Suyumuz
yetmiyor çiçeklere, kanımızı kullanıyoruz, sıkıntı öyle bir sardı ki dört bir
tarafı, yüz kere söylendiğinde anlamını yitiren sözcükler gibi olduk. Resmi
yapan ressam, yanlış tuvale çizmiş zamanı ve yüzlerimizi. Yetmeyecek azıklar
aldık yanımıza, dönmek üzere giderken…
Arkamızda
bıraktığımız çocukların yüzüne işledik kederi ve hüznü. Bu en büyük günah
olarak anlımızda duruyor…Su seni istiyor, rüzgar beni. ‘Dünyanın en güzel Arabistan’ı’ yok artık ey dost.
“The End” yazarken, herhangi bir yerde,
herhangi bir insanın düşleri bitirir kendini. Doğrulup yerimden, merhaba demeye
bile yetmeyecek bir derman över ölüyor içimde. İçimdeki acı bitmiyor.
Aramızdaki
uzaklık demiştim ya, birbirini gören iki duvarda asılı resimlerin yaşadığıdır
benimkisi.
Bu öykünün hiç
başlangıcı ve sonu olmadı ki. Uykusuzluğa dayanamayan baykuş, unuturmuş gecenin
rengini. Kırgın dönüp dolaşmaların labirentinde nar rengi bir susuş olur ey
gece…ey gece koru bizi… biz biliriz gece olunca gündüzün perdelerini kimin
çektiğini.
Ve de günlerin
sarnıcında her şey o kadar berrak değil artık.
Ve ırmaklardaki balıkların acılığı deniz
özleminden midir bilmem.
Bin yıllık
ayrılıktır benimkisi. Sıkıntı! İçimdeki!
Tavana veya
yere bakarak uslanmaz adımızın baş harfleri.
Acılara,
sıkıntılara tarih atmayanlar, unuturlar miladı…
toprak yorar
insanı, inan bana.
Sufi.