Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Oğuz Atay...// 2.Bölüm/ Ahmet Bozkurt


Image and video hosting by TinyPic


BİR GÖLGE-FENOMEN OLARAK TUTUNAMAYANLAR





...Atay’ın roman boyunca yaptığı en önemli şey, sözü kendisine aracı kılarak giriştiği arkeolojik deneydir. Kazıdığı her sözün, her dilin altında temel insanlık durumuna ilişkin kökensel arketiplere ulaşan yazarın aslında bu durumdan çıkartılacak bir kurtuluş reçetesi vermek gibi bir derdi de yoktur. Oysa Atay çözümsüzlüğe doğru giden kahramanlarını örgen bir dilin içerisine hapsetmek istemez. Roman boyunca giriştiği serüven sonucunda tutunamayanların arasında bir birey olarak kendisinin de hep varolduğu sonucuna ulaşan Turgut Özben de dahil Atay’ın tüm kahramanları kendilerini sınırlayan ve onları yokoluşa doğru götürebilecek olan bir varoluş kaygısının içerisinde hep dönenip dururlar. Bu varoluş sorunu en nihayetinde sonlu bir eylemdir. Fakat Atay’ın kahramanları, garip bir şekilde hiçbir zaman bunun farkında değillerdir: “Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ayrıntılara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm. (Tutunamayanlar, s.35)” Tutunamayanlar aslında hepimize tanıdık gelen ince nüanslarla ilerler. Atay da zaten bu nüansları okuruna sunarken bile, tıpkı kahramanlarının da yaptığı gibi hep bir ‘oyun’ içerisinde, oyunun özgürleştiren doğası içerisinde yapar bunu. Atay’ın oynadığı oyun kahramanlarını özgürleştirmez belki, ama okuyucusunu da özgürleştirmek gibi bir gayesinin olup olmadığı ise ayrıca sorulması gereken bir sorudur: “Önce kelime vardı diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu” (Tutunamayanlar, s. 154).
Zaman algımızı ve zaman haritamızı bölen, yeniden inşâ eden metinsel bir yapısı var Tutunamayanlar’ın. Zaman, kendi içine kapanan süreğen bir imgeler evreni olarak belirir Atay’da. O yüzden Tutunamayanlar’ı oluşturan en önemli işlevsel süreçlerden biri de Turgut Özben’in roman boyunca giriştiği ‘okuma’ ve ‘arayış’ evreleridir. Bu arayışın hangi dünyaya ait bir arayış olduğunu bilmeyiz gerçekte. Roman boyunca verilmek istenen gerçeklik de budur zaten. Romanın anlam katmanları arasında belirgin geçişler yoktur. Kafka’nın yapıtlarında açığa çıkan dünya nasıl ki, herhangi bir ansiklopedik bilgi tarafından kayıt altına alınmamış ve yine herhangi bir dünya düzeni tasavvuruna dayandırılmamışsa aynı durum Tutunamayanlar’da da bir eksiklik ve yarım kalmışlık hâlesi içerisinde devam eder. Bir kere her şeyden önce, bir okur olarak hiçbir zaman, romanın zaman haritasına sahip olamayız. Roman son derece belirsiz bir zaman dilimi içerisinde örmüştür yapısını: “Olay, XX. Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi (…) O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük bültenlerden sonra okunmuyordu. (Tutunamayanlar, s.25) ”.
Bu zamansızlık hâli romana bir eylemsizlik kipi yükler. Kafka’dan tanıdığımız bu eylemsizlik hâli giderek, neredeyse, Hénry Michaux’nun Plume’sinde somutlar kendisini. Bir açmaza, sonu belirsiz bir yokoluşa götürür bireylerini. Bu durum, en yalın haliyle, Jacques Derrida’nın öngördüğü şekilde; oyuna girmenin, oyuna yakalanmanın, daha en başından itibaren hep bir oyun içerisinde olma hâlinin getirdiği kaygıyla ve dayattığı kesinlikle, gerçekten de merkezleşmiş bir yapı kavramı dahilinde, oyunun menzilinin ötesinde olan bir kesinlikten, kurucu bir eylemsizlikten inşâ edilmiş, kurulmuş bir oyun kavramına götürür bizi . Bu oyun kavramı, Johan Huizinga’nın öngördüğü şekilde bir başlangıcı olan ve belli bir noktada biten bir oyundur: bir gelenek gibi süreklidir ve tekrarlanır; hep bir sonuca yöneliktir . Oyun oynamayı geçiş olguları açısından ele alarak onu bir “yapmak” edimi içerisinde algılayan D.W. Winnicot da, insanın dışarıda olanları denetleyebilmesi için düşünmek ya da istemekle kalmayıp bir şeyler yapması gerektiğini ve bir şeyler yapmanın da zaman aldığına vurgu yaparak oyunun potansiyel bir mekân içerisinde varolduğunu dillendirir. Önemli bir ayırıma da dikkat çeker Winnicot: “bu oyun alanı iç ruhsal gerçeklik değildir. Bireyin dışındadır, ama dış dünya da değildir” .
Tutunamayanlar’da okur, hep zamandan örülü bir oyun içerisinde bulur kendisini. Bu oyunun dışına bir türlü çıkamaz. İronik metaforların dünyasında gittikçe başkalaşan (alloíôsis) duyumsallıkların (aísthêsis) kol gezdiği bir yaşam oyunudur bu. Öznesi bizatihi varlığın kendi mevcudiyeti olan bir çiftekatlanma (redoublement) söz konusudur bu oyunda. Tutunamayanlar’da çiftekatlanma olarak niteleyebileceğimiz metinsel örgü, kendi içerisinde çoğalan, bütünü parçalayan, tek bir merkez düşüncesini yok sayarak gerçekliğin yittiği bir uzamda varolan ontik bir mevcudiyeti mümkün kılan bir yapıya sahiptir.
Hep eksik metinlerle ilerler Tutunamayanlar. Öznesini yitiren tüm kahramanları gibi o da kendi oyunu, kendi yalanı içerisinde yarım kalan bir gölge-fenomen’dir. Romanda birbirine eklemlenen metinlerin bir bütün oluşturamaması tam da yazarın vurgu yapmak istediği o şizoid parçalanmayla eşanlı yürüyen imgesel süreğenliğin metinsel bir yansımasını verir. İşte bu yüzden, “Atay’ın kitabına metaforik okumalarla yaklaşmak çok yanlış olur; Atay ironisi metaforların da tutunamaması üzerine kurulu bir ironidir çünkü. Metaforların tutunamadığı boşuğu metonimiler, anlamı hep açık, hep kaygan, hiçbir zaman tamamlanmayacak anlam imaları alır” diyen Jale Parla oldukça pürüten bir noktadan bakmaktadır Atay’a. Zira, tam aksine, kendi metnine dahi oyunlar kuran bir yazar olarak Atay’ın, bu bilmecelerden örülü metnine metaforların özgül dünyasından yaklaşmak hiç de yabana atılır bir tutum olmasa gerektir.
Atay’ın Tutunamayanlar’a başlarken oynadığı oyun, metni esrarengiz ve ucu açık kılma adına yapılan tüm köşe kapmacalar roman geleneğinde hiç de yeni bir şey değildir. Oğuz Atay romana bir gazetecinin önsözü ile başlıyor. Daha romana başlamadan başlayan bir oyunun içine sokulur okur, hem de tüm metaforik imlemleriyle. Sonun başlangıcına dair verilen ilk veriler aslında bu bitimsiz oyunun, ironinin ilk habercisidir. Yayıncının açıklamaları ve nihayetinde Turgut Özben’in mektubu hep aynı amaca, aynı oyuna hizmet etmektedir. Cervantes’in Don Quijote’de, Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda ve daha pek çok yazarın yaptığı hep aynı yazınsal topos’un bir devamıdır.
Yarattığı durumlarla ve kişilerle oyun oynayan, aynı zamanda onlara içeriden bakarak özdeşleşebilen içrek, ironik bir dili vardır Atay’ın. Neredeyse bütün dillerin ve kültürlerin bir parodisi, bir özeti yer yer de groteskleşen melez bir dildir bu duyumsallığı dışlamadan metne nüfuz eden bir dildir bu.
Tutunamayanlar her şeyden önce kendi metinsel bütünlüğü içerisinde yazıyı ve metni kutsar. Tüm ilişkileri ve tüm kahramanları hep bir yazma edimi içerisinde varolmaktadırlar. Yazı dolayımında ilerleyen ve yine yazı dolayımında çıkmaza giren bir çözümsüzlüğün dünyasıdır Tutunamayanlar’ın dünyası.

Yazarı:Ahmet Bozkurt




dip notlar:
1-Atay, Oğuz (1999): Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim.
2-Rorty, Richard (1995): Olumsallık, İroni ve Dayanışma, (çev. M. Küçük – A. Türker), İstanbul: Ayrıntı, s. 114.
3-Vernant, J.-P. (1981): Mythe et tragédie en Gréce ancienne, Paris : François Maspero, p. 75-98.
4-Eco, Umberto (1965): L’œuvre ouverte, (traduit de l’italien par C. Roux de Bézieux-André Boucourechliev), Paris: Éditions du Seuil, p. 22.
5-Derrida, Jacques (1967): L’écriture et la différence, Paris: Éditions du Seuil, p. 410.
6-Huizinga, Johan (1995): Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, (çev. M. Ali Kılıçbay), İstanbul: Ayrıntı.
7-Winnicott, D.W. (1998): Oyun ve Gerçeklik, (çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Metis, s. 61, 72.
8-Parla, Jale (2000): Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim, 211.


BİR GÖLGE-FENOMEN OLARAK TUTUNAMAYANLAR// Ahmet Bozkurt



defterin notu: Sevgili Ahmet Bozkurt'un aramıza katılmasını defterin gerçek bir dionysian şöleni olarak kabul ediyor, varlığı ve soluğu bizlere güç katacak...( Ahmet Bozkurt: Şair-Yazar: "Şair Çalışıyor" Edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenidir, Anadolun'un bağrında açan o şaşırtıcı vaha'nın yaratıcı kalemi...)

BİR GÖLGE-FENOMEN OLARAK TUTUNAMAYANLAR

Ahmet Bozkurt

(1.Bölüm)


“Il n’y a pas de vrai sens d’un texte”*
Paul Valéry
* “Bir metnin kesin bir anlamı yoktur”.



Umberto Eco semiyolojinin sınırlarını ve ereklerini ele aldığı bir çalışmasında “yalan” kuramına değinmeden geçmez. Zira, Eco’ya göre “bir şey yalan söylemekte kullanılamazsa, doğru söylemekte de kullanılamaz: aslında hiçbir şey söylemekte kullanılamaz”. Eco’nun genel göstergebilim için doyurucu bir izlence olarak gördüğü bu tür bir yalan kuramı tam da modern dünyada dile ve söylemsel dolayıma mündemiç bir siyaset anlayışının içine düştüğü çelişkin durumun tipik bir halini vaz’eder. Siyasetin ve onun kurucu-içrek bir paradigması olarak söylemsel ve dilsel alanın aynı zamanda hayata ilişkin bir yalan olduğunu anlamak için çok fazla gerilere gitmek gerekmiyor. Yine de kadim zamanlardan bu yana bilmekteyiz ki, siyaset hiyerarşik bir iktidar örgüsü içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin ortak dilini/adını oluşturmuştur hep. Eski Yunan’dan bu yana siyasetin temel görüngülerinden biri de meşruiyetin kaynağı olarak görülen “kurucu özne” sorunudur. Bu tür bir özne ise en nihayetinde iktidar ilişkileri içerisinde kurumsal bir devlet aygıtı ile kendisini ikame ederek bir yaşam dünyası (lebenswelt) oluşturmuştu.
Hep söylenegelen şeyleri tekrar etmek pahasına da olsa herhalde Oğuz Atay bahsinde ıska geçilemeyecek en önemli özelliklerden birisi de hiç şüphesiz Tutunamayanlar’ın metinsel düzlemde Türk Edebiyatında ilk defa yazınsal alanın tüm sınırlarını zorlayarak metinlerarası bir bağlamda iç içe geçmiş metinlerden örülü çok katmanlı ve çok dilli melez bir yapının ilk olarak başarılı bir şekilde işlendiği, inşa edildiği bir yapıt olarak onu tavaf etmekten geçiyor. Yazınsal alanın sınırlarını bu denli zorlayarak edebiyatımızda, yazıldığı çevrimsel koşulları da göz ardı etmeden, söylenebilecek şey herhalde Tutunamayanlar’ın hem dile getirdikleriyle hem de dile geldiği metinsellik ile bir başlangıç eşiğinde duruyor olmasıdır. Zira, Atay’ın kendisini önceleyen Yusuf Atılgan’dan farklı olarak kurduğu sözel dünya Tutunamayanlar’da büyüsünü yitirmiş bir dünyanın yapıbozumuna girişmek gibi riskli bir gafleti de içerisinde barındırıyor: “Hiçbir şey söylemeyi istememe riskine giriyorum” (j eme risque à ne nen-vouloir-dire - Derrida).
Tutunamayanlar’ın zaman haritası içerisinde yapılacak bir yolculuk bir mekana yerleşme gereksiniminden daha ziyade çıkılacak bu yolculuğun seyrini belirleyecek olan yol azıklarıdır. Temel insanlık durumuna ilişkin kökensel bir varoluştan hareket eden imgesel duraklardır yolcunun pusulası: Öncelikli pusulamız Oğuz Atay’ın ‘oyun’a olan düşkünlüğü olsa gerek. Atay’da, hep bastırılmış bir ‘unutma’ edimiyle malul bir ironi (eironeia) hakimdir. Fakat bu ironi her şeyden önce ‘oyun’un özgüllüğü içerisinde varolan ve en nihayetinde bir ‘yalan’a dönüşen bir ironidir.
Richard Rorty, “ironist”i üç koşulu yerine getiren bir kimse olarak tanımlar: İronistin, öbür sözcük dağarlarından, karşılaştığı insanların, nihai kabul ettiği sözcük dağarlarından etkilenmiş olmasından ötürü kendisinin halihazırda kullanmakta olduğu nihai sözcük dağarı hakkında radikal ve süregiden kuşkuları vardır; kendisinin şimdiki sözcük dağarı içerisinde ifade edilen argümanın bu kuşkuları ne garantileyeceğini ne de dağıtacağını idrak eder; kendi durumu hakkında felsefe yapması ölçüsünde kendi sözcük dağarının gerçekliğe başkalarınınkinden daha yakın olduğunu, kendisine ait olmayan bir güçle ilişki içinde olduğunu düşünmez. Kendilerini betimlerken başvurdukları terimlerin değişmeye maruz olduğunun daima farkında olmalarından ötürü kendilerini asla gereğinden fazla ciddiye almayan, kendi nihai sözcük dağarlarının ve böylece benliklerinin olumsallığının ve kırılganlığının daima farkında olan ironistler bu kavramın Sokratik felsefe içerisindeki hakikate ulaşmanın bilgisini veren diyalektik bir süreç bir biçim olduğunu da göz ardı etmezler. İroni, tam da bu anlamda, bir soruşturma, sorguya çekme ve verili tüm gerçekliklerin üzerinden yürütülen bir şüphe girişimi olarak varolur.
Atay’ın komik olanın sınırlarından aşırdığı alaysılık ve yer yer grotesk’e el veren dilsel kurgusu, aslında modern dünyanın birer prototip kahramanı olarak Selim Işık ve Turgut Özben ikilisinde yaşam bulur. Aynı zamanda hep bir anokranizma’yı da içlerinde barındırırlar: Hayatta tutunabildikleri tek şey kendi gölge-fenomen’leridir. Aidiyet formları yoktur ve hep bir uçurumun kıyısında yaşarlar. Atay’ın gizliden gizliye okurdan sakladığı şey de budur aslında. Ne Selim Işık ne de Turgut Özben intihar etme özgürlüğüne sahip değildirler. Onları asıl yıkıma götüren şey de kendilerini aşağıya itebilecekleri bir uçuruma sahip olamayışlarıdır: Selim Işık, yalnızlığa dayanamayan biridir. Her ne kadar ilk bakışta, yalnızlığın ve çevresiyle uyuşmazlığın, yaşantısında önemli bir yer tuttuğu kolayca ileri sürülebilirse de Selim bu yargıya da aman vermeyen biri olarak tanımlanır romanda. Bütün dünyanın ona dargın olabilirliği varsayımı bile olsa olsa aceleyle varılmış bir sonuçtur. Oysa Süleyman Kargı’nın düştüğü dipnotlarda gerçekte, kimse onun kadar çevresine yakınlık duyamaz denir. Süleyman Kargı Selim ve onun şahsında tüm tutunamayanlar için esaslı bir parantez açar: “Tarih, işine gelmeyen tüm belgeleri Selim ve Selim gibilerden gizlemiştir”. Selim’in yazgısıyla özdeşleşen Turgut Özben’in de istasyon istasyon gezerek en nihayetinde helezonik bir yok oluşa doğru gitmesi bunun en güzel göstergesidir. O yüzden Turgut’un kanlı–canlı bir yok oluşuna tanık olamayız. Metin içerisinde, yazının içerisinde varolan bir yok oluştur bu. Selim’in ölümü de yine yazı içerisinde gerçekleşmiştir.

Turgut Özben’in yazgısı tıpkı onun gibi ilençli bir yazgıyı paylaşan Oedipus’un trajedisinde de vardır. Aslında Oedipus daha en başından, doğduğu zaman cezalandırılmış ve böylece babası Laios’un intikamı zaten alınmıştı[1]. Yazgısından bir türlü kaçamayan Oedipus’un gözlerini kör ederek kendisini cezalandırması ve yeryüzünde bir lanetli gibi yaşamaya mahkum etmesi bu özgürlüğün gecikmiş öde olsa farkına varılmasıdır. Turgut Özben’in Oedipus’un sahip olmadığı komplekslere sahip olması ise onun trajedisini şüphesiz daha modern kılan bir olgu. Turgut Özben’in böyle bir özgürlüğün farkına varması durumu yine metinsel düzlemde gerçekleşir: “metnin dışında hiçbir şey yoktur” (il n’y a pas de horstexte - Derrida). Kimi zaman oyunsuluğa fazlasıyla yaslanan bir ironiyle kimi zamansa ince bir lirizmle. Onu bir ‘yalan’a dönüştüren edim ise tam da budur. Bu ‘yalan’ı Atay’ın ironisi özgürleştirir: “Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. Sen evlendin ve oyunu bozdun. Bütün hayatımca nasıl oynayabilirdim? Sen de dayanabildin mi? Sen de ürkütücü bir gerçekle bozdun bu oyunu. Herkesin belirli bir işle uğraştığı bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklendin canım kardeşim benim. (…) Sen bütün oyunların yarısında çıktın aslında. (…) ölmek bile, kendilerine böyle bir görev verilenlerin işidir. Kendine oyunlar buldun: başkalarının katılıp katılmadığına aldırmadığın oyunlar.(…) Ben de bir oyun yazsam, sonunda haklı çıkmak için kendini öldürdüğünü söylesem (…) Ben oyun istemiyorum artık; ne oyun ne de gerçek, senin ölmen gibi bir gerçek, beni sarsmamalı Selim (Tutunamayanlar, s. 31-32)”. Çarmıhtaki İsa ile alay ederek cezalandırılan Yahudi’nin durumunda (der ewige jude) olduğu gibi bir gezginlikle maluldur Turgut Özben de. İlençli ve lanete uğramış bir Yahudi gibi dolaşmakta, Tutunamayanlar’da yarım kalan yolculuğunu, halen daha, sürdürmektedir. Kendi geçmişini ararken aslında olmayan geçmişine ve köksüzlüğüne de ağlamaktadır Turgut Özben ve tüm tutunamayanlar.
[1] Vernant, J.-P. (1981): Mythe et tragédie en Gréce ancienne, Paris : François Maspero, p. 75-98.


devam edecek...


Özne ve Birey / Ergin Yıldızoğlu



İnsan verili "yapıya" uymadığında, özne olur, duruşunu ölümü de göze alarak koruduğunda özne olarak kalmaya devam eder. Birey "yapıya" aittir, tümüyle uyumlu... Bugün yüceltilen özne değil, birey; salt kendi hazlarına ve mutluluk istencine kitlenmiş birey. Bugün, insanı insan yapan bu en önemli özellik, aşağı görülüyor, hatta uzun bir süredir alay konusudur.
Halbuki tarih, inançları için savaşanları ve ölenleri anımsar, bir de hainleri... Yaşamlarında kendi bencil hazları ve mutluluk fantezileri dışında hiçbir amaç için savaşmayanların yeriyse, Dante 'nin ölümsüz yapıtı "Inferno" da betimlediği gibi cehennemdir. Onlar, sürüler halinde, arı sürüleri tarafından kovalanarak amaçsızca bir bayrağın peşinde, sonsuza dek koşacaklardır. "Onlar" der Dante, "Aslında hiç yaşamamış mutsuz insanlardır".
Dünya uzun bir süredir, daha kesin konuşmak gerekirse, 1980'lerden bu yana, gittikçe artan ölçüde bireyleşen insanlarla dolu. Bireylerden oluşmuş sürüler, bireysel hazları ve mutluluk (aşk ya da para) fantezilerinin peşinde koşuyorlar. Bireysel hazlar ise metaların peşinde alışveriş hummasına, seks ve uyuşturucu bağımlılığına kadar daralmıştır artık. Özneye ise artık pek rastlanmıyor.
"300" filmi işte bu ortama "düştü". Ben filmi görmedim, görmeye de niyetim yok. Dahası, kimi filmleri görmemekte özellikle ısrar etmek gibi bir hastalık geliştirmeye başladım son yıllarda. Örneğin "Titanik" i en az 10 kez görmedim. Görmemeye de devam edeceğim. Hollywood, Truva filminde, İlyada destanı, Proklutus'u yeğene dönüştürüp, Agamemnon'u ve Ajax'ı Aşil'den önce öldürüp, kaprisli, bencil Aşil'i erdemli kahraman düzeyine yükselterek Homer 'i iğfal (lütfen terimi mazur görün) ettikten sonra, sanırım artık, oradan gelen hiçbir tarihsel filmi görmeyeceğim.
Leonidas ve Efialtis
Ama "300" önemli. Benim için önemli, benim kuşağım için, bugünkü ve gelecek kuşaklar için önemli. Çünkü artık Kavafis 'in şiirindeki gibi, ne Termopil bir yer, ne Leonidas ve Efialtis yalnızca birer tarihsel kişilik. Bunların hepsi artık bir durum, duruş ve ruh halidir. Termopil, kazanılamaz bir savaştır; Leonidas, bu savaşı kazanmayı, kaybetmeyi düşünmeden, ilkesel nedenlerle kabullenen öznenin, Efialtis ise kişisel çıkar (haz ve mutluluk) peşinde koşarken kendi saflarına ihanet eden bireyin adıdır.


Termopil
Ne onurludur, o insanlar ki yaşamlarında
İnançlıdırlar ve savunurlar kendi Termopillerini
Amaçlarına sadıktırlar her zaman
Yaptıkları her işte dürüst ve tutarlı
Ama şefkati ve merhameti de elden bırakmadan.
Cömerttirler zenginken, yoksulken de
ellerinden geldiğince herkese yardımcı.
Her zaman doğruyu söylerler
Ama yalancılara kin beslemezler asla.
Ve en yüce onur onlara aittir
öngördüklerinde (çoğu önceden görebilir)
Sonunda Efialtis'in ortaya çıkacağını
Medler'in de geçeceğini geçitten.
(K.P. Kavafis, Türkçesindeki kimi değişikliler bana ait.)


Bugün, bir yalanın arkasına sığınıp Irak'a saldıranların, imparatorluğu demokrasi, işkenceyi özgürlük adına savunanların, çoluk çocuk yüz binlerce insanın kanına girenlerin elinde, Termopil destanının da, beceriksizce, bir "uygarlıklar çatışması" palavrasına sarılmaya çalışılan azgın bir ırkçılığa, İran'a yönelik vülger bir jeopolitik "kamu diplomasisi" örneğine, belki de bizi İran'da bekleyen kan ve ölüm şöleninin önceden simgeleştirilmesine, nihayet bir bilgisayar oyununa (İran savaşı, bilgisayar oyunu gibi uzaktan kumandalı füzelerle başlamayacak, puanlar, "tali hasar" olarak toplanmayacak mı?) dönüştürülmesi doğaldır. Gelin bunları görelim, ama takılmayalım, filmdeki bayağılığı değil, destanlaşmış Leonidas 'i ve Efialtis 'i düşünelim; imparatorluğa karşı savaşanları ve imparatorluğun uşaklarını...
Bugün imparatorluk kapıda. Küreselleşme, "piyasalar şöyle, piyasalar böyle" , IMF/TMF, etnik kimlikler, çatışmalar, Irak'tan yolunu bulmalar, "uyanın" çıkarcılıklar, bilgiç jeopolitik yorumlar, bugün, hep Termopil 'in taşları. Bir değil sürüyle Efialtis var, TV kanallarında, gazete köşelerinde. Kimi "çağdaş" entel, kimi şoven milliyetçi, kimi "İslam" simsarı...


Yazarı:Ergin Yıldızoğlu

( Cumhuriyet Gazetesi/ Yazarı )


Enis Batur'a Hüzünle.../ Argos




İki Şair, İki Şiir



Defter'de yayımlanan şiirler titizlikle
ve çok dikkatlice seçiliyor, okuyacağınız
iki harika şiir edebiyat ortamımızın
yakından tanıdığı iki değerli ve ilgiyle takip ettiğimiz
dostlarımızın imzasını taşıyor.
Bayram Balcı'dan "Yerdibi" ve "Canıma Değmez Hayat";
Mehmet Şah Erincik'ten "BELKİ BABAM DA GELİR BU DÜĞÜNE" adlı
şiir kitaplarını okumanızı tavsiye ederiz...
Defter
***

ÂŞIĞIM BEN HÂLÂ

BT'ye
ordusu mağlup olmuş bir komutan son
kurşunu kendine saklamalı



ben şiiri yaşayarak bildim
unutmuştunuz hatırlatırım
beyazıt meydanında
orada işte öyle bir yerde
tam da bir kadın can veriyordu
bir kelebek kanatlarının tozunu bıraktı ömrüme

orada işte beyazıt meydanında bir yerde
hayatla saklambaç oynuyordum
mahallenin çocukları tanıyordu beni
âşık olmuştum üstelik
herkes biliyordu sen bilmiyordun
devrimci bir damar vardı avucumun ortasında
suyun akışına inanıyordum
sonra unutmuştunuz hatırlatırım

ben hayatı kendimden sonra bildim
uzak ışıkların düğmelerini çözmüştüm
hoştu bunu hissetmek dünyada avunç yoktu
cebimde çakıl taşları ve kibrit
her şeye vaktinden önce başlamıştım
avucumun ortasında bir isyan damarı
ben ölümden daha çok hayata inanmıştım

kayıt düşüyorum şimdi muharebe alanlarına
bir kayanın içinden kopup gelen uğultuydum
ölürcesine yaşamıştım gençliğimi
şimdi uzanıyorum mehtaba vefadır bu
unutmuştunuz hatırlatırım
hem sonra ben körkütük âşıktım

kurt kuş börtü böçek yer bitirir ömrü
yerde ne varsa gelir de göğsümde erir
terüddütsüz atlatılmış bir badiredir
mahalledeki çocuklar bunu zaten bilir
devrimci bir isyan vardı aklımın koylarında
unutmuşsunuz eh o zaman siktir olup gidiniz

vefadır bu aynaya yansımaz
sokaklarda dolaşmaz
ütüsüz gezer hayatın damarlarında
sabah saatlerinde şavkı düşer suya
büyür çocuklar ateşten bir tufan
düşer aşkımız leş sevici devletin başına

sen ey ordularını üzerimize salan komutan
son kurşununu şakağına sakla
daha bitmedi bitmedi daha
söylenmedik sözler var ağzımızda
hem sonra ben körkütük âşığım hâlâ..

Yazarı: Bayram Balcı


****

Olmamak İklimi

Peki yaz iki ılık rüzgarın karşılaştığı anı, o anın
bütün renklerini
Yaz üzerine dökülen yaprakların hışırtısını, ki
sonbahardır boyun eğen
Takvimlere ve sayfalarına dünyanın, hüzün başlar
Yaz, hüznün saati yoktur, gelince yakutun boyun
eğidiği
Hükmü düşer bütün tanımların…

Beni öldüreceğine şu şehrin dibine at, berzah sanayım
kendimi
Kendimi düzlüğe çıkmış sanayım. Kuşların öldüğü
mevsimde
Durdurma beni, sevme sandalımı, renklerimi hiç sevme
bu tutmamışlık kalsın yanında, bu eksiklik bu
durdurulmazlık.
Sanmak sabah vakti içtiğim zehir iki ılık rüzgarın
karşılaştığı anda

Peki söyle, suların yıkadığı saçlarını,
Söyle bu uçsuz bucaksız ayrıklığın sebebini,
İki ılık Rüzgar Dinsin, öylece gel hükmüne yalnızlığın

Orada görülecek konsollar vardır belki, büstler vardır

Saçlarının büstleri, biz onlarla çok zaman aynı odada
Aynı çarpıklığı paylaştık

Beni bırakacağına, bu saçlarının büstlerini doğrult
kendimi dünya sanayım diye yap yapacaksan
Gözlerimin limanları salınır ufukta, ben buna deniz
derim
Beni bırakacağına o denizi sil yeniden yap her yeri
kara
Her yerin karası,
Ben buna hüzün derim.

Gör, ağlayacak olan endülüs’tür, güzel atlı Arapların
terk ettiği
Ben bu endülüs’ün kıyısında durduğumda atım yoktu
Ne geri dönüş bileti, ne erguvanlar, ne özlediğim çöl
Hiçbir şey yoksa artık hükmü düşmüştür her şeyin
İki rüzgar yeniden çarpmasa da makbuldür.

Anlayan anlar türkümüzü sen yazan sen söyleyen sen
gören
Ben bu kapılarında ne çok bekleyen…

Yazarı: Mehmet Şah Erincik


"Afferin Sana " dahi ! " Yaratıcım"/ Leon Felipe





defterin notu: Sevgili Leon Felipe, Paçavra çorbacıların mutfağına girdi!Onlara, ama hepisine ithafen bir öykü kaleme aldı...




Saklı bir dilin uçkurunu çözmüş sanıyordu Kien'in tanımayacağı uzak akrabası. O gün kitapçıdan satın aldığı romanı çalışma masasına dikine koydu ve böyle başladı öyküsü.
Evinde tüm odaları kaplayan, kımıldayacak yer bırakmayan kitaplığının rafları üst üste yığılmışlardı. Karaçamdan sergenler boştular. Aldığı bu ilk kitapta orada yerini alamayacaktı.
Kalemini vuruyordu maun masaya. Ne gereği vardı bu edebi mebedi novellaların, romanların,
biografilerle denemelerin, şiirlerin ve öykülerin, okunması zor dillerde yazılmış tabletlerin değerli kitaplığında. Lüzümsuzdular. Oysa kitaplık güzeldi. "İyice cilalıyorum her hafta. Tahta kurularına karşı aldığım önlem ise nobel almaya aday olmalı." Ne demişti temizlikçi ama:
- Eeee... ne işe yarar ki bu şimdi. Kitapsız kitaplık olur mu! Bir tane koyun bari de nasıl gözüküyor anlayalım.
Tamam. Bir kitap koyacak belki rafa fakat bu kitap kendi yazdığı olmalı. Kitapçıdan aldığı romanı sırf bu nedenle güzel ve deri ciltlilerden seçmişti. Üstünde harf olmamasına dikkat ederken satıcıya, en pahalısı bu mu diye sormuş, satıcı " Ben pek sevmem bu romanı
ya siz bir okuyun, geri getirirseniz üçte bir fiyatına satın alıyoruz." saçma bir cevap vermişti.
Belki de bir ciltçi bulmalıydı. O kadar uzun süre insanların arasında kalmaya dayanabilecek olsa yapardı da. " Pis insanlar. Her şeyleri pis bunların. O iğrenç telefonları, gazeteleri, kıyafetleriyle ilkellikleri akıyor üstlerinden. Şu çirkin arabalara binmeleri. klakson sesleri, kuralları. Hizmetçi olmasa hiç çıkmazdım evden. Nereden soktum bu fikri aklıma. Ama iyi olacak. Önce bu kitabın sayfalarını özenle cildinden çıkarmalıyım. Sonra içini dolduracak kadar kağıda düşüncelerimi aktarırım. Bir şaheser olacak." Sandalyesinde kaykılarak zekerini okşamak için pantolonunun düğmelerini açtı. Düğmeli pantolonu seviyor, fermuardan
çok taptığı erkeklik organı sıkışır diye korktuğundan nefret ediyordu.
Eliyle üçgen bölgesini iyice yokladıktan sonra işe girişmeye karar verdi. Her sayfaya
kalın harf-erlerini kullanarak bildiği bir kaç kelimeyi yazdı: " Penis, kıç, vajina, el, orji, para,
sosyete." Bu kelimeleri diğer sayfalarda da sıralamasını değiştirerek tekrarladı. Parmaklarının bu yazma işlevi sırasında ağrıdığına ise hayret ediyordu. Sık sık mola vermeliydi. Her molada yine sönük zekerini yokluyor, çekmecesinde sakladığı çıplak erkek ve kadın fotoğraflarına bakarak içini çekiyordu. " Yerçekimi kötü bir şey. Bu kadar iri olmasaydı penisim ne de çok zevk verirdim insanlara." yaşlandığını kabullenmeliydi. Gençken binlerce macerası olmuştu. Ne zamparaydı ama! Offff...kendimi neden kandırıyorum ki. Asla olmadı bu.
Gerçekten de çok sevdiği, tapındığı priapos adağı kamışı sadece işemeye yarıyordu.
Molalar arasında okşadığı küçük yunan tanrıcığı ve arasıra bağırarak çağırdığı çarpık
türkçe konuşan çıplak hizmetçisiyle oyalanarak iki ayda eserini bitirdi. Boş bir beyaz sayfa daha çekti önüne ve büyük harflerle küçük harfleri beraber kullanarak dişilikli bir isim yazdı eserine: Penis. Dünyadaki bir ilkti bu. Yedi sözcükle yazılmış kocaman, ağır ( pahalı kapaklı) edebi mükemmeliyet. Tarihsel bir dönüm noktası yazın evreninde. Sayfaların içini yırttığı romanın ciltlenmiş kapaklarının arasındaki uygun yerini aldığına inanarak işin bitişini kutlamak için hortumuna badem yağı sürmeye başladı. Kokusu hoşuna gidiyordu.
Yağ ritüelini bitirdikten sonra değerli kitaplığının boş raflarını özenle cilaladığı için evlenmeye hazırlandığı eski hizmetçisine seslendi. " Theresa!" Kadın ot içtiği yeni yatak odasından bu zengin piçin parasına el koymak için plan tezgahladığı dev sevgilisine bir öpücük kondurarak çıktı. Yeni alınmış karaçam sergenlerin arasından hoplaya zıplaya müstakbel kocasının yanına koştu.
- Söyle deha kocacığım. Senin için ne yapmamı isersin?
- Ne yapıyordun sen?
- Yeni gelen raflar için bir kitaplık siparişi hazırlıyordum internette. Tavana monte edilebilenlerden olacak bu.
Ne de iyi bir şey yapıyordu bu mükemmel kadınla evlenerek. İğrenç tozlu kitapların olmayacağı muhteşem kütüphanesi bitmek üzereydi.
- Şaheserimi bitirdim. Al ve 18423. rafa yerleştir...Elini sütsüz dalından çekerek kitabını
Theresa'ya uzattı.
- Afferin sana dahi yaratıcım. Tapıncım benim...Şey biliyorsun di mi birazdan nikah memuru burada olacak.
- Defteri odaya getirirsin sen. Ben imza atarım. O iğrenç yaratıkların memur yüzlerinden ve mutlu bir şey yaptıklarını sandıkları ifadelerinden hoşlanmıyorum. Şahitleri de sen ayarla.
İlgilenemem bunlarla.
Theresa iğrenç kitabı alarak rafa yerleştirdi. Nikah işlemlerini yaptırdı. Sonra uyuyan kocasına son kez bakmak için odasına girdi. Yorganın altından çıkmış bahçe hortumu gibi
zekerini iki eliyle sıkı sıkı kavramış yaratığa dikkatlice baktı. Uyanacağı yoktu. Sevgilisini
içeri çağırdı. İçinde saf deltamethryn olan tahta kurusu ilacını tüm odaya döktüler. Theresa bir elveda öpücüğü verdiği kocasına " Beyinsiz" dedikten sonra kapıyı kapattı.
Evde ölmekte olan tahtakurularının arasında eli kutsal saydığı çekçekinde burnunda biraz sümükle öldü böylece ve öyküsü sona erdi.

Hürriyet Gaz. Sayı 87634210843672

" Ünlü gazetecimizin yaptığı son röpörtajının ardından evinde ölü bulunan yeni evli Ferah Kocadon'un cenazesi bugün Teşvikiye camiinden kalkıyor. Evinde bulundurduğu binlerce kitabıyla ünlenen Ferah Kocadon'un çok önemli bir eser kaleme aldığı da ölümünden sonra ortaya çıktı. Ünlü yayıncı ve Ferah beyin de terapisti olan Kandil Bey " Bu eser yayınlanır yayınlanmaz edebiyat dünyamız parçaaalanacak! Yıkılacak ortalık. Çok entelektüel ve derin bir adamdı Ferah Kocadon. Anısını yaşatacağım." dedi. Cenazesine edebiyat, iş ve sanat dünyasından bir çok ismin katılması bekleniyor.




Yazarı: Leon Felipe


Ressamın Yolculuğu...






Ressam Söbütay Özer'i en verimli döneminde Kaybettik...
Söbütay Özer, Türk Plastik Sanatlar ortamının en değerli , en üretken sanatçılarından sayılıyordu...
"Söbütay Özer(1949 Doğumlu), yurtiçinde ve başta Hindistan, Kuveyt, Mısır, Cezayir, Çin, Romanya ve Avusturya olmak üzere yurtdışında çok sayıda karma sergiye katıldı ve çeşitli ödüller kazandı. Bugüne dek 24'ü Ankara'da, 11'i İstanbul'da, 5'i İzmir'de, 1'i Eskişehir'de, 1'i Edirne'de, 1'i Konya'da ve 1'i de Antalya'da olmak üzere toplam 44 kişisel sergi açan sanatçının eserleri Ankara ve İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzeleri ile İzmir Selçuk Yaşar Müzesi'nde sergilenmektedir. Yurtiçi ve yurtdışında özel koleksiyonlarda bulunan eserlerinin sayısı ise 1000 civarındadır.
Bilinçli ve kararlı tutumu ile yer yer soyutlamalar da yapan Söbütay Özer, ölü doğalar, bisikletliler, dolmuşlar ve görünüm resimleri ile tanınmıştır.
Gerçekçi ve kalıcı bir sanatın, özgün resimsel değerleri atlamadan, uzun araştırma ve deneyler sonunda kökleşeceği görüşünü ilke edinen sanatçı Ankara'da yaşamaktadır.."
( kişisel web sitesinden: www.sobutayozer.com )

Yattığı yer renk bahçesi olsun...
Kederli ailesine, yakınlarına başsağlığı diliyoruz...

Borges Defteri




Dünyanın dört bir yanında kutlanan 21 Mart Dünya Şiir Günü’nün tohumunun Moda’da bir evde atıldığını söylesem, inanır mısınız?...

Ama gerçek böyle. 1991 yılının sonlarıydı. Cumhuriyet Gazetesinin kültür sayfasında minicik bir haber gördüm. Tarık Günersel’in başladığı şiir atölyesi çalışmalarına ilişkin bir bilgilendirmeydi. O yıllarda, yaratıcılık konusundaki atölye çalışmaları kapsamında, şimdiki gibi böyle zengin kültür adacıkları daha ortaya çıkmamıştı.
Büyük bir şirkette yönetici olarak çalıştığım işimden radikal bir kararla ayrılmış, hayata daha çok zaman ayırmak için, kendi kendimin patronu olduğum bir düzene geçmiştim. Herkes gibi lise yıllarında başlayan şiir tutkumun, yaşamın vahşi kollarına atıldığımda da yakamdan düşmediğini görünce, onunla bir ömür boyu kader birliği edeceğimizi anlamıştım.
İnternet henüz keşfedilmemişti. Randevuya gideceğiniz kişinin sicilini ‘tek bir tıkla’ ekrana dökemiyordunuz. Tarık Günersel’in kapısını çaldığımda onun hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Otuz yaşın bu tür bir atölye çalışması için, ne denli uygun olduğunu kestiremiyordum. Benim dışındaki yedi-sekiz katılımcının geneli üniversite öğrencisiydi.

Atölye, Tarık Günersel’in Annesine ait Moda’da küçücük bir evdi aslında. Fırıldak Sokak, 14/4. Annesinin vefatından sonra kendisine kalan bu evi, kiraya vermemiş, eşyalarına da fazla dokunmadan, şiirin hizmetine sunmuştu. Evdeki bir oda, bir gün dönüp geldiğinde hiçbir yabancılık çekmeyecek kertede annesine ayrılmıştı. Diğer küçük oda, Günersel’in çalışma mekânı; sokağa bakan aydınlık pencereleri olan küçük salon da, belki de, memleketteki ilk şiir atölyelerinden biriydi. O eski berjerler nelere şahit olmadı ki… Ve kimler gelip gitti...
Hepimizin anahtarı vardı. Genelde hafta sonları toplansak da, zamansal sınırlarımız pek yoktu. İsteyen atölyedeki kütüphaneden dilediğince faydalanabiliyor; eski kitap kokusuyla tütsülenmiş o mekânı, bir okuma odası olarak da kullanabiliyordu. Tabii, konumuz şiir olunca sohbetler, hayatı, sanatı, felsefeyi de kökünden kapsıyordu.
Şiir okumaları ve şiir çözümlemelerinin yanında, şiire ilişkin yapılan deneysel çalışmalar da oldukça zevkliydi. Belki de bu yüzden, bir süre sonra Tarık Günersel, bu atölyenin ismini Şiir Uzayı Laboratuarı koyalım dediğinde bana hiç garip gelmedi. Ünlü şairlerin şiirlerini parçalayıp yeniden yazmaktan, yazış süreciyle ilgili simülasyonların ortaya konulmasından büyük keyif alıyordum. Akşamüstleri evi kapatıp giderken şiir kadavralarının mis gibi frezya koktuğunu ilk kez orada öğrendim. Şiirlerimi ilk kez orada okudum küçük kalabalığımıza.
O dönemde birkaç dergi, bunlar ne yapıyor diye merak edip gelmiş, bizle röportaj yapmışlardı. Tarık, aramızdaki kitaplı ve yetkin tek şair olmasından dolayı (doğal olarak) en alçakgönüllümüzdü. Belki de, bu alçak gönüllüğünün hâlâ devam ettiğini tahmin ettiğim için, bu yazıyı kaleme almak istemişimdir; bilmiyorum… Türkçeye şefkati, kendine özgü şiir dili ve felsefi zekâsını şiirin içine çaktırmadan soktuğu dizesiz dizeleri beni etkilemişti.

Bir gün Tarık, dünyada her şey kutlanıyor; şiir kutlanmıyor dedi. Dünya Şiir günü olmalıydı! O gün, dünyanın dört bir yanında herkes şiir okuyarak, şiiri kutsamalıydı. Kulağıma hoş gelse de, sonuçta bu fikrin, atölyenin duvarlarını aşma konusunda fazla bir şansı olamayacağını düşünüyordum. Öyle ya, bırak dünyayı, kimsenin şiir okumadığı, şiirin ilk fırsatta “kafeslendiği” bu memlekette dahi, böyle bir günü nasıl duyurup da, gündeme aldıracaktık… Şairin hayal gücü işte! Oysa, Tarık Günersel’in o dönem, en son basılan şiir kitabının adı şuydu: Hayalgücü:1 Muhafızgücü:0
Tarih bile belirlenmişti. 21 Nisan! Sonradan öğrendiğim kadarıyla bu tarihi Günseli İnal önermişti. Fikir, ortak çabalarla atölyenin duvarlarını aştı. Bu arada dört yılda atölyeden laboratuara dönüşen girişimimiz, Şiir Enstitüsü olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Sivil ve postmodern darbe dönemlerine girmek üzereydik. Biz erken davrandık ve 1996 yılında “Her insan bütün dünyadan sorumlu.” sloganıyla Sivil ve özerk Şiir Enstitüsünü fiilen kurduk. Ve ilk etkinliklerimizden biri de, 21 Nisan’ı, diğer dünyalıların henüz haberi olmasa da, onların gıyabında “Şiir Günü” olarak kutlayıp duyurmaya çalışmaktı. Atölyenin duvarları dışına taşan bu ilk kutlamayı, eş dost ve bir avuç şairin katılımıyla İstanbul’da Fenerbahçe burnunda yaptık. Bu konuda ben, fazla alçak gönüllü davranamayacağım. Dünyanın gayri resmi ilk şiir günü kutlamasının ana sponsorluğunu, iki kilo kuru pasta parasıyla ben üstlendim! Şiirler okundu, şiir üstüne konuşuldu. Sanırım otuz-kırk kişiye yakın görkemli bir kalabalıktı.
Daha sonra yaptığımız bu tür şiir ayinlerinde önerimizi dillendirerek, Sevgili Şükran Kurdakul gibi bazı büyük şairlerin de desteğini almayı başardık. En azından Türkiye’de bir şeylerin olabileceği konusunda, artık benim kafamda bile ümit pırıltıları oluşmaya başlamıştı. Şiir Uzayı Laboratuarı’nın ilk kez öne çıkardığı bu düşünce, basında da destek buldu:. Mehmet Altan, Talat Halman gazetedeki köşelerinde yazdılar:
“(…) İnsanoğlunun Tanrısal yaratıcılığından gittikçe koparak, sanki kurumaktayız. Böylesine sığ ve heyecansız bir ortamda on bir şair bir araya gelerek bir Şiir Enstitüsü kurdu. Enstitünün amacı, çeviri, inceleme, eleştiri ve şiir bilimi gibi alanlarla ilgilenmek, şiirin öbür sanatlarla ilgisini araştırmak. (…) 21 Nisan gününün Dünya Şiir Günü olmasını önerdiler. Meğer dünyada böyle bir gün yokmuş. Önerilerini şöyle kaleme almışlar: ‘21 Nisan’da kuzey yarımküredeki insanların çoğu ilkbaharın etkisini keyifle hissederken güneydekiler sonbaharın özgün algılarına kavuşacak. O gün gezegenimizin pek çok yerinde açık havada şenlik düzenlenebilir. Binbir dilde şiirler paylaşılabilir, yeni şiirler yazılabilir. 21 Nisan, Dünya Şiir Günü olsun mu? İnsanın yapıcı enerjisini o gün şiirle kutlayalım mı?’(…)” (1)
“Şiir gönüllüsü on bir Türk, ‘Her insan bütün dünyadan sorumlu.’ sloganıyla çalışacak bir şiir kuruluşu yarattı.(…) Şiir uzayında 21 Nisan’ı her yıl Dünya Şiir Günü olarak kutlamayı öneriyorlar. İnanılır gibi değil ama, bir uluslararası şiir günü yok. (…)” (2)

Kısa bir süre sonra, o dönem Alpay Kabacalı’nın başkanlığını yaptığı Türk PEN Derneği, bu öneriyi benimsedi. Sonuçta, 1997 yılında Edinburg’da yapılan Uluslararası PEN Kongresinde, bu fikir Türk PEN’inin önerisiyle gündeme alındı ve kabul gördü. Ama,
21 Nisan değil; 21 Mart, Dünya Şiir Günü olarak kabul edildi. Belki doğru, belki yanlış; Yunanlı delegenin, 21 Nisanın, Yunanistan’da Albaylar Cuntasının başa geçiş tarihi olması nedeniyle rahatsızlığını dile getirdiği söylendi. Oysa, 21 Nisan yerine kabul edilecek herhangi bir tarihin, gelecekte, bir baskı idaresiyle kirletilmeyeceğini, bir savaşla, bir kıyımla örtüşmeyeceğini kim garanti edebilirdi ki?...
Altı yıl sonra 20 Mart’ta, Bağdat bombalanarak yüz binlerce çocuk ve sivilin öldüğü, dünyanın dört bir yanından “Canlı” izlenen savaş başladı. Şiir sadece “1 gün” ile kurtulmuştu… Şimdilik!
Bugün, bu gezegende yaşayan insanların hiç olmazsa bir günü, şiirlerle şenlendirmelerinden dolayı büyük mutluluk duyuyorum. 21 Mart Dünya Şiir Günü, Nevruz’la birlikte (biraz gölgede kalsa da) şiirlerle türkülerle kutlanıyor. Moda’da Fırıldak Sokaktaki bir evin küçücük salonunda başlayan bir hayalin, tüm dünyayı sarıp sarmalayan şenlikli bir gerçeğe dönüşmesidir bu. Çoğu dünyalı halen bu fikrin nerede, nasıl başladığını bilmese de, artık siz biliyorsunuz.

Konu ne olursa olsun, büyük (sadece boyuna değil, enine de) düşünmek gerekiyor. Küreselleşmenin bize dayattığı sömürgeci politikalara, hayatımızı ipotek altına almaya çalışan sosyo-ekonomik ambargolara ve düşlerimizi daha uykusuna yatmadan gözümüzün önüne koyan zihinsel emperyalizme karşı, biz de, adil bir dünya düzeninden ve sanattan yana duruşumuzda, artık küresel düşünüp evrensel kurgularla derdimizi anlatmalıyız.
Yıllar önce, başta Tarık Günersel olmak üzere, o bir avuç şairin yaptığı gibi…

Yazarı: Hakan İşcen


(1) 13 Nisan 1996 Sabah Gazetesi - Mehmet ALTAN
(2) 10 Nisan 1996 Milliyet Gazetesi - Talat HALMAN


Bu Enstalasyon çok çirkin bir Enstalasyon!







“Dinler arası diyalog” , “Medeniyetler arası diyalog” terimlerini doğu düşünürleri “türetmedi” kimi Batılı stratejik düşünce merkezlerinin büyük, majör projelerinin ( Büyük Orta Doğu gibi) aracıdır bu yaklaşımlar. Yani yer yer fiziki, coğrafi, harita oyunları gibi tehdit unsurlarının yanında, bazen yumuşak inişle bu bölgenin kimi üretken aydınlarından “zaman çalma” amacıyla “türetilen” içi boş kavramlardır, post modernizmin saldırı kuvvetidir. Bazen “bizleri” kendi halkları nezdinde “şeytanileştirirler” tersinden kendilerini cennetlikleştirirler!(eski ritülleri olan cadı yakma ruhsal doyumlarını bizlerin üzerinden sağlıyorlar son zamanlarda), yani tamamen teolojiden gider, bazen işleyişin başka yamalama yöntemini de kullanırlar. Bizler artık yeni dönemin Batısını alışık olduğumuz, çok sevdiğimiz, okuduğumuz o “usta kuşak düşünürler, teorisiyenler”’le değil tek vücut olarak doğunun tüm değerleri karşısında saf tutmuş post modern paranoya- şizofreni ile tanıyoruz.
Onlara bakarken kendimizi de eleştiriyoruz, eleştirmeliyiz, yoksa tek yanlı körlük olur.
Son 20 yıldır bir konu kesinlik kazandı, hani o Hegel’in savunduğu (Yadsımanın yadsınması teoremi) düşünce girizgahını ve yol haritasını kullanırsak, şöyle bir çarpık ama çapraz durum ortaya çıkıyor Batılı nezdinde “ötekileştirmek” mubahtır, kuşkusuz ki onlara göre bu girşim “takdire” şayandır, çünkü ancak “ötekiyi” yadsıyarak kendi olur, Doğu dünyasının eski köklü medeniyetlerinden gelen kodlarla böylesi bir “ötekileştirme” yönelimi hemen hemen ya çok zayıftır, ya da en azından hiçbir yazılı kil tablet, belgede savunulmamıştır. Ama bu düşünceye değer veren toplumlar en azından şunu deneyebilirlerdi, onlara göre “ötekinin” ( yani bizlerin) hem “farklı” hem de “ evrensel insani değerler”açısından kendisiyle eşit olduğu kuralı…
Konuya ve yazımızın başlığına direkt girersek, Sanat insan ırkı kadar eskidir, örneğin doğu steplerinde Tibetlerin ve Çinlilerin en mükemmel resimlerde esas güdü soyut düşünceye bir biçim vermekti, hatta günümüz sanat tarihi o resimlerde daha anlayamadığı kimi biçimleri tespit ediyor, yani binlerce yıl öncesinde bile işin kolayına asla kaçmamışlar. Bütün bir coğrafi medeniyetlerimizi irdeleyin sanatlarında gücün, şefkatin, mitolojik anlatımların, sevincin, yalnızlığın inanılmaz derecede “estetik” anlatımını bulursunuz.
Şimdi izlediğiniz (yukarıdaki) bu iki kare resim ( Enstalasyon’dan detaylar) ne anlatmak istiyor?
Doğu dünyasının ve de İslam aleminin en kutsal “mekanı” dahil, tarihi ve bir çok eski insan yapımı dinler tarihi, mimarlık ve sanat tarihi açısından irdelenebilir, sanat’ın da inceleme konusu olabilir buna kimse itiraz etmez, ama şu göründüğü biçimiyle ve verilmek istenilen derin-sarsıcı-zihniyet bulandırıcı mesajıyla, üzüntü verici biçimiyle ne denli yukarıda saydığımız nedenlerle ilintili olduğuna siz karar verin.
Kabe yapı olarak Piramitlerden daha önce yapılmıştır, insanlığın (dinler ötesi) ilk kutsal mekanlarındandır, İbrahim Peygamberin yadigarıdır insanoğluna(başka bir arkaik anlatıma göre Adem'in ilk sığınağıdır), yani teolojik tarihçesinde en önemli med-cezirlere tanıklık etmiş bir yapıdır. Arap yarımadası İslamiyei kabul ettikten sonra da burası önemini yitirmeyerek “merkez” çekim kuvveti olarak ve sil baştan her şeyi sıfırlayarak ( içindeki heykel ve putlar ikinci kez temizlenerek ve paganizmle köklerini temelli kopararak) tüm İslam dini mensuplarının her gün birkaç kez yüzünü çevirdiği yer oldu. Tarih süresince bütün doğu düşünürleri, teologları nezdinde öteki semavi dinlerin kutsal mekanları hep korundu, ibadet serbestisi tanındı, onların kutsal değerleri, öğretileri gerçek doğu mutasavvıfların da kutsalı oldu.
Şimdi bu sergi, yani iki kare görüntüsünü (izlediğimiz sergiden), sergi mekanına ev sahipliği yapan Paris'ten! "Dream Exhibition" adlı ve 8 March-01 April'e kadar sürccek olan sergiden.
Sanatçı (lar) güya sözde “güncel sanat” yapıyor ve Kabe’ye göndermeler yaparak, içine neon kırmızı- pembe ışıklar yerleştirerek bir yatak bırakıyor ve yatak üzerine kadın iç çamaşırlarını, bunla da yetinilmiyor iç duvarına da yine neon ışıkla “Helal” sözcüğü yazılıyor! Tam bir şok voltajı!
Bu nedir Allah aşkına?
Düşünce özgürlüğü mü? Yoksa çok pis, adice yapılmış bir kışkırtma mı?


Bu zihniyetler daha dün karikatür olaylarında kaç kişi hayatını kaybetti, göremiyorlar, algılamıyorlar mı? Yani bunca mı körleşti benlikleri? Bu ne biçim bir AHMAKLIK, GADDARLIK böyle? Bu ne had, hudut, kendini, ötekini bilemezlik? Toplum psikolojisi bir bilim dalıdır, boşuna mı Freud onca dirsek çürüttü?
Analtik yaklaşımdan anlamyan tümden düşünce berduşu musunuz? Sanmıyoruz!
O dalgasını geçtiğiniz mekanın bir milyarı aşkın insan için ne anlam taşıdığını sanki hiç bilmiyorlar mı? ( af buyurun merkepler gibi biliyorlar, şimdilik işlerine yarıyor bu bilinç çatırdatma operasyonları ). Her yaptığınız zırvalığı gözü kapalı onaylayacağımızı mı sanıyorsunuz? Ah ne güzel, ne “cici” bir “güncel sanat”- Enstalasyon- mu demeliyiz? Hangi kuvvetin maddi-manevi desteği var ve hangi arka planın hizmetindedir bu girişimler? Son dönemde yapılan ve çoğu film festivallerinde yüceltilen yapıtlar da cabası! Tarihçiler o filmlerle dalgalarını geçiyorlar, oysa zihni bulanık “entellektüllerimiz” hala onlardan nasıl , hangi parayı, fono koparacaklarını irdeliyorlar.Kin, nefret kusan ve var oluşumuzu(kardeşliğimizi-bütünlüğümüzü) inkar eden kapıları utanmadan aşındırıyorlar. Bir ülkeyi- ulusu yanı başımızda yok etti bu zihniyetler, daha bu kış uykusu ne zamana kadar sürecek? Onlarla çok temelli bir teorik, felsefi hesaplaşmanın çilesini kabullenmiyor düşünür, aydınımız, kapılarına kulluğu kendilerine reva görüyorlar, Kant'ı bırakın daha Hegel estetiğinin ne olduğunu bilmeyen, okumayan, çözümlemeyen zihniyetlerden ne bekliyoruz?
AB, kendi majör planını, düşüncesini, emellerini desteklemeyen hiçbir düşünce kuruluşuna günahını bile vermez.
O kapıya dayanan kültür-sanat vakıfları, kimi sanatçılar bütün etik ve özgür düşünce dayanaklarını da kaybetmişler bizim nezdimizde. Pervane gibi yanmayı göze alamıyorsanız en azından "tepkizliği" seçin, inanın bu admların kulu olmak kadar indirgenmiş bir ruh hali olamaz.
Bu ülkenin sanatı, edebiyatı daha düne kadar bu fonlarla mı yol aldı? Karacaoğlanlar, Manas desteanları, Gılgamış efsanesi nasıl yaratıldıysa öyle devam edecek tarihin, kültürün akışı. Anadolu sanatçısını, ustasını bunca ezik duruma düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. Kendi iç bütçesine bütçe ekleyeceksiniz diye, bizim sanatçımızı, yazarımızı kimsenin hiç bir vakıfın, kuruluşun, oluşumun devalu etmeye hakkı yoktur. Bu diyarların sanatçısının başı hep yedi gök katına kadar nasılsa ki dün dikti, hep dik, onurlu kalacak...Dileyen gitsin buyursun kişisel başvurusunu yapsın. Buyurun AB başvuru masasına, ne dileğiniz varsa sizi bekliyorlar, hemen şimdi ! acele edin Euro sikkeleri ile döşenmiş tren kalkıyor! Utanmadan Kentin Bienalı'nı da içi boş , kof, neredeyse kendimizi aşağılayacak içerik, kavramlarla adamlara altın sept içinde teslim ettik: "Şiirsel Adalet" miş! Evet gördük şiirsel adaletini Batının!
Soykırımı Bosna'da izlediler, Bağdat'ta ise fiilen bu insanlık suçunu işlediler, işliyorlar! Kime, gelmiş ne anlatıyorsunuz, biraz haysiyetli, onurlu, dim dik duralım, neden kimden korkuyorsunuz? Nedir bu pespayelikler? Mdeniyetin beşiğine ayak basıyorsun ve bu şansını hiç değerlendirmiyor, yoğunlaşamıyorsun! Daha dün Pitagor Bodrum sahilinde geziyordu! Gılgamış senin toprağında yazıldı! Bu ne böyle özgüvenden yoksun bir duruş?
Ah Koca uygarlıkları göğüsünde barındıran Anadolu...
Eğer bu adamlar gelip hala “tahkim yasası”, “petrol yasası” gibi sömürge düşüncelerini bizlere dayata biliyorlarsa , verecekleri sponsorluk ve parasal ilişkilerinde de benzer istemlerini hepimize dikte ettirecekler.
Amerika ve Avrupa şu an yumuşak karnımız neresi ise oradan vurmaya çalışıyor. Yer yer politik oyunlarla, yer yer kent sanatı olan karikatürle ve hatta gerekirse “güncel sanat” ve Enstalasyonlarla! Aman ne güzel, ne alaaaa! Kazanız mübarek olsun!
İyi ki bu tezgahın ne kıyısında ne de merkezinde hiç bir işimiz yok!

Antik dönem heykel atölyelerinin bulunduğu Afrodisias bölgesinde geçen tarihi bir söylencedir, usta heykeltıraş Xenun bir gün atölyesinde çalışmaktadır, çırağı döner ve ustasına sorar:
- “ Tanrı nedir ustadım?”
Xenun: “Tanrı sevgidir, ve bunun için bu sevginin arzusu sanat alanında güzellik biçiminde tezahür etmektedir”
- Ustadım şu Dionysos da mı öyle?
Xenun: “ evet o onların en çılgınıdır”.

Bizlere de gerçeğin en çılgını, en derini, ele avuca sığmayanı gerekiyor! Ama “öteki” diye damgalanan birilerinin değerlerine, inançlarına asla ve da asla hakaret etmeden!
Biz diyoruz ki yeni çağın sanat’ı geniş ve her şeye açık, açılı olmalı, bu yeni ve hiç denememiş bir güzelliğinde habercisi olur.
Yapabiliyorsanız başımızın tacısınız!


Saygılarımızla

Borges Defteri
Moderasyon Grubu



Image and video hosting by TinyPic

Keşke bunları değil de başka
şeyleri yaşayabilseydik...
Kendimize yeni bir sessizlik kulesi yaratabilseydik...
ve küçük adımlarla takip edebilseydik
derin sessizliği...

Borges Defteri


Basın Açıklamasıymış! / Sufi.


Benim bir yorumum olacak.
Bu basın açıklaması neden "dün" akşam üzeri geliyor?
Kaç gündür Ayşe hanım efendi ve onun gibi gazetecilik mesleğinin şanı, şöhreti, tacı, saltanatı, sultanı sadece gazeteler değil kimi internet sitelerinde sizin, yani Sn. Cem Mumcu sizin şaheseriniz olan değirmeninize su taşıyorlar. Daha bu olayda+tezgahta birçok kişinin adı geçiyor,
Bu bir faili meçhul olay değil, tetiği kimin çektiği ortada, onuru, haysiyeti, kişiliği incinen yazar ise aramızda. Bunun sizin yanınıza yine "kar" olarak bırakacak şu yayın dünyası, edebiyat çevreleri, yazarlar derneği, Türk Pen, vs saygınlıkları yara alacak.
Sorun Enis Batur ve onu savunmak meselesi hiç değil, Enis bey'in nesini savunucağız? Adam mı kaçırdı? Cinayet mi işledi? Birisinin hakkında çirkin bir iftirada mı bulundu?
17 sene yöneticiliğini yaptığı YKY'da bir tane şu sizin vakanıza benzer bir şey gördü mü edebiyat ortamı? Nesini savunacağız? Bütün varoluşuyla ortada o, az çok mürekkep yalamış bir insan onu bir şair, yazar olarak bile değil en azından kültür alt yapımıza nedenli sıkı hizmetler yaptığını bilir. Lanet olsun her şey ne zaman bu kadar ucuzladı da benim hiç haberim olmadı.
Bu çirkinliğinizi yine Haydar Ergülen, İsmet Özel, Hilmi Yavuz için de yapsaydınız aynı duyarlılığı gösterceğimizden hiç kuşkunuz olmasın.Edebiyat ortamı babanızı çiftliği değil, dünyayı başınıza yıkarlar.
Edebiyat çobanlığına kim soyunursa onu deşifre etmek de bizim işimizdir.
Toplayın pılınızı pırtınızı ve şu cehennemin içinde şiir yazmaya, öykü yazmaya, deneme yazmaya çabalayan yazarların, şairlerin yakasından düşün artık.
Basın açıklaması değil, basını basmanız gerekiyordu!
Ama işinize gelmez!
Nasılsa reklam tezgahı ortalığı toz duman etti bir kere. Reklamın iyisi, kötüsü mü olur, değil mi? Pelin abla? (Kimi hangi okuru şereflendirdin, taçlandırdın o "akşam"?) Ama bu öyle bir reklam oldu ki, hayayımın en radikal kararını vermeme sebebiyet verdi. Onu da yazacak değilim, aldığım karardan kime ne?
Hepimiz su alan, batmak için, batırmak için çaba sarf ettiğimiz kıytırık teknenin içinde değil miyiz? Kimse kusuruma bakmasın, ben atlıyorum bu tekneden, iç huzurumu belki bulurum bilinmez bir kıyıda us'lardan, uslanmayanlardan uzak kalarak.
Yazık, gerçekten yazık.

Ülke aydınına, yazarına, değerlerine gassteci, massteci abileleriniz, ayşe ablalarınızla çekitirdiğiniz eziyet ve çileye bakar mısınız?
Edebiyat çevreleri Selim İleri'nin 40. yılını "törenlerle" kutlayacak!
Bence içinde bulunduğumuz şu bütün değerlerin tahribata uğradığı bir ortamda:
MATEM TÖRENİ DÜZNLERSEK DAHA ANLAMLI OLUR!

İnsanlar ve Fareler, tuhaf, kırıcı, yalancı, iftiracı, ve sahte.
Gülüşleri bile sarsıyor benliğimi,
Bana aynada gördüğüm tutuşmuş bir kalpten söz edin.


Değil Muhabbet
Fena bir Sitemle!

Sufi.


Aklın büyük mutsuzluğu!


ANLATACAĞIZ!...

Eğer ki bu olayın öyle sıradan, masum, yenilir yutulur bir şey olduğunu
sanıyorsanız: İŞTE YANILDIĞINIZ birinci NOKTA TAM BURASIDIR!
Bugün Enis Batur hedef olur, yarın? SİZ!

Zarar verebilecek olanlara karşı gösterilen saygı
Roma'nın ortasında sıtmaya dikilen sunak gibidir. Bu kuvvete, korkulduğu için kulluk edileceği sanılıyorsa, hepiniz hatanın tam ortasındasınız ..

Adalet ve içtemizlik şüphesiz her oluştan üstündür... Şu dibine kadar çamur deryasında çırpınan sözde kimi "gassseteciler" ! Hepinizin varoluşu yüce şerefli bir mesleğin uzatmalı cenaze törenidir. Nerede prensip ve ahlak çıtanız? Alçaklığa razı olmadan aşamayacağınız toplumsal kimi kurallara boyun eğdiğiniz gibi o olmayan prensiplerinize uyun demek de saftirik bir istem olur..
Eski alışkanlık ve söylencedir: İnsanlar ne yaparlar?
Kortukları şeyden titreyerek yerlerinde dururlar ve çektikleri ıstıraptan inleyip sızlanırlar.
Bu bitkinlikten ne çıkar, ne elde edilir? Sızlanma ve küfür!
Ne sızlanan var karşınızda ne de küfür eden! Çünkü henüz korku abidesi olmanız için bin fırın ekmek yemeniz gerekiyor!

İnsanlığın gerektirdiğini yapabilmek kolay bir iş değildir,
O akıldan uzaklaştığı, ve denetimsiz, keyifi hareket ettiği zaman
insan kaybolur!
Yerine ne gelir?
Psikiyatri bilimin ilk harfidir! Bunu en iyi kim bilmelidir?

Unutmayın:
İnsan çok farklı iki dünya için belirlenmiş olmalı,
biri duyular ve akıl dünyası, yani bu dünya için,
biri de belki hiç tanımadığınız başka bir dünya olan ahlak dünyası için...
'ONA' BİR AYNAYA
BAKAR GİBİ BAKIYORUZ
HİÇBİR ZAMAN YÜZ YÜZE DEĞİL!'

Borges Defteri

Hamiş: 'Bu topraktan lamba filozofun ölümünden sonra
felsefeye aşık olduğunu sanan bir budala tarafından üç bin "dinara" satın alınmıştır!'




Okuyan-us Yayınevinden gelen açıklama!


Yayınevimiz tarafından yayımlanan, “P” isimli kitabın yazarının
kullandığı “Enis Roman” adı, tamamen kitabın içeriğiyle ilgilidir.

İsmin ya da kitabın Enis Batur ile hiçbir ilgisi yoktur. Basında yer alan Enis Batur ile ilgili haberlerin de yayınevimizle herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Yapacağınız çalışmalarda bu açıklamayı göz önünde bulundurmanızı rica
ederiz.
Saygılarımızla,

Okuyan Us




Son günlerde kimi internet portallarında Cem Mumcu yönetiminde ve Okuyanus yayınlarından çıkan bir kitap sözde Enis Batur kaleminden çıkmış gibi yansıtılıyor(oysa Enis Batur'un konuyla yakından uzaktan bir ilgisi yoktur), bizler bu tarz girişimlerin anlamını daha önce de vurgulamıştık , Okuyanus yayınları daha önce de "P" sefaletine imza atan bir kurulştur! Yazın Pelin'e gidin akşam sefasına bu nadide yazarla!
Şimdi yine aynı "P" serisinden "P'enis Roman" kitabını yayımladılar, yaydıkları yalan, ifitiralarla güya kitabın yazarı Enis Batur'muş ve sözde o "yazarlık hayatının en önemli baş yapıtını" bu kitapla kaleme almıştır!
Bu olay bugüne kadar bu sayfalardan haykırdığımız ahlaki, etik çöküşün çok belirgin bir örneğidir, kimseye kızacak değiliz, toplumu bu duruma getiren, her türlü çirkefliği ve kişisel haklara saldırıyı mübah gören çevreler bu girişkenliklerinin hesabını er geç birgün verecekler!
Birileri sizlere sürekli sanılarınızı dikte ediyorlar, başka türlüsü geçerli değil onlar açısından.
Estirilen sefalet kasırgası toplumun değerlerini çatırdatıyor, kimsenin umuru değil.
Kasırgalar, boralar insanlığın sığındığı ve bu sığınakta kendini belki de hiç bir zaman mutlu bulmadığı "girişimleri" yıkmaya, dağıtmaya, yarıp çatlatmaya uğraşıyor.
Baylar, Bayanlar... ey kartel zihniyetler ve o tarz ve üslubu yücelten tüm yayın kuruluşları ( buna okuyanussuzluk da dahil) :Sizin cemiyetiniz bize uymaz, biz bunun için yaratılmış değiliz, sizin yüklemek istediğiniz sözde sinek vızıltısı "ödevleriniz" bize vız gelir.
Enis Batur olayı son değil, çünkü soysuzluğu yüceltenlersiniz : Kin, Kitch, adilik kokan ruhunuza ağır sözcük cinsinden olan balyozu indirmekten kıvanç duyacağız daima.

Sizler bizim sevdiklerimize düşmansınız!
Yazarın,
Şairin
Ressamın
Düşmanısınız!

Sizler bu ülke yazarının, çizerinin etine batmış dikenlersiniz.
Birileri psikoteknik taktiklerini iyi işletiyor, ama o çarkın ters işlevinden şeytan bile korkar.
Sen, Siz kim oluyorsunuz?
Bu yurdun Şair, Yazar, Ressamı Sahipsiz mi?
Bu sözde soyut saptırmalarla, somut alanda bir süre başka sapkınlıklarınızı örtmek mi istiyorsunuz?
Size emredilen ödevler den hiç biri yok ki eksiksiz olsun ve bir fırsatta başka bir ödeve o kof zihniyetlerinizi hazır kılmasın.

İFTİRA ve Çamurla edebiyat, yayıncılık yapılmaz!

Enis Batur'u sevmek veya okumak, okumamakla ilintili bir durum saptaması değil bizimkisi, toplumca düştüğümüz duruma bir itirazın sesidir, dün nasıl ki Prof. İlber Ortaylı'yı yalnız bırakmadıysak bugün de hiçbir ŞAİR, YAZAR, RESSAMIMIZI YALNIZ ÇARESİZ BIRAKMAYIZ.
TARAFIZ!
TARAF KALACAĞIZ!


-BORGES DEFTERİ
MODERASYON GRUBU


KONUYLA İLİGİLİ
ENİS BATUR'UN YAZISI:

Otuzyedi yıllık yazı hayatımda pek çok olayla karşılaştım, ilk kez şerefsiz bir saldırının kurbanı haline getiriliyorum. Günlük bir gazete, basın ilkelerinin hiçbirine sığdırılmayacak bir sorumsuzluk anlayışıyla, tek bir dayanak olmaksızın, bütünüyle asılsız ve seviyesiz dedikodulardan hareket ederek, takma isimle yayımlanmış, benim gözümde paçavra kadar değeri olmayacak bir kitabın yazarı olduğumu ilan ediyor.

Kitabın yayıncısı Cem Mumcu, aynı zamanda Hipokrat yemini etmiş bir hekim. Ortaya çıkıp sözkonusu kitapla ilgili gerekli açıklamaları yapmadığı taktirde, bu haysiyetsizliği alnında bir dövme olarak taşıması gerekeceğine inanıyorum.

Haberi yayımlayan gazetenin yayın ahlakı açısından özür dileyecek olgunlukta bir davranış göstereceğini umacak kadar safdil olduğum sanılsın istemem. Buna karşılık, böylesine çirkin bir tecavüz konusunda Basın Konseyinden bir açıklama bekliyorum. Türkiye'nin, yazarlarını bu kadar kolay karalayabilmesinin nelere malolduğunu görüyor muyuz ?

Kendi payıma, yaşanan rezillikle ilgili Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Yazarlar Kuruluşu, Türkiye Yayıncılar Birliği, Edebiyatçılar Derneği gibi kuruluşların olay karşısındaki tutumlarını merakla bekleyeceğim. Beklerken, kendi gazetemdeki köşem dahil, bütün Basın organlarından uzak durmayı tercih edeceğimi ifade etmek isterim. Bu çerçevede, hiç değilse saygın yayın organlarının, sözkonusu saldırıyı konu edinmeyerek daha fazla kirliliğe yolaçmamalarını da dilerim.

Böyle bir kültür ortamında yaşıyor olmaktan utanç duyuyorum.


Enis Batur








Toprağın Kızı


Eski Dünya'nın ilk sahiplerine,
Ne çok "düne" benziyor olup biten her şey!


"Kaderinizi merak ediyoruz. Tüm buffaloları avladıktan, tüm atları kaçırdıktan, ormanları yok ettikten sonra elinizde ne kalacak? Peki ya, kartala ne olacak?


Gitmiş olacak! Bu da sizin hayıtınızın sonu olacak..."


Kızılderili Şefi: Gerenimo





Kızılderililerin düşündüğü gibi


ve tıpkı şu an dinlediğiniz Kızılderili nağmesindeki gibi


Sessizlik "çığlıkların" en derinidir,


"Sessizlik nedir?


-O büyük ruhun sesidir." ( Şef Taza)





Wovoka'nın geniş bozkırlardan yankılanan sesi defterin konuğudur...





Borges Defteri




Metafetişizm- Walter Benjamin'e İthafen


Image and video hosting by TinyPic

"Sessizlik. Henüz hiç kimsenin geçemediği yere geçmek istiyorum, sessizlik!...
Yalnızca anlamdan değil, Ben'den de önce. Dünyanın örgüsü içinde düş, bireyselliği çürük
bir diş gibi yerinden oynatır". Walter Benjamin

Metafetişizm'in 4. yılında: 760.000 Sivil Masum Iraklı Hayatta değil...
Dört yıl önce Irak'ı işgal eden koalisyon güçleri insanlık tarihinin gelmiş geçmiş (tartışmasız) en büyük SOYKIRIMINA imza attılar ...Şimdi önce leş kokan kendi tarih sayfalarını temize çıkarsınlar, sonra Senato'nun entrika kokan koridorlarında başka halkları,ülkelerini, tarihlerini yargılama süreçlerine girişsinler ve Barış'ı sadece Barış'ı savunan bu topluma bir yerlerden aba altından sopa göstermesinler, bunu tarih süresince deneyenler çok oldu, sonuçları yine tarih sayfalarına kazınmıştır! Onlar ki tarih cehli mürekkebinde boğulmuş durumdalar, önce Bağdat, Felluce, Telafer'de neler oldu sorusuna yanıt vermeliler... Yazar, Edebiyatçı, Şair, Sanatçı olma sorumluluğu var, onlar ki önce "yaşam" derler, tıpkı bir yazar dostun dediği gibi: "bir köpeğin boynuna kamera yerleştirerek Felluce sokaklarında gezdirmeliyiz"...bu en saf, en pür bir insani çığlıktır, ne ideoloji ne politik, ne alt-üst kültür, ne de herhangi başka bir "yorum"a sarılmak ihtiyacı değil...bizler bir avuç yazar-çizerleriz ve edebiyatı-sanat'ı her türlü "çok yüzlülüğünün"(poli-tica) üzerinde görüyoruz.
Bir ülkenin %15 nüfusunu yok etmek ne demektir?
Acaba bir "Hrıstiyan" dünyası ülkesine böylesine bir yok ediş seferberliği yapılsaydı o sahte gülücüklü "yüzler" hala böylesine kahkaha atabilecekler miydi? Ondan sonra "medeniyetler diyaloğu ve dinler arası diyalog" naraları, sahte maskenin altından heyula ve ebleh suretler peydahlanıyor, o diyalogların muhatabı bizler değiliz! Tarihtir!
Savaş arifesinde dünya Tv ekranlarına yansıyan bu parmak işaretinin insanlığa yüklediği ağır bedel ortada...Lahey Adalet Divanı artık bir vitrinden ibarettir, palavra bir kuruluştur, asrın en büyük yalanıdır... bu parmak işareti aslında tüm insanlığa, Dünya Barışına, onun kazanımlarına karşı yapılmıştır! Ve "tarihi" bir an olarak insanlığın belleğinden asla silinmeyecektir... UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ!..
"Söyleyeceğimiz en önemli şeyi yüksek sesle duyurmayız her zaman. Bize en yakın olanlarla, her zaman sırlarımızı(sözlerimizi) dinlemeye hazır dostlarımızla da paylaşabiliriz... Yalnız insanların değil, çağların da en derin, en özel hakikatlerini yolda rastladıkları her hangi bir tanıdığa söyleyivermek gibi masum..." Walter Benjamin
"Metafetişizm, en yüksek değeri meta (Amerikan çıkarları) kabul eden, petrolü ele geçirmek için insan ve doğa dahil her tür değeri ikincil sayan Amerikan yönetici sınıfı için, müzenin de metadan ibaret anlaşılması kadar, dolayısıyla yağmalanması olanaklı ise yağmalanması kadar daha normal ne olabilirdi ki? Bayağıcılığın dayanılmaz hafifliği, kültüre değil maddi olana, yani metanın dayanılmaz ağırlığına yenik düşmektedir. BM'in ve bütün insanlığın sağduyusunun yağmalanması ile Bağdat müzesinin yağmalanması ve yıkılması aynı meta aklın iğrenç ürünü değil de nedir? Ahlak ve hukukun yok sayılması ile Bağdat müzesinin, Bağdat'taki Milli Kütüphanenin yok edilmesi ve metalaştırılması aynı sürecin çeşitli biçimlerini oluşturmaktadır. Bağdat müzesini yağmalayan, on binlerce yıllık kültür mirası kütüphaneleri yok eden aynı insan dışı mantık değil de nedir?
İnsanlığın ayak izlerinin sergilendiği bu toprakların tarihi kalıntıları acaba bilerek mi yağmalandı? Bu yağmalamanın bilinçli yapıldığı inancındayım. Ziyaret ettiğim Berlin'deki Bergama Müzesi, Londra'daki Biritish Museum, Paris Müzesi ve New York ve diğer bir çok batılı ülke müzelerindeki tarihi eserlerin büyük çoğunluğu "bulunduğumuz coğrafyadan çalınmış eserlerden oluşmaktadır. Hele Amerika'daki müzelerdeki eserlerin tamamına yakını Orta Doğudan taşınmışlardır. "Dökme suyla kültür oluşturulamaz". İnsan onuru kazanılamaz. "Dökme suyla tarih yazılamaz" ve bu bağlamda geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Herhangi bir kültürel birikimi olmayan, 300 yıllık geçmişi bile olmayan Amerika halkının tarih ve kültürel bir birikiminin olmaması sonucu müze ve kütüphanenin ne anlama geldiğini bilmesi mümkün mü? Hiç işgal edilmemiş kültürel varlıkları tahrip edilmemiş, sömürgeci duruma düşürülmemiş bir toplumun bireylerinin bütün bu olanları anlamaları mümkün görülmemektedir. Hele bir de Amerikan toplumunun göçmenlerinden ve en yoksul ve eğitimsiz kişilerinden olan askerlerinin bunları bilmesi hiç mümkün değildir..."



Borges Defteri-Arşiv


Meleğin Selamı / Sibel Danande



MELEĞİN SELAMI

(Birinci Bölüm)
Arasak bulamayız gölgemizi
Hangi suya baksak namevcuduz.
C.S Tarancı
Walter Benjamin tarih üzerine dokuzuncu tezinde Klee’nin ‘’ Angelus Novus’’ isimli tablosundan; bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmekte olan bir melekten,
Tarihin meleğinden bahseder: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş, yüzü geçmişe çevrili...Bize bir olaylar zinciri gibi gözükenleri o tek bir felaket olarak görür; yıkıntıları durmadan üst üste yığıp, ayaklarının önüne fırlatan bir felaket: Meleğin kanatlarını açan, cennetten kopup gelen bir fırtınadır. Melek kanatlarını bir daha kapayamaz. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla beraber çaresizce sırtını döndüğü bir geleceğe doğru sürüklenir. ‘’ İşte!’’ der Benjamin, ‘’ İlerleme dediğimiz şey bu fırtınadır.’’
İlk tezinde ise her nedense W. Benjamin ‘’ tarihsel materyalizm’’ adında satranç oynayan kuklayı masa altından idare eden bir cüceden bahseder. Kehaneti, tarihsel materyalizmin satrancı daima kazanacağı yönündedir, ama ekler ‘’ Teoloji denilen bu cüceyi
Hizmetine almak koşuluyla.’’
Tarihin meleği! Gözleri faltaşı, bakışları geçmişe çakılı, kanatları iki yanında gergin
sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru uçuyor, uçuyor...gerisin geri.
Homo sapiens sapiensin yüksekçe bir kayanın üzerine çıkarak gökyüzüne baktığı o ilk anda belki de en çok etkilendiği şey de buydu işte: Ekstremitelerini iki yana doğru açarak,
plonjona geçmiş dev bir kartal ya da adı o zaman her neyse...
Bu melek svastika olabilir mi, yazgının meleği, çark-ı feleğin nazi svastikası yahut gamalı haç demek bundan daha mı korkunç olurdu? Oysa Benjamin ona ‘’ Tarihin Meleği’’
derken ne kadar da sakindi.

YAZGININ MELEĞİ: SVASTİKA







Huzur arayıcılarının, pahalı mobil vasıtalara takılan meditasyon kasetlerinin ve kastlasmış sınıfların, yani yogicilerin anavatanı Hindistan’dayız: Adının ilk defa Hintlilerin kutsal Ramayana ve Mahabbarata adlı kutsal metinlerinde geçtiği düşünülen ve her bir gaması
sana iyi şanslar dilerken kollarını iki yanına doğru gererek sözü ilkin ölümden açan ağaç; filizlendiğinde büyüyerek hayat ağacı olacak avu (hardal) tohumundayız. Buda’nın gölgelendiği bu yerde yalnızca onun zehri ekmeğe dönüşürdü.
Bu ağaç bazen içinde hayat suyu buluna bir kupadan çıkıyor, kupanın iki yanında yılan başı figürleri; değişik memleketlerde değişik şekiller alıyor ama hemen hepsinde avu ağacının tepesi kıvrık, boyun eğmiş: Ser ef gerde. Üstünde bir güneş figürü: Hiristiyan kaynaklarına bakılırsa da bu İsa’yı tohumlayan asmadır, Baba’dır- Kadim Selçuklu ve Osmanlı kabartmalarına göre belki bir servi yahut incir ya da nar. Suyunu emip, toprağı kurutan ne varsa... Ama her halukarda hayat ağacı işte. Ademi özgürce avlandığı ve hakça bölüştüğü Aden bahçelerinden özel mülkiyetin çitlenmiş bahçelerine savaşçı bir çiftçi olarak savuran bilgi ağacı! Akıl habbesi, danesi. Ademi adam eden büyük mancınığın tahtası.
Bugünlerde bütün süslerinden arındırılmış, basitçe tarihin kendisini iade ettiği mezar taşlarında kazılı.
Svastika Sanskritçede, mutlu hayat anlamına gelir. Mutluluk ise Brahman’ın svastika ile mühürlenmiş ayak izlerini takip ederek içinde yürüdüğü döngüsel zamanın, tabiat yasaları denilen o karşı konulmaz hologramın getirdiklerine acısıyla tatlısıyla boyun eğmekten başka bir şey değildi. Kaderi yola getirmeye çalışmak nafileydi. Kuş adam Anzu unutulsa bile
levh-i mahfuz ( Kader tabletleri) duvarda asılı kalıyordu. Hindistan’daki tüm sınıfların, brahmanların, aryalar ya da kastiryaların(prensler), çudralar ve sucraların (işçi ve kölelerin)
ve nihayet aşağılın aşağılığı olan kastiryanın toprağında işçi ve köle dahi olmayan göçebe ve avcı paryaların yazgısı, tıpkı mevsimlerin biteviye yer değiştirmesi gibi, kozmos denilen hologramın insandan ve onun acılarından bihaber kendi yasasıyla varkalışı gibi, hep olmuş ve olacak olandı. Evvelde kış ve yaz vardı. Karanlık ve aydınlık. Ahirde de olacaktı. O halde mutluluk ve erdem; bir ve aynı şey olarak bu doğal düzene uymak demekti. Mutluluk ve huzurun anahtarı, çatışmaya karşı duyulan şuurlu bir kayıtsızlık olabilirdi ancak. Çatışmayı çözecek olan şey öatışmaya neden olan gücün içinde saklıydı: Bir aslanla bir inek çatıştığında ne olacağını kimse merak etmemeliydi....Kimse fırtınayı düşünmemeliydi.( Belgesel seyrederken ağlayanlar yalnızca uzlaşının ve gelişmenin tanrısı Mithra’nın adaletini idrak edemeyenlerdir.)


FIRTINA: Bir Mit Olarak Mülkiyetçiliğin İlerlemesi





İsa’da önce 1600’ lü yıllarda Hindistan için bir gelişme olan fırtına büyük aryan istilası oldu.
Kuzeyden gelen savaşçı, çiftçi ve göçebe çobanlardan mülhem Aryas ( Gökyüzü) kavmi, henüz anaerkil düzenin erken pagan yani avcı, toplayıcı aşamasındaki İndra ( Yeryüzü) klanlarını köleleştirdi ve Varuna’nın ( Ahura – Hürmüz) kollarını iki yana açmış göksel adaletine onları teslim etti. İndra’da uzlaşı tanrısı Mithra’nın inayetiyle teslim oldu. İlk köleleşen klan yerli halklardan biri olan chudraslardı. Bu yüzden kastiryaların köleleri ve işçileri çudras adını aldılar. Direnenler parya olarak isimlendirildi; avarnalar avcı ve toplayıcılar. Yıllarca sonra medenileştirildiklerinde fırtınan havıyla kentlere savruldular.
Bütün çitlerin, bütün sınırların ve kastların ötesinde...dokunulmazlar olarak ama pislik ve lepra yüzünden.
Hintlilerin bu büyük buluşu Rig-Veda İ.Ö 2000 yıllarında yazıya döküldüğü sanılan ilk din kitabı olarak bilinir. Ancak bu üç tanrı ( İndra, Varuna Mithra) Med’lerin itikadı olarak kabu edilen Zerdüşt (Zarathuştra) dininin kutsal kitabı Avesta’da geçer. Zerdüşt, devlet kuran
Medlerin, Mısır krallarının ve Perslerin ilk dinidir. Medya’da bu üç ilah Mittaniler ve Hititler gibi Ortadoğu’ya daha önce Hindistan’dan göç etmiş olan Aryani kavimlerden miras alınmadırlar. Avesta da anlaşma kelimesi her seferinde “Mithra” olarak zikredilir ve bu çok esaslı bir kelimedir. Bu sözcük ilkin Avesta- Gathalar epizodunun girişinde keşfedilir: Semavi(devletçi) tanrı Ahura –Mazda’nın Daevalar isimli bir halkla anlaşma yaptığını ve bu anlaşmalara hep bağlı kaldığını bildiren bölümdür bu. Oysa bu durum 49. Yasna’nın 9. Ha’sında hemen değişir; bu kez iyiyle kötünün ittifak yapamayacağı anlatılır. Sonra durum yine değişir ve bir anlaşma daha ve sonra tekrar...Anlaşılan güç dengeleri devamlı değişiyor. Ama Avesta’nın Gathalar boyunca Daevalar’dan başka derdi yok, İbrahim peygamberin nefilimeri gibi baş hedef bunlar...takanak olmuş.

Peki kim Zarathuştra'yı bu kadar "kızdıran" bu Daeva-tapıcıları ? Tarihi adı Mazandaran olan ve Hazar denizinin güneyini yurt edindikleri söylenen Mazanalar bunlar. Bu “mazana” sözcüğü, günümüz Kürtçesi'nde hala "mezın" şeklinde ve o zamanki anlamıyla kullanılıyor. Mezın: Büyük, kocaman demek. Mazanalar'ın ülkesi Mazanya olarak Avesta'da, Vendidad; IX. Fargard, 13’te geçiyor. Avesta'da zikredilen Mazana, şimdiki Mazandaran ile aynı ülkedir ve Elbruz Dağları ile Hazar Denizi arasındaki bölgeye antik çağda ve şimdi verilen bir addır. Mazanalar, daeva tapıcılarıydı ve İranlılar'ın diğer insanlarıyla düşman idiler. Bu ülkeye "Div"lerin ülkesi deniyordu. Div: Dev bugün bile Kürtçe'de geçerli bir kelime ve Türkçe'ye de geçmiş. Güçlü kuvvetliler, iriler, avcılar, göçebeler ve devlet istemiyorlar. Onların düzenlerine(buna tanrı diyelim) - Angra Mainyu’dan bozulma bir sözcük olan- "Ahriman" deniyordu. Ahriman, zerdüşt dilinde şeytan (kötü ruh) demek. Böylece tarihin gördüğü ilk şeytan Elbruz dağlarının yamaçlarında yaşayan ve Zarathuştra’nın özel mülkiyetçi düzenini kabul etmeyen Mazanalar oldu. Satan edebiyatının Anadolu uzantısı olan Yezidiler ise işte bu Mazanaların bir kolu olarak biliniyor. Ne tavus ne şeytan ne ateş...Kim ne derse desin en belirgin özellikleri şu: Hala kent düzenini kabul etmiyorlar. Yezidilik mazdekçiliğinin son kolu Hurremiler(ortakçılar) olarak bilinen ve İran da Mazdek’in öldürülmesinden sonra karısı Hurrem Binti Kade’nin yaydığı din olan Hurrem dinidir. Bunlar batınilerle bir olup Asya’dan Afrika’ya yayılmışlardı. Anadolu’ da ise son güçlü temsilcileri Çelebi Sultan Mehmet tarafından ipe çekilen Şeyh Bedreddin oldu.
Ama bu Elbruz Dağları sadece Zarahustra’nın düşmanlarına değil, Yunan mitologyasında zincire vurulmuş Prometheus’un(prometheus desmotes) karaciğerini kemiren dev bir kartala da ev sahipliği yapar. Efsaneye bakılırsa kartal kemirdikçe Prometenin ciğeri büyümektedir. Prometheus tanrıların(Tabiat diyelim) görevlendirdiği bu kartalın her bir plonjonunda biraz daha güçlenir, onun(kartalın) karşı koyuşlarıylarıyla ölümsüzleşir.

Peki ama kimdir bu Prometheus? Şüphesiz Zarahustra gibi devrimci biri. Türlü çeşit Promethe lejantının belki de tek ortak epizodu onun devrimini şöyle özetler: Promethe tanrılardan (tabiattan) öç almak için çamurdan yarattığı ve mülksüzlüğün Aden bahçelerinde mutlu mesut gezinmekte olan insanı, bu kez şeytantersi ağacından( hayat ağacı- Ferule) kopardığı bir dalın ucundaki kıvılcımla(ateş-akıl) donatarak işlik(toprak) sahibi yapar ve yoldan çıkarır. Dolayısıyla Promethe mitinin akıllı insanı mülk sahibi olandır. Akılsız insanı ise, Elbruz dağlarının zirvesinde ciğerini söken kartalın temsil ettiği Mazanalar belki de. Bir yunan lejantında Elbruz dağlarının ne işi olduğu üzerinde düşünmeye değer. Tahir Alangu’ya göre Promethe destanının “polyphem episodu” esasen Kafkas kavimlerinden Megrel ve Osetlere ait bir “nart” lejantıdır. Nart mitolojisinde Prometheus “Nart Nasren” isimli bir kahramana tekabül eder. Hikayeyi Altın Post efsanesinin çekimiyle bu bölgeye gelen Yunanlı tacirlerin Nartlar’dan öğrendikleri varsayılır. Nartlar(Gürcü- Çerkez) o dönemde göçebe toplumdan yerleşik tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir topluma geçiş aşamasında bu efsaneyi söylerler. Nartlardan ya da Kürtlerden olsun; kayaya zincirlenme episodunun Medya kökenli olma ihtimali yüksek görünüyor.

Yazarı: Sibel Danande
(Resim1:P.Klee-"Angelus Novus" isimli tablosu)
(Resim 2-3: Savastika sembol, Savastika mabed duvarı-hindistan)
(Resim4: Persepolis Antik kent kalıntısından M.Ö 2500)


3 Şair, 3 Şiir



I)


Son kez bakmam gerekiyor mu diye düşündü
aralık kapıya irkilerek yaklaştı ve durdu.
beyaz
yağmurla katılaşmış macuna dokunarak
pervazın hala o boş çukurlarına takılacak
camlarda yüzünü aradı.
çok olmuştu gideli.
belli belirsiz anımsadığı yüzüne benzetti kendi
yüzünü.
koridorda sarsak adımlarla mutfağa geri dönerken
uzandı ve usulca girdi içeri
yarı açılmış kitaplar ve yerde bir sigara izmariti
duvara yaslanmış dergilerin üstünde düşmesinler
diye koydukları bir delgeç,kırmızı bir kurdela
tozlanmış masanın üstünde savrulan bir fotoğraf
işte o anda fotoğraftan çıkarak
açık pencereden içeri baktı ve
dost bir gülümseme ile uzatarak elini
sessizce.
-merhaba! dedi.


II)

Zarfın ucuna uzanan başka bir kağıtla
birleşiyor, klavyenin kenarından taşan çerçevesi
gözlüğünün,ilerde duru ve dışarıda esen rüzgara
aldırışsız bakan iki kristal bardak !
atılmış sigara paketi,yaldızlı bir tüple
ateşe yaklaşan el-kremine bırakıyor son nefesi.
Artık öldüğüne bütün oda inandığına göre.
Yeni bir sigara daha yakabilirsin.

YAZARI: Şafak Çubukçu

* * *

…“Quasi”…

hiçliği sevmiştim en çok
en çok yokluğun anlamını
:
ölüm beni bildi!
kendini mart sanıyor
toprak değiştiriyor gece gündüz
:
budama mevsimi
göğünü yaratırdı açlığım eksilmenin kenar süslerinden
karantina öğünler / çamur bulaşığı yas entarisi
ritüeller yanılsama
katmer ve çıban!
geriye sayımdır onaylamak kenelerin ölümsüzlüğünü
:
geçiniz ey hükümlü!
“belleğimi ölüm aldı” *
hiçliğimi seçti ağrısına
tuz yerine beni bandı
tırnağım kırık
ekmek istemem
çorbam acılı olsun lütfen!
(*) Salvatore Quasimodo


YAZARI: Naime Erlaçin

* * *

Doğup Büyüdüğüm Ada’nın anısına…

DENİZLERİN KADINI

Sonbahar rüzgârlarını getirdi kucağında
gececi yakamozlar düşerken yüreğine
bir kedi gibi adımladı zamanı
midyenin belleğinde,
yosun bağlamış düşlerine terk etti acılarını
Denizlerin Kadını.


Doğa uyanırdı bedeninde
eski bir teknede
bir ölüm uyurdu
martıların tünediği,
manastır sessizliğinde
bir papazın evi
domuzlarını beslediği,
bir mezarlık gibi konuşurdu
tepede


Deniz yaşlandı dedi bugünde kadın
balıkçıların hüznü düştü kızıl tepelere
kırlangıçlar gibi göç ettik yalnızlığımızdan
korkunç bir çağın ta içine…


Dalgalar rüzgârla bir başka sevişti
kayalıklarda yankılandı ses
bir insanın çığlığı
bir martınınkinden de tez
delip geçti zamanı
eski bir anıya
kristal bir aynadan
dokundu bakışları,
insanlığın kutsal törenine
Denizlerin Kadını.

mam’a dert yandı
bir fakir adalı
adaklar adadı
taş taş üstüne
ipliklerle bağladı bir ağacı
tutsak kalsın diye
acılar batıl bir bilmecede,
unutarak Kuran’ı namazı evde
elinde hediyelerle
bir manastıra daldı.

Üşüdü kayalıklarda gün
kıyılarında,
deniz bir açıp bir örtünce üstünü;
bahçelerde ve evlerde unutuldu
bir yaz esintisinin ılıklığı,
bağışlandı ayazmalarda,
kutsal sularda
Rum kızlarının günahları.


Balıkları çamaşır asar gibi dizdi iplere
Denizlerin Kadını
Uskumru
Cırcır
Lapina
vajinasından çıkmış bir bebek gibi
kayarken ağlardan
teknelerine balıkçıların
elleriyle temizledi kılçıklarından
nefretini sardunya uygarlığın

Şeytan uyurdu toprakta
Eski bir mezarlıkta,
boyaları dökülmüş bir köşkün kapısından
süzülürken giz
mavi göklere
martılara şarkı söylerdin sendeniz

Bir musiki gibi dinledi geceyi kadın
şahlanıyordu dalgalar
kırmızı bir şarabı hatırlatıyordu karanlık
bir fırtınanın yılgın öfkesinde
kadın daha sağlam kazaklar örüyordu bebelerine,
yemeği beklerken tencerede
bir çağ kaynıyordu
bir cadı kazanında
ölülerin sarhoşluğunda.

Denizlerin Kadını
hala örüyor balıkçıların ağlarını
söylüyor
ölmekte olan
doğanın dengesine
günah çıkartan şarkılarını

Papaz
İmam
Haham
Devir-i terk
bu dünya manastırı

YAZARI: Erkut Tokman




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***