Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Hegel -Deleuze Sarkacı // Hakan Yücefer



 

Deleuze’ün Hegel’le tuhaf bir ilişkisi var. Aslında buna ilişki demek bile zor. Daha çok bir ilişkisizlik, ilgisizlik söz konusu. Deleuze Hegel’i okumayı reddediyor gibi. Deleuze’ün metinlerinde Hegel’e yapılan “göndermelere” de rastlıyoruz elbette. Ama bu göndermelerin hiçbiri doğrudan Hegel’i tartışmıyor, çoğu zaman Hegel’in metinlerine doğrudan gönderme yapılmıyor. Daha çok, ele alınan konunun, öne sürülen kavramın Hegelci olmadığının altı çiziliyor, ya da Hegel’in bizi nasıl yanılsamaya, yanlış anlamaya ittiği söyleniyor.

Bu apaçık reddin ardında neredeyse duygusal bir tepki var. Müzakereler’in ilk metninde Deleuze “her şeyden önce, Hegelcilikten ve diyalektikten nefret ettiğini” söylüyor [1]. Deleuze yorumcuları için neredeyse bir fetiş nesnesi haline gelen, sık sık alıntılanan ve Deleuze’ün Hegel düşmanlığının açık kanıtı olarak gösterilen bu pasaj başka türlü de yorumlanabilir belki. Sözü edilen Hegelcilik en az iki şekilde anlaşılabilir: Hegel’in kendi felsefe sistemi olarak ya da Hegel’in sistemine dayanan bir felsefe akımı olarak. Deleuze örneğin Bergsonculuktan söz ederken bu ikianlamlılıkla oynuyor. Akım olarak Bergsonculuğun karşısına Bergson’un felsefesi olarak Bergsonculuğu çıkarıyor: Bergsonculara (Bergson’u okumadan Bergsoncu olanlara) karşı Bergsonculuk. Aynı şeyi Hegelcilikten söz ederken de yapmış olamaz mı? O halde Hegelcilikten nefret etmek Hegel’den nefret etmek anlamına gelmeyebilir. “Hegelcilikten ve diyalektikten…” diyor Deleuze. Saldırının esas hedefi Hegel’in kendisi değil de Hegelci diyalektiğe odaklanan kalıplaşmış bir Hegel okuması (ya da örneğin antropolojizmi yüzünden hep eleştirilen Kojève’in okuması) olamaz mı? [2] Deleuze’ün metinlerinde bu tür bir aşırı-yorumu destekleyecek en küçük bir işaret bulabilseydik denemeye değerdi doğrusu.

Deleuze’ün Hegel’e yönelttiği eleştirilerin Deleuze felsefesindeki hangi temel tercihlere dayandığını anlıyor gibiyim, ama Deleuze’ün neden Hegel karşısında bu kadar keskin bir konum aldığını bilmiyorum. En azından şimdilik bu konuda bir açıklamam yok. Spekülasyonlar yapmak yerine ilginç bulduğum bir noktaya dikkat çekmek istiyorum yalnızca.

 

İlginç bulduğum şey Deleuze’ün felsefe tarihi okumalarında Hegel’e ayrılan yerle ilgili. Deleuze felsefeye felsefe tarihçiliğiyle başlamış bir filozof. İlk kitapları Hume, Bergson, Kant, Nietzsche üzerine yorumlar. Özgün çalışmalar bu yorumların ardından geliyor. Bu durum da doğal olarak bir okuma sorunu doğuruyor. Deleuze’ün yapıtlarının nasıl sınıflandırılacağı sorunu Deleuze yorumcularını her zaman uğraştırmış. Olabilecek en kötü sınıflandırma herhalde felsefe tarihi üzerine kitapları özgün felsefe yapıtlarından keskin bir sınırla ayırmaya kalkmak olur. Deleuze’ün uzun bir “çıraklık” devresinden sonra kendi felsefesini inşa etmeye başladığını söylemek, derece ya da ton farkını doğa farkına dönüştürmekten başka bir şey değil [3]. İlk kitaplar Deleuze’ün felsefe tarihçiliği yönünü öne çıkarıyor tamam. Ama onların aynı zamanda özgün birer felsefe kitabı olduğunu göz ardı edemeyiz. Deleuze’ün geliştirdiği okuma yöntemi, okuduğu filozofların felsefelerini benimsemesini, kendi felsefesi haline getirmesini sağlıyor. Dolayısıyla Deleuze’ün felsefe tarihçiliğiyle filozofluğu arasına keskin bir sınır çizmek zor. Öte yandan, özgün yapıtlarda, Fark ve Tekrar’da ya da Anlamın Mantığı’nda da felsefe tarihçiliği devam ediyor. Deleuze’ün kendi felsefesini geliştirdiği özgün felsefe yapıtlarına aynı ölçüde özgün bir felsefe tarihi de eşlik etmek zorunda sanki. Bütün bu kitaplarda Deleuze kendi kavramlarını ortaya koyarken bir yandan da felsefe tarihi bu kavramsal ilerlemeye tuhaf bir şekilde ekleniyor. Her yeni kavram bir filozofun, bir edebiyatçının özgün yorumlanışıyla destekleniyor. Felsefe Nedir? gibi bir kitapta felsefe tarihine ayrılan pasajların çokluğunu da düşünebiliriz.

Bağımsız yapıtlarda felsefe tarihinin sürekli karşımıza çıkması rastlantısal değil elbette. Deleuze felsefe tarihini ele aldığı problemin koordinatlarını belirlemek için kullanıyor gibi. Bu kullanımın da neredeyse sistematik denebilecek bir düzeni, bir kurallılığı var. Bu kurallılığın birkaç temel yönünü örneklerle göstermek mümkün.

Karşıtlıklar. Deleuze’ün bize anlattığı felsefe tarihinde hep karşıtlıklar var. Felsefi problemlerin koordinatları tarihsel figürler arasındaki karşıtlıklarla belirleniyor. İlk aklıma gelenleri yazıyorum: Descartes’a karşı Spinoza, Aristo’ya karşı Duns Scotus, Kant’a karşı Nietzsche, yine Kant’a karşı Bergson, Sade’a karşı Sacher-Masoch, Freud’a karşı kısmen M. Klein, büyük ölçüde Reich vb. Deleuze’ü okurken neredeyse her sayfada buna benzer ikiliklerle karşılaşıyoruz. Sadece filozoflar değil edebiyatçılar, psikanalistler, yönetmenler de karşıtlık içinde ele alınıyor. Üstelik aynı filozof farklı filozoflarla karşıtlık içinde de düşünülebiliyor (Kant örneğinde olduğu gibi).

Diziler. Filozoflar bazen de diziler halinde karşımıza çıkıyor. Bu diziler genellikle kronolojikler. Örneğin Fark ve Tekrar’da Duns Scotus-Spinoza-Nietzsche dizisi varlığın tek-anlamlılığının keşfinden güç istencinin keşfine bir süreklilik gösteriyor ve içkinlik düzleminin düşünülebilir hale gelmesi yönünde büyük bir ilerleme barındırıyor. Aynı süreklilik eleştiriye tabi tutulan filozoflar tarafında da kendini gösteriyor. Platon-Hıristiyanlık-Descartes-Kant-Husserl çizgisi içkinlik düzleminin düşünülememesinin, bir şekilde indirgenmesinin çeşitli aşamalarını gösteriyor [4]. Bu iki filozof dizisi birbirini tamamlıyor aslında, bir taraf içkinlik düzlemini, diğer taraf aşkınlığı taşıyor. O halde büyük ölçüde filozof dizilerinin de daha genel bir karşıtlık içinde olduğunu söyleyebiliriz. Dizilerin de karşıtlıkların da ardında yatan ayrım içkinlik-aşkınlık ayrımı aslında.

Esneklik. Okumayı belirleyen şey problemler ve kavramlar olduğu için karşıtlıklar ve diziler belli bir esneklikten yoksun değiller. Kısacası aynı filozof taraf değiştirebiliyor, bazı bakımlardan benimsenip bazı bakımlardan reddedilebiliyor. Örneğin Kant deneyimin koşullarını araştırdığı için benimseniyor, ama bu dünyanın deneyiminin değil olanaklı her deneyimin koşulunu araştırdığı için de reddediliyor. Ama Deleuze Kant’ı bu şekilde eleştirdiği yerlerde onu Bergson’la, Nietzsche’yle karşıtlık içinde ele almaya başlıyor. Üstelik aynı filozof kendi kendiyle karşıtlık içinde de okunabiliyor. Örneğin özü araştıran Platon’a karşı “nasıl?”, “ne kadar?”, “hangi durumda?” sorularını soran Platon [5].

Bağlamsallık. Aynı filozofun taraf değiştirmesi bir yana, aynı ayrım farklı bağlamlarda farklı işlevler görebiliyor. İlginç bir örnek şu olabilir. Deleuze, Sartre’ın Nobeli reddetmesinden kısa bir süre yazdığı bir metinde Merleau-Ponty’nin akademik tarzına karşı Sartre’ı savunuyor ve şöyle diyor: “Sartre insan varoluşunu seve seve dünyadaki bir ‘deliğin’ yokluğuna benzetmişti: küçük hiçlik gölleri, demişti. Ama Merleau-Ponty bunları kıvrımlar, basit kıvrım ve kıvrılmalar olarak görürdü. Sert ve keskin bir varoluşçulukla daha mesafeli ve yumuşak bir varoluşçuluk birbirlerinden böyle ayrılıyordu” [6]. Oysa Leibniz’le ilgili olan Kıvrım adlı kitabında Deleuze aynı ayrımı bambaşka bir tarzda kullanıyor: “Merleau-Ponty Leibniz’i [Heidegger’den] daha iyi anlamış ve yalnızca şunu söylemiştir: ‘Ruhumuzun pencereleri yok’ […]. Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi’nden itibaren, Sartre’ın deliklerine karşı kıvrıma başvurmuştur […]” [7]. Her şey bağlamsal, bağlama göre aynı karşıtlık yön değiştirebiliyor. Nobelin reddi, politik keskinlik gibi konuların öne çıktığı bir bağlamda delikler kıvrımlardan daha önemli, ama Leibniz söz konusu olduğunda kıvrımlar delikler karşısında önem kazanıyor.

Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Ama bu kadarı şimdilik söylemek istediğim şey için yeterli. Deleuze’ün felsefe tarihçiliğinin kaynakları tartışılabilir elbette. Ama bu açıdan Deleuze’ü en çok etkilemiş filozofun Nietzsche olduğu açık gibi. Nietzsche de karşıtlıklar kurmayı seviyordu: Apollon’a karşı Dionysos, trajik filozoflara karşı Sokrates. Üstelik karşıtlıklara edebiyat, müzik gibi alanlarda da başvuruluyordu: Euripides’e karşı Sophokles, Wagner’e karşı Bizet. Nietzsche de diziler kurmaktan hoşlanıyordu. Putların Alacakaranlığı’nda gerçek dünyanın masal olmasını anlatan bölüm buna iyi bir örnek. Aynı esneklik ve bağlamsallık Nietzsche’de de vardı: Apollon’a değil İsa’ya karşı Dionysos. Son olarak tüm bunlar Nietzsche’de de felsefenin yaşamla birleştirilmesine hizmet ediyordu (Tarih Üzerine’deki yaklaşım bu okuma yönteminin arka planını verebilir). Ama Deleuze’e yön veren model ne olursa olsun şurası da açık: böyle bir felsefe tarihi yaklaşımında esneklik ve bağlamsallık karşıtlıkların ve dizilerin keskinliğini görelileştirmeyi sağlıyor. Başka problemler ya da aynı problemin başka bir açıdan ele alınışı söz konusu olduğunda karşıtlıkları ve dizileri değiştirebileceğimizi hissediyoruz. Nietzsche’de de Deleuze’de de okumaya dinamizmini kazandıran şey karşıtlıkların son sözü söylememesi, aynı filozofun taraf değiştirebilmesi.

Deleuze’in Hegel karşısındaki tutumu işte bu dinamizmi kesintiye uğratıyor. Deleuze Hegel’den söz ederken okuması esnekliğini, bağlamsallığını kaybediyor. Esneklik kaybolunca da karşıtlıklar statikleşiyor. Hegel her zaman reddedilen tarafta kalıyor, asla içkinlik tarafına düşmüyor. Aynı şeyin tersten Spinoza için de geçerli olduğunu düşünebiliriz. Spinoza da bu sefer hep iyi tarafta kalıyor, hiç aşkınlığa düşmüyor. Spinoza’nın Deleuze için taşıdığı önemi biliyoruz, Felsefe Nedir? Spinoza’yı “filozofların prensi” olarak sunuyor, bu metne göre aşkınlığa hiç taviz vermemiş tek filozof belki de Spinoza [8]. Hegel’in uyandırdığı nefret, Spinoza’nın uyandırdığı hayranlık… Hegel ve Spinoza Deleuze’ün felsefe tarihçiliğinin iki uç noktası gibiler; biri aşkınlık felsefesinin en mutlak haline, diğeri içkinlik felsefesinin en mutlak haline karşılık geliyor ve okuma büyük ölçüde dinamizmini yitiriyor, donuklaşıyor. Ama elbette Spinoza’yla Hegel arasında büyük bir fark da var. En başta söylediğim gibi Deleuze Hegel’i neredeyse hiç okumuyor, Spinoza'yı ise satır satır okuyor, Spinoza üzerine iki önemli kitap yazmış, birçok yerde Spinoza metinlerine net göndermeler var.

Şöyle düşünebiliriz: tarihsel karşıtlıkların ardında içkinlik-aşkınlık ayrımı yattığına göre Deleuze’ün Spinoza’yı hep iyi tarafa, Hegel’i hep kötü tarafa koyması aslında anlaşılır bir şey. Spinoza ve Hegel söz konusu olduğunda karşıtlığın esnekliğini yitirip sabitleşmesi, Deleuze’ün felsefesinin en temel eğiliminin yani içkinliğe yönelmesinin göstergesi. Bunda da şaşılacak bir şey yok. Ama şunu da sorabiliriz: metinlerin ezici çoğunluğu Hegel’i mutlak biçimde reddediyor olsun, peki başka bir Hegel okumasının aslında mümkün olduğuna işaret eden hiçbir Deleuze metni yok mu gerçekten? Var bir tane [9].

Deleuze’ün, hocası Hyppolite’in Mantık ve Varoluş adlı kitabı üzerine 1954’te yazdığı bir gençlik yazısı var [10]. Deleuze bu yoğun ve zor yazıda özlere dayalı metafiziğin yerine anlamın mantığını geçiren ilk filozofun Hegel olduğunu söylüyor. Bu görüşün bizim tartışmamız açısından önemi ne? Adım adım gidelim:

1) Bu makale doğrudan Hegel’le değil Hegelci bir filozof olan Hyppolite’in Mantık ve Varoluş kitabıyla ilgili. Dolayısıyla Deleuze’ün Hegel’e değil Hyppolite’e sıcak baktığı söylenebilir. Öte yandan Hyppolite’in Fransa’da Hegel çalışmalarını gerçek anlamda başlatan tümüyle Hegelci bir filozof olduğu da doğru. Deleuze Hyppolite’in kitabı üzerinden Hegel’le ilgili bir yorum yapıyor o zaman. Bu belirsizlik ya da iki-yanlılık Deleuze’ün metninin ilk cümlelerinden itibaren hep karşımıza çıkıyor: “Genèse et structure de la Phénoménologie de l’Esprit [Tinin Görüngübilimi’nin Oluşumu ve Yapısı, Hyppolite’in Hegel’in kitabı üzerine çalışması] her şeyi Hegel’den alıyordu ve bir Hegel yorumuydu. Bu yeni kitabın [yani Mantık ve Varoluş’un] niyeti ise oldukça farklı. Hyppolite, Mantığı, Görüngübilimi ve Ansiklopediyi belli bir fikirden yola çıkarak ve belli bir noktayla ilgili olarak sorguluyor” (s. 25). Deleuze bir yandan Hyppolite’in, son kitabında her şeyi Hegel’den almadığını, Hegel yorumunun ötesine geçtiğini ima ediyor, diğer yandan yeni kitap da aslında özgün bir Hegel yorumu gibi sunuluyor, Hyppolite Hegel’in metinlerini belli bir noktadan yola çıkarak katediyor. Makalenin sonlarına doğru öğreniyoruz ki Deleuze’e göre, Mantık ve Varoluş’ta “Hyppolite’in tümüyle Hegelci olduğunu gösterdiği bir nokta var” (s. 29-30): farkın son kertede çelişmeye indirgenmesi gerek. Her durumda, kısmen dolaylı bir yoldan da olsa Deleuze’ün Hegel hakkında konuştuğu açık.

2) Bu kısa makalede, Deleuze’ün on beş yıl sonra yayınlanacak iki özgün kitabının (1969’da çıkacak Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı’nın) ele aldığı sorunlar ilk kez ve Hegelci bir çerçeve içinde ortaya konuyor. Deleuze’ün öne sürdüğü tezlerin ne anlama geldiğini tartışmadan, ele aldığımız makaleyle sonraki kitaplar arasındaki paralellikleri gösterelim: a) Felsefe özleri araştıran bir metafizik değil anlamın mantığı olmak zorunda. “Felsefe ontoloji olmak zorundadır, başka bir şey olması mümkün değildir; ama özün ontolojisi olmaz, ancak anlamın ontolojisi vardır” (s. 25). Özün araştırılması olarak metafizik, bu dünyayla özler dünyası arasındaki Platoncu ayrıma dayanıyor. Üstelik duyulur dünyayla zihinsel dünya arasındaki ayrım yalnız Platonculukta değil, farklı şekillerde (temelde özne-nesne ayrımı şeklinde) ampirizmde ve Kant’ın eleştirel felsefesinde de karşımıza çıkıyor. Oysa “ikinci bir dünyanın olmayışı, Hyppolite’e göre, Hegel Mantığının büyük önermesidir, çünkü bu aynı zamanda metafiziğin mantığa, anlamın mantığına dönüştürülmesinin sebebidir” (s. 27). İkinci dünya, özler dünyası ya da zihinsel dünya ortadan kalktığında varlık öz olmaktan çıkıp anlama dönüşüyor. Ontoloji olarak felsefe de varlık=anlamın mantığı olmak zorunda. Deleuze, Anlamın Mantığı’nda bambaşka tarihsel dayanaklarla, Hegel’e gönderme yapmadan bu projeyi devam ettiriyor aslında. b) Özden anlama geçiş aynı zamanda dışsal farktan içsel farka geçiş. İki dünya arasındaki, düşünüm ve varlık arasındaki dışsal ve indirgenemez fark, ikinci dünya ortadan kalktığında varlığın içsel farkına, anlamın farkına dönüşüyor: “düşünüm ve varlık arasındaki dışsal fark bir başka açıdan Varlığın kendisinin içsel farkıdır, başka bir deyişle farka, dolayıma özdeş Varlıktır” (s. 27); “Ampirik olanda da mutlakta da aynı varlık ve aynı düşünce vardır; ama düşüncenin ve varlığın dışsal ampirik farkı yerini Varlığa özdeş olan farka, kendini düşünen Varlığın içsel farkına bırakmıştır” (s. 28); “Varlıkla farkın bu mutlak özdeşliği anlam olarak adlandırılır” (s. 29). O halde anlamın mantığı aynı zamanda saf farkın, içsel farkın ontolojisidir. Deleuze önce Bergson’la ilgili çalışmalarında, sonra Fark ve Tekrar’da işte bu saf içsel farkı düşünme projesini devam ettiriyor. c) Felsefenin konusu öz değil anlam, dışsal fark değil içsel fark olmak zorunda. Özü ve dışsal farkı konu edinen bir felsefe aslında dinamik bir hareketin edimselleşmiş sonucunu onu üreten hareketten yalıtarak düşünmeye dayanıyor. Oysa dışsal fark içsel farkın bir ürününden, farkın ifadesinin görünür hale gelmesinden ibaret. Deleuze makalesinin son cümlesinde kısaca bu ifade problemine de değiniyor: “birinci bölümde ve bütün kitapta Hyppolite farkın ifadenin kendisi, çelişmenin ise yalnızca onun fenomenal yanı olduğu bir ifade teorisi kurmuyor mu?” (s. 30). Bu ifade teorisi sonradan Deleuze’ün Spinoza’yla ilgili çalışmalarında, özellikle de 1968 tarihli Spinoza ve İfade Problemi’nde tekrar karşımıza çıkacak.

3) Deleuze, Hegel’in ve Hyppolite’in yaklaşımını baştan sona sahiplenmiyor elbette. Makalenin sonlarında Hegel’e hep yönelteceği klasik eleştiriyi de dile getiriyor. “Hyppolite’in tümüyle Hegelci olduğunu gösterdiği nokta” farkı çelişkiye dek götürmesi, içsel farkı son kertede çelişmeye indirgemesi. “Hyppolite’in bu zengin kitabının ardından kendimize şunu sorabiliriz: çelişme farktan fazla değil az olduğuna göre, çelişmeye dek gitmek zorunda olmayan bir fark ontolojisi yapamaz mıyız? Çelişme farkın yalnızca fenomenal ve antropolojik yanı değil mi?” (s. 30). Bu hızlı eleştiriyi Deleuze’ün sonraki kitaplarının ışığında kavramak mümkün. Farkı çelişmeye indirgemek saf farkı düşünmenin önündeki bir engel. Çelişme farkın dışsallık içinde kavranması, dışsal bir farkın son sınırına vardırılması demek. Çelişmeyi farkın nihai anlamına dönüştürmek, bir şeyin farkını düşünmek için o şeyi o şey olmayanlardan farkı içinde düşünmeye mahkum olmak aslında. “Spekülatif fark kendiyle çelişen Varlıktır. Şey kendiyle çelişir, çünkü olmayan her şeyden ayrılarak varlığını bu farkın kendisinde bulur; yalnızca başkada düşünümlendiğinde düşünümlenmiş olur, çünkü başka onun başkasıdır” (s. 30). Bu durumda bir şeyin kendine özgü farkı yani içsel farkı o şey olmayandan, başkadan farkı, yani dışsal fark olarak düşünülmüş oluyor. İçsel fark dışsal farkın içselleştirilmesine dönüşmüş oluyor. Çelişme dışsal farkın içselleşmesine götüren hareket, bir anlamda içsel farkın kaynağı. Oysa Deleuze “çelişmenin farktan fazla değil az olduğunu” söylüyor. Çelişme farkın mutlak hali değil, farkın hallerinden biri, farkın en dışsal hali. Çelişme içsel farkı üretmiyor, içsel fark edimselleşerek çelişmeyi üretiyor. Bu yüzden “çelişme farkın yalnızca fenomenal ve antropolojik yanı”.

Sonuç olarak 1954 tarihli bu makale Hegel’i hem kullanıyor hem eleştiriyor, dolayısıyla başka bir Hegel okumasının önünü açıyor. Hegel Platon’la, ampirizmle ve antropolojiyle karşıtlık içinde düşünüldüğünde iyi tarafa düşüyor, saf fark ontolojisiyle (belki Bergson’la) karşıtlık içinde düşünüldüğünde ise kötü tarafa düşüyor. Bu felsefe tarihi kurgusunda karşıtlıklar belli bir esneklik ve bağlamsallık içinde sürekli yer değiştiriyor, tekrar tekrar kuruluyor. Oysa Deleuze’ün sonraki metinlerinde tuhaf biçimde bu esnekliğin kaybolduğunu görüyoruz.

Deleuze’ün kendi problemleriyle Hyppolite’in Hegelciliğinin problemleri arasında önemli paralellikler olduğunu söyledik: özün metafiziği yerine anlamın mantığı, dışsal fark yerine içsel fark, ifade teorisi. Bu paralelliklere bakıp Deleuze’ün özgün felsefesinin Hegelciliğin bir tür devamı olduğu bile söylenebilir. Ama Deleuze daha sonra bu problemleri bambaşka bir felsefe tarihi kurgusu içinde düşünmeye başlıyor ve radikal bir anti-Hegelciliği benimsiyor. Sırayla gidelim:

a´) Deleuze özün yerine anlamı geçiren felsefenin Hegel değil Kant’ın aşkınsal felsefesi olduğunu söylemeye başlıyor, hatta Hegel özcü felsefe yapan tek filozofa dönüşüyor: “Anlamın aşkınsal felsefeye özgü bir keşif olduğu ve eski metafizik Özlerin yerini aldığı doğru”[11]; “Felsefe tarihinin bütününü ele aldığımızda da hangi filozofun ‘nedir?’ sorusuyla hareket etmiş olabileceğini boş yere araştırırız. Aristoteles mi? Kesinlikle değil. Belki Hegel, belki bir tek Hegel var, çünkü onun diyalektiği tam da boş ve soyut özün diyalektiği olduğu için çelişme hareketinden ayrılmıyor”[12]. Oysa 1954’teki makalede Kant iki kez Hegel’le karşıtlık içinde değil, Hegel’e götüren filozoflar dizisi içinde düşünülüyordu. Bir yandan Kant ikilikten birliğe giden düşünce çizgisi için önemli bir aşamaydı. Ampirizm ve antropoloji özne ve nesne arasındaki ikiliği aşamıyordu, oysa Kant bir ölçüde de olsa düşünceyle şeyin özdeşliğini yakalıyordu. İkiliğin tam olarak aşılması ve asıl özdeşlik ise Hegel’de karşımıza çıkacaktı. “Kant’ta düşünce ve şey özdeştir, ama düşünceye özdeş olan yalnızca göreli bir şeydir, varlık olarak, kendi içinde şey değil. Öyleyse Hegel için söz konusu olan, ortaya koyma ve önvarsayım arasındaki gerçek özdeşliğe yani Mutlağa dek yükselmektir” (s. 26). Diğer yandan, özün yerine anlamın geçirilmesi bir bakıma Platon’da bile vardı. Ama bu yer değiştirme asıl Kant’ta gerçekleşiyor, Hegel’in Mantığında son şeklini alıyordu (s. 27).

b´) Deleuze dışsal farkın yerine içsel farkı geçirenin Hegel değil Bergson olduğunu söylemeye başlıyor. Üstelik Hegel Bergson’a giden dizinin bir aşaması olarak değil Bergson’un en büyük karşıtı olarak ele alınıyor. “İçsel fark çelişmeden, başkalıktan, olumsuzlamadan ayırt edilmelidir. Bergson’un fark yöntemi ve teorisi işte burada diğer yönteme, diyalektik adı verilen, ister Platon’un başkalık diyalektiği olsun ister Hegel’in çelişme diyalektiği, iki durumda da olumsuzun mevcudiyetini ve iktidarını içeren diğer fark teorisine karşı çıkacaktır. Bergsoncu kavrayışın özgünlüğü içsel farkın çelişmeye, başkalığa, olumsuza kadar gitmediğini ve gitmemesi gerektiğini göstermektir, çünkü bu üç mefhum ondan daha az derindir ya da onunla ilgili olarak tümüyle dışarıdan yakalanan görüşlerdir”[13]. Deleuze başka bağlamlarda, özellikle bölme yöntemi, varlığın eklemlenişlerine göre bölünmesi konusunda Bergson’la Platon arasındaki yakınlıklara da dikkat çeker[14]. Oysa Hegel’le Bergson arasında hiçbir yakınlık yoktur artık.

c´) İfade teorisi de Deleuze’de bu yazıdan sonra hep Spinoza bağlamında ele alınacak. Bu konu Hegel tartışması açısından önemli olmadığı için geliştirmiyorum.

Deleuze’ün Hegel’e karşı böyle konum değiştirmesini nasıl açıklayabiliriz? Deleuze (örneğin b´ kısmında yaptığımız alıntıda) Hegel’i farkı çelişmeye ve olumsuzlamaya indirgemekle, çelişmenin farktan daha az olduğunu görememekle suçluyor. Ama 3’te söylediğim gibi bu eleştiri zaten Hyppolite’le ilgili metinde de vardı. Neden bu eleştiri artık esnek bir Hegel okumasına izin vermeyecek kadar radikalleşiyor? Neden Hegel felsefesi artık “boş ve soyut özün diyalektiği”ne indirgeniyor?

Deleuze’ün Hegel’e yönelttiği tek eleştiri farkı çelişmeye indirgemek değil elbette. Deleuze, Nietzsche’yle ilgili metinlerinde, bu sefer etik denebilecek bir düzlemde Hegel’i köle ahlakını savunmakla, etkin kuvvetlere karşı tepkisel kuvvetlerin sözcülüğünü yapmakla suçluyor. Hegel, felsefede Sokrates’le birlikte başlayan bir yozlaşmanın, Hıristiyanlıktan ve Kant’tan sonraki aşamasını temsil ediyor ve tepkisellik çizgisini oluşturan bir filozoflar dizisine yerleştiriliyor. “Diyalektiğin kendisi de bu aldatmacayı sürdürür. Diyalektik bizi yabancılaşmış özellikleri tekrar üzerimize almaya çağıran sanattır. Her şey, diyalektiğin hareket ettiricisi ve ürünü olan Tin’e ya da kendilik bilincine ya da hatta türsel varlık olarak insana geri döner. Ama eğer bizim özelliklerimiz kendilerinde, azalmış bir yaşamın, sakatlayıcı bir düşüncenin ifadeleriyseler, onları geri almak ya da onların gerçek öznesi haline gelmek ne işimize yarar? […] Böylece felsefe tarihi, Sokratesçiler’den Hegelciler’e dek, insanın uzun süreli boyun eğişlerinin ve bu boyun eğişleri meşrulaştırmak için başvurduğu gerekçelerin tarihi olarak kalır”[15]. B. Baugh’la birlikte, Hegel’in köle-efendi diyalektiğindeki kölenin de efendinin de Deleuze için köle sayıldığını söyleyebiliriz[16]. Çünkü bu diyalektikte iki tarafın da istediği şeyi elde etmesi karşı tarafa bağlı, iki taraf da kendini olumlamak için karşısındakini olumsuzlamaya ihtiyaç duyuyor.

Ama bu etik eleştiri önceki eleştiride, farkın çelişmeye indirgenmesi eleştirisinde bir bakıma zaten içeriliyor. Tam da Hegel’de fark çelişmeye indirgendiği için köle de efendi de kendi farkını karşı taraftan farkı olarak kavramak, içsel farka dışsal farkı içselleştirerek ulaşmak zorunda. Olumsuzlama etiği çelişmeye dayalı bir ontolojinin uzantısı aslında. Deleuze’ün Hegel’e yöneltebileceği daha az önemli diğer eleştirilerin de bu şekilde, farkın çelişmeye dek götürülmesi üzerinden açıklanabileceğini düşünebiliriz. Özetle, Deleuze’ün sonradan Hegel’e yönelteceği eleştiriler, 1954’teki Hyppolite makalesinin sonunda geliştirilen eleştirinin ötesine çok da fazla geçmiyor. Bu da Deleuze’ün Hegel karşıtlığının giderek radikalleşmesini daha da anlaşılmaz hale getiriyor.

Hegel’in Deleuze’ün felsefe tarihçiliğinde bir katılaşmaya, karşıtlıkların aşırı ölçüde keskinleşmesine karşılık geldiğini söylemiştim. Bu açıdan tek istisna sayılabilecek olan Hyppolite üzerine makaleyi diğer yapıtlarla karşılaştırarak yaptığımız okuma bu saptamayı destekliyor gibi. Öte yandan ilginç bir başka istisnadan da söz edebiliriz. Deleuze, çeşitli nedenlerle yakın durduğu kişilerin daha esnek bir Hegel okuması yapması karşısında eleştirel bir konum almıyor. Örneğin 1974’te G. Hocquenghem’in kitabına yazdığı önsözde Hocquenghem’in Hegelciliğini onun maskelerinden, çevrimlerinden biri olarak kabul ediyor, Hocquenghem de herkes gibi “içindeki Hegel’i ya da Marx’ı ve rezil diyalektiği öldürmek zorunda”, bunun için de bir aşamada Hegelci olması gerek[17]. Daha iyi bir örnek Deleuze’ün Châtelet’nin Hegelciliği hakkında söyledikleri. Châtelet, hocası E. Weil’in etkisinde kalarak mantıktan tarih felsefesine yöneliyor, Hegelci oluyor, ama hocasının sağ Hegelciliğini sol Hegelciliğe dönüştürüyor[18].

Peki Deleuze neden Châtelet’ye gösterdiği esnekliği Hegel’in kendisine göstermiyor? Söyleşilerinden birinde Deleuze’e buna çok benzer bir soru soruluyor aslında. Soru şu: “Daha da özel olarak beni şaşırtan, bizimle karşılaşmalarını sağladığınız yazarlara karşı olan dostluğunuz. Hatta kimi zaman bu dostluk onların fazla lehineymiş gibi geliyor bana: örneğin Bergson düşüncesinin muhafazakar tarafları hakkında sustuğunuz zaman. Ama öte yandan da Hegel’e karşı acımasızsınız. Bu reddin sebebi nedir?” Deleuze felsefe tarihçiliğinin kaynağında filozoflara duyulan hayranlık olduğunu belirttikten sonra, Bergson için, “genelinde muhafazakar olan bir felsefenin içinden, öyle olmayan kimi tekillikleri çekip çıkarmak bana meşru gözüktü” diyor. “Ama neden aynı şeyi Hegel için yapmıyorum? Birinin hain rolünü üstlenmesi gerek”[19]. Bu tuhaf yanıtta tavizsizlikle esneklik bir arada. Deleuze hain rolünü Hegel’e vermekten vazgeçmeyecek gibi görünüyor, ama bunun bir tür kişisel ya da rastlantısal tercihe dayandığı, aslında Bergson okurken meşru olan şeyin, bir tür seçiciliğin, “kimi tekillikleri çekip çıkarma”nın Hegel okurken de meşru olabileceği hissediliyor.

Tüm bunlardan iki sonuç çıkarılabilir. İlki şu: esnek olmayan bir Hegel karşıtlığından vazgeçmek mümkün. Katı bir karşıtlık, Deleuze’ün kitaplarını yazdığı dönemde her felsefe problemini diyalektikle çözmeye çalışan dogmatik bir Hegelciliğe karşı stratejik bir felsefi tercih olarak geçerli sayılabilir. Ama bugün böyle bir stratejiye gerek yok, çünkü bugün diyalektiği dogmatik biçimde kullanarak felsefe tartışmalarını tıkayan Hegelciler yok! Macherey’nin meşhur bir kitabının başlığında sorduğu soruyu, “Hegel mi Spinoza mı?” sorusunu bugün en azından aynı keskinlikte sormamıza gerek yok.

İkinci sonuç da şu: ilk bakışta anakronizme düşmek gibi görünse de Deleuze’de Hegel’i aramak yerine Hegel’de Deleuze’ü aramak bugün için daha verimli bir okuma projesi olabilir. Deleuze’de Hegel’le ilgili (eleştirel ya da değil) pasajlar aramak daha çok bir okumama projesi. Ama eğer göstermeye çalıştığım gibi Deleuze’ün felsefi felsefe tarihçiliği gücünü büyük ölçüde tarihsel karşıtlıklar ve dizilerle okumadaki esneklikler ve bağlamsallaştırmalar arasındaki dengeye borçluysa Hegel’de Hegelcilikten yani diyalektikten ve olumsuzluktan artakalan şeyleri aramak doğrudan Deleuze’ün felsefi çalışmasını ilerletmeye yarayabilir. Yoksa eninde sonunda bir tür dogmatizme düşmek zorunda kalırız. Çünkü felsefede çoğu kez “dogmatizmin” mutlak reddi zamanla yeni bir dogmatizme dönüşüyor.

 Hakan Yücefer
_______________________________________

[1] Müzakereler, “Sert Bir Eleştirmene Mektup”, çev: İ. Uysal, Norgunk, 2006, s. 14.
[2] Olamaz herhalde. F. Dosse’un Deleuze-Guattari biyografisinde yazdıklarına inanacak olursak Deleuze bir arkadaşına şöyle demiş: “…Oysa ben Descartes ve Hegel’den [Hegelcilikten değil] nefret ediyordum” (Gilles Deleuze et Félix Guattari. Biographie croisée, La Découverte, 2007, s. 141).
[3] Çıraklıktan söz ederken elbette M. Hardt’ın kitabını düşünüyorum: Gilles Deleuze, Felsefede Bir Çıraklık, çev: İ. Öğretir, A. Utku, Birey, 2002. Deleuze’ün ilk dönem çalışmalarıyla ilgili güzel bir kitap bu, ama Hardt’ın okuması keskin bir dönemselleştirmeye dayanıyor.
Deleuze’ün yapıtlarını bu şekilde dönemlere ayırmanın yarattığı sıkıntıları en açık ortaya koyan yorumcu F. Zourabichvili. Zourabichvili, Deleuze'ün felsefe tarihi çalışmalarının üzerine çalıştığı filozoflarla arasındaki ortaklıklardan (“ortak bir dava”dan) beslendiğini vurguluyor ve bu çalışmaların “serbest dolaylı söylem” olarak görülebileceğini söylüyor: Deleuze: Bir Olay Felsefesi, çev: A. U. Kılıç, Bağlam, 2008, s. 21.
[4] Qu’est-ce que la philosophie?, Minuit, 1991, s. 46-50’de bu çizginin daha ayrıntılı bir sunumu, onlara direnen filozoflar çizgisiyle paralellik içinde geliştiriliyor (şu anda elimde kitabın Türkçe çevirisi yok, o yüzden Fransızcasına gönderme yapıyorum).
[5] Platon’un Platon’a karşı okunması konusunda en açık yerlerden biri Deleuze’ün Philonenko’yla yaptığı tartışma. Bkz. Issız Ada ve Diğer Metinler, çev: F. Taylan, H. Yücefer, Bağlam, 2009, s. 181-184.
[6] “Benim Hocamdı”, Issız Ada, s. 124.
[7] Kıvrım, Leibniz ve Barok, çev: H. Yücefer, Bağlam, 2006, s. 42, dipnot 27.
[8] Qu’est-ce que la philosophie?, s. 49-50. Ayrıca benzer şekilde Nietzsche’nin de Deleuze’ün felsefe tarihi okumalarında görece sabit bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkün. Nietzsche’nin felsefe tarihçisi Deleuze için ayrıcalıklı konumuyla ilgili olarak Müzakereler’deki ilk metne bkz.
[9] Aslında Deleuze’ün Hegel hakkında kısmen iyi bir şey söyler gibi olduğu birkaç metin var. Bu metinlerin (eksiksiz olmayan) bir listesi için bkz: B. Baugh, “G. W. F. Hegel”, Deleuze’s Philosophical Lineage, yay. haz. G. Jones, J. Roffe, Edinburgh, 2009 içinde, s. 142-143. Ama sözünü etmek istediğim (ve B. Baugh’un başka bir bağlamda alıntıladığı halde olumlu göndermeler listesine katmadığı) metin, geniş kapsamıyla bu tek tük dağınık göndermelerden ayrılıyor.

[10] “Jean Hyppolite, Mantık ve Varoluş”, Issız Ada, s. 25-30.
[11] Logique du sens, Minuit, 1969, s. 128.
[12] “Dramlaştırma Yöntemi”, Issız Ada, s. 151.
[13] “Bergson’da Farkın Kavranışı”, Issız Ada, s. 63, ayrıca bkz. s. 68-70.
[14] Bkz. Issız Ada, s. 41-42, 54, 60.
[15] Nietzsche, çev: İ. Karadağ, Otonom, 2005, s. 23-24.
[16] B. Baugh, a.g.y., s. 135-138.
[17] “L’après-mai des faunes için önsöz”, Issız Ada, s. 442-443.
[18] “Il était une étoile de groupe”, Deux régimes de fous, Minuit, 2003, s. 248. (Bu metnin de Türkçesi elimde yok.)
[19] “Gilles Deleuze Felsefeden Bahsediyor”, Issız Ada, s. 225-226.


Yanıktır Eylül Türküleri…// borges defteri



 
 
 
Yanıktır Eylül Türküleri…

 
     “Halkım ben, parmakla sayılmam
     Sesimde prıl prıl bir güç var,
     Karanlıkta boy atmaya
     Sessizliği aşmaya yarayan…” –Pablo Neruda

 

Costa Gavras “Sıkıyönetim” filmini 1972 yılında sinema perdesine taşıdı, yakın dostu Franco Solinas’la beraber filmin senaryosunu yazar,  kurgu  değil, gerçek bir hikayeye dayanır filmin konusu. Latin Amerika merkezli bir öykü çarpıcı bir anlatımla sunulur. Film, aynı zamanda  politik sinemanın unutulmazları arasındadır. Filmin bilinen oyuncularından  Yves Montand bile oynadığı filmin diğer oyuncuları, yapımcıları, yardımcılarının başına geleceklerden habersizdi. Amerika’nın 1970’li yıllardaki kirli politik ilişkiler yumağı ve dünya sol hareketine karşı yürüttüğü yok etme siyasetinin de sinemaya yansımasıydı film. Filmin konusu her ne kadar Latin Amerika odaklıysa da direkt Türkiye dahil birçok noktada yaratılan kargaşanın da  kod çözümü niteliğindedir.  Film 1972 yılında gösterime girer girmez kapitalizmin yılmaz savunucuları çevreler tarafından topa tutuldu. Hatta ve hatta dönemin Amerika dışişleri bakanı bile kişisel olarak filmi eleştirenler kervanına katıldı. Film yapımında, çekiminde çok sayıda Şilili sanatçı vardı. Tam bir sene sonra 1973 yılında Şili’de askeri darbe oldu ve filmin yapımında, sunumunda katkısı olan  30 kişi diğer binlerce kişiyle beraber tutuklandı, çoğu idam edildi. Onun için, söz konusu film ister konusuyla, ister yapım yıllarlı itibarıyla, ve gösterime girdiği zaman diliminin hemen ertesinde, çevresinde oluşan  “trajediyle” beraber izlenmesi elzem filmlerin de başında gelir. “Gerçeğin” bize sunulandan hep daha farklı olduğunu kavramak ve adlandırmak adına da kayda değerdir. Sinema’nın yaşamla, yaşamın perdeyle ilişkisi açısından da önemlidir. İlginçtir ki kimi seyrek ruhlu sinema eleştirmenleri günümüzde bile söz konusu filmi ideolojik bir ürün olarak damgalamayı sürdürürler, oysa aynı senaryonun önce 1980’de ve daha sonraki yıllarda ülkemizde de tekrarlandığını unuturlar ve aslında bütün o gelişmeler neyin habercisi idi o ana gövdeyi es geçerler.  Neo Liberal politikaların başlangıcını çoğu kimse Margaret Tatcher  dönemine dayandırırlar, oysa neoliberalism’in esas uygulama laboratuarı Şili idi. Gitar, Flamenko, Silah, Hapis ve Victor Jara’nın yurdu. Chicago Üniversitesinin yeni yetme ekonomi kürsüsü civcivlerinin kolları sıvayarak hocaları Milton Freidman’ın teorilerini kanlı ve vahşi bir darbe aracılığıyla uygulama alanı olarak seçtikleri Şili.Tarihin belki de en ilginç aşağılayıcı gülücüğü  ilkesiz-dehşet teorisi  Neo Liberalism’in doğuşuna kısmet olur. Güya merkez yönetim ekonomiden elini ayağını çekecekmiş, özgür irade hakim olacakmış,  ama bunun için tarihin en utanç verici kanlı  darbesi de gerekliymiş. Öyle bir Neoliberal politikalar uygulandı ki, bir yıl sonra Şili’deki enflasyon %375’lere dayanır. İşte Freidman’ın maskara kahkahası sonraki yıllarda şok doktrinini doğurur, yeryüzünde yeni sömürge alanlar yaratmak için ne gerekiyorsa o yapılacaktı, hala da süreç devam ediyor.  İşte o yıllardaki o civciv öğrencilerden bir tanesi Donald Rumsfeld’in ta kendisiydi. 1973 darbe sonrası Salvador ALLENDE’nin cansız bedeninin yanı başında neoliberal deney laboratuarını kuranların başındaydı. Evet, tam 28 yıl sonra bölgemizi tarihin en büyük kitle katliamı ve haçlı seferine açanların liste başı savunma bakanı  Rumsfeld. New York ve kapitalizmin yükselen değer değil, çöküş yıllarının da tanığı olan eli kanlı civciv. İşte yine tarih ve yine o bilinen gülücüğü, Allende’nin başına yıktıkları sarayından daha büyük yıkımı şu an yaşıyorlar ve kapitalizmin kalesi yeryüzündeki, hatta kendi içerindeki sadık uşaklarını bile   Müslüman Suriye’ye saldırmak için bir türlü ikna edemiyorlar, edemezler, çünkü artık dünya sarhoş Yeltsin dünyası değil. Rus düşü kış uykusundan  fena biçimde uyandı.  Doktor Jivago yine sokaklarda ıslık çalmaya başladı. İmparatorluğun sonuna yaklaşıyoruz, bunu ilk kavrayanlar politik  ruh yapılarını sağlama almakla beraber, halkın, kendi halklarının  ekmek derdini de kavramış olacaklar ve ona göre gardı alacaklar, geri kalanlar güncelliğin baş döndürücü döngülerinde kırılganlığı tekrar tekrar sınayacaklar.  Kapitalizmin, neo liberal safsatalarının çöküş öyküsü tahminlerden çok erken başladı, gelecek yine üreten- eşit paylaşan halk yığınlarından yana göz kırpıyor. Yeryüzünün her yerinden patlak veren irili ufaklı hareketlenmeler çok farklı bir geleceğin de habercisidir. Gelecek ve hatta geçmiş sizinledir, idam edilen tüm “katılımcılar” dahil ve askeri darbelerde can verenler keza. Tarihin tüm ruhları da tanıktır artık.  General Pinochet, darbe sonrası yaptığı ilk konuşmada ne dediyse o işte : “özgürlük savaşçıları ruh gibiler, derdest edilmeleri, etkisizleştirmeleri çok zordur ama tümden susturulmaları hemen hemen olanaksızdır.”, işte bunu o kimse dile getirdi ki, toplum üzerinden bir dozer gibi geçti. Anadolu efsanesi ne der?
 Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste”.

 Borges Defteri


Karanlığa dair fısıltılar(dan)...// Şenol Erdoğan




[kerem kamil koç'a ithaf edildi]


Elbette tanrının ışığı yarattığına ve bunu sevdiğine dair genesis bir inancım yok, "tanrı karanlığı yarattı ve bunu sevdi" de ısrarcı olmadığım gibi, lakin "orospu şafak" diyebilen bir Holan yarattığına ya da aydınlığa atfedebileceğimiz kültürlerin pek bir envanter tutmayacağına dair bilgi ve gözlemimiz de yok değil. Gece programları yapan radyocular, gece sürten sürtükler, gece şovları, gece kedileri, gece sürüngenleri, gece sürenler, geceye sürenler, geceyi sürenler, gece çobanları, kudsiyeti tartışmasız gece namazları,
gece dervişleri, horozun ötüşüne dek süren yaşam formları, ilk ezanın Yahuda'yı dahi ürperten o, denize sabahın ve yağmurun değdiği ilk an etkisi...-elbette yağmurun babası var! Örnekler mi! Elbette çoğaltılabilir, burada şaircilik oynamıyoruz. Öte yandan gündüze ne atfedebiliriz -kapitalizmin kazanımları ve bizim kaybedişlerimiz dışında. Çalışıp her tarafı boklarla çevrili bir hayatı ilkokuldan beri kaybetmektir gündüz. Gündüz en başından beri modern ve sonrası. Gündüzü sorgulamıyorum -şair, Alaaddin'i sorguladı, o ayrı. Salt gündüz kazandıklarını gece kaybeden yaşam formları değil. Gündüz kazanıp -yani aslında hep kaybedip- gündüz kaybeden fason form. Işığın insanları -gündüzün demeliyim- ki öyle dersem zerre inançtan yoksunluklarına dipnot vermiş olamam değil mi. Kocaman girişler upuzun yazılar fakirdir. Ama herkes çok akıllı değil mi! Çıkarın yağı düzün sineği. Empatiye girin. Bende yoktur. Serotonin yoksunluğu gibi. Endorfin salgılatmak için vücudunu bıçaklarla paramparça eden bir nesiliz biz. Basit şeyler. Devam. 1993 senesinde Marx'ın, "iş gücü nedir" sorusuna cevaben; "hırsızlığın bir nebze üstü" dediğinden haberim yoktu. 16 yaşındaydım, Marx'ı ve Sade'ı keşfetmemiştim-Bataille'ı da (şiir, şarap, esrar, heavy metal ve sürtüşme-yalaşma kombini bir seks türevi daha çok ilgi sahamdaydı), ama Okült
kelimesinin önbahçesi yoktu, arkabahçeleri kavram olarak da seven ben; karanlık, ıslak ve doğal olarak küflü bu toprakdokuya nüfuz etme meylini doğduğumda yanımda getirmiştim. Bu, tarifi tada gelmeyen
kokunun içinde (ağlak misk-i amberin tersine penta) erken dönemlerde Crowley ve Lavey ile tanışmak talihsizlikten başka nedir ki. Doğduğunuzda muhataplarınız bellidir. Neyse. Belki de 16 yaşında
gençliğine dair inançlı bir çocuk sabaha dek ecza literatürünün kendisine sunduğu yeşil reçeteli dropları avuçlarıyla yutabilir, sabahında işine giderek faturalarını ödeyebilirdi -Allahtan GSM icat olunmamıştı-. Bu kapitalizmin şizofrenisi ile tanışmak anlamına gelir. Gece ve gündüz olarak gün ikiye ayrılmış olabilirdi, hatta gizem yollu doğu zırıltıları Ying ve kardeşinden bahsedebilir, Kuran da "Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme hali kılan ve her (yeni) günün (sizin için, adeta) yeni bir diriliş olmasını sağlayan O'dur." diyebilirdi. Demişti. Dinlenmemek tanrıca yasak değildi! Tanrı gecenin dinlenme safsatasını Kuran'ı düzünden okuyanlar kendi indlerinde yorumlasınlardı -her tarafı gibi. Yoksa zaten gecenin kör noktasını en güzel vakit olarak imlemez ve ayağa kalk demezdi. Kıçını devir yat demedi. İşin karanlık tarafını, "tanrının da bir karanlık tarafı var," genel geçeriyle halledenler kesinlikle iyi yolda. Hem, iyi ve kötü kavramının beyinde yerleşik olduğu noktaya dokunulduğunda nöroloji tarafından nasıl yer değiştirdiğini sanırım herkes bilir, tanrı da bilir sanırım ki iyi ve kötünün ne demek olduğunu bilemeyeceğimizi zaten der. El hasıl gündüz uyuyup gece "çalışan"ları tanrı yarattı, gece takılıp gündüz uyuyanları da, gece takılıp gündüz sike sike ayakta çalışmak zorunda olanları da. Ve tanrı gecenin ve karanlığın çobanlarını yarattı desem daha afili durur -az önce de dedim sanırım. Ya da siz daha cool bi'şey buluverin işte. Bu durum ekonomilerde mutasyon yaşam yapılanmalarını oluşturur, deneysel maddi yapılanmalar, ünlülerinden Charles Bukowski ünsüzlerinden şarapçı Salih, ya da tanıdığım onlarca kişi bu ekonomik döngüye dahil sürdürüyorlar fotosentezi... Sonuç olarak -hahha neyin sonucu ise- şu müthiş geyik adlandırmayla SİSTEM bizden zamanı çalıyordu. Çalıyor da işte. Kısaltılarak mümkünse yok edilmek istenen öğlen paydosları ya da artık tarihe karışan çay araları, uzayan ücretsiz mesai saatleri, kurbağanın
kaynamayan suya atılmasını andıran yavaş yavaş cumartesiyi önce yarım, sonra tam iş günü haline getirme becerisi, veee en büyük zaman hırsızlığı: her şeyiyle size ait sandığınız tamamen onlara ait olan ve verilen her şeyi geri iade edin anlamına gelen eskiden nakit kullanılan artık kimse yüzünü görmediğinden adının kredi kartı olmasından dolayı, tanrının özel Pazar günleri. Kazan ve harca.
Ahhahah yani tanrı pazarları alış-veriş yapıyor, yatmıyor! Ta en başından beri -Fransa'da da İngiltere'de de- kimlikleri elde tutmak demek gece demekti. Gece yaşamak yaşayabilmek için olan zaman lütuf
demekti. Oysa onlara uyumaları için verilmişti. Kozmik feragat, kozmik şizofreni. Oysa onlar uykusuzluğu ehlileştirecek kadar gözü kara özgürlükçülerdi! Ve gece işlevselleşmeye boşluk ve uyku kaybolmaya
başlayacaktı elbet. Geceye dair yaşam şekilleri oluşmaya koyulacaktı. Oluşturulmaya, türemeye. İşte şiir de edebiyat da sanat da kendi payına düşeni alacaktı geceden, ama bu grubun insanlarının bazıları
kapıların ardında acayip işler çevirirken bir kısmı işçi sınıfının gecesinde bambaşka altkültürlerin doğmasına kaynak verecekti, saraylarda da uyumayanlar, sokaklarda da uyumayanlar vardı, tanrım
sosyologlar için yaratılmış alanlarda insanlar karaciğerlerini ve başka şeylerini bıraktılar, ey sosyoloji kalk ve geceye itaat et. İşte gerçek olan tüm kültürler gecede büyütülmeye başlandı. Şayet ailelerinden devraldıkları miras, hırsızlık, beleşçilik gibi durumların maddi getirisinin hükümdarlığını yapan azınlığı dışarıda tuttuğumuzda ilk dönemiyle son dönemi arasında acı eşiğinin artması haricinde bir fark yoktur kapitalizmde. Kapital ünitenin getirisi gece hayatının karşıkültürlerle ilişkisinden daha ilgi çekici olan
kesinlikle gecenin altkültürlerle girdiği ilişkiler -ki karşıkültür zırıltısı bununla beslenerek filiz bulur, yoksa varlığı söz konusu olmaz hiçbir zaman tek başına- sadece gece yazan, çizen tütün tüketen enteller, kitap kurtları, düşünen insanlar, şairler, ressamlar, uykusuzluk problemi çekenler, kültür mantarları, junkyler değil, gecenin yani karanlığın kültürleri hep alt -işçi- sınıflarla ilintili tutulmuştur. Bunun için her ne kadar özellikle 1950 sonrası Amerika'da zayıflıklar gösterse de Bryan Palmer'in karanlığın kültürleri kitabı iyi bir derlemedir. Şayet kapitalizmin içinden "gece çalışmak"ı çıkarıp atabilirseniz onu öldüre de bilirsiniz. Ama bu mümkün değildi. O yaratılmadan evvel de mümkün değildi. Şeytan secde etseydi ilk emirle tanrının bu sikimsonik oyununda figüran olamayacaktık bizler. Morrison'ın dediği "herkes birbirinin filminde figürandır" cümlesini es geçin -kimse başrol değil, ağır ego var o cümlede, herkes figüran ve kimsenin kendi filmi yok! Doğal olarak gece, bir sürü şeyle birlikte (melankoli, şizofreni, bilek kesenler, hap yutanlar, faça atanlar, romantikler, şairler...) suçu da çağırdı, dikizcilik, hırsızlık, tecavüz, kundakçılık, kara büyü, gizem ve tansık. Bu bir örgüdür, "bir şeyleri diğerlerinden ayırmak"ın mümkünsüzlüğü diğerlerinin varlığının diğerleriyle arasında bulunan varoluş halkalarına mecbur olmasındandır. Fantazma, cinsel sapkın yönelimler. Kan ayinleri. Unutulmuş dillerin alfabeleri, paslı kilitler. Siz hiç, öğlen açık bir striptiz barına, kadınların dans ettiği ve otel odasına ödeme yapacağın farklı cinsel kimliklerin kaynaşma noktasına, öğlenin ortasında ya da ikindi namazı vaktinde gittiniz mi? Kapalıdır elbette. Elbette hayır. Cinleri gündüz göremezsiniz ve soktumun Lucifer'i gündüz güneşinde size fısıldamaz. Kadıköy'de bir barın mottosunda söylediği gibi "geceyi bekle". Tüm kimlikler, tüm şairler, tüm hayalciler, tüm hırsızlar, tüm işe çıkanlar geceyi bekler. Gecenin tüm bireyleri, farklı yönelimleri, arzuları ve görünüşleri göz önünde
bulundurulduğunda dahi bir süreliğine kendi iktidarlarını kuruyorlardı. Genelde iki kişiyle:) Bunu sad-maz bir ilişkiden tutun da karanlığa dölünü fışkırtan şaire dek yorun. Aslında M.Foucault bize hep yeraltından bahsetti. Gerçeğinden elbet. Aslını istersek haklı bir Fukoyen yeraltı sosyolojisi çizmeden evvel ve belki de çizmek yerine -ki çapı yeten kendi yapar- size teklifim geçmişinize, size ait olan karanlığın doğduğu yere doğru gitmeniz, idrarların tükürüklerle karıştırılıp kanların zehirlendiği 2. Zerdüştlerin sapkın (kutlu yani)
ritüellerine değin, yoo ama durun, evvela ilk-gençliğinize dönün, mahallenize dönün, mahalleniz yoktur belki, o zaman köyünüz vardır, kasabanız neyse, bende bundan bahsediyorum işte, "ora"dan! Her şeyin
başladığı o yere dönün. Fantazmografi miladınıza, mastürbasyonlarınıza, röntgenciliğinize, ensest düşlerinize... tüm o gizlilik -ki apaçık- rezilliklerini, yedi ölümcül günahı düşünün ve ilklerinizi anımsayın, tüm ilklerinizi! İlk ihlali hatırla! İlk hayvanı! Irzı! Küfrü! Yalanı! Kirlenmeyi! Tüm düşleri! İnkar vakti!
İlk yasaK, ilk eroin, ilk kokain, ilk secde, ilk kesik. Reddedişin o kırmızı toprağı. Her şeyin saklandığı o hazine sandığına geri dönün. Şehirde sokak hayvanları iktidar ve devlet karşıtıdır, lakin kendi
geçmişinin hikayesini masaya koyamayan ucuz çeviri edebiyatla fantazmalara saplanmaktan başka bir halt beceremeyen kitle, sen "iki türlü bilgi"nin de uzağındasın. Sen yalan ve yoksun, kendini yaşayan
bir simülasyon. Kişi benliğindeki reformlarla bilginin merdivenlerini tırmanabilir. Köklerinden başlamalı. Sadece köklerinden. Şu günlerde (2013 yaz sonu) sözde ahlaki bir düzeni yaratma çabalarının ahlaksız
somut örnekleri insanları sözde kara-mizaha sürüklüyor –dehşete kapılmış surat ifadelerini aynaya yansıtmadan eylenmeye ve gülmeye çabalıyorlar -aydınca ve entelce. Keşke sadece korksalar -dürüstçe.
Çünkü çatışanlar ve savaşanlar sadece çatışıyor ve savaşıyor. Oysa yakın tarih miyopu bu korku virüsü taşıyan insanlardan biraz daha uzak tarihe bakmalarını elbette dileyemezsiniz. Zira bunlar savundukları ve
ellerinden alınacak diye korktukları o çok sevdikleri rejimlerinin apaçık katliam tarihini bilmiyorlar. Yeni siyasi ve ahlaki düzen iddiası ile hareket etmeye çalışan yapı elbette eskisini yok sayacaktır. Yıkacaktır. Bu bir çemberdir. "İktidarın Gözü" kitabında MF (ayrıntı yayınları) bize ne diyordu: temel itkisi kamuoyu olan bir iktidar loş bölgeler karşısında hoşgörülü olamazdı. Böylesi bir iktidar karanlığı ve onun çevresinde örülecek olan kültürü elemanlarıyla birlikte doğuracaktır. Özgürlüklerle dolu bir rejimde yeraltına inmez ve karanlığa çekilmezsiniz, sapkınlığın türevlerini çoğaltma yoluna gidersiniz. bunun doyum noktası yoktur. İktidarın arzusu benim arzumun gizli temelini apaçık atmaktadır ve onun bundan haberi yoktur. Onlar, biz tanrının pis kulları heterodoks sapkınları zaten tiksintiyle bile anmak istemezler. Bize gereken, edebiyat sanat medya alemlerinin işe yaramaz, yaşamdan be beyinden yoksun ağız ve kalem ishali insanları değil. Safsatacı şairleri kötücül büyücülere tercih eder miyiz? İhlal, hayatında bir mekanizma gibi işlemeyen biri gündüzün hizmetkarı ve onun politiğinin nesnelerinden biridir. Onu rakamlar, şaşa, ün vs ilgilendirir. Onun sözde seksi-ki pornodan yosun, alkolü ve uyuşturucusu tertemizdir. Bu pislik sınıfın kanında hastalıklar da yoktur. Bunlar H'in iğnesinden koşarak kaçanlardır da. Bunlar beyaz kıçların ve beyaz beyinlerin avcılarıdır. Bize kanseri ve hiv'i getirin, durmuş organları, işlevsiz bedenleri, organların
terkedişlerini ve edişlerini, kesilen kolları ve göğüsleri, ontolojik acıyı dindirmek için, uzun ve kırık tırnakları getirin bize, bize kozmetiksiz bir hayatla, hijyene banmamış kıçlarınızla, kollarınızdan
akan kan ve çürük dişlerle gelin, yara bere içinde yaşayan bir bedenle. Victor Hugo'nun Les Misérables'sine sokayım, Hugo'ya lağım temizlemiş mi hiç bunu sorun. 19.yy'dan kopmak kadar önemli olan şey bilmek onu, Paris işçi sınıfının tehlikeli yüzünü bilmek, sınıfların tehlikesini bilmek, Amerika'nın 20.yy metroaltı yaşantısını bilmek gibi bilmek. Yeni avcı toplayıcı toplumlarını kutsamaya kalkmadan. Biz
onların cesaretlerinden yoksunuz zira. En son ne zaman para verip seks yaptığını düşün ve elindeki gerçek kitaplara bak ve yak gerisini. Pislikten, bağımlılıklardan, hastalıklardan, acıdan uzak bir hayatın
içinde bembeyaz gömleğinle kitap okumaktasın. Git burdan!
Şenol Erdoğan


Ne post ne modern bir dünyaymış...// borges defteri


     
 
 
  Antonino Negri’nin dediği gibi : “kapitalist bir dünyada her savaş, kapitalizmin iç savaşı sayılır”. Savaş sözcüğü anlam yitimine uğrayalı çok oldu.  Tekrar vurgulamak gerekiyorsa : “her savaş artık kapitalizmin iç savaşıdır” denmeli. Şimdilerde Suriye, bu olgunun en amansız ve açıkça ortaya konulan alandır. Olan biten şey Suriye halkı(halkları) arasındaki bir “iç savaş-çatışma” değil! Küresel kapitalizmin iç uzantılı iç-dış perde oyunudur. Amerika ve ittifak kurduğu eksenle, bir çeşit devlet kapitalizminin kalesi sayılan Rusya-Çin-İran arasındaki çekişmedir. Şüpheniz mi var?

I.

Suriye iki yıl önce iç karışıklığa adım attığında, ansızın tüm politik ve barışçıl, silahsız muhalif gruplar, özellikle iki ülke tarafından silahlandırıldılar.Suudi Arabistan ve Ürdün(açık ve deklare edilerek bunu yapan iki ülke) daha sonra işin içine direkt Amerika ve bölge müttefikleri girdi. O dönemde konuya daha ihtiyatla yaklaşanların bir kesimi : “ yardımın kimlerden geldiği meselesi sorun teşkil etmez, silah başkasının eline geçtiğinde artık  kimden geldiği konusu unutulur.” Ama öyle olmadı, çünkü silah unutkandır, fetişizm ve güç odağıdır silah. Görüldü ki silah hep onu veren ve ulaştıran esas “ellere”, keza devletlere, onların dünya bakışı ve algılayışına sadık kaldı. Çünkü çarpışan tarafların silahları kendilerin değildi, ya onu kendileri yapacaklardı ya da illa ki çalacaklardı ya da “el koyacaklardı”! (Kurtuluş Savaşı gibi).  Ondandır ki bu kirli savaşta tüm savaşlar gibi hiçbir savaş hukuku ve esir hukuku işlemiyor, dünyaya sunulan görüntüler bölge insanını ve içinde debelendiği kör düğümü açıkça ortaya döküyor, bölgenin yüzlerce yıllık kültürel-felsefi-düşünce birikimi cehli mürekkep denizinde boğulmuş ve sadece kan kokusuyla beslenen vahşet ve denaet çetelerinin ayakları altında eziliyor,  tahrip olup gidiyor.  

II.

Devlet kavramı özünde “kapitalizmin iç sarmaşığıdır”, Suriye ise bu sarmaşıkların açık savaş alanıdır şu an. “İyi” ya da “Kötü” tanımlı bir devlet aygıtı yoktur, devlet kavramı özünde şiddet aygıtıdır. Dünyanın her yerindeki köklü “şer ekseni” sayılabilecek nesnedir. Anarşizmi tersinden okutabilecek bir tuhaf kavramdır ayrıca. Kuramın kendisine zıtlık taşısa da yeryüzünün ve politik arenanın en anarşist kurumudur devlet. Amerika’ya  ve son 50 yıllık uygulamalarına odaklanmak bu görüşün temel dayanağı olabilir. Canı ne çekiyorsa onu tereddütsüz uyguluyor, saldırıyor, yok ediyor, kırıp döküyor, kimseye de en ufak bir hesap verdiği yok. Tek bir işaretle yeri göğü kan deryasında gömüyor. Şimdilerde saldırı emri yine ve güya Nobel Barış Ödüllü başka Obama’nın iki dudağı arasındadır, geri kalan devlet ve ülkeler “uydu” görevindeler, kim ciddiye alır “gönüllük esasını”?

III.

Bir kimse yaşamın “ücret dengesinde” yer edindiği takdirde, ister devletin, ister başkasının “ücretlisi” sayılır. Yani yaptığı veya yapacağı “iş” karşısında ulaşacağı maddi kaynak söz konusudur. Konumlanan durum aynı zamanda bir “sıfattır”. Şimdi, söz konusu sıfat; “özgür falanca yerin ordusu” ve karşıtı için de biçilmiş kaftandır. Ortam ise “ücretlerini, ödüllerini” başkalarından alanların bilek güreşine tutuştuğu ortamdır. Ortadoğu’nun deneyimli psikiyatri kliniği pratiği ve içine tıkanmış tüm “zır delileri-diktatörleri”. Hepimiz biraz öyle biraz böyle bu durumdayız. Utanç vericidir, ama elden şimdilik bir şey gelmiyor. Akıl göçü mevsimindeyiz. Batı yakası felsefe alanı Kant ve kuramlarını post modern dönemin savurgan saldırılarından kurtarmak için ve daha da ilginci başka coğrafyalarda neden sadece Lacan çevirmenleri var ama ciddi yorumcuları yok sorunuyla debeleniyor, bizim yakanın bilinci ise derinden yaralı ve bambaşka alanlarda kulaç atıyor. Ötenin “ultra lux” kuramsal istemi bize, bu yakaya uysa da uymasa da onlar da hala Seneca’nın yalnızlık kurgusuyla ve de hatta “azalan insanlık” önermesiyle karşı karşıyalar. Kolay olan hiçbir şey kalmadı artık.

IV.

Suriye’nin çatışma alanlarında artık “halk” diye bir kavram, bütünlük, denge kalmadı, ya yok ediliyor, ya göç ettirildi, ya “Petro dolar militanı” sıfatıyla çarpışıyor ya da devlet aygıtının dişlisi durumda. Kapitalizm bir ülkeyi daha yok olma eşiğine getirdi. Amerika veya Avrupa yine bu kez Suriye’de “haçlı sefere”mi çıkmak istiyor? Çıksın veya çıkmasın durum uzun süre değişmeyecektir ve o ışık huzmeleri kapatılan ülke daha uzun yıllar kapitalizmin “dövüş kulübü” olmaya adaydır, o kulübe ne kadar çok “üye” ülke girerse girsin, bu sadece yeryüzü savaş lobilerini sevindirecek, başka hiçbir şeye yaramaz. (geçim derdinde olan halk yığını için de bir anlam ifade etmez). Suriye halkı ve ülke kendi kaderiyle baş başa bırakılsaydı, eninde sonunda iç dinamikleri bir barışçıl çözüm üretirdi, hiçbir “devlet” bugüne kadar kendi halkını yenemedi, bu mümkün değil, Boris Groys’ın dediği gibi : “halk hiçbir zaman yenilgiye uğramaz, sadece kendilerine yenilebilirler”, Suriye halkı da sadece kendine yenildi, başka bir şey olmadı. Bir ülkenin 1/3 halkı durduk yerde ülke nüfusundan silinmez, başka çok daha başka nedenler olmalı, aranmalı. Böyle bir ülke aklı zorlayabilecek her durum-oluşum için potansiyel alanıdır. İçten yaralanmış bir Kobra matrisidir.

V.

Son dönem karşılaşmalarda, kapitalizm aslında kendi yarattığı heyulalarla boğuştu, “kimlik savaşı”, “ırkçılık”, “fundamentalistler”, türlü türlü “geri bırakılmışlıklar” vs.. Kapitalizm aslında kendisiyle savaşıyor,çatışıyor, can çekişiyor, post kapitalizm yeleğine sarılıyor. Eninde sonunda o istediği “zafer”e ulaşacak, geride bırakacağı hiçbir iz onun için önem taşımıyor, eski Yankee süvarileri gibi, yüzlerindeki yara bere izinden başka da bir şey kalmaz, öyle devasa derin bir hırpalanma olmaz. Öyleyse kendimizi kandırmaya gerek yok, yeryüzünün tek bir düşmanı var o da kapitalizmdir, şimdi bulunduğunuz evin çatısına çıkarak yıldız falına bakabilirsiniz.

VI.

Kaç çocuk? Ölen, yaralanan, yanan kaç çocuğun cansız bedenini izlediniz televizyonlarda, kaç Iraklı, Suriyeli çocuk gördünüz? Tam bilmezsiniz, öğrenmek için tekrar kapitalizmin tv ekranlarına baş vurun! Ölümsayar makinelerine. Size verecekleri tüm sayıların doğruluğundan şüphe duymayacaksınız. Borsa ve Banka hesapları dikkatinde olacak bütün aktarılan bilgiler. Evet, ölümü süsleyerek tekrar sunan post modern  çağın yeni Fordist fabrikasına hoş geldiniz. Post Kapitalizm'in bu kez savaş sınavı: Müslüman coğrafyasında kültür ekseni kırılması ve kan şokuyla başlatılmak isteniyor. Durdurulacak mı? Artık yüzeysel ayrım olan ve  yüzeyde duran ne varsa tümü simülasyondur, hakikat başka yerdedir.  Ah ne post ne modern bir dünya!   Shut Up Pleas!

              Borges Defteri


Savaş // Hayrettin Geçkin



Savaş

“-Nereye gidiyorsun baba?
-Sen uyu kızım… Ben dünyanın öbür ucundaki çocukları öldürüp hemen döneceğim.”

Öyle görülüyor ki bir süre daha ırkçılık, cins ayrımcılığı, savaşlar ve bunların doğurduğu sonuçlar; açlık, yoksulluk insanlığın kaderi gibi görülecek; muktedirler insanları bu kadere inandırmak için kim bilir hangi değerleri kullanacak, hangi araçları devreye sokacak ve hangi yollarla talan ve yalan düzenlerini sürdürmeye çalışacaklardır.

 Bir sabah bakmışsın ki
Bütün kuşlar özgür
Silah bırakmış avcılar da

 
Özgür ve yaşamaya değer bir dünya zaten savaşsız ve sömürüsüz bir dünyadır. Savaşlar yalnızca zalimleri besler, onun dışında kimseye bir faydası dokunmaz. Savaşlardan insana kalan acıdır, gözyaşıdır; açlık ve yoksulluktur. Ve de tahrip edilmiş doğadır. Savaşı aklı başında insanlar istemeyeceği ve çıkarmayacağı için muktedirler bu işte kullanmak üzere daima aptal politikacılar bulup kullanır ve bu işi onların eliyle yürütürler. Bu genellikle böyle olur. Bizim ülkemizde de bizim gibi geri bıraktırılmış başka başka ülkelerde de bu böyledir. Bir yazgı gibidir adeta.

 
Üşüdüm kentler yağmalandıkça
Ateş aldıkça silahlar…

 Halktan da savaş politikalarına destek çıkanlar olmaz mı? Kuşkusuz olur. Ve hatta bu politikalar halk arasında geniş bir taban da bulur. Muktedirlerin planları, propagandaları böyle şeyler için her daim devrededir. Eğitiminden, kültürüne ve sanatına kadar hem de… Bizim muktedirler ailede, okulda, kışlada hep şunu işlemişlerdir: “Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkede yaşıyoruz.” Buna son 30-35 senedir “iç düşmanlar” da eklendi ve bu işten de bir türlü gözümüzü açamadık. En ufak demokratik ve özgürlük taleplerinin şiddetle bastırılması, bu taleplerin halkın talepleri haline gelmeden önlenmesi muktedirlerin hesaplı kitaplı işleridir.

 Sınırda buluşmuş iki çocuk
Oynamış etmişler
Sormuş biri diğerine:
Babalarımız neden öldü savaşta
Diğeri cevaplamış:
Bilmem ki…
Yine devam etmişler oynamaya

 Ülkemizde herkes “cumhuriyet değerlerine sahip çıkalım” der de, cumhuriyetin en büyük değerlerinden birisinin “Yurtta barış, dünyada barış” şiarı olduğunu es geçer. Bu es geçilmeseydi Kürt sorunumuz mu olurdu bugün? Uzun yıllar Yunanistan’la devam eden gerginlik şimdi de Suriye ile tavan yapar mıydı böyle? Halkın isteklerine, demokratik ve özgürlük taleplerine kendisini kapatmış, yalnızca kendisini halktan korumaya endekslemiş bir devlet yapısı ne yazık ki ne iç düşmandan kurtulabilir, ne de dış düşmandan. Kurtulmak istemez da ayrıca. Varlığı ona bağlı çünkü. Beslendiği kaynak o.

 
“Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler


Bugün birisi “Suriye ile savaş farz oldu!”diyor.  Kanım dondu. Kızamadım da. Ne yapayım o kadar biliyor deyip geçtim. Vicdanı retçilere, savaş karşıtlarına sıcaklığımın arttığını bir kez daha hissettim. Ve de evime doğru yürürken B.Brecht’in duvarlara savaş çığırtkanlığıyla ilgili sloganlar yazan biri için yazdığı şu dizeleri düşünüp durdum yol boyunca:

“Savaş istiyoruz!”

En önce vuruldu bunu yazan.

Hayrettin Geçkin


Bağdat ve yeni kütüphane seferberliği...





İstanbul ve Kütüphane yoksunluğu yazımızı defter okurları anımsarlar. Neden ve niye böyle bir mekana gereksinim olduğunu ayrıntıyla yazdık. Oysa mimari yanıt “yurdumuzdan” değil, 8 yıllık Amerika işgali-istilasıyla taş üstünde taşın bırakılmadığı Bağdat’dan gelmesi  ilginç.  Biz daha var olan kültür merkezleri ve değerlerini yeniden yaşama kazandırma savaşı verelim, yanı başımızda, komşu ülkede  yeni mimari anlayışla bölgenin en büyük kütüphanelerinden bir tanesinin inşası için vira denildi.  Haber İngiltere’den ve  “The Gurdian”dan  duyurulacak  kadar  önem taşıyordu.  The Gurdian gazetesinde “Doğu Sözü” başlığıyla çıkan haber belki de tarihin garip cilvesine de işaret ediyordu, Amerikan-İngiliz kültürsüz süvarilerinin yağmasında arşivinin neredeyse %60’i çalınan, yakılan, yok edilen Bağdat Milli Kütüphanesi ve  başına geçirdikleri “vahşet”  yangınından sonra bu haberin gazetenin ilk sayfasında çıkması  bir tuhaf ironinin izdüşümü olsa gerek.  Umut ederiz ki,  dünya kültür mirası kenti İstanbul da aynı ölçek ve içerik ve mimari duyarlılıkla tarihine yakışacak kütüphanesine kavuşur.../bd


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***