Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kırmızı Lokomotif // Hakan İŞCEN



O treni ben çaldım. İster inanın ister inanmayın, hayatım boyunca yegâne hırsızlığım buydu. Rayların üzerinde salına salına giden o şey, sadece bir lokomotif değil, ilk gördüğüm andan beri uykularımı renklendiren kırmızı bir düştü… Üstelik bu düş, kendi başına hareket ediyordu.
Ben, subay çocuğu olarak çok fakir sayılmazdım. Ama babası yağ tüccarı olan Sinan, kesinlikle mahallenin en zenginiydi. En güzel oyuncakların da onda olması, peşinen kabullendiğim bir kaderdi. Kocaman ahşap bir sandık içindeki o rengârenk hazineye, Sinan’ın sudan sebeplerle bana kızıp küsmediği zamanlarda dokunabiliyordum sadece. Tabiî, bin bir tembihini de sineye çekmek şartıyla:
“Duvara sürtmek yok!… Merak edip içini açıp bakmak yok! Bahçeden dışarı çıkarmak yasak!”
Kağıt kanatlı tahta uçaklar, farları yanan kurmalı otomobiller, çatapat patlatan kovboy tabancaları, minik kurşun askerler… Ama ne olursa olsun, benim gözüm ondaydı;
o lokomotifte! Sonunda dayanamadım, çaldım! Annem fark edene kadar da kontrplak üstüne kibritlerden ray yapıp odamda gizli gizli, doya doya oynadım. Pişman olmadım mı; oldum tabiî! Neden raylarını da çalmamıştım ki?... Kitapta okuduğum o meşhur gangsterin dediği gibi, “Çok istediğin bir şeye sahip olmak için Tanrı’ya dilekte bulunacağına, onu çalıp ‘Beni affet’ diye dua etmek…” daha çok işime gelmişti. Annemin zoruyla Sinanların kapısına gizlice lokomotifi bırakana dek, bu günahımın sefasını bir haftalığına da olsa, sürdüm… Daha sonra başına bir sürü iş havale ettiğim Tanrı, beni bu konuda affetti mi, bilmiyorum. Ama benim trenlere olan düşkünlüğüm daha da alevlendi.

Lisedeyken yaz tatillerinde Adana’ya dedemlere, daha sonraları da iş için Ankara’ya, her fırsatta trenle gittim. Hatta yurt dışında bile, hep tren yolculuklarını yeğledim. İlaç şirketlerinin bana sağladığı bedava olanaklarla, Almanya’nın ülkeyi baştan başa geçen dakik trenlerinden, Japonların teknoloji harikası hızlı trenlerine kadar, bir çoğuna bindim; keyifli yolculuklar yaptım. Ama yine de bunların arasında hiç unutamadığım, yıllar önce, o Ankara’ya yaptığım seyahatti.

***

Erkan’la Ankara’ya, Türk Diyabet Vakfının o yılki kongresine gidiyorduk. Bu kez yataklıda yer bulamayınca, Boğaziçi Ekspresinde karar kılmıştık. Çapa’dan başlayan arkadaşlığımız, doktor çıktıktan sonra gerçek bir dostluğa dönüşmüş, hayatlarımızın en önemli hemzemin geçitlerinde, farkında olmadan hep birbirimizi arar olmuştuk. Ben, Selma ile evlendikten sonra, işi biraz abartarak kardeşi Neslihan’ı, Erkan’a baş göz etmeye çabaladıysam da, kayda değer bir sonuç alamamıştım.

Pencereden hızla akıp giden peronlara, evlere, ağaçlara bakarak her zamanki gibi yolculuğun zevkini çıkarmaya çalışırken, başını mesleki bir derginin arasına gömmüş Erkan’a da takılmadan duramıyordum:
“Oğlum, sen tam bir ineksin… Bu kez de Hulusi Hocanın kürsüsüne gözünü diktin değil mi?... Biliyorum; adamın ayağını kaydıracaksın… Yazık adama. Kaldır kafanı bir bak; Bostancı!...
Bu deniz… Adalar… Bir zamanlar bu sahil yolu; tamamen denizdi. Şu Çamlık Çay Bahçesi’nin dili olsa da, konuşsa… Geçip giden hayatın farkında mısın sen?”




“Sen bu yüzden hâlâ hastane köşelerinde sürünüyorsun. Rahatsız etme beni! Hem Hulusi gibi titrek elli, yaşlı hocalardan öğreneceğim bir şey yok artık!”
Bazen öyle olur ya; en yakınınızdaki insana dair o âna dek hiç düşünmediğiniz bir şey, hiç olmayacak bir yerde, ansızın aklınıza düşer; hem şaşırır hem utanırsınız. Sanırım, ben ilk tanıştığım günden beri -Oyuncakları rüyalarımı süsleyen Sinan gibi- Erkan’ı da kıskandım.
O, geleceğin en gözde cerrah adaylarından biri olarak benden çok daha başarılıydı. Üstelik,
daha yakışıklı…
İşte, ben bu sese, daha doğrusu ray boşluklarının insanı bu dinginleştiren tık-tıklarına hayrandım. Tren geleceğe doğru yol alırken, bu ses, seni nasıl da geçmişe götürüyor… Yaşadığın şehirden uzaklaşıp yabancı bir kente giderken, küskün ve tedirgin ruhlar için melankolik bir senfoni:
Tık-tık… Tık-tık… Tık-tık…
Hayatımı daha yeni yeni düzene sokmaya çalışıyordum. Selma ile boşanalı beş ay, on iki gün olmuştu. Kapıyı her defasında anahtarımla açmaya ve beni soğuk bir karanlığın kucaklamasına henüz alışıyordum… Yalan! Aslında buna hiçbir zaman alışamadım! Selma ayrılma konusunda o kadar kararlıydı ki, karşı koyacak gücü kendimde bulamamıştım. Sadece “Olmuyor.” dedi.
“Birbirimize bunu yapmayalım Volkan… İşi zorlaştırma; birbirimizi koruyalım…”
Birbirimize yapmamamız gereken şeyi, anlayamadığım halde, bunları her zamanki gibi öyle bir ses tonuyla söylemişti ki, itiraz edersem Kırmızı Lokomotifi çalmaktan daha beter bir günah işleyeceğime inandırmıştı beni. Birbirimizi korumak için ayrılmamız mı gerekiyordu?...
Neden, neye karşı koruyacaktık?... Oysa bilmiyor muydu, asıl ben ‘Onsuz’ korunmasızdım. Üç yıllık evliliğimizde bütün hayati kararları, o; tek başına aldı. Boşanmamız gibi evlenmemiz de buna dahil. İlişkimiz raylar gibiydi. Biri gidiyor; diğeri sadece onu takip ediyordu… Bana âşık değildi. Ne yazık ki, bu konuda her zaman dürüsttü. Aynı zamanda meslektaşım da olan sevgili eşimin, pek çok doktor gibi yaralar karşısında acıları paylaşmaya zamanı yoktu. Yalnızca gerekeni yapıyordu. Benim hâlâ âşık olmam ise, önemsiz bir semptomdu. O, baş operatör olarak kalbimi hunharca söküp almaya çalışırken, ben, kendi ameliyatına neşter uzatan bir zavallıydım. Bu çöküntünün kronik bir duruma dönüşmemesine çabalıyordum. Bir anda boşlukta kalmıştım. Paslı raylarının arasında yaban otları bitmiş, güzergâh dışı bırakılmış istasyonlar gibi. Çalışmanın, kariyerin, yemenin içmenin, eğlenmenin, kısaca hayatın anlamsızlaştığı bir amaçsızlık denizinde sürükleniyordum… Sadece bununla kalsa, iyi; aniden önümde belirip beni yutmaya çalışan hüzün girdaplarından da, kendimi sakınmam gerekiyordu. Yine de bir faydası olmuştu bu kısacık evliliğin; hiçbir zaman iyi bir doktor olamayacağımdan artık emindim.

Yanımızdan geçen trenin gümbürtüsüyle irkildim. Kompartımanlara istiflenmiş hayatlar, birbirinin içinden geçiyordu. Selma ile ben de, birbirimizin hayatına böyle bir anda girip çıkmıştık. İki yabancıydık artık. Trenin penceresinden hızla akıp giden istasyonlardaki belli belirsiz yüzler gibi, birbirimizi bir daha asla göremeyecektik. Raylarımız bir makasta ayrılarak artık hiç kesişmemek üzere, ayrı yönlere doğru uzaklaşmıştı. Sırtımda taşımaya mahkûm olduğum bu acı ise, karanlıkta çığlığımı bastırarak üzerimden geçen bir gece ekspresiydi, hâlâ.
Deniz… Karanlık… Ağaçlar… Karanlık… Yazlık evler… Karanlık!… Küçükken Sinan’ın oyuncak bir projeksiyon makinesi vardı. Yüzümü dürbün gibi ekranına dayayıp üzerindeki düğmeye basınca, gözlerimin önünde renkli resimler birbiri ardına şak-şak
beliriverirdi. O geçişlerin arasında bir saniye ortalık kararır, sonra rengârenk dünya yeniden açılırdı: Tüneller!… O güzelim deniz, birden simsiyah, saydam bir perdeye bürünüyor; kompartımanın solgun ışığında pencerede yüzümü görüyordum. Oysa kendimle yüzleşmeye hâlâ hazır değildim…






Beton elektrik direkleri, daha sık geçmeye başlamıştı. İzmit’e yaklaşmış olmalıydık?... Kiraz ağaçlarına bakılırsa; Tavşancıl… Hey gidi Tavşancıl, hey!... Gençken buraya gelirdik. Tren yolunun kenarında bir bankanın dinlenme kampı vardı; onun yanındaki arsaya çadır kurardık. Şimdi yerini bulamadım?… Deniz, henüz bizi terk etmemişti.
O yıllarda hâlâ masmaviydi… Çok güzel kızlar gelirdi o kampa. Geceleri ateşin karşısında Selâmi’ nin akordu bozuk gitarıyla dans ederdik. Bütün yaz, bir çift göze tutsak, kıpır kıpır bakışmalarla geçerdi.

“Volkan! Hadi, restorana yemeğe gidelim. Karnım acıktı; hem seninle konuşmak istediğim önemli bir konu var.”
Erkan’ın seyahatin başından beri alışık olmadığım gergin hali, bu kez sesine de yansımıştı.
“Ankara’ya dek o dergiden başını kaldırıp hiç konuşmayacaksın zannettim profesör. ”
Restoran kalabalıktı. Kapıda, ağır bir koku ve çatal bıçak seslerinin karıştığı bir uğultu vurdu yüzümüze. Dipteki masaya sıkışarak yemekleri sipariş ettik. Ben, gömleğimin üst düğmesini açmış, kravatımı çoktan gevşetmiştim. Erkan’ınki ise, kolalı gömleğiyle uyum içinde hâlâ ilk sıkıldığı haliyle duruyordu. Bir süre, üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarından dem vurarak hocaları çekiştirdi. Kariyerini de etkileyen akademik torpil mekanizmasından dert yandı. Ben, ona fırsat yaratmak için lafa girip konuşmuyordum. Gevşemesine yardımcı olmaya çalıştım. Özel bir sorunu olmalıydı. Sabırla asıl konuyu açmasını bekledim.
“Nasılsın Volkan?”
“Ne demek bu?...”
Orada olduğumu yeni fark etmiş gibi takındığı bu tavrı garipsedim. Oysa, önemli bir şey söyleyecek insanların, ne kadar ön hazırlık yapsalar da konuya nasıl gireceklerini kestirememelerinin tedirginliğini gözlerinden rahatça okuyordum. Ve o kararsızlık, kara bir bulut gibi yavaş yavaş üstüme geliyordu. Üstelik, görünürde başımı sokacak en küçük bir sığınak bile yoktu… Bu huzursuzluğun dürtüsüyle, oturduğumuzdan beri ilk kez çevreme alıcı gözüyle baktım. Yanımdaki adamın beyaz gömleğinin yakasında bordo rengiyle patlayan papyon, tartışmasız bu yemek vagonunun en dikkat çekici görsel öznesiydi.
“Yani, hayat nasıl gidiyor… Özel biri var mı?”
“Bir kadın mı?... Hayır! Artık bu konuda oldukça seçici davranmayı düşünüyorum dostum…
Hem biliyorsun, uzun süre yoğun bakımda kaldım; yaralarım sayende daha yeni kapanıyor.”
Bakışlarını benden kaçırarak bıçağıyla tabağının kenarındaki yağlı et parçasını amaçsızca didikliyordu. Ben önümdekileri silip süpürürken, o pek yememişti. Her zaman kendinden emin ve kararlı olan, benim gizli gizli kıskandığım adam… bu değildi.
“Evet haklısın; öyle yapmalı…”
“Ne geveliyorsun ağzında Erkan?”
“Şey… Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum… Ama önce benden duyman lazım.”
“Hadi… Bir dene dostum.”
Vagonun en ucundaki garsona, görünmeyen bir çay bardağını havada karıştırarak sipariş verdim. Yanımdaki papyonlu adam da en az benim kadar meraklanmış olacak ki, pencereden bakar gibi yaparken kulağından fışkıran kılları sayacak kadar omzuma yaslanmıştı. .
“Ben... Evleniyorum!”
“İnanmıyorum! Bizim profesöre bak sen… Gizli ve derinden mercimeği fırına vermiş de haberimiz yok. İşte, buna içilir! Hiç itiraz etme; yarın gece Sakarya Caddesi’nde bildiğim bir yer var; kafa çekmeye oraya gidiyoruz.”

Bu geçici rahatlamamın, bir yanılsama olduğunu sezmekte gecikmedim. ‘Bir tren restoranında yemek yiyen iki eski dost…’ konulu yap-boza uymayan garip bir sessizlik oldu.
İşin kötüsü, uzadıkça uzadı. Onun bu tutuk hali, artık sinirimi bozmaya başlamıştı. Sanırım, kara bulutlar o an tam üstümdeydi. İçimdeki ses, susmam gerektiğini söylediği halde, elimdeki çatalla şişkin bulutları şişlemeye engel olamadım.





“Ee... Ben tanıyor muyum hanımefendiyi?”
“Eh… Evet.”
“Hem eh, hem evet… İyice meraklandırdın… Kim?”
…………
“Hadi ama profesör!”
“Selma.”
“Ne?…”
“Selma!”

Sadece bir isim benzerliği olmasını boş yere bekledim. Ama Erkan’ın benden kaçırdığı bakışlar, son umudumu da oracıkta eritti. Bu trenler, ya çok soğuk olur; ya da çok sıcak. Bu, en sıcaklarından biri olmalıydı. Yok, yok; en sıcağıydı! Yanımdaki papyonluyla camda göz göze geldim. Erkan’ın dilinden tıslayarak dökülen o ismin, yüzümdeki etkisini görmek için, inatla gözlerini bana dikmişti. Tren, uçsuz bir tünele girmiş, sonsuz karanlığın içinde çılgıncasına hızlanarak yol alıyordu.Tüm sesler, çatal bıçakların metalik şıkırtılarıyla birlikte elenmiş, sadece Erkan’ın ağzından çıkan, duyabildiğim son sözcük, rayların ritmine uymuş beynimin içinde zonkluyordu: Sel-ma… Sel-ma… Sel-ma…
Biliyorum; baştan beri bütün vagon, bu yanıtın peşindeydik. Erkan’ın karşısında, artık koltuğa sinmiş, gitgide büzülen bir kompartıman böceğiydim. Söylediği o iki hecelik isimle, kıllı ve çirkin bedenime bir gazete yiyerek sersemlemiş, yere yuvarlanmıştım. Simsiyah gölgesiyle bir an önce üzerime kapanacak kösele bir topuğu bekliyordum. Zaten kaçmaya yeltenecek gücüm kalmamıştı. Tüm eklem ve boğumlarım, mide bulandırıcı bir ses çıkararak ezilecekti. Yıvışık kabuğumla vagonun tozlu zeminine yapışıp kalacaktım. Ta ki, son durakta eprimiş, iğrenç kokulu bir paspas tarafından zeminden sökülüp atılıncaya dek.
Onun dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Tık-tıkların o rahatlatıcı titreşimi de çoktan silinip gitmişti. Başım mı dönüyordu; vagon mu?… Ayırt edemiyordum. Bardaklar, tabaklar devrilmeye başladı. Birileri çığlık atıyordu. Oysa, zamanın o anında bütün çığlıkların yasal temsilcisi, sadece ben olmalıydım. Papyon, artık bana değil, arkamdaki bir şeye gözlerini dehşetle açmış bakıyordu. Ben de merak edip kıllı boynumu ve antenlerimi o yöne çevirdim: Restoran vagonunun kapısından diğer vagon gümbürtüyle içeri girdi.

***

Mikado’nun çöpleri gibi birbirinin içine girmiş vagonların birinden çıkardılar beni. Geceydi. Ve serindi. Üzerimde hareketsiz yatan papyonlu adamın gözleri, yuvalarından fırlarcasına hâlâ açıktı. Her yanımdan iniltiler ve yardım isteyen yakarışlar geliyordu. Ben, yaşadıklarımın gerçek olduğuna ihtimal vermiyordum. Birileri beni kurtarmaya gelinceye kadar hep kötü bir kâbus gördüğüme inandırdım kendimi. Ölümcül bir tren kazasından çok, Selma’nın Erkan ile evlenecek olması, bu düşüncemi yeteri kadar pekiştiriyordu. Kızgın yağı andıran mekanik bir koku genzimi yakmaya başlamıştı. Sırtım ve belim ağrıyordu. Bir süre sonra, bir şey hissetmemeye başlayınca bu kez paniğe kapıldım. Yaşadıklarım gerçekse ağrıların kesilmemesi gerekiyordu. Yoksa bedenim hissizleşmeye başlayıp teslim mi oluyordu?... Ümitsizliğe kapılarak birkaç kez Erkan’a seslendim; ama anlamlı hiçbir karşılık alamadım. Sadece her bağırışımda çevremdeki iniltiler artıyordu; o kadar. Zaten bağırırken göğsüme de keskin bir sancı girdiğinden bir süre sonra bundan vazgeçtim. Sakin olmalıydım; yoklayabildiğim kadarıyla herhangi bir kırık veya açık yaram yoktu. İç kanama ihtimalini düşündürecek bir bulantı, uyuşma ve bilinç kayması da hissetmiyordum. Elimden gelen tek şey kıpırdamadan beklemekti. Sonunda yüzüme ışık tuttular; korkmamamı, beni sedyeye
alacaklarını söylediler. Artık emindim; yaşadığım her şey gerçekti. Erkan’ın trende yemek yerken söyledikleri de…

***




Sekiz gün hastanede yattım. Ufak tefek ezilmeler dışında önemli bir şey yoktu. Biraz fizik tedaviyle, bu kötü anıyı hiçbir iz kalmadan atlatacaktım. Erkan benim kadar şanslı değildi; bir süre komada kaldığını öğrendim. Beyin travması geçirdiğini ve vücudunda ciddi kırıklar olduğunu söylediler.
Ayağa kalkınca gidip kendi gözümle de gördüm. Hayati tehlikeyi atlatmıştı; ölmeyecekti. Ama, her yanı sarılı, vücudu askıda, öylece yatıyordu.

“Nasılsın Erkan?”
“Geldiğine sevindim.”
Sadece sol elinin parmaklarını oynatabiliyordu.
“Ucuz atlattık…”
“Her şey için üzgünüm Volkan.”
“Ben de… Şu anda sağlığın her şeyden önemli.”

Yerine göz diktiği hocası, bizzat ilgileniyordu. Ama hocanın bana söylediğine göre, belden aşağısı büyük bir ihtimalle artık tutmayacaktı. Kendime itiraf etmekte zorlansam da, onun için hiçbir zaman gerektiği kadar üzülmedim. Bunun için elimde yeterli nedenim olduğuna inandırdım kendimi. Ayrıca o askıların arasında çarmıha gerilmiş yatan, ben de olabilirdim.

“Belimden bir kez daha girecekler.”
“Biliyorum Erkan, Hulusi Hoca gerekeni yapıyor; baksana herkesi başına nöbetçi dikmiş.
Merak etme; her şey yoluna girecek. Hadi, ben yine uğrarım…”

Yalandı; bir daha hayatım boyunca onu görmedim. Ayrıca Erkan’ı o durumda yatağında terk eden, sadece ben değildim… Gerçek öykü kahramanlarının kendi işlerini tesadüflere bırakmamaları gerektiğini biliyorum. Ama benim, başkasının hayatını çalıp sonra ‘Beni Affet…’ diye Tanrı’ya dua edecek cesaretim, -Kırmızı Lokomotiften sonra- hiçbir zaman olmadı.
Başıma gelen bu kazaya rağmen dedim ya, çocukluğumdan beri ben hep trenleri sevdim.

HAKAN İŞCEN




Yeni şehir Yeni sanat ve şiir..// Şenol Erdoğan



1874 yıllarıydı; her zaman diliminde olduğu gibi o zamanda da “akademi”den pek hazzetmeyen üreten insanların “aykırı” “başkaldıran” vs. üretkilerinin varlığı söz konusuydu.

Alexandre Cabanel, William-Adolphe Bouguereau gibi ressamların karşısına Degas, Renoir, Monet gibileri dikildiği vakit “akademi”-k resim tarihinde bir kez daha sarsılmıştı.

Empresyonist, akademik ressamların tüm bilinen kurallarından uzak, çerçevenin dışında olmayı bocalamadan becerebilmişti. Bu yan anlamda fosilleşmiş bir takım Rönesans kaidelerinin de ayaklar altına alınmasıydı da.

Sanat –dalları- zamanın akışında bir virüsün bedeni zapt etmesi gibi etkenlerce çevrelenirler ve bir rutinin içresinde dönenirler. Sonrasında ise kendisi, ‘40larda nasıl ki ‘20lerde Fransa’da can bulan avant-garde sinema anlayışı New York’a taşınıp kanını tazeledi ve yönünü-yolunu buldu ve ileride Transgression’dan Schizoid’e birçok “underground” türün üremesine sebep olduysa ‘874de tuvalleri atelyelerin esaretinden kurtaranlar ve ışığın gerçeğiyle yüz yüze gelenler de empresyonistlerdi.

Empresyonizm kendi kabına kapatılmamalıdır, zaten konu edilen kendisi değil ortaya koyduğu değişim ve güçtür ki kendileri optiğe bakış klişelerini de ortadan kaldırmak gibi anımsanması gereken bir hareket yapmışlardı.

“Teknik gelişmenin hızına yetişmeye çalışmak ya da yetişmek gözün önemini nereye doğru götürmüştür” sorusuna artı ya da eksi çok yerden yaklaşılabilir. Vertov’un göze atfettiği anti-ontolojik zayıflık ve vizörün diyalektik kutsanışı kendi içindeki sözde devrimini nereye vardırmıştır tartışılır.

Videonun devingen sanat üretilerine kazandırdığı “sanatsal ve ekonomik” katkıları düşünürken bir yandan da fotografa photoshop markasınca yapılan –legal- kapitalist tecavüzün de tartışılması gerekir, kadının inandığı kendi çirkinliğini kozmetik şirketlerinin renkli saç boyaları ile gidermeleri ve sanal ego pornografisinin web merkezlerinde aynı egosal çirkinlik inancını kendi bedensel suretinin sanal imajıyla oynayarak güçlendirmesi de sanatın sosyo-psikolojik sahası olarak incelenmelidir de.

Pekiyi bunların empresyonizm ile ne ilgisi vardır, yoktur, ilgi kurma çabası da yoktur zaten. Aslolan, içi boşaltılmış yüceltiler çağında sözde değerlerin gerçeğine yönelik kıvılcımlar üretmek ve zamansal çizgide “geçmiş”te kalan özlü sanat üretkilerinin içine bugün çok farklı bir donanımla bakıp onu kendimiz için kendi cümlelerimizle ŞİMDİ ile yeniden ortaya koymaktır.

Varolanı olduğu gibi kabul etmek pasifliğinde bulunmamak sadece sanatı başka yerlere götüren ve yeniliklerin doğmasına sebep olan bir gerçek değildir, antropolojik bir açıyla kucaklanması gereken bu gerçek yaşamın içinde bir anlamda da sorgucu yapısıyla dolaşıp durmada ve gerçek yerine “gerçek”i ortaya koymaktadır. Bugünün sokak sanatçılarının kaçı bunun farkında olarak kendilerine zorla sunulan gözde gerçeği kendi görmek istedikleri gerçekle değiştirdiğinin farkındadır- bu tartışılır.

Yeniliklerden ya da yenilikçi tavırlardan bahsetmek ve yeni bir yol aramak artık anlamını –bir anlamda- yitirmiştir. Bir sanat nesnesi üretme aracı olarak politik bir gücü de elinde tutan FOTOKOPİ MAKİNA sının açılımını yapamamak insanların düşüklüğüdür. An her an yeniliklerin doğum ağzıdır. Fotokopi makinesi ya da web page’ler tüm bunlar artık aşkın bir biçimde yazılması gereken yeni yeniliklerin zamansızlık gerçeğidir.
Varolan tümün birbiriyle olan zincirsel ilişkisi görmezden gelindiğinde şimdi ile bir anlam kopması yaşanacağı düşüncesinin yadsınamazlığı doğal olarak usumda beni duvarı kendince yeniden yaratan sokak ressamını alıp Gauguin ve de Van Gogh’un yanına götürür, götürmez ise ve bu “yeni çocuklar” gitmez ise işte o zaman gerçek bir sorun vardır. Bu bir körlüktür de. Entelektüel bir zavallılık.
Gauguin nasıl ki rengin ve çizginin başkalaşımsallaştığı noktada bir yaratıcı ise fovizm’den kübizm’e artık ilinti noktaları aşkınlaştırılmalıdır.
Web, punk, pop, porno, politik, anarşi, art.. –vd- yeni bir sunumun yeniden biçimlendirilmişlikleri olarak eski ile olan özünü de yitirmeden ortaya konulmalıdır. Hakim Bey’in tradisyonellerden heterodokslara, Japon dikey kaligrafiden Arap yatay kaligrafiye, politik ve sanatın yeniden kişisel bir izlenimcilikle üretilip sunulduğu dünyasına bakmak dahi entelektüel açlığın ve düşüklüğün ibresini ve yeni yönelimlerin bir nevi şablonunu gözler önüne serecektir.

Neden sanatından önce kendisinin sanatını yaratabilen güce sahip bir Gauguin’e başka bir gözle bakılmaz ki,
benim çizdiğim: her şeyden önce bir gezgin, içinin bir yerlerinde şimdiki zaman hobosunun taşıdığı o modern sonrasından varolmanın entelektüel acısı var, topraktan ayrı tutulan birinin acısı ya da göçebenin bir toplu konuda yerleştirilmesi denli bir acı bu hissettiğim -onda..

Rumi’den İbn Arabi’ye dek uhrevi sanatın soyut temsilcileri “gitmek” ile can bulmak, “durmak” ile kokmak arasında ortaya dikey bağlantılar da sunmuşlardı. Tıpkı öğrencinin sınıfa, sanatçının atelyeye tıkılmasının hapishane yapısının yıkılıp başka bir özgür ışığın tuvale yansıdığı noktanın doğması ve ruhun, bedenle yürüyüp gitmesi noktasında aynı zamanda kadim düşman modernizmde yatmaktadır.
Sanatın ve kollarının doğum noktalarında yatan ve görmezden gelinen gerçeklerdir bunlar, bir tuvale bakarken bir şehrin sosyolojisini ya da kişinin geliştirdiği psikocografik açılımını okuyamamaktır.
Gauguin’i Panama’da görürüz, Tahiti’de (Maya Deren’in kaçıp gittiği yerde) ya da Markiz adalarında… ‘Medeniyet’i siktir ediş –ya da kibarca yok sayış- post-endüstriyel çocukların cyber-punk evreninde şehirde de mutasyon ve “yeni” olarak varolabiliyor ama, kendi iç kaçışları MADMAX’in sanatını ve direnişini yaratıyor,
şehir ütopyaları değil, minimal –real- gettolar kuruyorlar kendilerine ve savaşıyorlar.
Zira kaçmak denli kalıp savaşmak ve otonomlar yaratmak da sanatın göbeğinde yatanlıklardan biridir elbette. Herkes savaş baltalarının biçimini kendisi seçebilir.
Ve “sanatın yeni çocukları” bir şeyi fark etti, ne dışarısının izlenimi ne de için dışa vurumu, onla için duvarlar var, nesnel olarak yerinde kalması gereken içsel olarak üzerlerine çalışarak soyut yıkıma uğratacakları –ve uğrattıkları- duvarlar.

Gözlerim yeni primitiflerin yaratıldığına şahitse dilim de zamanımızın primitif sanatından Cins’in “şehir mutasyonları”ndan bahsetmelidir. Gayrı resmi sanatın resmÎ olmayan tarih defteri bir şekilde tutulmalıdır. Zamana karşı bir tavır mı, evet, ya da kimince dine ve dinsel siyaset pisliğine bir tavır, evet,
ve sayılabilecek yüzlerce şey hala bugün modernizm ve takıları halindeki formatlarıyla önümüzde, aslında aynı şeyle savaşılıyor, duyarlı üreticiler aynı şeyin savaşını veriyorlar zamanın içinde.
Şehrin “yeni etno-grafik yapısı”nın varlığı görmezden geliniyorsa –ki bu yeni mimarinin başkalaşımsallaşmış kollarının da hakarete uğramasıdır- bunun altında sadece siyaset ve sanat siyaseti yatar. Ya da sözde sanat kurumlarınca bu fark ediş nesneye paraya yani galeri ya da “insiyatif”e dönüştürülür.
Kurban olarak sanat.
Şehrin yeni etnografik kimliği/yapısı –tıpkı müzikal yeni süreçler-i gibi: ki bu noktada müziğini deneysel ile politiğin çiftleştiği bir ‘alanda’ icra eden ve net bir farkı bir başkalaşımı ortaya koyan DDR –Doğu Almanya-‘yi örnek alabiliriz – bu yapının cyber-punk çocuklarının sürüngenlerinin artıkçılarının berduşlarının kaybetmişlerinin estetik-cihad ve yeni gerçeğin tüm üretkileriyle de iç içedir.
Şehrin içinde nasıl bir okyanus yaratılır sorusunun cevabını farklı bir okumayla T.A.Z’da görmenin mümkünlüğünün yanı sıra zamanımızın somut ve sanal gerçek alternatif gruplaşma ve kişilerine de bakmak gerekir.
Nasıl ki primitistler vardığı noktada söz konusu olan nesne-ler sadece cisimleriyle değil üzerlerine yüklenen ritüelsel anlamla da sanatı ve algısını, sözde gerçekliği-ni değiştiriyorlardı, dada nesneleri bundan çok uzak bir yerde durmaz iken başkalaşımsal açının bir ucuna da pop sanatın nesnelerini koyabilir, günümüz sokak enstalasyonunu, nesne poetizmini, şablonları ve nesnelere müdahaleleri bu “ağ”ın bir başka ucuna iliştirebiliriz.
Nasıl ki primitist tavır aynı zamanda zenginlerin sanat zihniyetine sokulan bir çomak sayılabilirse, günümüzde gerçek yeraltı sanatçıları; güncel sanat acentesi ve bienal tüccarlarının ve sözde alter-natif sanat ortamlarının çomak sokucularıdır. Tıpkı şimdinin yeni şairlerinin ortaya attığı güçlü ve durdurulamaz ‘sound’un şiir patronlarına verdiği rahatsızlık gibi.
Fovizmin kendi içinde varoluşu ve nasıl ki “bir sanat akımı gibi durmayışı” söz konusuysa ve bu söze konu olan şey dahilinde klasik, ve bir anlamda –artık- klişe olanın yarattığı bunaltıcı havayı dağıtıp atıyorsa, sanatın deneyselinin vs’sinin alınıp-satıldığı bu zamanlarda, videonun sözde karşı-sanat’çılarının elinde kapital bir nesne boku olduğu bu zavallı zamanlarda şehrin yeni çocuklarının fovizminden bahsetmek gerek. Bir yandan güncel sanat ve holding destekli rantları, diğer taraftan gidişata dur deme hevesinde kraldan da kralcı inisiyatif düşüklüğü, gösteri toplumu diye haykıran “yeni kapitalist” gölge tiyatrocular –ki post sitüasyonizmin adı dahi yok olan bu coğrafyada onun bile ekmeğini yemeyi düşünenler var-, merkez basına küfreden ve de öyle yaparmışı oynayan ama orda olamadığı için içi içini yiyen biçareler, bienallerle karşı olup da karşı olmasının tek nedeni içeri girememeleri olan insancıklar vd. arasında “sanat olmayan sanat”ın, “kimse için çalışmayan çocuklar”ın ortaya koyduğu şey bir şehir sanatı fovizmidir. Ki; kendi dilbilgisi kurallarından, demeçlerinin argoluğuna, umursamayan yaşam tavırlarıyla bezeli yarınsız değil şimdisiz yaşamlarına, sertliklerine ve tekliklerine, yazdıkları şiirlerin yeni ve kendine özgülüğüne ve kendilerine bir sıfat koymayışlarına dek…

Sanat tarihinin geçmiş sayfalarına baktığımızda nasıl ki Die Brücke Sanatçılarının “eklektik” varoluşunu –bir araya gelip yeni bir çatı altında toplanmak adına- ortaya koyduğunu görüyorsak, imajlara boğulan ve ucuzlayan sanatın şimdisinde tüm sahteliğinden arınmış üreten insanların bir araya gelmesi ve ister yeraltı ister öteki ister artık bu pirime dönmüş isimlerin ötesinde bir başka takı ile isimsiz, bir şekilde yeni sanatı bir portal dahilinde toplaması gerekir, bu aynı zamanda bu yeni sanatın kendi tarzına uygun biçimde kaydının tutulması, neşredilmesi, işlerinin sergilenmesi, filmlerinin gösterilmesi -vd- demektir.

Neden ahşap baskı sanatının kaybolmuşluğundan bahsedelim ki, neden sokakları “duvar baskıları”yla bezeyen ve sosyal-politik yapıya da ciddi ciddi dokunarak şehrin sanatçılarını basit ve sözde önemsemelerin ötesinde el üstünde tutmayalım.
Duvarlar boyu şiir yazıyor yeni kentin yeni çocukları ve siz okuma yazma bilmiyorsunuz! Yeninin cahilleri!

Nedense –ki nedeni aslında bariz ortadadır- insanlar gidişatın ilerisinde/ötesinde, “başka” şeyleri açığa çıkarmış –ortay koymuş insanları –alan ne olursa olsun- ya görmezden gelmiş/gelmeye çalışmış ya da bir şekilde “ayağını kaydırmış”, kaydırmayı denemiştir. Nasıl ki yukarıda bir başka görme-okuma biçimi olarak Hakim Bey’in adı geçtiyse net olarak Levent Şentürk ve Enis Batur’a da bağlayabilirim.. aynı şekilde, teori üretmeyen ama tüm usunu sanatına, sanatıyla kusan “sahne” ismiyle Cins ve yaptığı-oluşturmaya devam ettiği her türlü çaba ile Rafet Arslan bu ÖNEMLİ listenin içinde üst sıralardadır.

Yeni zamanın yeni şehrin yeni sanatçısı varolan sistemin kültür sevici şair yazar sanatçılarının yarattığı asırlık çürümüşlükle ve cehaletle –deleuze’ü yuttuğunu iddia eden insanların bilgi tekelciliği gibi-, odaklı “kültür-faşist” basının küçük satılmışlıklarıyla da kavga ederken sanatını farklı bir koluyla icra etmiş olacak ve şiirini cumhuriyetin en sert anıtı olarak şimdiki zaman kaidesine saplayacaktır.

Artık bugün, mimariyi videoyla, ontolojik açılımları sanat ve politikle bağlantılayabilen teorik ve pratik zamanlardır ve bu diğer ortam kördür! Artık yeni tanımlamalar ve cümle kurumlar, an be an varolan, gerekirse temsilcisinden hariç bir başına kalan sanat kolları zamanıdır. Hiçbir şey hiçbir kimsenin tekelinde değildir ve her şey herkesçe yapılabilir olandır. Tek gereken pratikte ve teoride içi boş olmayan akademi dışı otodidakt yetkinliktir. Sanat olarak yaftalan şeyin özü kültürün içinde yapılan eklektik yolculukta transandantal varımdır. Sistem diye adlandırılanın üretkisi mekanik sanatçılar –ki onlar zanaat özüne hiç nail olamamışlardır-, yazarlar, şairler ve diğerleri çoktandır ASILMALIDIR! Onların sözde ardınca giden: takipçi okur, öğrenci ise İKİ KERE ASILMALIDIR!
Tarih boyunca duyduğumuz gerçek seslenişlere kulak değil anlam vermeliyiz, yeniyi ve yepyeniyi ortaya koymak adına yapılması gereken yegane şey BESLENMEKtir. İçi boş devletin ve okulların ya da BANKA OKULLARının, öğrencilerine verebilecek hiçbir şeyi yoktur. Ailesinin, devletinin ya da hacklenmiş usunun kölesi olan öğrenci ilkin bir gerilla olmalıdır ki sanatın, edebiyatın kutlu yolunda sayılan halkalardan örülü zincirden ilelebet kurtulsun! Sanatçı, önce sistemlerle çarpışan gerilladır, mastürbatör bir bohem bok değil! Kurumsallaşmanın özüne balta vuran geçmişin isimleri bizim geleceğe çok sert dokunabilip onu değiştirebilmemiz için kullanılabilecek potansiyel güçtür.
Entelektüel ve politik olarak hür olamayan insanın özgür bir sanattan bahsetmesi mümkün değildir. Nihayet bugün sokaklara inen “sanat-sabotaj”dır ve verilen bir kavgadır! Nasıl yorumlanırsa yorumlansın ya da yetkin bir biçimde yorumlanamasın sanat, sabotaj, şiir ve çok şey tabansızda olsa bir “yeni”yi başlattı ve bu dağınıklık yerini yakın gelecekte daha fazlasına bırakacak…

Hitler Almanya’da ’37 senesinde ne yaptıysa şimdi kabul görmüş politik doğrular ve onların uzuvlarınca aktif ve pasif olarak yapılan başka bir şey değildir.
-ki bu farklı bir şekilde amerikan soyut dışa vurumculuğunun da başına politik olarak getirilmiştir. “ulusçu” bir sanat, “toprakçı”, “ümmetçi” bir sanat olamayacağını dahi söylemek anlamsızdır lakin fosilleşmenin yaşandığı ortam bu soyu tükenmesi gereken zihinlerin çoğunlukta olması entelektüel bir ekolojik felakettir.
Nasıl ki sözde en büyük ve kutlu olan Yunan sanatının –heykelin mesel- “şaşaasına” çatlak ses çıkabildi, ve 900 başlarında nihayet bir iki sanatçı çıkıp Yunan sanatını sevmediğini bağırdı,kustu yüzyıllarca sürmüş faşist sanat hakimiyetlerine, tekele ve sözde alternatif sanatçı ve destekçilerine şimdi aynı şekilde saldırılmalı.

Müzelerin yerini sanat platformlarının aldığı zamanlarda geçmişimizin müze yakan ve yağmalayan bilinciyle iletişim kurmamızın yegane yolu zamanın sözde inisiyatif ve platformlarını form olarak ortadan kaldırmak açık bir terörizm yaratmaktır. Burada molotofun haklı sanatından bahsedilebilir. Molotofun şiirini yazan çocukların seslerini ceplerimizde taşıyoruz biz sapanlarımıza taş diye. Bu nesnelerin soyut değil somut uçuşkanlığıdır ve an dahilinde sanattır! Bu anarşist ve geçici bir mimarinin varkılındığı noktadır. Spontan anti-art mimari. Bombalamak yeni formları açığa çıkaracaktır.

Mesele yeni bir Cabaret Voltaire yaratamamak değildir elbette, bu ihtiyaçta değildir zaten. Mesele ussuzların ve kültür açlığı çekenlerin, düşüklerin kestiremediği bir köşede habitatında pasif ama güçlü yaşamına devam etmektir, şehrin duvarlarında yatan dada-african primitif sanat nesneleri yeni şehrin içinde apokaliptik bir okyanus yaratmıştır ve salt kimya kokmaktadır.

1915’de sanat, manifestolarıyla sol kanat üzerinde hareketlenip savaşa karşı bir hareket başlatıyorken, şimdinin sanatının ve sanatçısının Ortadoğu ya da başka bir coğrafyada bir duyarsızlık geliştirdiğinden nasıl ki bahsedebilirsek, yeni sanatın üreticilerinin nerede durduğunu da çok net görebiliriz.

Duvarlara, adı bilinmedik sanat istasyonlarına yazılan yeni sanatın manifestosu kelimeler değildir belki de! En azında biz şiiri başka dillerin kelimeleriyle yazıyor ve okuyoruz hem de görebilene.

Şiir öldü yaşasın yeni şiir!
Fırça öldü yaşasın sprey!

Şenol Erdoğan


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***