Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Viral Akıntılar / Salih Aydemir



Bu yazılar jean baudrillard’ın “kötülüğün şeffaflığı”* adlı kitabından yola çıkarak bazen yoldan çıkarak, bazen yolu kaybederek hatta birebir o yol olarak bende kalan notlar gibi değerlendirilmesi istiyorum… bunu yaparken başka yollara sapmam da söz konusu… ama önemli olan baudrillard’ın bende bıraktığı değil de çağrıştırdığı şeylerdir…
çağrışım metodu denilen bu deneysel yazılardan neler çıkacağını ben de bilmiyorum… bu yüzden zaman zaman çok ciddi sayılabilecek dağılmalar hatta birbiriyle ilintisi olmayan metinlerle de karşılaşabilir… dolayısıyla bu metinler ne baudrillard’ı anlatıyor ne de kitabını… baudrillard zaten bunu yapmıştır…

kartlar açıldı

“uçlardansa aşırılıklarda telef olmak yeğdir.” j. b.

dünyaya bakmalı insan; bakmalı, asıl olanı görmeli… dünyanın nasıl bir şey olduğuna dair bakmak değil de nasıl hareket ettiğine dair bir görme olmalı… hareketinin matematiğine ya da fiziğine dair hesaplamalarla değil… örneğin hareket halindeki bir otobüsü izlemek ve onun hızını, markasını, kaç tekerlekli olduğunu, nasıl bir yolda hareket ettiğini, geçtiği yerlerin özelliklerini ( evler, ofisler, alışveriş merkezleri, ağaçlar, ışıklar gibi) görmek değil… içinden bakarak, içinde kalarak nasıl bir seyir izlediğini anlamak… tıpkı dünyadaki bizlerin, dünyanın seyrine dair açıklamaya çalıştığımız çırpınışlar gibi… dünyanın nasıl bir seyir aldığını anlamaya çalıştığımız gibi bizlerin kendinde nasıl bir seyre daldığımızı anlamak gibi…
“dünya çılgın bir seyir aldığına göre” bizde olana ilişkin çılgınca bir seyir izlemek zorunda değil miyiz?
“dünya çılgın bir seyir aldığına göre biz de
dünyaya ilişkin bir bakış açısı edinmeliyiz” j. b.

kuşku ya da hata

zaman, bizleri hızla arkasında bırakarak, kaçınılmaz bir umursamazlığın içine itiyor… idealler, düşler, görüntü ve hayallerimiz sonsuzun içinde sonsuzca parçalanıyor… “devrim öldü, yaşasın devrim” diyen marks bu sözüyle; insanın önündeki duvarların yıkıldığını işaret ediyordu… ya da camu’nun deyişiyle: “aşılmayan bir duvarın önünde yaşamak alçakçadır.” marks’la bir benzerlik taşıyor… her iki düşünürün dünyayı yorumlamaları arasındaki düşünsel yakınlık özünde insana ve geleceğine dair söylenmiş düşüncelerdi…
devrimin her yerde gerçekleştiğine dair hiç şüphemiz yok… çünkü her yerde gerçekleşen bu devrim insansız bir devrim olmuştur… insanın katılmadığı, katılamadığı ve aslında katlanamadığı bu devrim, aslında hiçbirimizin istediği ve beklediği bir devrim değildi… baudrillard’ın bahsettiği bu devrimin her yerde gerçekleştiği düşüncesindeki ironik saptama aslında zehirlenen insanlığın uyarısından başka bir şey değil…
belirsizlik ve şüphecilik ilkelerinin batağına sürüklenen insanın resminden başka resim yok elimizde… şüpheli bakışlar, şüpheli yaşamlar üzerine kurulan korku, güvensizlik, itaat gibi tarzlar bugünün insanını özetliyor aslında…
çünkü bu anlamda başka’da olanın başka’ya dair karşıtlığı da bir değer oluşturmuyor…


modernizm patladı mı, patlatıldı mı?

toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerini işaret eden modernizmi bir zaman süreci ve coğrafi çıkış noktası olarak görürsek, bunu bir dünya görüşü olarak algılayabiliriz, m. reşat başar’ın deyimiyle…
eğer, herhangi bir düşünce, temelinde coğrafi bir eksen yaratmışsa mutlaka orada bu düşüncenin karşıtı da olacaktır, anlamına gelir… ve bu karşıtlık beslendiği düşüncenin içinde, etkisinde büyüyecektir…
her türlü özgürleşme adına üretilen modern teorilerin oluşturduğu hiyerarşi, önünde sonunda kendi içinde düştüğü krizlerle kozlarına karşı olağanüstü çabalar izler…
her şey özgürleşti, özgürlüklerin patladığı anlar ve durumlar: “politik özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin özgürleşmesi, kadının, çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi, sanatın özgürleşmesi.” s. 9
olan bitenlerin, söylene ve yapılagelen özgürleşme çabalarının karşısında benimsenen yaşam stilleri…

evet: her şey özgürleşti, bir patlama sesi duyuldu içeriden, bu krizin sesi…

hayır: her şey özgürleşti, bu bir patlama sesi değil, olsa olsa krizin ayak sesleri…

belki: her şey özgürleşti, bu bir patlama sesi de olabilir, bir krizin işareti de…

ama: her şey özgürleşti, bu hem patlama sesi hem de krizin sesi…

sanırım: her şey özgürleşti, bu hem patlama sesi hem değil, hem krizin sesi hem değil…

olabilir: her şey özgürleşti, bu patlayan kriz olabilir…

sanki: her şey özgürleşti ve patlatıldı… kriz-antem çiçeğinin kokusu yayıldı çevreye…

zehirleme operasyonu

aslında devrim her yerde gerçekleşti… sessiz devrimin katıksız ve katışıksız özgür ruhu, içimizde bir yerlere oturdu… yalnızca içimize mi? iç olmayan bütün mekânlarımıza yayıldı… öznenin ve nesnenin dramlarına, dünyayı yeniden ve yeniden yorumlayan beynimizin ana sahnesini işgal ederek ekonomik ve politik pratiğimize yön verecek şekilde gelişti ve yayıldı… damarlarımıza ve aklımıza iyice yerleşen özgürlük, gerçekliğimizin üzerine kurduğu muhteşem hakimiyeti ile geniş alanlar yarattı…o geniş alanlarda arzularımıza ve ihtiyaçlarımıza özgürleşmenin değersizliğiyle değerlerimizi bir bir biçmeye devam etti / ediyor da… özgürleşme devam ederken özgürlüğümüzün sonu gelmez bağlarıyla kurduğumuz ilişkiler bizi belirsizliğin ve şüpheciliğin ilkelerine de mahkûm etti…
bütün bu çoğalmalar sürecinde son dediğimiz şey asla gerçekleşmiyor… trajik biçimlerde kendi kendini sadece bozguna uğratan görünümler elde edildikçe, hızla çoğalmalar karşısında seyirci olma durumları da sürekli arttı… kural–dışı bir durum ya da durumlar söz konusu değil artık… şeffaflığın yoluyla açılan toplu itaatkarlık–kitlesel itaatkarlık dönemi de altın çağını yaşamış oluyor…

her şeyin yansımadığını ve artık yansıma ihtimalinin de olmadığını anlamakta ya da kavramakta işimize gelmeyen bir çok nedenler üretiyoruz…
ne değerin mantığı ne de eşdeğerliliğin mantığından söz edilebiliyor artık… değerler alanındaki devrim bizim için bir ütopya olmaktan bile çok uzak görünüyor…

gücün ve mülkiyetin sanrısal bir merkezden kaynaklanan zor, katıksız bir yinelemenin içinde varlığımızı tehdit etmeye devam ediyor…
hummalı bir kendini zehirleme operasyonu, adı altında…

değerlerin yazgısı

özgürleşmenin varacağı noktada değerlerin yazgısıyla karşı karşıya kalıyoruz… varsayımsal bir dizi içinde art arda gelen yeni parçacıklar sayesinde hızla çoğalma ve zincirleme tepkiler karşısında artık hiçbir değerlendirme yapamaz durumuna düşüyoruz… o yüzden değersizlenme karşısında değer dediğimiz yasaların hiçbir önemi kalmıyor…
neyi neyle değerlendirebiliriz ki bu şartlar altında? olanı olmayanla mı? peki olan ne, olmayan kim? uzağı yakınla mı? güzeli çirkinle mi?
düşüncesi yok olan bir şey hâlâ nasıl oluyor da sürüyor?

benliğin yeniden yapılanması kavramsal bir olguya gönderme yaparken tanığı olduğumuz parçalılığı ve zengin değersizliği mutlaklığın çöküşü olarak tanımlayabilir miyiz?
zaman karmakarışık olan biricik unsur değil artık… çünkü benlik yeniden yaratılarak, değersizliğin son hızla çoğalması karşısında yapay ve gerçek arasındaki ayrımı da ortadan kaldırıyor…

sürekliliğin sağlanması adına yaşatılan ve her zaman sonuçsuz kalan politik olaylar karşısında özel bir efektten başka bir şey olamayan gücün tükenişi… bireyler arasındaki sırların, arzuların, acıların rehin alınmasıyla, karşılaştığımız ve o hiç beklemediğimiz devrim histerisi hâlâ bizlere zorla kendini kabul ettirmeye devam ediyor özgürlük adına…
şeylerin eski anlamlarına yeniden kavuşmak adına, aldırmazlık hükmünü üzerimize göndererek, saf ama çılgınca savaş devam ediyor…

beden: cinselliğin metaforu
ya da metaforun düş kırıklığı

kuralları yıkmanın kuralı mevcut kodları sarsmaktan geçiyorsa parçalar arasındaki gramerin okunması kaçınılmaz… “en az üreme ile en çok cinsel ilişki” döneminin başlatılmasıyla metafor imkânı her koşulda yitip gidebiliyor… bu parolanın klonlanan toplumsal yapı ve ilişkileri içerisinde kurulan düş aslında bu yaklaşımın tam tersiyle işlemeye başlaması… o da: “en az cinsel ilişkiyle en çok üreme”
“vaktiyle beden ruhun metaforuydu, ardından cinselliğin metaforu oldu, bugün artık kesinlikle hiçbir şeyin metaforu değil; beden metasız yeridir, simgesel düzenleme olmadan, aşkın bir hedef olmadan, iletişim ağlarının ve entegre devrelerinin yanyanalığına benzer katıksız bir yanyanalık içinde, tüm bu süreçlerin sonsuza değin programlandığı ve mekanik biçimde birbirine eklendiği yerdir.” j. b. s:14
akıl ve cinsellik arasındaki ilişkinin hem içiçeliğini hem de bu içiçelikle birbirinden uzakta olduğunu kabullenmek de tersi kadar mümkün… sorun yalnızca bu değil… çünkü eğer aklı cinselliğin üssü olarak görürsek genelgeçer olan kavramları yeniden tanımlamak gerekmez mi?


ruhun ve aklın derinliklerine sızan dış etkileri çoğu zaman küçümsememek gerekiyor…
“bir insanın cinselliğinin derecesi ve türü, aklının en yüksek doruğuna kadar uzanır.” nietzsche
her an bildiği yaşama geri dönmeye çalışan insanın cinsellikte de sabit bilinen ilişkilere dönüşü, onun güvenlik ihtiyacını doğruluyor… cinselliği estetik anlamar yüklemeye çalışırken oransız düşünce kalıpları içinde farkında ya da farkında olmaksızın onun metafor olanaklarını da yok etmiş oluyor… yitip giden ve sürekli parçalara ayrılan hayatı karşısında yalnızca üreme adına yaşanan cinsellik belirsizliğin içinde çoğalmanın içine düşüyor… rastlantısız ve anlamsız yer değiştirmeler karşısında ayrımsal olanların ve ayrı nesnelerin varlığı gerektiği halde metaforun düş kırıklığı ile son buluyor…

kafka’nın “odraek”i hiçbir şeyin(eşya, hayvan, insan ve hayaletin) ayrımlaşmaması sonucu ulaşılmaz bir varlık haline gelmesi, onu her yerde olan hale getirmesi tıpkı devrimin her yerde olması gibi mikrobik çoğalmanın bir karşılığı değil midir?
bedenin, bu anlamda başlangıçta hep sonsuzda ve ulaşılmaz kutsallık içindeyken mükemmellik taşıması, cinsel özgürlüğü baltalamış olmuyor mu? cinsel özgürlük aslında yıkmak istediği ya da yakınlaştırmak istediği bedene ulaşmış olmuyor…
cinselliğin önce bastırılması, sonra da özgürleştirilmesine ilişkin yöntemler tarihi ve siyasi bir keyfiliğin göstergesi olarak huzurumuza çıkabiliyor…
kurallar ve normlar bütünü içinde yerleştirilen cinsellik doğal olarak yine bu kurallar ve normlar bütünü içinde özgürleştirilmesi, kişilerin bir cinsel özne olarak kendilerini görüyor olmasını engelleyememiştir…
cinselliği hâlâ hatırlıyoruz ama bu türlerin karışımı yasasının dayatılmasıyla olabiliyor; çünkü “her şey cinseldir, her şey politiktir, her şey estetiktir” aynı zamanda

arzu adına yapılan devrim ve cinsel özgürlük bize hâlâ cinsel bir ütopya sunabilmiş değil… çünkü “cinsel beden, günümüzde bir tür yapay yazgıya mahkûm edilmiştir.”

hassas terazi ya da bir uzay operası

güzellik ya da çirkinlik, her ikisi de ahlâk yasalarının bir sembolü olsa da sonuçta hayranlık uyandıracak bir ima değil midir? Yaratıcı, yapıp etme düşüncelerini reddederek bir karşıt olma durumunu gerçekleştirmesine rağmen estetik olanı taklit etmek hoş olabilir…
akıl krallığında yaşanan uzlaşımlar özgür özneler topluluğunda her hangi bir eserin parçası olarak algılandığında romantik bir iç tepi ile karşı karşıya geliriz… bu anlamda mutlu rastlantıların sırlarını anlama çabasında, süregiden hesaplaşmalarla bizde olanın karşıtlığını yaratarak estetiğin içine girmiş oluruz… her hangi bir yargı gücü karşısında eğer bir kavrama bağlı değilsek nesnenin doğasına karşı kayıtsızlığımız da süregider…
hoşlanmanın bir bölümünde duyusal çeşitlilik karşısında zevk almamız gizemli bir yolculuk yaptırır bize… bu yolculukta sınırlar merkeze doğru yaklaştıkça anlam ve uyum duygularını geliştiririz… yelkenlerimiz, toplumsal düzenden arta kalan tortusal duygularla önermeler dünyasına açılır…

sürekli oluşum içinde olan dilimiz, bazen benimseyebileceğimiz güzel ya da çirkin gibi talihli sözcükler verebiliyor bize… bu da kendi yaşamımızın gerçeğini sunmada bize yardımcı olabiliyor…

nesnel biçimler aracılığı ile ruhumuzdaki boşalmalar her ne kadar estetik dışı olsa da gerçekliğin yüceleştirilmesi de estetik bir teori halini almaya yetmeyebiliyor… çünkü bütünü veren anlatım ya da görüntüler estetik bir hesaplaşmadan uzaklaşabiliyor ya da uzaklaştırılabiliyor… buna karşın ipuçları verilmiş bir psikolojinin üzerinden estetiği daha anlaşır ve kabullenebilir bir duruma getirebiliyor…
nesnenin anlaşılmasına dönük çabalar yerine onun temasına, onun işlenişine dönük sanatsal çabaların estetik olarak tanımlanmasına daha yakınmış gibi de görülebiliyor…
ben’in varoluşuna anlam kazandıran nesnelerin en derin noktalara ulaşmasıyla da estetik bir değer görüntüsü sunulabiliyor… bu görüntüyü, nesnenin içinden görmeyi, nesneye egemen olarak, aynı zamanda bir derinlik gibi de algılayabiliriz… buna derinliğin estetik olanla neredeyse bire bir buluşması da diyebiliriz…
değerlerin birleştiği yerler, estetiğin maddeleşmemiş halini yansıttığı yerler olarak görülebilir… çünkü günümüzde maddeleşen sanatın işlemsel biçimler altında minimal kalması, yok oluşunu da kullanmaya zorlamıştır…
eklektik olanın baş döndürücü çoğalımı karşısında ben’in en derin eğilimlerini yok etmesi, yok olana gidişin göstergesinden başka bir şey değil…
estetiğin silinişi hızı beraberinde, onun aşkın ya da içkin olmasının gereksizliğini de getiriyor…
soru sordurtmayan inanç ya da ideolojilerin karşısında nasıl bir mucize bekleyebilir insan? karşıtıyla ilişki kurmayan/kuramayan yaklaşımların şeffaf bir estetikle yakaladığı sanat pazarlarında güzel ya da çirkine ulaşmasının nasıl bir anlamı olabilir?
yüzeysel olanın derin olandan ayrılmadığı her noktada ticari değer yasasının estetiği ile karşılaşırız: pazar estetiği… bu da kareler teorisinin karşılığıdır; diyalektik karşıtlığı olmayan şeylerin karşıtlığı: ucuzdan daha ucuz, güzelden daha güzel, pahalıdan daha pahalı, çirkinden daha çirkin, denilen kareler teorisi…
nesnelerde soluk alıp veren hayatların ortaya çıkışı ile renklenen estetiğin, kendinde olanın karşıtlığı ile tanımlanabilir olması daha anlamlı değil midir?
ben ve nesne arasında güçlenen duygu gerilimlerinin estetikle bütünleşmesi de diyebiliriz… çünkü bu ikisi arasındaki uçurumu sonsuz olan bir duyguyla duymaya çalışırız…

“estetiğin ya ötesindeyiz ya da altında. sanatımıza estetik bir yazgı ya da tutarlılık aramak gereksiz. göğün mavisinin kızılaltında ya da morötesinde aranması gibi bir şey olur bu.
bu anlamda artık güzel ya da çirkine ulaşamadığımızdan ve değer yargısında bulunmamız olanaksız olduğundan içinde olduğumuz bu noktada umursamazlığa mahkûmuz. ama bu umursamazlığın ötesinde, estetik zevkin yerini alan başka bir büyülenme doğuyor. güzel ve çirkin karşılıklı çelişkilerinden bir kez kurtuldular mı bir biçimde çoğalırlar: güzelden daha güzel ya da çirkinden daha çirkin ortaya çıkar.” j. baudrillard s.24

bu durumda bir alt üst oluş söz konusu: kendi gerçekliği içinde sarsılan “ben”.

YAZARI:
Salih Aydemir



*kötülüğün şeffaflığı-ayrıntı yayınları-ikinci basım-ocak 1998-istanbu


Suskunun yazısı / Hale İzgi Özçiçek


suskunun yazısı...

Yazabiliyorken ellerim,görebiliyorken gözlerim ,yüreğimin kolları
sarabiliyorken gönül şehrimi,kalem dağılmadan kağıda akışkan bir üç nokta
ile gidiyorum gidebildiğimce...Bitti diyemeden söze tekrar başlıyor kelâm.

Ve
araya sindirdiğim bunca bağlaçla yürüyor yazı yazgısınca...

Bir kuş kanadında uçabiliyorken gönlüm bazen, içtikçe susadığımı görüyorum
pınar başında,bu tuz ,bu susuzluk ,gitgide kuşlara bakışımı
arttırıyor...Kuş olup uçuyorum belki de gönlümce...ya da vurgun yer gibi
dibe çöküyor kentlerim...

Bir deniz arıyorum belki de,sözün tam burasında...dalgasında haşinlik
olan...yosun kokan her adımında...ve kalbi olan herkes ,kalbinde denizine
hasret sanki...Öyle yakın ki karşı kıyı ve öyle uzak ki güneş...deniz
kızlarını anımsatıyor denizli her masal...yakamozlar arıyor Yunuslar...

Ve yazı yazgısında kararlı yol alabiliyorken...kararsız da olan tüm yazılar
noktada kalamıyor bunca üç noktadan sonra...Hep bir öncenin bir sonrası,bir
son anında bir öncesi var...ezeli,evveli gittikçe uzayan yollar...bu yazı bu
yazgıda bitmez ki hiç...


Bir mavi tutunuştu her şeyim hiçbir şeyinde...
Bir uçuş ,bir kanat açıştı mavideki her şey...
Hiçbir şeydi..
Her şeydi...
var edenin var ettiği kadar mavi...
Düşler,düştü ellerimden ...düş oldu
yoktu ki zaten.

Hiç beklemezken ,hep beklemezken
sonunda vara vara yine kendime vardım ..içime...
meğer ki kalbimizmiş...
kalpteymiş ...

aşk bahane olmazlarıyla ve olurlarıyla.

YAZARI:Hale İzgi Özçiçek






Kendimi arıyordum, Size Çarptım ! / Sufi


Birbirine zıt iki öğe ve bu ikilinin hemen yanı başında duran olumsuzlamanın aşılması ya da Hegel’in dilinden “aufhebung”, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz ünlü düşünür Derrida’nın neredeyse ömrünü verdiği alan.
Zıt öğelereden oluşan karşıtlığın yapısını nasıl çökerteceğiz? İkili karşıtlığın yapısında yer almayan ve karar verilemeyen öyle bir öğe vardır ki , bu öğe ikili karşıtlığın yapısında yapılanmamıştır, ancak karşıtlığın yapısını bozucu niteliktedir.Bu tip öğeler karar verilmez öğelerdir.Bunlar , felsefi karşıtlık yapısında yaşamaya devam eden ve yapıya direnip onu bozan öğelerdir.
Derrida “karar verilmezlik” öğelerini açımlamak için “gün” örneğini verir.Gece gündüz olarak yapılanan gün unsurunda bulunmayan, ancak gece ve gündüz karşıtlığının yapısını bozan öğeler mevcuttur: “Şafak vakti” , “alacakaranlık”, “seher vakti” gibi.
Bu tür öğeler karar verilmezliğin öğeleridir, işte benim o tek dizelik şiirimden dünyayı izleyen göz böylesi bir zaman aralığında “ağlar”.
Amacım felsefe yapmak , Tanrı kavramında saklı şifreleri ulu orta sofraya dizmek değildi, ne haddime.
Bir gece yarısı sufi’nin dilinden, dudağından akan “göç” ve “kavuşma” türküsünün dip notları olarak algılansın isterim.
Nereye yazdığımın çok iyi farkındayım, bir el tüm sözcüklerimi aydınlık saçan zulasında saklıyor, biliyorum. Onun ısrarı benim inkarım, ne zaman kırılır bilmiyorum.
Artık her yazılan, çizilen bir ebedi yorum okuma biçimi olarak dökonstrüksiyon, hem teryüz etmeyi (reversal) hem de müdahale etmeyi gerektirir.
Kalem tutan usta dost eller sağ ola, tanyerinin sesi bir yerlerden yankısını buluyor.
Şunu ilave etmeliyim sevgili Argos dökonstrüksiyon , kavramdan kavrama atlamaz, ama kavramsal olan ve kavramsal olmayan düzeni tersine çevirir, bunu denesek?
Biliyorsun döknstrüksiyon edebiyat ve eleştiri arasındaki köktenci ayırımla mücadele eder.
Jm’nin sürekli vurguladığı gibi “dökünstrüktif eleştiri , felsefe gibi bir yazma faaliyetidir.”
Döknstrüksiyonu bir sistem, yöntem ve fikirler bünyesi olarak düşünmek, onun doğasını tahrif etmek gibi bir şeydir.
Yazdığım , okuduğum metinlerin metaforik yapısıyla da hep ilgilendim, ve yine biliyoruz ki metaforlar “hakikate indirgenemez”, o halde metaforlar hakikatın değil, metinlerin, şiirlerin bir parçası olarak görülmelidir.
Yalan barındıran, tümden “yalandır denilen şiir” , ve son günlerde kimi oluşumlarda bu konu üzerine sözcük fırtınası değil, hafif mehtaplı esintiler yaratan dostlara ne demeliyiz?
Hangi metni, hangi imgeyi, hangi “yalan şiiri” döknstrüksiyona uğratacağız, yerinden edeceğiz, ardından hangi “marjinal” metne yer vereceğiz? Ezbere konuşmak neden bunca ucuzladı sevgili Enis Batur? Bütün bunlar üstelik sizin göz bebeklerinize bakılarak gerçekleştiriyor “hanenizde”.
Radikal okumayı denemeden, tüm bu yanlış yamalak bilgiler nasıl sıralanıyor?
Söylemin kendisini neden kimse keşf etmiyor ve ön +hükümlü ( yalandır tüm şiirler, yalancıdır tüm şairler çıkarması) varolan hiyeraşileri tersyüz edilmiyor ardından yeniden söküp çıkarmayı denemiyorlar.
Söylemin kendisini keşfetmek o denli “müşkil” bir sıçrama tahtası ki, bu dostlardan
çok önce Foucault o yükseklikten tepe taklak oldu ! herkes bir Gadamer, Derrida olamıyor ki Bay Foucault !
Fikri idealize eden dil düşüncesine nasıl karşı koyacağız? Nasıl mücadele edeceğiz? Dökonstrüktif okuma biçimi, daha doğrusu faaliyeti, dünyayı bir metin gibi görür, ve işte metin merkezli postyapısalcı yaklaşım, okuyucuyu ön plana çıkarırken, bugün postmodernizm, postyapısalcılığın öne çıkardığı okuyucuyu da çoktan terim yerindeyse tam
“öldürmüştür”, tüm sıkıntılarımızın yegane sebeplerden biri işte.

Tanyerinde Tanrı ağlarsa ne çıkar? Ey “yalan şiir” .
iblis (karanlık) Tanrının bilinçaltından başka bir şey değilmiş der Zerdüşt ! ya Şairin bilinç altında neler dönüyor?
Hep Yalan mı?

“içgüdülerimizin saflığı , berakklığı olmasa kimse kötü,
çıkar, menfaat olmasa kimse iyi olmaz”
ardından ekler bir garip sufi : “iyiliğin çoklu faydaları ,
kötülüğün inanılmaz bir büyüsü var”
buyurun: kahveniz nasıl olsun?
Siz siz olun haz ve heyecana bağlayın fişinizi, acıya kedere değil, hayata karşı en soylu
duruşunuz bu olacak inanın ,
ey güzel gözlü borgesiyenler..


duanız benimle, sevdiklerinizle olsun lütfen,
bugün göç eden genç ve karadenizin güzel sesini özleyeceğiz..

Selam,
Muhabbetle,
Huuu.

Sufi.
borgesdefteri@yahoo.com


Dünyayı ses kaplasa da, dengesini hep sessizlik koruyor, değil mi pirim?
Yoksa “sessizlik kulesi” onca sene sesimizi neden barındırdı..sufi.


Sana Mektup / Ayten Mutlu


SANA MEKTUP
Merhaba, Bu mektubu alınca belki şaşıracaksın. Beni anımsaman güç olacak, biliyorum. Bu, benden aldığın ilk mektup, üstelik öyle uzundur görüşmedik ki. Kaç yıl geçti son karşılaşmamızın üstünden, unutmuşum. Ama o küçük çatı katında, camlarını akasyalı yağmurların kamçıladığı o geceyi ve omuzumda ağladığın o yalnızlık kokan küçük odanı çok iyi anımsıyorum. Köşedeki büyük saksıdan inanılmaz bir cömertlikle odanın bütün duvarlarına sarılmış o yeşil, o arsız sarmaşıkları da. "Bu sarmaşığı çok seviyorum" demiştin bana, "bu amansız kentin beton kokusunu sokmuyor odama." Gelişim hiç şaşırtmamıştı seni. Kim olduğumu bile sormadın. Sadece elini uzattın. Sanki bekliyordun beni. Elimi tuttun ve sordun; "Değer mi?" "Evet" dedim, "değer." Bir aşağıya bir bana bakıyordun. Gözlerin mağarasından dışarı uğramış bir yabani gibiydi. "Anlıyorum" dedim, "çok zor, ama sakın vazgeçme. Ostrovski'yi düşün. O hiç vazgeçmemişti." "Ne yapabilirim ki" dedin,"uçurum kendine çekiyor beni." "Uçurumdan büyük olmalısın" dedim, "büyük ve derin, ancak o zaman baş edebilirsin onunla." Baktığın yerde incir ağaçları vardı ve betonlar. Sımsıcaktın ve buz gibiydin. Birbirini altetmeye çalışan iki dövüşçü gibiydi içinde ölüm ve yaşam. Birkaç gece önce İndependanta'dan yükselen alevlerin, çığlıkların ve yanan et kokusunun doldurduğu Ayazpaşa'daki o terastaydın ve gidiyordun. "Dayanamıyorum" dedin. "Çok ağır geliyorum hayata ve kendime. Her şey o kadar saçma, öyle acı ve öyle yalnızlık ki" Hayır, bunların hiç birini söylemedin. Sadece sarıldın elime. Çünkü gelmemi sen istemiştin. Çünkü gitmek istemiyordun ve yüzleşmekten başka seçeneğinkalmamıştı içindeki acı çeken deliyle. Bunca umutsuz olmasaydın çağırır mıydın beni, sanmıyorum. Çağırmazdın belki de. Çünkü o serseri ana kadar benim varlığımı düşünmemiştin bile. Ama geldim. Ve sana senden başka kimsemin olmadığını, varolduğum günden beri seni beklediğimi hiç söylemeden sitemsiz ve koşulsuz bir sevgiyle geldim. Sadece senin için yaşadığımı ve sen beni sevmezsen hiç kimsenin beni sevmeyeceğini sen bilmesen de ben biliyordum çünkü. Günlerce, gecelerce konuştuk, kavga ettik, sarıldık birbirimize, ama hiç gülmedik, gülemedik. Ta ki kitaplığının en kuytu köşesinden Hayyam'ın rubailerini bulup okumaya başlayıncaya kadar. O rubaileri anımsıyor musun? Hayır, anımsamıyorsun. Çünkü anımsıyor olsaydın sana bu mektubu yazmayacaktım. Nasıl da tükendi her şey içinde. Seni artık hiçbir şey güldüremiyor. İçindeki sevinç perileri çoktan uçup gitti. Yaşamla bağların görev ve sorumluluklardan ibaret. Mutsuzsun ve çevrendekilere mutsuzluk saçıyorsun. Kendine ne kadar kötü davrandığının farkında bile değilsin. Uyuyamıyorsun, yazamıyorsun, okuyamıyorsun. Evinde sarmaşık bile yok. Yine elin boşlukta ve yine uzanıp sonsuzca uyuma İsteğiyle dolusun. Ama artık genç değilsin ve cesaretin tükendi. Kendini atmak için yüksek bir terasın da yok. Kendini umutsuzluk çukuruna gömerek yaşlı filler gibi ölümün kendiliğinden gelmesini bekliyorsun. Ne oldu sana? Hayatın gül bahçesi olmadığını çok önceleri zatenöğrenmiştin. Ah, biliyorum, vazgeçmedin. Aramaktan vazgeçmedin o büyük sevgiyi. Ölümün adını ölümsüzlük kılabilecek tek güç olan o koşulsuz sevgiyi.Umutsuz olsan bile çırpındın durdun. Neden dokunduğun her şeyin mücevhere dönüşmesini bekledin ki? Duyarlığın göçüp gittiği bir çağda yaşadığını niçin kabul etmek istemedin? Hiç mi hata yapmadın, hiç mi yanlışın yoktu?Neden kendinle yüzleşmeyi hep erteledin?Kendinsiz çıktığın her yolun sonunda yalnızlık denen ülkeye varacağını neden hiç düşünmedin? Niye bensiz yaşamayı seçtin ki?İşte şimdi boğuluyorsun. O küçük evde değilsin artık. Kendini götürürken o sarmaşığı bırakmıştın orada, sanırım onun gibi beni de orada unuttun. Uzun yıllar var ki, aklından bile geçirmedin. Daha önceleri de yaptığın gibi, bilincinin en kuytu köşesine itip unutmayı seçtin varlığımı. Çünkü zordur kendinle olmak. Hep bir yokuşutırmanmayı ve dönüp sık sık ardına bakmayı gerektirir, ardında kalan sana bakmayı ve onunla durmaksızın hesaplaşmayı. Kendini, içindeki sevecenliği, hayattan aldığın ne varsa her şeyi bir düğün pastası gibi herkese dağıtırken benden bir merhabayı bile esirgedin.Oysa ben hep seni bekliyordum. Beni anımsaman yeterdi. Koşar gelirdim inan.O kadar uzun zaman oldu ki, seni beklemekten yoruldum. Beni unuttuğun yer ışıksız ve gölgesiz. Bazen ellerimi bile göremiyorum. Senin göğünden eksilen her yıldız benim içimdeki güneşlerden birini daha öldürüyor. Gücüm tükeniyor beni bir kez daha çağırırsan sana umutsuz bir yürekle gelmekten çok korkuyorum. Sabrın ve beklemenin örümcek ağları bazen taşı bile görünmez kılabilir çünkü.Sana haksızlık etmek istemiyorum. Dedim ya ben sitemsiz ve koşulsuzbir tutkuyla seviyorum seni. Amacım sadece sana varlığımı anımsatabilmek.Aslında sabrın ve beklemenin ne olduğunu sen taştan bile daha iyi bilirsin. Ama bekleyişin hayatı bir anlamda ertelemek olabileceğini hiç düşünmeden bekledin sen. Keşke hayatı bekleyeceğine ona yetişmeye çalışsaydın. Artık çok geç diyorsun, biliyorum. Belki de o kadar geç değildir. Ostrovski'yi unutmuş olamazsın. Bu mektubu bitirmem gerekiyor. Çünkü yakında beni görmek İsteyeceğini hissediyorum. Seninle yeni söyleşilere, yeni kavgalara ve yeni sevinçlere hazırlanmam gerek. Güneşlerimi battıkları gecelerden geri çağırmalıyım, sana kocaman bir gökyüzünü ve Hayyam'ı yeniden getirebilmek için. Ben hep buradayım, başını kaldır ve bak. Gözlerinin içine dosdoğru bakabildiğin bütün aynalarda beni görebilirsin. Sadece bak ve içindeki acı çeken o deliyle yüzleşmeyi iste.Hiç de sandığın kadar yalnız olmadığını göreceksin.Şimdilik Hoşçakal.İçindeki Sen

YAZARI:AYTEN MUTLU
borgesdefteri@yahoo.com


Merovenj Bir Yas / Şiir / Şafak Çubukçu




Merovenj bir yas

Dalgalar büyürken
Denizin yeşiliyle omuzlarından dökülen harmanisinin taşları ışıldıyordu.
Bir kök-boyu ağacın ardında bembeyaz sakallarıyla bir adam saçsız bir adamla
Konuşuyordu.
Gece ilerliyordu ve sen bu gecenin uzağındaydın.
Kürksü bir deriyle sarmıştık bacaklarını.
Geniş kemerin,giysinde alevlenen o imge-aslanın çığlığıyla bedenini kucaklayan
Duru bakışlarını tanıyordum.
Sol elin alnımdaydı.
Yorgun bir büyücü,elinde sarsılan bir kargıyla izliyordu küçük çocukları.
Denize yakın bir kayanın üzerinde suya arkasını dönmüştü
Morgene.
Yüzündeki o kutsal kehanetin gücüyle.

YAZARI:
Şafak Çubukçu
borgesdefteri@yahoo.com


1905 / Özcan Türkmen


İçinde bulunduğumuz yıl, Birleşmiş Milletler tarafından Fizik Yılı ilan edildi. Bana Gregoryen Takvimi’ni çeşitli yortularla dolduran bir geleneği çağrıştıran bu “x yılını bilmem ne yılı ilan etme” faaliyetlerinin anlam ve önemine hiçbir zaman gönülden katılamamışsam da sonuçta böyle bir şey, galiba 1905’i daha etraflıca düşünmeme vesile oldu. Kuşkusuz, Birleşmiş Milletler’in bu kararı, Einstein’ın Özel Görelilik Kuramı’nı inşa etmesinin yüzüncü yılına hürmeten alınmıştır. Fakat başka neler olmuştur 1905’te, bundan tam bir asır önce?

Peşinen söylenebilir ki 1905, modernizmin doruklarına doğru bugün çok iyi bildiğimiz o hızlı tırmanışın keskin bir ivme kazandığı, yeni bir nirengi noktasını imlemektedir. Modernizm, pek çok düzeyde, ivmeyle, hızla ve bunların ütopik gerçeklenimlere dair birer gösterge olduklarına duyulan inançla ilintilendirilebilir. Her türlü mecaz bir yana, o tarihte gerçekten de Wright Kardeşler’in 1903’teki başarılı uçuşlarıyla ve 1893’te Ford’un ilk benzinli otomobili üretmiş olmasıyla, daha fazla hız zaten kazanılmış durumdadır. Marx’ın epey önceden “Katı olan her şey buharlaşıyor” sözüyle bir ucunu diyalektiğe, diğer ucunu entropiye bağladığı hızlı tırmanış, tabii ki – bir yerde Görelilik Kuramı uyarınca da – Rusya, İtalya, Almanya gibi, nispeten yavaş kalmış toplumların başını daha çok döndürmektedir. Böylece bu ülkelerde meydana gelecek depremler, 1905’ten itibaren, tarihsel fay hatları şeklinde 20. yüzyılı baştan sona katedecektir.

1905, Rusya’da bir sarsıntıyla, 1917’de olacakların öncüsü sayılabilecek bir devrimle (Şubat Devrimi) başlamıştır. Lenin’in Avrupa’da İskra gazetesiyle çaktığı kıvılcım, nihayet Petersburg ve Moskova Sovyetleri halinde patlamış görünmektedir. Ama ülkede Kanlı Pazar’ıyla, Potemkin’iyle bütün sene sürecek ve tuhaf bir meşrutiyetle sonuçlanacak olaylardan Bolşevikler o defalık mağlup çıkacaklardır. Potemkin Zırhlısı’nda isyan bayrağının açıldığı sıralarda İstanbul’da patlayan başka bir bomba, Abdülhamid’i hedef almıştır. Ermenilere maledilen suikast teşebbüsünden yara almadan kurtulan padişah, bundan üç sene sonra Jön Türklerce meşrutiyeti tekrar ilan etmek zorunda bırakılacak; Jön Türkler, İttihat ve Terakki adıyla partileşecektir.

Söz hazır Osmanlı’ya gelmişken, o dönemdeki edebiyatımızdan da kısaca bahsetmekte yarar görüyorum. Dönem, fransız edebiyatı (parnasizm, dekadizm, sembolizm, realizm, natüralizm) etkisindeki Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) dönemidir. Rubab-ı Şikeste ve Aşk-ı Memnu 1900 yılında yayımlanmışlardır. Fakat Servet-i Fünun dergisi, Fransız Devrimine temas ettiği gerekçesiyle 1901 yılında kapatılmış bulunmaktadır. Böylece 1905 yılında, edebiyatımızı Selanik’te, Ömer Naci’nin yönettiği Çocuk Bahçesi dergisine taşınmış vaziyette buluruz. Bu dergi de sansür tarafından kapatılacak; dergi çevresindeki isimler, İstanbul’da birleştikleri Müfit Ratib, Ahmet Haşim gibi kimi isimlerle birlikte, Hanımlara Mahsus Gazete (1907) üzerinden Fecr-i Ati’ye (1910) geçeceklerdir. Görülüyor ki nihayet Yakup Kadri, Fuat Köprülü ve Refik Halit’i de dahil eden bu kuruluş, geç ve güç olmuştur. Nitekim Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit Ziya’ya sert eleştiriler getiren Fecr-i Ati; İttihat ve Terakki iktidarı, Genç Kalemler ve Milli Edebiyat karşısında üç seneden fazla tutunamamıştır.

20. yüzyıl başındaki türk edebiyatı, eğer tamamen değilse, hemen bütünüyle fransız etkisindedir. Ama fransız edebiyatının etkisinde olmak, söz konusu edebiyatın 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar gösterdiği gelişimi aynen göstermiş olmak anlamına gelmemektedir. Osmanlı/Türk şiirinin, 1905’te, Mallarmé’nin şiiri 1897’de bıraktığı yerde olmasına imkan yoktur; Osmanlı/Türk şairi, bir taraftan ulus ve kimlik gibi, diğer taraftan dil gibi büyük meselelerle boğuşmaktadır. Pozitivizmin – her halde o yıllarda Avrupa’da küçümsendiğinden başka sebeplerle – küçümsendiği bu coğrafyada dekadanlık, bir küfürle eş tutulmuş; Baudelaire’e, uzun yıllar boyunca, yegane şair prototipi diye bakılmıştır (Öyle ki Örümcek Ağı’nın, Kaldırımlar’ın şairi Necip Fazıl bile hala “bir Baudelaire” olarak selamlanmıştır). Edebiyatımızdaki bu “bir Baudelaire” arayışının giderek İkinci Yeni ve sonrasına dek izlenebileceği kanısındayım; ama yine 20. yüzyıl başlarına dönecek olursak, sembolist şiiri – kıyasıya eleştirilmek pahasına da olsa - bizde her halde en iyi Ahmet Haşim temsil etmiştir, diyebiliriz.

1905’e devam edelim: Einstein, Annalen der Physik’te fotoelektrik etki ve Planck üzerine iki makale yayımlamış, ayrıca Özel Görelilik Kuramı’nı geliştirmiştir. Russell, 1903’te yayımladığı The Principle of Mathematics (Matematiğin İlkeleri) ‘in ardından, mantıkçılığı bu kez dil çözümlemelerine uygulamaktadır. Düşlerin Yorumu (1900) ve Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi (1901) ile psikanaliz kuramını kabul ettirmeye başlamış olan Freud, Cinsiyet Kuramı Üzerine Üç Deneme ve Nükteli Sözün Bilinçaltıyla Bağlantıları ile yoluna devam etmektedir. Bir kaç sene içinde Oidipus kompleksi tıp çevrelerini altüst edecek ve dört bir yanda psikanaliz dernekleri kurulmaya başlanacaktır. Husserl, Mantıksal Araştırmalar’ını (1900) fenomenolojiye doğru genişletmekte; Saussure, ölümünden sonra öğrencileri tarafından yayımlanacak Genel Dilbilim Dersleri’ni (1916) Cenevre Üniversitesi’nde sürdürmektedir.

Müziğe Ravel ve Debussy’nin izlenimcilikleri hakimdir. Ama Schönberg, Viyana’da verdiği kuramsal derslerle bir okul kurmakta; Bartok ise macar halk müziğini araştırmaya koyulmaktadır. Wagner sonrası, Rus Beşleri, Çaykovski, Brahms ve Mahler sonrası bir müziktir söz konusu olan. Schönberg giderek ustası Mahler’den kopacak ve birkaç sene sonra (1907-1908) atonal yazıya müzikte ilk kez yer verecektir. Müzik böylece Viyana Okulu, Stravinski (Petruşka, Bahar Töreni), kromatik dizisel yazı, Webern ve Varése üzerinden, II. Dünya Savaşı’ndan sonra elektronik müziğe ulaşacaktır. Bu arada zencilerin Amerikan İç Savaşı’nın artığı bando çalgılarıyla geliştirdiği caz müziği, Storyville-New Orleans ve daha sonra Chicago’da yaygınlık kazanacak; II. Dünya Savaşı sıralarındaysa klasik evresini yaşayacaktır.

Mimariye gelince, çelik yapı tekniğini takiben, ilk betonarme apartmanlar, yüzyılın başında, Paris’te inşa edilmiştir. Mimari, Ekim Devrimi sonrasında, bir anlamda William Morris’in Güzel Sanatlar ve El Sanatları Hareketi’ne tekrar eğilecek ve konstrüktivizm ve Bauhaus gibi açılımlara kavuşacaktır. Resim açısındansa, 1905, mimariye kıyasla daha ayırdedilebilir bir yıldır. Çünkü o yıl Fovlar Paris’te, Sonbahar Salonu’nda çok ses getiren bir sergi açmışlar; Kirchner, Pechstein ve arkadaşları, Dresden’de Die Brücke (Köprü) topluluğunu kurmuşlardır. Die Brücke, I. Dünya Savaşı sonrasında şiir, müzik, tiyatro ve sinemaya da bulaşacak olan ekspresyonizmin; Der Blaue Reiter’in ve Der Sturm’un temelini teşkil edecektir. Fovların renge ve dışavuruma dönük skandalları ise kübizmin birkaç yıl sonraki, forma dönük skandalları tarafından gölgelenecektir. Süprematizmi, soyut sanatı olduğu kadar fütürizmi de kışkırtacak kübizm, Avignonlu Kızlar’la (1906-1907), bir bakıma da Cezanne’ın Emile Bernard’a yazmış olduğu mektupların yayımlanmasıyla (1907) ortaya çıkacaktır. Öyle görünüyor ki Schönberg için Mahler ne anlama gelmişse, Cezanne da Picasso ve Braque için aynı anlama gelmiştir.

Modernizm, romantizm sonrası ve empresyonizmden başlayarak, 1905 Şubat Devrimi ve 1930 Büyük Bunalımı arasında, en görkemli yıllarını yaşamıştır. 1930’tan 60’ların sonlarına, 70’lere kadar sürdüğü doğru olmakla birlikte; Şubat Devrimi, I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi yıllarını, modernin maksimum momentli uğrakları olarak tanımak gerekir. Bu bakımdan dada ile sürrealizmi karşılaştırmak ilginç olur. Şöyle ki dada, güya angaje olmayan, “olumsuz bir modern” olarak, etkisini postmodern dönemde de sürdürür sayılırken sürrealizme, güya yanlış zamanda, yanlış bir yere angaje olan, “olumlu bir modern” olarak tarihini tamamlamış gözüyle bakılmaktadır. Benzer bir karşılaştırma, söz gelişi, kübizm ve fütürizmle ekspresyonizm arasında da yapılabilir. Bundan çıkarılabilecek başlıca sonuç, bugün modernizmin, belirli bir tarihsel döneme denk düşen, tarihsel bir gerçeklik, bir ideoloji olarak algılandığıdır. Yine de enternasyonalizm projesinin rafa kaldırılmış olduğu günümüzde, globalizm diye başka bir proje yürürlüktedir. Ne tarih ne de ideolojiler bitmiştir; ama 1905’in katılımcı ruhu ve muhalif modernizmi, 2005’te yerini eli kolu bağlı, yılgın bir televizyon izleyicisine bırakmıştır.

Temsil savları ellerinden alınmış simulacrum-göstergeler, heyecan yaratmazlar artık. Büyük Doktor’un öğüdü tutulmuş, yorulmuş kalpler istirahata çekilmiştir.


YAZARI:
Özcan Türkmen



BAŞLARKEN: Defter’in düşüncelerimize kattığı ince
düşlere ve ince düşlerin defter’ e
düşüşlerine…

Usta çırak ilişkisini ve bireyin kendiliğini kavrama kayıplarını, güdüler ve anlam bakımından ele almak istedim. İşte buradaki Empati çözümlemesi, bu iki anlayışın irdelenmesine yönelik kısa bir çalışmadır.
Bu yazı makale kıstaslarına göre değil. Alıntıları satır aralarında parantez içi açıklamalar olarak belirtiyorum. Bunun nedeni yer kazanmak, safları sıklaştırmak. Buradaki okuyucu kitlesinin kavramların altlarını doğru doldurarak ne denmeğe çalışıldığına dair objektif yaklaşımlarda bulunacakları konusunda da iyimserim. Aynı nedenlerden dolayı burada, empati (duygudaşlık) kavramının sözlük anlamını açıklamaya da gerek görmüyorum. Amacım Edebiyat kuramına, davranış bilimsel açıdan bir bakış eklemek.
Kuramsal açıdan üleştirmeyi hedeflediğim için “Aşamalı Empati Sınıflaması” ve “Geliştirilen Ölçme Teknikleri” hakkında yeni bir sahne kurmalıyım. Ki; sorularımız olabilsin ki; irdelemelerimizin çıkarımları “el vicdanda” objektif yapılabilsin.
Aşamalı empati sınıflamaları çalışmaları, yabancı literatürde de çok fazla değildir. Truax ve Carkhuff (1967), Carkhuff (1969), Hammond ve çalışma gurubu (1979) gibi. Benim tercihim ise ülke dinamikleri açısından daha çok benimsediğim üç temel empati basamağı sınıflandırmasını gerçekleştiren Prof. Üstün Dökmen’ in çatısıdır. (Dökmen, 1988).
Dökmen, Onlar basamağı, Ben Basamağı ve Sen Basamağı biçiminde üç temel empati basamağının iletişimdeki isim/sıfatları oluşturması ile daha geniş bir açı yakalamış. Kuramın zamir hallerinin her biri de kendi içinde “düşünceler” ve “duygular” olarak iki alt basamağa sahip. Buradan gelmek istediğim nokta, aynı kriterlerin ortaya koyduğu iletişimde bireyin üstlendiği, üç değişik tepi.
Yetişkin Rolü: Algısal ve bilişsel rol alma. Yani “onlar” açısından duyumsama.
Çocuk Rolü: Duygusal rol alma. Yani “ben” açısından duyumsama.
Anababa Rolü: Duygunun iletilmesi ve sıkıntıda olana yardım edilmesi. Yani sen açısından duyumsama.
Düşünsel sahnemiz işte bundan ibaret. Şimdi izlek açısından bakıyoruz.

İletişimde üstlenilen bu üç rol toplumların genel empati eğilimlerini de açıklıyor. Örneğin ahkâm merakı, bir Anababa rolü üstlenilmiş iletişim değil midir? Sosyal-politik açısından ülkenin kurtarılmadığı kahvehane, herkesin kendi başına kesin haklı olmadığı bir siyaset var mıdır? Vatandaş düşüncesinden emindir, çok bilir ve düşüncesi çok zor(kolay) değişir.
Dileyen araştırabilir, bizim toplumumuz, iletişim açısından Anababa rolünün ağır bastığı bir toplum yapısı gösteriyor (Dökmen). Üretim imece usulüdür. Bileşik yasalar, öykünmeden ibaret ve çıktılar gerçek üretimden uzaktır. “Bu halktır, oysa aydın onun dışındadır” diyenler de olabilir.
Bir toplum, aynı bedenin yaşam sistemi tarafından beslenen organlar gibi davranır. Yani kan basıncı tüm organları etkiler, kaçınılmazdır bu. Medya, sosyal bilinç, sokaktaki yaşam, eğitim, kök benzerliği, sosyal tepkimeler, ne derseniz deyin; entelektüel de bu bütünün bir benzeri. Ama bir farkla; o davranışının kuramsal olarak hangi sonuçları verdiğini anlayabilme yetisini taşıyor ya da taşımalı. Çünkü bu onun sorumluluğudur. Burada yazdığım yazı da zaten böyle olmasa hiçbir şey ifade etmezdi. Yani, bir anlamda hepimiz insanız ama bazılarımız, bu olguyu fazlaca düşünür, yazar, resmeder, ifade yolları ararız.
Belirtmek isterim; sanat kuramlarında kimi zaman toplumcu ya da bireyci sanat gibi eleştirel yaklaşımlara ben yine sosyolojik olgu dışı bakılamayacağını düşünüyorum. Çünkü avama ulaşmış ve kabul görmüş her sanat zaten toplumsaldır. İkinci yeni olayı için, toplumsal gerçekçi karşıtını ortaya koyanlar, bir anlamda kuramsal analizi geliştirirken diğer yandan sosyal bilinç çatışkılarını yarattılar. Diğerleri açısından ilgi duyulan her eser estetik açıdan eleştirel bir yeri hak eder. Ancak burada sosyal etik kavramı önemlidir. Hikmet Kıvılcımlı’ yı bilenler kısmen buna bir anlam atayacaklardır.

Coğrafyanın insanlarının mevcut eğilimlerinin etiği tartışılmalıdır. Çünkü günümüz iletişim- etkileşim gücü artık öyle boyutlara varmış ki, on yıl içinde tüm yapı tamamen zıt ve kendine yabancı bir hale dönüştürülebiliyor. İletişim çağı bireyi neredeyse bir Ferisiye dönüştürmüş. Dezenformasyon cennetten çıkma. Bkz., evlilik ve kadın erkek ilişkisinin özerkliği. Bir de tv’ lerde “ikinci bahar” lar vs. Her şeyden öte insanın sapkınlığının kitleye taşınmasına duyulan bu ilgiye ne demeli? Şüphesiz Anababa toplumu iletişimine alışmış, düşünce yozluğu içine sıkışmış, karar alma yetisini yitirmiş bireylerin ilgi duyacağı bir alan bu. Para getiriyorsa da sorun yok. Devam. Erebos’ un kollarında yeni bir toplum kuralım?!



Ancak ana hatlarıyla yeterince belirttiğim bu olgunun sonuç aşamasında beni ilgilendiren yanı, yazınsal sanatta da aynen tekrarlanıyor olması. Kısaca, çağımız artık o meşakkatle ilerlenen usta-çırak ilişkisini yeniden sorgulamalı. Bu deneyim ve bilginin küçümsenmesi elbet değil. Yukarıda değindiğim değişimler ve oluşan yeni kriterler eşliğinde şu demek oluyor: Soralım: Bir eleştirmen veya dergi editörü ilk kez okuduğu bir isme veya metne objektif empati kıstaslarıyla ne kadar bakabilmekte? Yoksa sonuç(metin) yerine, bireyi, onu tanıma ve kendinde olumlama, hatta bireyin baskıcı eylemini, azim gibi yanlış bir terimle mi yansılıyor? “Yüzünün suyunda yıkandım” diyemez eleştirmen ama “Suları yüzünle yıkadım” da demiyor, eğilimi yanlış. Deniz ölümcül zehirli atıklarla kaplı. Bu denizde plaj ne gezer?
Gözden uzak olan gönülden uzak kalıyor. Bir kişisel tercih midir bu? Öyle denebilir ama insanı o hale getiren şartlara ne demeli?
Yeni yazarların çıkamama ya da yeni ve etkin seslerin duyulamama nedenlerinden biri de bu. Ustalar, hiç yadırgamasınlar. Onlar da Anababa toplumunun içinden ve meşakkatli yollardan ulaştıkları mevkilerine gelir gelmez artık şartlı refleks haline dönüşen bu tutumun bir parçası haline ç/evriliyorlar. Yeni sesler sandıkları birçok yazınsal çıktı eskinin rötuşlarından ibaret kalıyor.
Rötuş, bir eksiğin giderilmesidir. Bütün, rötuştan ibaretse ona, bütün diyemeyiz. Yazınsal ilişkilerin sosyal boyutta ve neredeyse metinden daha öne çıkan bir yapıyla değerlendirilmesi de metin için rötuştan ibarettir. Öyleyse bütün olmama riski var.
Yazınsal bir metne güvenmek diye de bir şey olduğuna inanmıyorum. Olması gereken sosyal şuurun niteliklerinin o yazınsal metne karşı takındığı tavırdır. Kaleme güvenmekse bir başka dertli meseledir. İronik bir olgudur bu. Bir yanda çok okunan niteliksiz bir yazın diğer yanda iyi olanın ayırtına varması gittikçe güçleştirilen az okuyan niteliksiz bir toplum.
Şu güven olgusu da ilginç elbet.
Güven istemem ben. Güven, kibir zehri taşır. (N.Ataç, kimi zaman önceden dediklerine ters düşen sözler söylediği kendisine hatırlatıldığında; “O, o zamandı, şimdi böyle” dermiş. Bu sürekli devingenliktir)
Düşünceler, açıklık ve çok boyutluluk, bir habitat olsa, yaşam çeşitliğinden kendi hayatımı yitirir, hayatımın kendiliğini çeşitle kutlardım. Son satırları içrek, gizemci, yazmamın elbet nedenleri var. Aslında konu benim dışımdadır, insanınsa ta içinde. Mutlak doğruyu aramak yerine doğal olanın sibernetik sapkınlıklarına odaklanalım.
Yani hermetik yapının söylediği bir şeyleri duyup da gerilen kimse, öncelikle nasırına kendi basmış demektir. Önce ve sonra yerine şu anın hakkından gelelim.
Yukarıda söyledim. Deniz kirlidir. Plajın neyini tartışalım?
Unutmamak gerekir, anımsamak gerekir…


YAZARI:
ÖMER SERDAR


Hayat An'ı / Şiir / Hakan İşcen


gelgitlerimizin girdabında ayrılır
...da'lar
...gi'lerden.
sular terleyip
başını kayalara yasladığında
yeniden yaşansa'ların
mutlu cesetleri vurur kıyıya;
ve şişe içinde bir kelebek...
mi
güllerin tacına kanıp
avucumuzdan kaçan o şey ?
gizemli bir öpücüğün nemli izi kadar ömürsüz
alnımızda ansızın kuruyan.
güllerdense bir şey olmaz;
olsaydı, kalmazdı görkemli aşklardan geriye
külrengi alışkanlıklar.

ihtiyacın,
cesaret değil; korku !
korksaydın kurtarırdın;
örümceğin tükürüğünde boğulan benekli
hayat an'ını
usulca çekerek
küflü mantarın en küçük gözeneğinden.


dip not : korkakların arka bahçesine sakın girme; toplu mezarları vardır kelebeklerin;
cam kırıkları batar ayağına, aptalların ıssız kumsallarında gece yarısı yürüme !...

YAZARI:
Hakan İşcen


Balad I / Şiir / Çağlar Tanyeri


Vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Ruh yamalarının bini bir para,
ne var ki nafile…
kör kuyuların ağzında hep o müstehzi gülümseme,
bütün yol haritalarında hep o eski çıkmaz,
ne yapmalı, nereye gitmeli, kime sormalı.
Biz ki şarkılar söyleyerek ateşler yakmamış mıydık
korkmayalım kendi karanlığımızdan diye
ve her defasında kendi ateşimizde kavrulmadan önce.
Şimdilerde eşelenmekteyiz küllerin arasında
yeniden doğmak için satırbaşlarında.
Söylenti yayılıyor doğuya doğru:
imgesiz bilim Alzheimer olmuş
kafasında kağıttan bir külah
çocukluğunu arar dururmuş.
Biz ki ürkünç mitolojiler düzmemiş miydik
mezar taşlarını unutalım diye
ve avutucu efsaneler yakarmamış mıydık tapınaklarda,
telaşımız tarifsizdi ve acımız derindi aslında.
Şimdilerde tanıklık etmekteyiz
bütün ihanet meşalelerinin sanıklığına.
Anlamlar bir yük gemisinin ambarında sürgüne gönderile.
Vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Havada bir toplu intihar kokusu,
yaralı hayvan soluması neşter yememiş dehlizlerde,
düşmanın adı belli, eşgali belirsiz
kaçmaya da gelmez saldırmaya da.
Biz ki kandırmış ve kandırılmamış mıydık
ince bir mide bulantısı pusuda beklerken.
Diyelim ki dünyanın bütün borsaları batırıldı
bütün simsarları kurşuna dizildi
ve hamiline çekleri yasaklandı tutunamayanlarca,
yani Oğuz boylarının disconnectus erectus’larınca
peki ya sonra?
UBOR-METENGA ne olacak mesela.
Eski bir broker’la eski bir Etiyopyalı işsizin
kim durduracak iç kanamasını.
Kim dindirecek eski bir komünistle eski bir demokratın
ığıl ığıl sızısını.
Bu nedenledir ki ferman çıkarıldı cebraillerin üflediği vahiylere
günü geldiğinde çekiçli filozoflarca: siyaset ola.
İlmik ilmik ördüysek yazıtlarımızın kılavuzluğunu ve kutsallığını
yeniden sökmek içindir.
Barbut sevmeyen bir kozmos ustasının kaosta kayboluşu mu
zaferimiz ve trajedimiz yoksa.
Şimdilerde oyalanıyoruz modern postlarımızla
ve vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Diyelim ki dünyanın bütün namlularına karanfil
takıldı komandolarca
ve bütün gayri safi milli hasılalar toplandı çöpçülerce
peki ya sonra?
peki ya benim kahrım, ya senin ağrın.
Kim yazacak tabula rasalarımızı
ne yapmalı, nereye gitmeli, kime sormalı.
Telaşımız hep tarifsizdi ve acımız derindi aslında.
Biz ki bir çakıl taşı misali özgür olmanın imkansızlığında varız,
ne tenden geçeriz ne tinden
ve hep vurgun yeriz derinlerden.

YAZARI:
Çağlar Tanyeri


Enis Batur Şiiri / Sufi


Enis Batur Şiiri gerçekten sıkı bir şiirdir, nasıl ki düz yazılarını okurken bir çaba sarf etmeliyiz, şiirlerini de okurken o çileyi sizden ister.
zor bir şiir dili yok, tam tersi, her "ciddi" şiir okurun rahatlıkla kavrayabileceği bir dili var.
sevip, sevmemek tabi ki ayrı bir konu, hem bir şiir nasıl ve neden sevilir o da ap+ayrı bir konu, ve bir Şair'in tıpkı bir Ressam gibi med +cezirleri olan yapıtları, ürettikleri var diye düşünüyorum.
Edip usta , Turgut usta, Cemal usta gibi, Enis usta'nın da çok sevdiğim şiirleri var ve o dizeler arasında kendimi hiç aramadım, bırakırım o aylak, serseri ses konuşsun, ben iyi dinleyici olayım bu yeter bana.
böylece onun evrenine ait varlığın genel özünü görebilmemiz mümkün olur.
ya da yeniden, yeniden yaratılması diyelim.
Bu "öz"e nasıl ulaşılır? nasıl tanımlanır? ki onun neredseyse 40 yıla yakın bir zaman dilimini alıp götürmüş, ve o devasa kütüphanesi o "öz "ile bunca uyum içinde. (?)
onun "gerçeği" tüm yapıtlarında saklıdır, ister şiirleri, ister düz yazı, deneysel metinleri olsun hepisinde bir "işe" koşulmuştur, bir "derdi" olmşu, dermandan öte.
onun şiirlerini bir "yaratici eylem" olarak kabul ediyorsak, o yapıtlarda onun gerçekliğini arıyoruz demektir.
benim amacım orada varlığını sürdüren "sanatı" bulmaktır.
Sanat yapıtı varlıkların Varlık'ını kendi yöntemiyle açar.
Bu açma, bu ortaya çıkış, yani varlıkların gerçeği yapıtta oluşur.
Sanat, anlaşılır bir ifadeyle işe +koşan hakikattir ! Usta eller o an isterse şiir atına biner ister sözcüklerin düz ovasına çıksın, hiç fark etmiyor.

Bir şair, ya tümden bir maratoncudur, ya da kısa koşu hız düşkünüdür.
Enis Batur'un 40 yıla yakın bir zaman dilimini bu işe koşmakla geçirmesi ve de yazdığı her sözcüğü kılı kırık yaracasına sıkı elekten geçirerek okuruna emanet etmesi, onun tüm varoluşunu yeterince bana ve onu severek okuyan okurları için açıklıyor, ve önemli bir ip ucudur.
Dil ve Batur ilişkisine gelince:
Dilin kendisi, özünde şiirdir.
Dili biz her hangi şiir türüne sokamayız, çünkü şiirin temeli, başlangıcıdır o, dahası dilde şiirsellik vardır, ve bu dildir ki enis batur'un özgün doğasını koruyor, çevresindeki kozayı anlamlandırıyor, içten dışa doğru örülen, atılan sıkı düğümler neredeyse.
bir dil , düz metinlerde iyi, şiirde kötü kullanılmaz, ya tümden rezildir, berbattır ya da belli bir seviyeyi çoktan tutturmuş, isyankar atların çıtalarını çoktan aşmıştır.
Sanat, hakikatin yapıta kondurlması olarak şiirdir ve onun tek mühimmat deposu dildir.
ve bildiğimiz gibi sanatın doğası şiirdir, buna karşılık şiirin doğası hakikatin kurulmasıdır.
bir kalem erbabı ya tüm bu olmazsssa olmaz koşullara uyacak, ya da şiir ve ya düz yazı belasına hiç bulaşmayacak.

naçiz sufi böyle der, böyle düşünür, tüm bu yazdıklarımdan dolayı değil elbet, ben enis batur şiirini bir başka seviyorum, beni sözcüklerin, dizelerin uçsuz, bucaksız düzleminde soluksuz bıraktığı içindir.
zor olan, yazılı olan herşeyi severim, ne gelir elden bu da benim iflah olmaz yanım.

Selam,
Muhabbetle,
Huuu.

Sufi.


Edip Cansever'in Daktilosu /Onur Caymaz


gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiç bir yere gitmiyor

-edip cansever-
a: bedesten günleri , yanık saraylar (sevim burak’ın kitabı, belki bir sonbahar hiç tanışmadığı)
b: meydanda gezerken kırılmış bir güvercin geliyor yanına, mevsimleri hep kıştır, saçlarında eskiden çalan tozlu çanlar
c: rüzgarda kalmış rum kadınlar, maarif takvimleri, köstekli saat iskeletleri.bir kızın ayakkabısının topuğu tramvay rayına giriyor gözlerindeki anlamla karşılaşınca
d: elyazması şiirlerini hep saklar aklında tarçın kokulu sevdalar anlamın tüy gibi uçuştuğu saatler
e: Narmanlı Han’da (bir Beyoğlu cinidir çünkü) ahmet hamdi tanpınar’a şiirlerini gösteriyor (şiir gösterilmez çünkü yaşanır sadece) bunlar güzel ama şiir değil diyor büyük şair, pencereyi açıp çay koyuyor (şiir yaşanıyor)
f: yaşarken hiç tanışmadık onunla, ben mi diyorum bunu ellerimde onarılmış bir akşam udu. ölen hangimiz peki.
g: noel çanları... o sessizlikte sadece bu, noel çanları
h: kışa küskündür erken açan ağaçları: insan yalnız uzun şiirlerde yaşar yalnızlıkları
j: bir şarkıyı ilk kez dinlemiştir yüzünde kafiyesiz bir alkol rengi
k: plaklar... her yerde... dinlerken kışın çıtırtıları karanlıkta
l: bir tütün tabakasının dilinden anlar, konuşur nesnelerin var eden şekliyle
m: kışları uzun geçti hep. öyle bir amcam olsun isterdim

kıyısında camların bozbulanık rakılar*
n: dükkanı sabah açıp masa silen yerlere talaşlar serpen bardak yıkayan bir gözü şaşı hem de eskitilmiş bir ermeni göz kırpıyor bir şiirinden
o: döneniyor bir alıcı kuş olarak gök başımızda.
ö: severken de şiir yazar gibi mi yapmıştır bunu. her yeri yapıştırılmış tuşları eksik bir akordeon gibi mi. ya nasıl terkedilmiştir.
p: eski deprem yerleri…yangın yerleri.
r: yağmur altında şiirinin çıktığı bir dergiyi okumuştur perada. dört mevsim lokantasının orada. koluna ruhi bey çarpmıştır o ara
s: ya alkol olmasaydı. armenak, lusin, diran,stepan, muhassen, cemile. kurtuluştan taksim’e kar altında mavi kıvılcımlarıyla bir tramvay
ş: mavi en sevdiği renktir. mavi renk bile değildir onda. alışkanlıktır. bütün sevgilerde bir alışkanlık olduğu gibi belkide
t: hoşgeldin reis diyorum. eski bir fayton geçiyor yanımızdan. deniz. günümüz türk şiiri’ni konuşuyoruz. büyük zamana düşüyor gömleğinin yakaları *.
u: doğada geziniyor. şiir bir yalnızın aldığı en büyük hediyedir doğadan.
ü: harflerin noktaları var, yalnızlığın kocaman gözleri, mavi
v: akşamüstlerini sever. cebinde taşıdığı sarı kağıtlara benzer akşamüstleri
y: her şeyi izliyordur. duvardaki bir çatlağı, bir çocuk ağlamasını, bir kadının şapkasını
z: şiir yoktur. hiçbir şeydir yani.

YAZARI:
ONUR CAYMAZ


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***