaz kaderime çaresizce boyun eğdim. Sevgilisinin istekleri doğrultusunda sürüklenen kişiliksiz bir adam izlenimi bıraktığımın farkındayım ama gerçek pek öyle sayılmaz. Ne yazık ki bu gerçek tam olarak açıklayamayacağım kadar karmaşık. Sadece var olduğunu ya da olması gerektiğini biliyorum, hepsi bu. Bir gerçek her zaman bir yerlerde bulunmalı. Beraberliğimiz, dokunma mesafesinde bile uzak olma durumunun sürekli tekrarı ve bu tekrarın bitimsizce arzulanması şeklinde tanımlanabilir. Çoğunluk tarafından yadırganması normal olan bu tanımın üstündeki belirsizlik bulutunu, bir Vertigo çifti olduğumuzu dikkate alarak dağıtmak belki mümkün. Eğer bu bir aşksa, daha önce aşk üzerine yapılan bütün metafizik yorumların gözden geçirilmesinde yarar var. Bunu yapması gereken de ben değilim, Müjgan . Onun isteklerini yerine getirmeye harcadığım zaman hayatımı yeterince kesintiye uğratıyor, bir de ilişkimizin çözülemez sarmallığı üzerine kafa yoracak halim yok. Bizim gibi sosyal açıdan hiç de sevimli gözükmeyen bir çiftin ilişki analizi kimi ilgilendirir ki? Keşke bu sözlerimde samimi olabilseydim. Gerçekten bu analizin beni bile ilgilendirmemesini çok isterdim, ama ne zaman farklı bir zihinsel etkinliğe yönelmek istesem bu konu mutlaka bir yolunu bulup düşüncelerime sızıyor ve bütün farklılık girişimlerini kendine özdeş bir aynılığa dönüştürmeyi başarıyor. Ben de işte böyle düzenli aralıklarla, onunla bir Vertigo konferansında tanıştığımız noktaya dönüyor, birlikteliğimizi bu geri dönülmez konuma nasıl taşıdığımıza kafa yorup duruyorum. Bilmeyen için belirtmek yerinde olur, yılda bir kez San Fransisco'da düzenlenen dünya konferanslarının yanında, ülkeler, yıl içinde kendi ulusal toplantılarını da organize etmekte özgürdürler. Özgürlerdi demek artık daha doğru, çünkü kısa bir süre önce bütün etkinlikler dünya hükümetlerinin aldığı ortak bir kararla durduruldu. En önemli gerekçe olarak da bu oluşumun kitleler üzerinde yol açtığı ve son derece zararlı olabileceği öne sürülen bir yabancılaşma türü gösterildi. Bu artık gündelik yaşamın tekdüzeliğini dengeleyen eğlendirici bir seçenek olmaktan çıkmış, hayatın bütününü hedef alan yayılmacı bir harekete dönüşmeye başlamıştı evrensel yasak bildirisindeki açıklamalara göre. Haberi öğrendiğimizde yeni bir yerel konferansın hazırlıkları içindeydik, katılım başvuruları arasından James Stewart'la Kim Novak' a en çok benzeyen çiftleri seçmekle görevlendirilmiştik ve her şey bir anda son buldu. Yasak kararından Müjgan'ın benden daha fazla etkilendiğini belirtmeye bilmem gerek var mı? Kendi adıma bu karara gizlice sevindiğimi bile söyleyebilirim. Benim ancak saçma sapan şeyler yazabileceğime inandığı için Müjgan notlarımı pek okumaz, bu nedenle açık konuşmamda sakınca yok. Hayatımı makul ölçüde renklendirdiğini düşündüğüm bu organizasyon artık keyifli olmaktan çıkmak üzereydi. Gerek Dünya Komitesi, gerekse biz yerel katılımcılar tekrarın büyüsüne kendimizi öyle kaptırmıştık ki, oluşumu geleceğe taşıyacak yenilikleri tasarlamakta yetersiz kaldık. Bana kalırsa bunu başarmak hiç de o kadar kolay değildi ve özgün film, değiştirilemezliğinin olanca heybetiyle varlık nedeni olduğu konferansın önünü yine bizzat kendisi kapatıyordu. Kısacası sistem kendini bize karşı korumakta böyle paranoyak bir telaş göstermeseydi, hareket zaten yakında kendini bitirecekti.


Bundan bir süre önce, zamanımızın pek çok genç erkeği gibi mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra hidrolik vana ve benzeri teknik gereçleri imal edip pazarlayan bir firmada işe başlamıştım. Bilindiği gibi insanlar genelde mutsuzdur, birileri bunun yaşamın sürmesi için gerekli olduğunu bile söylemişlerdir. Ama mühendisler gerektiğinden de fazla mutsuzdur ve mekansız bir direğe zincirlenmiş konumda kendisinden kaçırılan dünyayı umutsuzca izliyormuş hissini yaymakta bu mesleğin kayda değer bir başarısı vardır. İşte beni 'orada' olamamanın doyumsuzluğuna mahkum eden bu hissin aymazca saldırıya geçtiği gecelerden birinde, mail adresime gelen bir çağrıyı zincirlerimi gevşetme fırsatı olarak kabul ettim. Dünya çapındaki Vertigo Konferans serisinin bundan böyle ülkemizde de düzenleneceği bilgisi verilerek belirtilen özelliklerdeki adayların katılımının beklendiği bildiriliyordu. Beni tanıyan birilerinin yaptığı kötü bir şaka olduğunu düşündüm önce, ama şöyle bir zihnimi kurcalayınca aklıma böyle biri gelmedi, kötü niyetle bile olsa bana bu zamanı ayıracak birini tanımıyordum. İnsanlar ne de olsa sevdiklerine şaka yaparlar, oysa beni seven az sayıda kişi için herhangi bir espri yeteneğinin varlığından söz edilemezdi . Bu ihtimali dışlayıp aranan özellikleri okudum, tabii önce iyi bir Alfred Hitchcock izleyicisi olmak ve özellikle konferans konusu olan filmi saplantı ölçüsünde sevmek koşulu aranıyordu. Erkek adaylarda aranan nitelikler içindeki 'ince uzun yapılı, orta yaşlı' ifadesinin ikinci terimi biraz can sıkıcı olsa da, hemen peşinden, fizik şart sağlandığı takdirde yaş konusunda esneklik gösterilebileceği ve yükseklik korkusu sahibi olmanın da artı bir avantaj olarak değerlendirileceğini okumak yüreğime su serpti. Yalnız gecelerime eşlik eden Hitchcock DVD leri arasından Vertigo'yu seçip, Madeleine'in ölümüne kadar olan ilk bölümü bir kez daha izledim. Sonra da oldukça ayrıntılı soruların yer aldığı başvuru formunu doldurup yolladım. Özniteliklerimizle ilgili soruların yanında, filmin kısa bir yorumu, en sevdiğimiz sahneler gibi bölümler de yer alıyordu. Bir hafta kadar sonra, başvurumun onaylandığını bildiren bir mail aldım, belirtilen zamanda A. adresinde kesin kayıt için bulunmam isteniyordu. Randevunun bir tatil gününe denk gelmesi hoş bir tesadüftü ve kent merkezine yakın adresi bulmam zor olmadı. Oldukça yüksek, eski bir yapıydı bu. Çevresinde dolaştım girmeden önce, rutinin dışına çıkılmak üzere olan bütün durumlarda olduğu gibi kaygıyla korku, tedirginlikle heyecan arası, imkanlarımı zorlayan belirsiz bir şey tarafından rahatsız edildim. Birazdan hiç bilmediğim bir yere girecektim, o yer de beni hiç bilmiyordu ve bu iki hiçliğin az sonraki çakışması matematik kuralı haklı çıkararak bir varlığa dönüştü. Hatta kural biraz abartılı işlemiş olmalı ki, varlık sayısı birden fazlaydı. Özel giysiler içindeki karşılama ekibinden biri işlemlerimin en üst katta yapılacağını, asansör bozuk olduğu için de merdivenleri kullanmam gerektiğini söylediğinde, yükseklik korkum nedeniyle bu isteğini yerine getiremeyeceğimi bildirdim kendisine. Bunun üzerine beni hararetli bir şekilde kutladı ve önceden hazırlanmış olan kartımı bir nezaket cümlesiyle teslim etti. Ardından bir başka görevli beni konferansın yapılacağı tek katlı ve geniş bir alana yayılmış binaya yönlendirdi. Sanırım kendimin bir miktar ötesine geçmiştim ya da eski varoluşuma farkından olmadan bir ek yapılmıştı, çünkü bu yeni mekana rahatlatıcı bir aidiyet duygusu ve olumlayıcı bir ruh halinin eşliğinde girdim. Profesyonelce kotarılmış başarılı bir organizasyon olduğu açıkça belliydi, görevlilerin giysileri yine özel ama öncekilerden farklıydı. Bir kadın ve bir erkek beni saygıyla karşılayarak açılış kokteylinin yapıldığı salona kolayca ulaşmamı sağladılar. Göz alıcı ölçüde geniş bir salonda, ilk bakışta biraz algı güçlüğüne neden olan bir çiftler yığınıyla karşılaştım dersem hiç de abartmış olmam. Fakat elbette yeni ortamlar daima bir miktar olumsuz gizem içerir, onu tüm ayrıntılarıyla kavrayıp aşmak için de belirli bir süreye gereksinim duyulur. İşte bu süreyi nasıl değerlendireceğimi kaygıyla düşünürken yanımda beliren bir şahıs, yabancı bakışların üzerimdeki öteleyici etkisine karşı koymama ve salonun diğer ucuna geçmeme yardımcı oldu.


Salonun bu yakası, ilk bölümün aksine, konferansa yeni katılan teklere ayrılmıştı, Müjgan'la tanıştırılmam da burada gerçekleşti. Her şey önceden belirlenmişti ve biz nedenini sorgulayamayacağımız biçimde birbirimize uygun görülmüştük. Güzel sayılırdı, ben pek benzetememiştim ama orada bulunduğuna göre Kim Novak'ı andıran bir yanı mutlaka vardı, ayrıca psikoloji bölümünde yüksek lisans yapıyordu. Küçük tanışma törenimizden sonra yeni eşleştirilmiş çiftlerin görüşmeye alındığı küçük odalardan birine götürüldük. Aynı tipte yan yana sıralanmış çok sayıdaki odadan biriydi bu, her birinde görevlendirilmiş deneyimli çiftler yeni gelenlere önce kuralları bildiriyor, sonra da onlara bağlı kalınacağına dair konferans yeminini ettiriyorlardı. Kurallar derken de öyle uzun bir liste anlaşılmasın, hepsi sadece iki taneydi. İlki, güçlü bir tutkuyla birbirine bağlanması zorunlu olan çiftlerin asla tam anlamıyla kavuşamamalarını emreden kuraldı. Kısacası, cinsel ilişki kesinlikle yasaktı.


Kural bildirimi aşamasından sonra oryantasyon komitesinin bulunduğu bölüme giderek, bütün dünya için geçerli standart programlar ve görev dağılımları hakkında kısa bir brifing aldık. Konferansların kuramsal olan ilk bölümü filmin sekanslara ayrılarak izlenmesi ve bildirilerin sunulmasından oluşuyor, uygulama kısmında da amatör çekimlerin yapıldığı workshop'lar düzenleniyordu. Bizden, Madeleine'in Golden Gate köprüsünün altından denize atladığı bölüm üzerinde uzmanlaşmamız istendi ve böylelikle konferans dışındaki hayatımız da hep bir parça o bölümden izler taşıdı. Zaten bu bir anlamda zorunluydu, çünkü ikinci kural çiftlerden kadın olanın kent içinde ara sıra kuşku verici gezilere çıkmasını, erkeğin de onu yoğun bir ilgiyle izlemesini gerektiriyordu. Aynı çevrede uzun süre kalıp dikkat çekmemiz sakıncalı olabileceğinden, makul aralıklarla adres değiştirmek, bir kural olarak değilse bile çok önemli bir tavsiye olarak bildirilmişti. Ne de olsa bizler tuhaf görünümlü çiftlerdik ve semt sakinlerinin kendilerine benzetemedikleri insanlardan rahatsızlık duymaları da bilinen bir olguydu. Konferansın hızla yayılmasıyla birlikte bu tuhaf çiftlerin sayısının kelebek etkisiyle artması sonucu, bütün önlemlere rağmen her semtte en az bir Vertigo çiftinin bulunmaya başlaması da organizasyonun önündeki çözümsüz problemlerden biriydi. Bu dolaşımın emlak sektörüne getirdiği hareketlilik bile, yol açtığı sosyal huzursuzluğun yanında ihmal edilebilir hale gelmişti.


Müjgan ve ben, kentin alçakgönüllü kenar semtlerinde, eşyalarını sırtında taşıyan garip gezginler gibi üç yıl boyunca dolaştık durduk. Müjgan'ın ailesinin maddi durumu pek kötü sayılmazdı aslında ama o evini terk etmişti. Artık hayatta olmayan ve ölüm nedenini bana açıklamadığı isyankar teyzesinin başkaldırıcı ruhunu devraldığını gururla tekrarlıyordu her fırsatta. Dersleri dışında, bir şirketin insan kaynakları bölümünde yarı zamanlı statüde çalışıp ortak bütçemize katkı sağlıyordu. Bense, kuralları yerine getirmekle işimi aksatmamak arasındaki dengeyi sağlamaya çalışırken hayli zorlanıyordum. Kurgusal takipleri olabildiğince boş zamanlara denk getirmeye çalışıyorduk ama bu çaba yeterli olmadı ve bir süre sonra istifa etmek durumunda kaldım. Konferansın maddi yardımı, arabası olmayan çiftlere 1959 model bir Chevrolet vermenin ötesine geçmiyordu. Bunun sonucunda da, gerek kentte, gerekse dünya genelinde bu eski araçların hızla çoğalması, küresel ilerlemeyi öngören sistem tarafından zaman dışılığın tehlikeli bir saldırısı olarak yorumlanmakta gecikmedi. Haliyle biz de bu arabayı aldık, ancak yine de geçinmek imkansız olduğundan Müjgan'ın yardımıyla bir işe girdim. Mühendislikle ilgisi yoktu, çalışma saatleri biraz daha esnekti, ama insanlar yine aynı şeylerden şikayet ediyor, benzer özlemleri dile getiriyor, yönetiliyor ve denetleniyorlardı.


Gençtik, evli değildik ve üstelik ne halt ettiğimiz de belli değildi. Bu özellikler ev bulmamızı öyle güçleştiriyordu ki, bunu başarıp oturma sürecine girdiğimizde komşuların hiç de sevgi imlemeyen bakışlarında bile Mona Lisa'nın dingin gözlerindeki sonsuz rahatlatıcılığı bulabiliyorduk. Antika arabamız da dikkat çekiyordu haliyle ve onu sadece birimiz kullanmak durumundaydık. Seyredenler bilir, filmde kameranın, San Fransisco'nun inişli çıkışlı caddelerinde Kim Novak'ın arabasını izleyen James Stewart'a odaklandığı uzun planlar vardır. Bu nedenle arabayı benim, yani takip edenin kullanması daha uygundu. Kimi zaman yürüyen, kimi zaman da toplu taşıma araçlarını kullanan Müjgan'ı bu şekilde izlemenin nasıl yıpratıcı bir çaba olduğunu bilmem tahmin edebiliyor musunuz? Bizim bulunduğumuz zaman ve mekan parçası filmdekine kıyasla çok daha zordu. 1959 yılının San Fransisco'sunda değil 2000 lerin İstanbul'undaydık ve yaptığımız şey çılgınlıktı. Ama giderek gizli bir ayine dönüşen bu sapkın gezilere izahı güç bir tutkuyla bağlanmaya başlamıştım. Müjgan'ı gerçekten yitirme ihtimali, heyecan verici bir korku kılığında bütün benliğimi sarıyor, kurgu gereği onu belli bir noktada yakaladığımda ise bağlarını gevşetip uzaklaşıyordu. Onu olanca maddesel gerçekliğiyle karşımda gördüğümde yokluğunun büyüsünü kaybediyor, bir sonraki takip gezisini iple çekmeye başlıyordum. Buluşma yerlerimiz doğal olarak köprülerden birine yakın deniz kenarlarıydı, buralarda mümkün olduğunca diğer çiftlerle karşılaşmamaya özen gösteriyorduk. Arada çakıştığımız da oluyordu ister istemez, bazen de ben takip halindeyken başka Vertigo erkeklerine rastlıyordum, direksiyon başında sıkıntılı bir yüz ifadesiyle partnerlerinin izini bulmaya çalışıyorlardı. Mutlaka ki bu çiftlerin de anlatacak çok şeyleri vardır ama ben sadece kendi öykümüzü biliyorum, belki onlar da kendilerininkini yazarlar bir gün. Bir de hiç tanımadığım bazı insanların beni izlediğini fark ediyordum bazı günler, bir süre ısrarla arkamdan geliyor, sonra da ortadan kayboluyorlardı. Aynı evde altı aydan fazla kalmamamız, barınma sorunumuzun çözümündeki en büyük güçlüktü kuşkusuz, bunu nasıl başardığımızı sormazsanız biliyorum, sorarsanız bilmiyorum. Şu an bir düş gibi anımsadığım bu dönemin gerçekten yaşandığına ben bile inanamazken başkalarını nasıl inandırırım, hiç bir fikrim yok. Belki böyle bir zorunluluk da yok, nasılsa bütün yaşanmışlıklar sonunda bir şekilde rüyaya dönüşür. Sürekli değişen komşularımızın yüzlerini birbirine karışmış zamanların içinde garip bir farksızlığa bürünmüşler gibi hatırlıyor olmam da bu dönüşümün bir sonucu olsa gerek.


Bütün güçlüklere rağmen gerektiği gibi yaşamaya çaba sarf ettik. Yurt dışına çıkamasak bile arada yanılmıyorsam üç İstanbul Konferansında daha görev aldık. Daha önce söz ettiğim o bıkkınlık, keyfin keyif olmaktan çıkma noktasına da sanırım az kalmıştı. Müjgan'ın bedenini önce kaybedip sonra bulmanın eş aralıklı döngüselliği, aramızda hiçbir tensel birleşme olmamasına rağmen o bedeni yüzlerce kez fethetmişim gibi, tat vermeyen bir doyum hissi üretiyordu artık. Bunun yanında Müjgan'da da olağan dışı bazı gelişmeler gözlemlemeye başladım. Kaybettiği teyzesinden daha sık söz ediyor ama ölüm nedenini açıklamaya yine yanaşmıyordu. Hepsi ölüm temalı tuhaf şiirler de yazmaya başlamıştı ki, bu aşama gerçekten biraz ürkütücüydü. Aslında her şeyde ironi aramaya meraklı tuzu kuru kişiler psikoloji yüksek lisansı yapan birinin psikolojisindeki bu bozulmadan da malzeme çıkarabilirler, ama içinde yaşayanlar için olgular hiç de böyle komik olmayabiliyor bazen. Durumu günden güne daha kaygı verici hale geliyordu, sudan sebeplerle çıkardığı tartışmaların yanında anlamsız istekler de öne sürmeye başlamıştı. Semptomlar özellikle güneş battıktan sonra şiddetleniyor, hava karardıktan sonra da beni pencerenin önünde saatlerce kendisiyle birlikte sokak lambalarını seyretmeye zorluyordu. Zaten az sayıda olan arkadaşlarım ve ailemle bağlantılarımı en aza indireli çok olmuştu. Özellikle annemin ne kadar endişelendiğini tahmin edebiliyor ama kötüye gittikçe beni kendine tutsak eden bu garip kız yüzünden haftada bir ettiğim kısa telefonlar dışında ona da pek bilgi veremiyordum. Gündüzleri biraz normale dönüyordu dönmesine, ama takipler bence artık çok riskli olmaya başlamıştı, bu ruh halindeki birinden herşey beklenebilirdi. Bizi bu kuraldan affetmesi için konferans eşbaşkanını aramayı önerdim, şiddetle reddetti. "Merak etme", dedi, "Korkmana gerek yok, henüz o düşündüğün şeyin zamanı değil, ama yollarda zaman geçirmekten sıkıldım. Bundan sonra denize giderek daha çok yaklaşacağız."Dediği gibi de yaptık, her ev taşımada denize biraz daha yakınlaştık. Bunun için daha fazla paraya ihtiyacımız vardı ama ben Müjgan'a zaman ayırmaktan yeni işimi de aksatır hale gelmiştim, en sonunda oradan da kovuldum.


Belirsiz bir zaman kipi olan geleceğin, tahmin edilemeyeni daha çok içerdiği iddia edilir. Bunun karşı ucunda da, geçmişin deneyselliğine bağlı oluşan gelecek tasarımı vardır, bunları eski yalnız gecelerimdeki okumalarımdan hatırlıyorum. Bizim geleceğimiz bunlardan hangisine uyarlanabilir acaba? Bu zaman kipi gerçekten kafa karıştırıcı ve Müjgan'ın henüz bu genç yaşta teyzesi ve eski filmler aracılığıyla, hiç bir öngörüye ihtiyaç duymayan geçmişle bağlantı kurması kendince bir çözüm yolu belki de. Geçmişin geri gelemeyecek olmasını da pek kabullenemediğini söyledi bana üstelik. Özellikle Konferansın dünya genelinde yasaklanmasından sonra bu tür tuhaf konuşmaları daha da artmıştı. Denize doğru olan hareketimizden ödün vermeye de hiç yanaşmıyordu, hatta bu arzusu daha da güçlendi. En sevdiği buluşma yerlerimizden biri olan Haliç Köprüsü'nün Ayvansaray ayağına çok yakın, Fener semtindeki bu dik yokuşa taşınmamız da bu arzu patlamasının eseri zaten. En azından burada para sorunumuz biraz azaldı, onun entelektüel arkadaşlarından biri, artık kullanmadığı eski evinde düşük bir kirayla istediğimiz kadar oturabileceğimizi söylemiş, bir yanından geniş bir Haliç manzarası, diğer yanından da Rum Lisesi görülebiliyor. Müjgan, bu sokakla, filmde James Stewart'ın oturduğu yokuş arasında benim katılmadığım bir benzerlik kuruyor sürekli. O Kim Novak' a ne kadar benziyorsa, bu yokuş da filmdekine o kadar benziyor bence, bu konuyu onunla tartışmaya hiç gerek yok tabii. Son zamanlarda da kafayı, Denize İnen Sokak adlı kayıp bir filme takmış durumda, o filmin bir kopyasını bulmam için baskı yapıp duruyor, sanki elimdeymiş gibi. Neyse ki arkadaşı bize bolca eski filmin yanında, eski bir pikap ve yetmişli seksenli yılların seçme caz albümlerini bırakmış, bunlarla oyalamaya çalışıyorum. Şiir yazmaya da devam ediyor elbette, ama artık işi daha sıkı tutup yazdıklarını bana göstermiyor. Akşamlarıysa sahilde uzun gezilere çıkıyoruz, Haliç Köprüsüne doğru. Yükseklik korkumu unutup merdivenlerden tırmanmayı önerdi bir seferinde, bunun benim için imkansız olduğunu hatırlattığımda ise itiraz etmeyip sessizce geri döndü. Sokak lambalarına olan tutkusu da burada fazlasıyla karşılığını buluyor. Kimi yarı çökmüş durumdaki, kimbilir hangi zamanların geçişine tanıklık etmiş köhne binaların yüzeylerine, o zamanların izini ararcasına ışığını yansıtan bu lambaların her biri için ayrı bir şiir yazmak istediğini ama bunun imkansız olduğunu söyledi bana. İmkansız derken şiirsel yeteneğe mi vurgu yaptı yoksa başka bir şey mi ima etmek istedi, bilemiyorum. Bir çoğunu olduğu gibi bu sorumu da yanıtsız bıraktı. Geçmişle ilgili konuşmasını yaptığında da o lambalardan birinin altındaydık. Çok hoşlandığı bir konuyu tekrarladı önce, ünlü bir çağdaş düşünürün Hitchcock sineması ve özellikle Vertigo filmi analizlerinden söz etti, anlamakta zorlandım her zamanki gibi ama belli etmedim. "Geri dönülmezlik kuralına inanmıyorum", dedi sonra birdenbire. "Geçmişin bir yerlerde birikip geri döneceğine inanıyorum. Kaos teorisinde de buna benzer bir fikir var. Bugüne kadar bunu kimse görmedi belki ama bir gün olması kaçınılmaz." Sonra da kendisini Vertigo'daki o ölümsüz dev ağaçların bulunduğu ormana götürmemi istedi benden. Görüldüğü gibi istekleri giderek yerine getirilmez bir karaktere bürünüyor. Bir de şu henüz zamanının gelmediğini söylediği şey kafamı kurcalıyor sürekli. Bu bekleyiş gerçekten tedirgin edici.

Mustafa Resa Becan


KENDİNE KAPANMIŞIN SARSAKLIK NOTLARI..// Melek Ekim Yıldız



Eylemsizliğin de eylemek olduğunu henüz bilmediğim günlerdi. Hareketsizliğime dair, sırayla, ruh halime göre değiştirerek kullandığım iki ayrı teorim vardı; her ikisi de kulağıma hoş geldiğinden, seve seve sonuna dek faydalandığım.
İlkinin adı “ labirentini sevmek” idi. Genellikle pazartesi, çarşamba, cuma ve pazar günlerini sıklıkla açıklıyordu. Kalan günler içinse “ sarsaklık korkusu” adını verdiğim açıklama pek bir rahatlatıcı geliyordu. Yani aslında, durumumu “ labirentini seven sarsak sendromu” ile genel olarak açıklamak pekala mümkündü. Doğru bütünü yanlış parçalara ayırmayı eğlenceli buluyor olmalıydım ki, kendime dair açıklayıcı bilgileri limelemeye çok hevesliydim.
Açıklamalarımı çoğunlukla, haftada bir temizliğe gelen ve nasılsa benden vazgeçmemiş tek insan olan Semiha’ya yapıyordum. Her Perşembe. Bir perşembeden diğerine, notlar alıyor ve Semiha evin içinde toz alır, halı siler, lavabo ovarken peşinde dolanıp, ateşli ve ısrarlı bir tavırla açıklayıcı bilgilerimi peş peşe sıralıyordum. Semiha tepkisiz ve ifadesiz duruşunu pek bozmuyor, yalnızca arada bir bana dönüp, “ ayağıma dolanma, bir köşede otur oku notlarını” diyordu. O zaman yüksek ses kullanmam gerekir, oysa bu bilgiler “ fısıltıyla aktarım okulu”’nun, fısıltıyla iletilmesi gereken verileridir, diyerek itiraz ediyordum ve ayağına dolanmanın miktarını artırdıkça arttırıyordum. Evimi arındırma işini büyük bir özveri ile yerine getiren o ulu kadın ise, “ la havle” manasına geldiğini tahmin ettiğim bir hareketle işine devam ederken, onunla özenle kirletilmiş odalar arasında mekik dokuyordum. Öğle saatlerine doğru “ acıktım” diyordu Semiha, kös kös mutfağa yollanıyordum. Yalnızca Perşembe günleri yemek pişirdiğimden çok iyi bir aşçıydım. Çok iyi ve eli tez bir aşçıydım hem de. Acıkmış ve pisliğimi temizlemekten şimdiden bitap düşmüş Semiha’ya bütün hünerimi gösterebilme hırsıyla mutfağa dalıyor ve sebzeleri ince ince doğruyordum.

Öğle yemeği saati perşembelerin en sevdiğim anlarındandı. Yemek boyunca Semiha’nın perşembe olmayan günlerde temizliğe gittiği evlerden topladığı bilgileri paylaştığımız için, dünyadan haber alma hakkımı hakkıyla kullanıyordum. Yüzlerini görmediğim insanların kirlenmiş evlerinin arınma törenini bizzat yöneten Semiha’nın anlattıklarıyla kurduğum dünyamdan gelen yeni haberleri aç gözlülükle yutuyordum lokmalarımın arasına katık edip. Dört çocuklu Gülcan hanımın kocasının metres tuttuğuna ilişkin şüphelere sonuna kadar katılıyor; müteahhit Şemsettin beyin yeni inşaata başlamasına seviniyor, öğretmen Aylin hanımın üniversite sınavını yine kazanamayan zıpır oğluna kızıyordum iyiden iyiye. Semiha kimi evlerin pisliğinin akıl almazlığından söz edip dertlenirken zihnimin odalarının akıl almaz kirliliğini başka öğle yemeği masalarında dile gelip gelmediğini merak ediyordum.

“ Bir kahve yapayım da içelim” diyordu Semiha yemeğin sonunda. Olmazdı. Bir kez bile kahveyi ona yaptırmamıştım. “ Ben yaparım” diye fırlıyor, az şekerli, olabildiğince köpüklü iki fincan kahveyi özenle masaya getirene kadar, onu anlattıklarını daha çok anlatması için teşvik ediyordum. Kahvelerimizle birer sigara tellendirirken, az sonra başlayacak, fal bakma bahanesiyle Semiha’nın beni adam etmeye odaklanmış söylevine hazırlanıyorduk ikimiz de. Ters çevrilmiş ve soğumayı bekleyen fincan geçmişten ya da gelecekten haberler vermiyor; bir dizi yaşam düzenleme önerilerini peş peşe sıralıyordu yalnızca. Her perşembe yinelenen bu oyunu hakkıyla oynuyor, Semiha fincanın içine bakarak konuştukça kafamı sallamakla yetiniyordum. Semiha’nın bir hafta boyunca onun için biriktirdiğim, kendime dair açıklayıcı bilgiler listeme karşılık olarak bana özel iyileştirme formülleri geliştirdiğine inanıyordum. Beni önemsiyorduk; sürekli yinelenen bu durumu katlanılır kılan tek şey bu önemseme durumuydu.

Fal faslı bittikten sonra o kalan işlere dönüyor, ben de aceleyle peşinden seğirtiyordum. Perşembenin giderek sona ermekte olduğunun bilgisiyle paniklemiş olduğumu gizlemeye gerek görmüyordum.

Gün bitiminde Semiha’yı yolcu eder etmez, çarçabuk henüz temizlenmiş odaları kirletmeye koşuyordum. Sarsaklık korkumu bir yana itebildiğim tek gün bitmeden, sarsaklığımdan olabildiğince yararlanarak, evimi bir sonraki perşembeye hazırlamanın telaşına düşüşümü ise kesinlikle komik bulmuyordum.

Kalan günlerimi labirentini sevmek ve sarsaklık korkusu üzerine kafa yorarak geçirdiğimi saklamanın manası yok. Amacımın kölesine dönüşmekte olduğumun farkındaydım elbette, ama bu köleliğe itiraz için gerekçe bulamıyor oluşum elimi kolumu bağlıyor ve beni labirentimi daha çok sevmeye zorunlu kılıyordu. Sarsaklık korkum sokaktan ve diğerlerinden kopmama neden oluyor; bana Semiha’nın temizlediği evlerden ibaret bir dünya kurmanın yeterince korunaklı olduğunu düşündürüyordu.

Şimdilerde sevdiğim, giderek daha çok seveceğim labirentime girmeden önce sıkıntıdan patlıyordum. Canım o kadar çok ve her şeyden öyle sıkılıyordu ki, kendime Cioran’dan esinlenerek “ zaman çiğneyicisi” adını vermiştim. Sıkıntıdan patlayan kalpler diğerlerine yanaşamazmış. İşte bu, yengeç adımlarıyla – yan yan yan yan yan – diğerlerinden uzaklaşmanın, yuvam diyeceğin bir labirente girmenin nedenidir. Canı sıkılan bir zaman çiğneyicisinin kolaycılığı kendini derin olduğuna inandırmasıdır. Oysa derin olmak kolaydır, der Cioran. Kendimizi kusurlarımızın içinde boğulmaya bırakalım yeter! Eylemsizliğin de aslında eylemek olduğunu bu cümleleri okuduğumda anlamış, kendimi sarsaklığımın, daha doğrusu sarsak ruhumun kollarında boğulmaya bırakışımı haklı kılacak o cümlelere sımsıkı yapışmıştım.

Artık sarsaklığımdan utanmıyorum, labirentin diğer ucuna her Perşembe bıraktığım, kendime dair açıklayıcı bilgiler notlarımdan ve diğer perşembeye dek onlara ulaşma çabamdan hoşnutum. Zaman zaman üniversite sınavını yine kazanamayan Aylin hanımın oğluna epeyce dertlendiğim oluyorsa da, yo hayır, sokağa çıkmayı hiç düşünmüyorum.

Melek Ekim Yıldız


DARP’IMESEL..// Ulus Fatih



Çok eski zamanlarda, Isfahan'da ya da Semerkant'ta tacir idim. Mehdi'nin işini bozarak, oyun oynayacak dedikleri Deccal'in -imansız köpek!- nedendir bilinmez Delhi surları önünde, yakalanıp öldürüldüğüne ilişkin söylentinin, ayyuka çıktığı bir zamandı.

Dendiğine göre ceset yakılmaya çalışılmış ama tutuşmamış, parçalara ayrılmaya çalışılmış ama bölünmemiş ve ancak bir Fergana atının kuyruğuna bağlanarak, kümbetleriyle meşhur, serdar şehri Bikaner'e dek şehir şehir gezdirilmiş ve sonunda lime lime dağılarak ancak atın kuyruğuna bağlı ip bulunabilmiş. Ve mevtada böylelikle artık cinlere, hecinlere karışmış idi...

Bilirsiniz ki dostlarım, Hinoğlu hin hintliler için, Cin oğlu cin de Çinliler için söylenmiş idi. Arap tüccarlar kervanlarla Çin'e, Hindistan’a gelir ve dönüşte akar ya da kâr getiren olayların menşei sorulunca, mesleki sır dürtüsüyle Cinler (Çinliler) bilir ya da sırrı şeytanın üzerine yıkmak için, Hin oğlu hin yapmıştır diyerek, bazı kurnazlıkları ve sır ehli meşguliyetlerini bu kavimlerin üzerine atarak kurtulurlar idi. Hatta içlerinden birinin, Hilkat çeşmesinden su içerek; 'Adem ki, Havva'yı doğurdu; öyleyse o da bir dişiydi' dediği söylenmiştir.

Sonra bir zamanlar, nasıl olduysa, yeşil Vermion dağının eteklerindeki Veriya'ya gelmiş idik. Yabani davar güderek, Danca, Romence konuşan dağ köylüleriyle konuşur idik. Yol kenarlarındaki bağlarda, üzüm salkımlarının, atların kaldırdığı tozlarla olgunlaştığını ve surların ve şehirlerin bu toz bulutu içinde silinip, helak olduklarını görür idik. Mehesti'ye aşık Hayyam'la da oralarda tanışmış idik. Bir karavelaya binip Hürmüz'e geçmiş, arı dalağı tilaveti ve yeşil gözlü cariyenin elinden, çöl hurması yiyerek avunmuş idik. Yont kuşunun ötüşü ve Şehrazat'ın daussılaya bakan cumbasının üzerinde ötüşen kumruların, yürek yakan sızılarıyla kavrulmuş idik…

Toprak sıçanı yiyenler, çıfıt çarşılarını gezenler ve sokak içlerinde doğum yapıp, öğürüp böğürenler de var idi. Sanki Kabil Nod ellerine gelmiş, Hanoh doğmuştu. Ve o hünsa, Neptün’de zambaklar koklar iken, Merkür'de uyuyordum ipek sariyelerle diye şarkılar söyler idi...

Su nilüferinin üzerinde Buda’yı gördüm. Kısa Pepen ve haberci tanrı Hermesciğim diye boynuma sarılanlar var idi. Sığırın ve tahılın ruhu, güneş okyanusları, kalem erbabı Nehemya ve tanrı Lahar’da yanımızda idi. Kemikten omurgalar bir 'Balzac Evreni' çiziyordu tepelerde, şol gülüşlerle sevişir idik...

Azrailin gözleri ateş donunda idi. Kuşun büyülü şakıyışı ve ozansı dilbazlığı tanrı kutsal ışıklara dönüştürüyor ve bu sesi ancak iyi kalpliler duyabiliyor diyenleri görür idik.

...

Ey kul, zulmedenleri unutma!.. O ki sana, ömür saatinde, saadetin ebedi, dillerin bereketli, arz-ı hallerin de katre katre zişân olsun buyurur ve o ateş ormanları içinde, erguvani yangınlar üzerinde oturur!..

Dönüşü olmayan yol yok!..
Ölüyor ve hiçlikler içinde
Her şey oluyorsun.
Hayy-ı lâ yemut.
Ölmeyene and olsun!..


ULUS FATİH


UNDERGROUND POETIX 6.Sayısı ÇIKTI!..



UNDERGROUND POETIX: 6

A) Interzone'da Beat'ler

Paul Bowles ile bir söyleşi

B) Nick Zedd

underground poetix özel röportajı

C) The Allen Ginsberg Project: İnterview with John Lofton

D) NO WAVELENGTH

THEPARA-PUNK UNDERGROUND

Village Voice film eleştirmeni Jim Hoberman

New York New Wave film sahnesi ve

Vivienne Dick'in yeni

super-8 filmlerini

yazıyor.

E) Müzik, Gürültü & Politika

F) BIKINI KILL

G) RIOT GRRRL MANİFESTOSU

H) "Aynen Çağlayan Dağları Gibi"

Gary Snyder'ın

Dünyaya Açılan Penceresi

I) junkie-punk Richard Hell

&Destiny Street Üzerine

J) SOME INFORMATION ABOUT FIFTY-NINE YEARS OF EXISTENCE

henri michaux

K) Orospu

Mutant

Manifestosu

L) Bukowski ÜZERİNE-A.D.WINANS

M) MEAT KUŞAĞI

Yok, doğru yazıldı, "beat" değil; MEAT

N) MAYMUN DÜŞÜNÜR, MAYMUN YAPAR : Chuck Palahniuk

O) küçük İskender

P) Bob Marley & Futbol

R) Yves Klein

1928-1962

Derleme Yazıları

S) BEMBEYAZ ETEĞİNİZDEKİ

KAPKARA GRES LEKESİ

Kara Panterler Partisine genel bakış

T) Panik Hareketi/Sürrealizmi

U) DAN FANTE

V) Sonic Youth

W) CHARLES BUKOWSKI ANLATIYOR: JOHN FANTE

Y) OSMANLI DİVAN ŞİİRİNDE 'İNTERNET' TEMASI:

ŞAİR VEB'Î VE İNTERNETNÂME'Sİ

X) Prag'ın

Çiçek

Çocukları:

Prag Baharı

Z) ÖLÜ MEDYA MANİFESTOSU


Ceza...// Leon Felipe



1918 yılında Almanlar marksistler, yahudiler ve öteki hainlerin ihanetine uğradıklarına inanıyorlardı. Bir kuşak bunun üstünde doğdu, kustu, kan revan içinde kaldı ve sustu.

1980 yılında bir kuşak doğmadan kürtaj edildi ülkemizde. Bu cenin zamanla rahmin dışında gelişti, serpildi, boy attı ve yüzlerce ayrıksı karakterdenden bir halka oluşturdu. Şimdi bu halka kırılıyor. Fantezik çarpıtmalarla, patolojik aktarımlarla birbirlerini dehşetli bir çocukluk buhranına sokuyorlar. Öfke en kuvvetli yanları ve bu “kaos” aslında içlerinde saklanan kocaman bir ayna ve elbette bu aynada sadece kendilerini görüyorlar.

“ Cehennem kadar dünyanız var ve bana burada bir yer yok” diye haykırıyordu bir yeni yetme.

Küçük çocuklar bu ülkede ne zamandır tehdit edici kişiler olarak belirmeye başladılar? Kısa boylu devasa korku taciri tinerciler; migros ya da pahalı bir oyuncak dükkanında istediği alınmayınca babasının üstüne tüküren, ana avrat düz giden kısa boylu tüketim canavarları ne zamandır dillerini şaklata şaklata büyümeyi bekliyorlardı. Büyüdüler de. Şimdi anne imgesini ilkel bulan bu kalabalık yığını kendi şekline bürünüyor: suskun ve korkunç cahil sınır kişilik örgütleri olustu.

Bu sığ örgüt, yaşadığı kıyıda üstbeni olmadan varlığını iki rekat arasına iki kağıt arasına sarılmış esrara; iki şişe arası yazılan bir şiire; iki kredi kartı arasında sıkışan yeni bir plastiğe ve yeni elbiselere bürünerek sürdürüyor.

Şarkıcının adı Ceza! diğerlerininkiyse akılda kalıcı bile değil elbet lakin ya ceza!

Canı sıkkın bir çocuğun, mutsuzluğunu testereyle yüklendiği gece feryat edenler yokluklar arasında sıkışmış çıkar yol arayan öteki gençliğin; umudumuzu barındırdıklarımızın önlerini sesleriyle kapatıyorlar. Korku ve kuşku iki dünya savaşı arasına sıkışmış Kafka’nın dehşetinden ve nedeni saçma olan fakat sonucu dönüşümde de dava romanında da ölüm olan bir kabusa içlerinde taşıdıkları aynayla gidiyorlar.

halka kırıldığında, kendilerini gördükleri aynanın içinden çıkacaklar. Gidebilecekleri her yer var ve hiç bir yer yok. Taşınamaz mal gibi hissediyorlar kendilerini. Bundan kendilerini taşıyacak olan kiralık arabalara binecekler ve şöför hangi yolu arzu ederse o rotada devam ederek hesaplanmamış bir noktada taşıttan inecek ve taşıl hayatları metaforları, kürtaj olmuş bir kuşağın ceninden serpilmiş kayıp hali

haykıracak “ Cehennem kadar yeriniz var dünyada bize bir yer yok mu”

Yanıtını işitemezlerse sorunun, kendileri bir cevap alacaklar.

Leon Felipe


3+1 ŞİİR..// Emre Küçükoğlu



I.

Kuyruklu Yıldız

yalnız
Tiananmen’deki tank
aramıyor izini

kuyruk da değiştirebilir elbet
peşindeki yıldızın yönünü.



II.

Dicle'ye

tuzunu arayan denizler kadar
ölü şimdi köprü

vasatın üstüne çıkamadık
hayata damlayan musluklar
gıcırdayan menteşelerimiz var

devriye süvarilerince bilinen
beyaz güzelliğin yoruldu acılarına
ıslak

ensemizden aşağıya süzülüyor
ürperti bebekleri

"çok acı var"

dip not: geçtiğimiz yıl intihar eden Dicle Koğacıoğlu'na yazılmıştır.



III.

Annelerin Cumartesi

bağrı açık kentin hırsızları
utanır hırçınlaşan zamandan
dökülen çil çil ölümlere
şair engelleyemeyeceğini gördüğünde
kendinden uzak intiharları rüyasında
herhangi bir ölümden uyanıp
imgeye doğurur çocukları

Annelerin Cumartesi kısılır sesleri.

IV.

Ayrılık Önce…


Bütün dramlar siyah giymiyormuş

Gölgede kalan sahne ihanet tozmakta
Şehri denizinden terk edersen
Güverte ölü gözlere sığmaz

Ayın çekiciliğinden kurtulmuş
Yakamozu astılar kıyıda
Kibrit kutusuna süzülen uğur böceği
Saçlarından karşıladı emanet sevinci

Güzeldi kadın
Çok güzeldi
Adamın kapıyı kapatması bile

…değmedi.


Emre Küçükoğlu



defterin özel notu:
bugüne kadar pek çok genç ve üretken kaleme sayfalarını gönül
ferahlığıyla açan, açmaya devam edecek olan defterimiz, Emre Küçükoğlu şiirlerini, bakış açısını bundan sonraki yaratıcı süreçlerinde de pür dikkat izleyecek, şiirlerini yayınlamaya devam edecek..


DDR:: Agitprop // Rafet Arslan



Agitprop 17 Ekim Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram. Gündelik hayata ait enstrümanları kullanarak işçi sınıfına yönelik yapılan bir etkileme ve propaganda yöntemidir. DDR grubunun ilk albümlerine isim olarak Agitprop’u seçmesi rastlantı değil. Adını Alman Demokratik Cumhuriyeti'nden alan grup 2002 yılında ilk nüvelerini oluşturup, 2004 yılında da esas kadrosunu oturtmuştu.

Agitprop albümü, DDR’nin politik müzik yapan ve bunu yaptığını açıklamaktan kaçınmayan çizgisinin devamıdır. Agitprop politik bir müzik ihtiva ederken salt slogan kolaycılığına kaçmaz; bir tür sayıklama, iç ses olarak yeni ruhsal kanallar arayarak estetiğini oluşturur. Savaşlar, bir talimatla yürümeye hazır tanklar, kötülük, yabancılaşma ile çevrelenmiş, gündelik hayat dediğimiz çılgınlığa karşı hala nefes alabilen ruhların dingin şizofrenisi Agitprop’taki 14 şarkının iklimini oluşturur.

Günümüz popüler müziğinin vasat şairlik mahsulü dizelerine ya da eğlendirme üzerine müzik kompozisyonlarına DDR yüz vermez. Özellikle popüler şarkı söyleme anlayışı dışında söze, sese, imgeye yaslanan bir vokal performansı yaratır. Grubun bu yaklaşımı Agitprop albümündeki 20 Yarda, Pli Pli, İkiz Tepeler gibi şarkılarda belirgindir.

DDR’nin ilk albümünü alternatif kültür yaşamı ile iç içe olan Peyote Müzik’ten çıkarması uyumlu bir birlik yaratıyor. Albümün miksi ve kaydı Mehmet Cem Ünal imzası taşırken, mastering’ini ise Replikas’tan tanıdığımız Burak Tamer yaptı.

Agitprop kurak müzik dünyamızda bir değişimi, yeni çıkışı ifade eden cüretkar bir albümdür. Dinleyicisini rahatsız eden ve keyif veren, düşündüren ve harekete geçiren bütünsel bir çalışmadır. Tüm huzursuz ruhlar için!

Rafet Arslan


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***