Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



aşk...


Image and video hosting by TinyPic


SIRTINDA ARABA TAŞIYAN ÇOCUK ..// LEON FELİPE



Avuçlarıma yırtık eldivenleri geçirir çıkarım sokağa

kafamı sokarken çöplere sokaklarda

biri bana bir lira verir

ben bir lira demem hiç, hep bir milyondur benim için bozukluk

asla beş lira dememişimdir hep beş milyondur benim için o kağıt

bizim mahallede herkes ama herkes hala böyle söyler ama

kalkıpta ne zaman gazete, karton, teneke toplamaya ortasına gitsem şehrin

onlar tuttururlar elime bir lira, “ simit al” derler,

acıyarak zayıf bedenime ama bilmezler o yokuşlardan iki yüz kilo çektiğini iki tekerli arabamla bu cılız yüzümün, ıstırap çekiyorum zannederler,

alışkandırlar hep güzel sözlere

mesela “ tanrı yağmurda gizlidir” derler,

“rahmet” derler, bense sıçana dönmüşüm tabi söverim ve ne zaman kaysa altı delik deşik ayakkaplarım asfaltta ve deli gibi hep korksam şu arabalardan tekine çarparım diye

çırpsa yüreğim bu adamlar bana hala bir milyon verirler

eski ayakkabılarını verseler ya,

büyük de olsa iki kat çorap anamın diktiği

sığdırır küçük ayaklarımı bu cehennemin içine

ve korkmam tanrının saklı olduğu yağmurda

pahalı bir arabaya çarpar benim iki teker diye,

yoksa ölmek dert değil benim için sakın yanlış anlamayın

çünkü ölmekten beter ettiler beni ve babamla abimi

geçen sene yokuşta, buzda kaydı ayaklarım

ve avucumdan kaçtı gitti çuval takılı arabam

bir arabaya çarptı ve sahibi ben yerde bacağım kırık ağlarken

bana tekmeler savurdu sonra da polis geldi

babamı ve abimi aldılar

gerisini anlarsınız diye yazmıyorum

yoksa inanın merdivenlerden inmek bu kış daha kolaydı benim için

aksayan topal ayağımla oysa en önemlisi hala bir çift ayakkabı işte

büyükte olsa sorun olmaz, anam kalın çorap diker çöpte bulduğum halıdan

bana diktiği hırka gibi aynı,

ve sığarım içine bu tanrının saklandığı yağmurda kendi tabutumun

bir ya da bir milyon cebimde olsun olmasın

giderim kendi yoluma

Çarpmam bir daha arabalarınıza.


Leon Felipe


At..//PETER GREENAWAY/ Çev. Nilay Kacar



Geceleyin demiryollarına ait arazideki beton direğe bağlanmış bir at, trenin hızından korkup yularını kopardı ve kaçarak bir tünele girdi. Dört gün sonra, atının çalındığını iddia eden bir kömürcü tüccarı durumu polise bildirip kömürünü mobilya kamyonetiyle taşımaya başladı. Aynı gece elektrikli trenin gece vardiyası makinisti Baker Caddesi ile St. John’s Wood arasındaki yeraltı hattında, işaret lambalarının ışığında büyük bir hayvan silueti gördüğünden bahsediyordu..Ertesi gün hattın müfettişi Tower Hill’deki kumluk alanda nal izleri buldu. Demiryolları memurlarının hiçbiri bir hayvanın elektrikli raylarda sağ kalacağına inanmasa da, Baron’s Court’taki çiğnenmiş çiçek tarhı ve Green parkındaki tünelde bulunan at pisliği makinistleri uyarmalarına yetti.
Demiryolu çalışanları birkaç kez daha at görmesi yolcuların da bir kez inek gördüklerini söylemesiyle, demiryolu yönetimi harekete geçti ve tünellerin her köşesini incelemek üzere tüm demiryolu sistemini on iki saatliğine kapattı. Ölü bir domuz, bir yarasa kolonisi ve Highgate Hill’deki kumanda kulesinde yaşayan bir aile bulundu ama, attan eser yoktu. Dört yıl sonra, siyah atlar sürüsü tünelden çıkıp dörtnala Gloucester yoluna koşup sabah trenini bekleyen kalabalığı gelmekte olan trenin yoluna doğru kovaladığında yedi kişi öldü ve yirmi dokuz kişi yaralandı.

PETER GREENAWAY
Çeviri: Nilay Kacar.


BİR DEMET PAPATYA...// Ayten Mutlu





Bir süredir içim burkularak okuyorum şiirlerini. 22 yıla sığan kısacık yaşamının ve senin zamanda hâlâ silinmemiş olan izlerini bulmaya çalışarak. Salah Birsel senin için “uzunca boyluydu esmer, yağız bir yüzü vardı. Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu mektuplarında kendinden çok çevresindekilerden, arkadaşlarından laf açardı” diyor.
Ne yazık ki mahzun bakışlarını gizleyemeyen soluk bir fotoğrafından başka bir suretini bulamadım. Gerekmiyor da zaten. Ben bir şairin şiirlerinde gizlenip şiirleriyle kendini ifşa ettiğine hâttâ haykırdığına inanırım. Şiirlerinin pek çoğuna ulaşamadım. Ama bulabildiklerim, senin yaşama olan tutkunu, sevincini ve hüznünü ve böylesine erkenden gitmek zorunda kalmasaydın, Garip şairleri arasında dörtnala şiir koşturacak olan sağlam şiir bilgini anlamama yetti. Evet içim burkularak okuyorum şiirlerini ve birr kez daha şaşıyorum hayatın bu denli acımasız oluşuna. Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip Uslu’ya yazdığı bir mektupta şiire gönül verme serüvenini şöyle anlatıyor;
“... Onunla nasıl tanıştım. Kastamonu Lisesi’nde idik, o vaktin iyi sanat dergilerini getiriyor, sınıflara dağıtıyordum. 4-B’de 113 Rüştü bu dergilere en candan bir ilgi gösteriyor, ay başlarını iple çekiyordu. Günlerden bir gün Sabahattin Batur, elinde bir şiir, çıkageldi. ‘Bu dedi, bizim Rüştü’nün bir mecmuada neşrettirmek istiyor, ne dersin?’ Bu manzumecik henüz ilk adımlarını atıyordu. Bir dergide boy gösterecek kadar değildi. ‘Bana kalırsa dedim, şimdilik neşretmesin.’
O günden sonra onların mütalaasında geceleri Sabahattin, O, ben toplanır, en arka sıraların birinde şiirden, şairden konuşur, gece nöbetçisinin bilmem kaçıncı ihtarıyla ancak yerimizden kalkar, yataklarımıza giderdik.
Çingenelere bayılırdı. Onu ne vakit arasam çingene mahallesinde bulurdum. ‘Bilmezsin Kemal’ derdi, ‘Bu insanlarda hayat bambaşka. Ben gerçek yaşamayı onlarda buldum.’ Osman Kaygılı’nın ‘Çingeneler’ine galiba bunun için tutkundu.
O sıralarda gene ‘Muhakkak bir şiir kitabı çıkarmalıyım’ diye tutturdu. Günlerce çıkaracağı kitabın neşesiyle gezdi durdu.
Ama göremedin kitabını. Eline alıp sıcacık bir somun gibi koklayamadın. Eğer görebilseydin, elinde kitapların caddelerde koşturacak, çocuklar gibi sevinç çığlıkları atarak hoplayıp zıplayacak ve şehrin bütün insanlarına dağıtacaktın, biliyorum. Garip şiirinin manifestosunu getiren posta gemisini Zonguldak limanında karşıladığında büyük bir heyecan ve ürpertiyle çarçabuk okuyarak, 1941 yılında Salah Birsel’e yazdığın bir mektupta : “Mektubunuzu ve Orhan Veli’nin Garip adlı eserini aldım. Bugün benim için bayram oldu. Garip çok güzel. O benim kitabım oldu. Ve ben onu parasız herkese dağıtmak gibi bir his duyuyorum. Bir gün limanda veya istasyonda kucağımda bir yığın Garip olduğu halde beklesem. Ve yeni çıkan yolculara bu şehrin insanlarını tanımaları için birer tane versem. Ondan herkeste olsa. Bende olduğu gibi… Emin ol Salah, şiirden hiçbir zaman, bugünkü kadar bahsetmedim. Ve beni bugün saat 4′te caddeden bir çocuk gibi koşarak, hatta zıplayarak geçtiğimi görenler garip buldular. Evet artık ben Garip’im. Süleyman Efendi’yle akrabalığımız anadan geliyor.” demiştin ya, işte öyle. Ama ne yazık hayat bu kadarcık bir sevinci bile esirgedi senden.
Sen ki buruk ama yaşama sevdalı bir yürek taşıyordun göğsünde. O yürek şimdi bize bıraktığın dizelerin arasında çarpmaya devam ediyor. Ne kadar da sevgi dolu üstelik. İşçileri, neyin varsa hepsini ona bırakacak kadar denizi, geceleri,kabuğunun içindeki midyeyi, kuşları, kovanındaki arıyı, insanları, mızıka çalmayı, çingeneleri, güzelim dünyayı ama ille de Mediha’yı, hani şimdi Ortaköy Mezarlığı'nda boğazın mavi sularına karşı, yanında gömülü olduğun “o ince dal gibi kızı…nasıl da sevmişsin… Öylesine bir sevdaymış ki, ancak on gün dayanabilmişsin onun gidişine.. Muzaffer Tayyip demiş ki, "Rüştü'nün karısı esmer bir Beşiktaş kızı idi, kocası onu anlatırken 'dal gibi' derdi. Annesi şimdi, Beşiktaş'ta siyah başörtüsü ile marul satar, durur. Her görüşümde kızını mı hatırlar, damadını mı bilmem, gözleri nemlenir. Yaşadığımdan utanır gibi olurum." İşte bu esmer Beşiktaşlı kızı nasıl da sevmişsin!
Geçen gün Şair Leyla Sokağını aradım Beşiktaş’ta. Buldum.Soydan turşucu dükkanını, Beşiktaş köftecisi ve Beşiktaş spor Kulübünün ilk amigosu kafa Sabahattin'in işlettiği köfteci dükkanını, Beşiktaş köftecisinin hemen karşısındaki pasajda yer alan müthiş korsan cd dükkanını da gördüm. Ama arabacığında yanında nişanlışıyla salatalık satan kimseye rastlayamadım.Sen yoktun. Sebze sattığın tezgahın da yoktu. Bulabilseydim seni neler konuşurduk hayata dair. En çok da şiire dair. Ne diyordun Salah Birsel’e yazdığın bir mektupta: "Biz her gün sıtma geçiriyoruz. şiir sıtması. daha doğrusu nöbet geliyor." Devrek’de bir büstün olduğunu duymuştum. Aslında sen Beşiktaşlı da sayılırsın. Beşiktaş’daki şairler parkında neden senin de bir heykelin, en azından bir büstün ya da şiirlerinden birkaç satır yok?
Beni rahat bıraksa,
Toprağın altında kertenkele
Kabuğun içinde kurt
Ve uyusam
Mavi bir deniz ortasında başım.
Diyorsun bir şiirinde. Bu ölümü nasıl bir ürküntü ve benimsemeyle içselleştirmedir? Hem de 40’lı yılların yoksul yaşam koşulları ve yoksunluklar ortasında 18 yaşında yakalandığı tüberkülozun bir Azrail gibi kılıcını her an boynunda gezdirmekte olduğunu bilerek bir memnuniyet şiiri nasıl yazılabilmiş?
Memnuniyet
Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünyanın ortasında.
Hakkındaki yorumlardan biri şöyle “Eğer rahmetli onur,22 yaşında ölmeseydi,bugün Orhan Veli kadar büyük bir şair olabilecek kadar yetenekliydi.bu görüşü bir çok edebiyatçı paylaşıyor. günlük konuşma dilinin rahatlığı, yalınlığı ile. Şiir dilindeki bu tutumu, onun dizelerine insanı hemen kucaklayan bir sıcaklık ve içtenlik katar. 1940’lı yıllarda şiirimizde başlayan ve o zaman “Garip Akımı” diye adlandırılan şiir akımının önemli birer temsilcisi sayıldı”
En çok içimi acıtan da, Oktay Rifat’a, Melih Cevdet’e, en azından Orhan Veli’ye verilen zaman kadarının bile hayat tarafından senden esirgenmiş olması…
19.2.1940 tarihli bir mektubunda şöyle demişsin: “Ben daracık kalıplar içinde kalacak değilim. Hem ben hece ile yazarken bile şekli unuttuğum çok olmuştur. Bugün öz sanat Cahit Sıtkı, Sabahattin Kudret, Cahit Saffet, Orhan Veli ve arkadaşları, hatta Ahmet Muhip gibi genç elemanların elinde olgunlaşacaktır.”
Orhan Veli’ye gönderme yaptığın bu şiir bir meydan okumaydı yeteneğinin farkında olan bir şair olarak;
SEN
Yağmur ol, bulut ol, şarkı ol
Yalnız esirgeme kendini bizden.
İçinde yüzdüğün denizden
Daha derindir gecemiz
Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip Uslu’ya yazdığı bir mektupta senin için; “Şiiri taparcasına benimsemişti. Düşüncesiyle, eti ve kanıyla sanatın malı olduydu. En güzel şiirleri yazacağına kani idi” diyordu.

Ne yazık ki, yazamadığın şiirler de Ortaköy mezarlığına gömülüp gitti seninle beraber.
Rahat Uyu Sevgili şair. Furuğ’un dediği gibi eminim şimdi sen toprağa, yağmura, ve cümle yaradılmışa okuyorsundur bizden zamanın esirgediği şiirlerini. Belki bana da fısıldarsın birkaçın. Sana bir gün bir demet papatya ve birkaç şiir getirdiğimde.
Bekle beni olur mu?

Ayten Mutlu


"Yeter. Gece ilerledi.." // Tezer Özlü





Unutma: Dostların hep yazarlardı. Öyle de kalacaklar. Bir adam ve bir çocuk. Yaşamın en büyük rastlantıları.
(Berlin-Saat 22.24-1982)

Bıraktım. Bıraktım. Hepsini, kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım. Ama hiçbiri kendi dünyalarını anlayamadı. Ve bana ölümsüzlüklerin sonsuz acıları kaldı. Ya da sonsuz bağımsızlıkları. Bu kadar duyguyu nasıl taşıyacaktım? Bunca yıl taşımış, bunca büyük kentin onca büyük alanlarında bu yalnızlığıma bir destek aramıştım. Beni yaşamcıl kılmakla en büyük ölümlerin en derin acılarını bana vermemiş mi bu insan olma çabası? Ben, insan olma çabasının sürekli üstüne giden ben? Artık beni benden alsınlar. Atsınlar bir alanın sabah süpürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesine. Ben de biraz onlardan olmak istiyorum. Duyguları ölçüleyen, sevgilerini sevmeyen, acılarını acımayan, yollarını yürümeyen, uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan olmak istiyorum. Sevişme isteğinin sonunda tüm aşkları üstleyecek yorulmazlığı değil, yorgunluğu istiyorum bir insanın yürek atışlarında. Ama sessiz gecelerin sonu var mı sanıyorsun? Hayır? Hayır mı? O zaman bir Anadolu bozkırında özlediğin o adsız ve sıfatsız(Zarif? Snob? Dalgacı?) beni, nasıl oluyor da bir Orta-Avrupa kentinin bu kalabalık, trafiği yoğun caddesinin orta yerindeki, bu kahverengi halı döşeli odasında buluyorsun? Çünkü herkesi, her yerde bulmak mümkün.
Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğurabilirim..

(Tarihsiz) //...


Kalanlar

Tezer Özlü


POLİSE TAŞ ATAN ÇOCUKLARIN ŞARKISI..// Cahit Koytak




madem, taş atmak şöyle dursun,
taşları okşamamız,
taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
biz de taşları yerinde bırakalım
ve bomba gibi şiirler gönderelim onlara,
bomba gibi şarkılar gönderelim ki,
suç aramak için okurken dizelerimizi,
sözlerimiz ağızlarında patlasın,
ağızlarında patlasın ve daracık
kafalarındaki duvarları yerle bir etsin
önyargılarını havaya uçursun,
kinlerini çözsün, nefretlerini dağıtsın,
ezberlerini bozsun, zihinlerini açsın
ve kendi çocuklarını hatırlatsın onlara,
kendi çocukluklarını hatırlatsın!
madem taş atmak şöyle dursun
taşları okşamamız,
taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
bizde, taşları yerinde bırakalım
ve megatonlarca isyan gücünde
patlayan düşünce gönderelim onlara,
patlayan duygu gönderelim ki,
suç aramak için
ölçüp biçerken kafalarımızı,
yaka paça çekiştirirken yüreklerimizi,
haklılığımız kafalarında patlasın,
kafalarında dolaşan kurtları, tilkileri dağıtsın!
safiyetimiz kalplerini paralasın,
vicdanlarını ışığa boğsun
ve gözlerini açsın bakar körlerin,
kendi çocuklarını hatırlatsın onlara,
kendi çocukluklarını hatırlatsın!

madem taş atmak şöyle dursun
taşları okşamamız,
taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
biz de, taşları yerinde bırakalım
ve delici bakışlarımızla
en zayıf oldukları yerden vuralım onları,
en yalnız oldukları yerden,
aşil kemiklerinden vuralım onları,
uykularını delelim fenerlerimizle,
içlerindeki çocuğu bulalım
ve çocukluklarından
vuralım onları!


yerle bir edelim
karakollarını, dar kafalılığın,
nezarethanelerini, bönlüğün,
mapushanelerini, sevgisizliğin,
ve adliye saraylarını adaletsizliğin
ıslıklarımızla,
çığlıklarımızla,
kahkahalarımızla!



yerle bir edelim
yasa kitaplarıyla örülmüş
duvarlarını hak hukuk tanımazlığın,
taşlarla değil, hayır, taşlarla değil,
taştan hafif,
sözden hafif,
gülden hafif
güllerimizle:
şarkılarımızla, şiirlerimizle!

CAHİT KOYTAK


Box Car Dreams..// Şenol Erdoğan




Box Car Dreams(*)




I.

-kuzeye doğru...




saçları dökülmüş
bahçelerden geçiyorum




uzak gölün esintisi havada… serin




entari giymiş söğütler
etekleri suya değer



adsız ağaç yoktur



çöle benziyordu
çatlakları kadının



bir su akıyor yanım sıra bulanık üzerine vagonların gölgesi düşüyor ve ben yazılamaz bir tarihi düşünüyorum



ağladı önce usul
sonra arapça bir şeyler okudu
-kısa
kur’andan.
uyudu.



yoldu çokça
ama
en fazla da
katolik



özünde dağ vardı
keşişdi
-lamantia gibi-
derin boşlukları vardı
şiirinin

sessiz bir su idi



muzip gözlü
yahudi
kendine sik emici de dedi
kutsal kitaplar yazdı

ailesini severdi


güneş göle batıyordu, “şiir bu” dedi blues söyleyen adam



taş kırıcıları yol işaretçilerini asfalt ezicileri
geçtik
ray geriyorlardı
bir kısmında yolun
tren yolu işçileri




kızıl değildi görülen hiç bir şey
sadece güneş vuruyordu



çıplak, beyaz gövdeli kavaklar arasından sürdük



koca dağ sararmıştı


sanırım sonbahardı


yağmur kokusuydu


saçları paslı bir sarı
ve iç gıcıklayıcıydı
rakı içer
notlar alırdı-defterine
tanımAZDIM
yolcuydu



ara sıra da olsa gülümserdi elbet
baston kullanırdı
ince ve uzundu bedeni
şapka takardı
eşcinsel junky



yarım kalmış bir tren köprüsü inşaatını “açık yara”lara benzettik
açık yaralar gibiydi yarım kalmış inşaatlar



kum çekiyorlardı kepçelerle nehirden aylardan aralıktı



“hiç arı kovanı görmedim” dedi



sis inmiş ayva diplerinde kızıl döküntü



çamura saplanmış gibiydi ortasında suyun gemiler






II.

-batı yakası




Şehir içi notları


Zen’i ve şiiri düşünüyoruz çokça
Dharma art’ı
Jack’in pop’larından yola çıkarak üretkiyi bizsel olarak adlandırmayı

Bebop+haiku+fotograf+tümce+ritim

Bebop’ın yerine noise dahil her şeyi koyabileceğimizi biliyorum, salt bundan bebop değil de “sesler” demek gerek







Yağmuru reddetmişti nehir-bunu hatırladım

-ki ben orada-kenarında büyüdüm






Suyun dikenlerini izledik sonra





Sabah sökmezden evvel İbranice bağırdıklarına inanırdı kuşların





Uyku ağ(a)ırdı
-bastırıyordu
-kış idi en çok





Tanklar sokaktan geçti




“vaktiyle bizim değilmiş bu topraklar” derdi




Ölümün üzerine zaman geçer mi ki




İçi derindi ve yetmezdi bana




Kuşlar çizerdi
Karakalem
Hiçbir şeye benzemezlerdi





Sustuğu vakit
Yağmur
Yağdırabiliyordu





Kokuyu kaybetmiştim erkeklikten kesilmiştim yani




Uzunca bir yolu yürüdüm, denize doğru, hafifçe bayır




Bazı kelimeleri sevmedim bugün



Yezidiler, Dürziler ve zındıklar’ı sevdiydim okuduğumda




Şehir, ya kaybetmiş ya bulamamış



Uyumazdı



Eskiden ekmeğin taze kokusuydu



Saçlarını örerdi



Pornoydu


İmajı sikmek isterdi salt



Kozmetik
Moda ile mimari
Arasına gerilmiş
Kırmızıydı




Camlarını kırmak isterdi
Bir binanın amının




Porno bir mimari yazdı



"Betonda sikti beni”
Dedi
Tırnaklarının içini temziledi-sıva tanecikleri



İyi bir şovdu
Eve yalnız dönüyordu




Kıyıda uzaklaştığını hissetti





Dağa çıkış:

Hiç mayına basmadan yürüdük o dağları



Zübeyir bir ara el bombasının pimini çekerken
Çullandık üzerine
İzmirliydi
Kocaman bir gövde



Muş’tan Hakkari’ye
Yağmur yemiştik
-durmadı.


Soğuktu az da olsa Şenyayla
Ki biz
Zaho’dan inmiştik



Acıkınca alabalık da tuttuyduk



Hiç kurşun yemedik
-Allah var


Gece korkardık birbirimizi kaybetmekten



Dağ Allah’a gidiyordu



Yaz da kış da soğuğu bulurduk biz



Sabaha varırken
Sağır sessizlik inerdi
Suya ovaya
Herbişeye



Su alırdı keten çadır


Saplamalar çamurda tutunamazdı



İpten köprü ördüydük



Ve bir keresinde boynumuza astık potinlerimizi



Akıp giden andı beklemek






Öteki notlar/kişi:

allah ile uyurdu

küçük harfleri severdi

bazı sözcüklersiz yapamazdı

bazen kağıdı özlerdi

sarığı 4 metre ve siyah idi

“nimete bak” derdi

canı acırdı

su’ca uyurdu

gittiğimi anlamamıştı


“e mi” derdi sıklık





AYVA’

yı seyrettim, uzun…

Yağmur suyu sarısına değerdi…
Kuşlar didiklerdi azca.
Üzerine akşam inerdi.
Tok bir ses çıkardı
Düştüklerinde toprağa.
Kadınlar altına kilim serer
Çaydanlıktan çay içerdi.
Çocuk sesi değerdi bir de yapraklarına

Gece uyumazdık biz ayvayla
Birbirimize bakar bakar susardık






Gel-git(me)ler

“bunu bugün bir kez daha yaşadım” dedim



Durup durup Seyyid Hüseyin Nasr gelir oldu aklıma


Bahçeşiir


Yağmur sonrası kuşları


Brecht o zaman içine yağmur suyu dolan marul yaprağıydı
N’ güzeldi
Ki sabahları çıplacık deniz girerdik ikimiz


Uyku gözden nasıl akardı


Gene ve hep düşündü suyun uykusunu


Gece, kısa tüylü bir kedinin rengindeydi

“sıra sende” dedi kadın



Yağmur şehre gelmişti



Yaşlandım dün



Kenti kazıdım



Uzun uzun “silmek”i düşündüm uykudan evvel


Ve beynimin bir yanında sabit su kenarına kurulan evler
Ki
İnsansızlaştırıyorum çizdiğim evleri
Mimarsız bir mimari
İnsanı hep evinden atıyorum ben



Bu gün gece gelmeyecekmiş zaten.




ŞENOL ERDOĞAN
(2009-2010)

İş bu “kayıt”lar: Can Göksun, Musa Yılmaz, Kerem Koç, İnan Mayıs Aru ve Rafet Arslan’a adanmıştır.
------------------------
(*)-
Uzun yıllardır, üstat G. Snyder’ın ekolojisi ve poetikası arasındaki hatta sıklıkla J. Kerouac’ın Japon sitili haikularından uzaklaşan free-syllabled dediği bir nevi serbest haiku coğrafyasında zaman ile oynaşıyoruz. Kerouac POP diyor bu serbest, ama gene de genelde 3 hat yazdığı- haikumsulara. Diğer adıyla Amerikan Haiku-su. Ben bunlara –yazdıklarıma- 4 yıl evvel ilkin BOP’lar dedim, sonra Bap’lara döndü bu, daha anlamlı geldi bu kelime, bir ucundan Jack’in isimlendirmesini çağrıştırırken diğer yandan ise bebop jazz’ın bop kısmını da alıp kutsal metinlerdeki baplar’ı da çağrıştırdıydı.
Benim Baplarım: an parçaları, kayıt makinesi olarak kağıt, bir tür fotograflamak, her biri sahne, parça… görüntüler!
İş bu metnin uzunca bir bölümü 6 yıldır benzer çalışmaları beraber yürüttüğümüz değerli Blues şarkıcısı ve gitarist Can Göksun ile canlı olarak sahnede performe de edildi, ki hem benim okumalarımda araya soktuğum metinde varolmayan cümleler hem de Göksun’un yer zaman avangarda varan spontan jazz-blues ritimleri, müziği de kimliklerin dışında dahil etmişti auraya.




Helbling'in Hikâyesi..// Robert Walser; Çev. Hamid Farazande, Serpil Akpınar



Benim adım Helbling, kendi hayat hikâyemi anlatmak istiyorum, çünkü başkasının bunu yapma ihtimali yok. Tabii, insan türünün akıllanmasıyla birlikte günümüzde, benim gibi bir kişinin oturup da kendi hayat hikâyesini yazmaya koyulması akıl kârı bir iş olamaz. Kısa olacak, hikâyemi kastediyorum, çünkü ben daha çok genç biriyim, bu hikâyenin de kuşkusuz eksik yanları olacak; ayrıca büyük ihtimalle uzun bir süre yaşayacağım. Benimle ilgili en çarpıcı şey olağan birisi olmamdır, handiyse aşırı derecede olağan. Ben kitleden biriyim, bu da bana çok tuhaf geliyor. Bana göre insanların hepsi tuhaf, her zaman bunun yanıtını merak etmişimdir : "Yeryüzünde neler yapıyorlar, ne arıyorlar?”; bana göre insanların hepsi tuhaf: Ben kaybolurum, evet, kalabalık arasında kaybolurum. Günün ortasında, saat on ikiyi vurduğunda, bankadan, çalıştığım yerden eve dönerken, bütün diğer insanlar da benimle birlikte telaş içinde hızlı hareket ederler: Biri öbürünü sollamaya çalışır, öbürü yanındakine çarpar, yine de, rahatlıkla söylenebilir ki;"onların hepsi evlerine varırlar", ve gerçekten de evlerine varırlar, çünkü aralarında evinin yolunu kaybedecek olağandışı tek bir kişi bile bulunmaz. Ben orta boylu biriyim, ne çok kısa, ne de çok uzun, bu yüzden kendimi çok şanlı buluyorum. Doğru sözcüğü kullanırsam, her yönden ortalama biriyim. Öğle yemeği yediğim esnada her zaman, başka yerde, buna benzer ya da bundan daha iyi bir yemek yiyip yiyemeyeceğimi düşünürüm. Buradan daha geniş bir yerde, belki de capcanlı sohbetleri ve daha iyi yemekleri bulunan bir yer, sonra da oranın neresi olabileceğini düşünürüm. Ben kafamda şehrin bütün noktalarını, bildiğim her yeri bana uygun düşen yeri buluncaya kadar gözden geçiririm. Genellikle, kendime özgü kanaatlerim var benim. Aslında, yalnızca kendimi düşünürüm ve iyi bir aileden geldiğim için elimden geldiğince gururumu korumak isterim, babam kırsal bir şehirde ünlü bir tacirdir. Karşıma çıkan ya da sorumluğunu üstlenmek zorunda kaldığım bütün aksilikleri hızla tanıyabilirim: Şunu söylemek istiyorum: Benim için dünyada yeterince temiz ve ak hiçbir şey yoktur. Sürekli içimde gözden ırak kalmış sevimli, duyarlı, kırılgan birsey olduğunu hissediyorum, başkalarının da bu kadar sevimli ve arınmış olmadıklarını düşünüyorum. Nasıl böyle bir kanıya varılabilir? Aynen böyledir, hele bu hayat için gereken sert bir yüreği olmayan biri için. Bu, her durumda, kendimi ayrı tutma yolunda bir engel gibi karşıma çıkar, çünkü yapmam gereken bir işim olduğunda her zaman yarım saat üstünde düşünürüm, bazen de tam bir saat. Kendi içime sokulur ve şu rüyaya dalarım : "işi yapmam mı gerekir, yoksa boş vermem mi?” ve aynı zamanda öyle hissederim. Kimi iş arkadaşlarım benim tembel biri olduğumu düşünürler, oysa gerçek şu ki ben sadece çok duyarlı bir insanım. Ah, başkaları ne kadar insanı yanlış yargılıyorlar! Sorumluluk almak her vakit beni korkutur, masamı avucumda silmeme yol açar, tâ ki, benimle alay ettiklerinin farkına varırım veya o zaman yanaklarımla uğraşmaya başlarım, boğazıma parmak sürerim, elimi gözüme koyarım, burnumu ovarım, alnıma düşen saçlarımı kaldırırım. Sanki masamın üzerinde biriken dosyalar değil, benim yapmam gereken şeyler bunlarmış gibi. Belki bu bana uygun bir meslek değildir. Gene de, başka bir işle uğraşsam da, durumumun değişmeyeceğine yürekten inanırım, yine ben aynı olurdum, yine orada yenilgiye uğrardım. Her neyse ben şu varsayılan üşengenlik halimden memnunum, başkalarının da beni uyurgezer ve sorumsuz olarak görmesini önemsemem doğrusu: Ah, başkalarının insan üzerine etiket yapıştırmak için ne çok yetenekleri vardır! Tabii bu doğru: Ben, çalışmaktan hele hoşlanmam, çünkü işin, zihnisel gücümü çok az çalıştırdığını, kendi içine çektiğini düşünürüm, aslında buda başka birsey. Zihinsel bir gücüm olup olmadığını bilmiyorum, böyle bir gücüm olduğu konusunda ısrarcı olamam, çünkü zekâ ve işbilirlik gerektiren her hangi bir görevi üstlendiğimde, aptalca davrandığımı kabullenmişimdir. Bu, doğrusu beni şaşkına çevirir, sadece zeki olduklarını sandıklarında, öyle olup da zeki olduklarını göstermeye çalıştıkları anda, zeki olmadıkları anlaşılan garip insanlardan olup olmadığımı merak ediyorum. Benim bir sürü zekice, güzel ve zarif düşüncem vardır, ama onları uygulamaya geçirmek istediğimde rezil edip kaçarlar benden, hiçbir şey bilmeyen
bir öğrenci gibi beni kendi halime bırakırlar. İşte bu yüzden işimi sevmiyorum, çünkü bir yandan kafamı yeterince çalıştırmıyor, öbür yandan öteki yandan zihinsel faaliyeti durunca beynim hepten perişan oluyor. Her daim düşünmeme gerek olmadığı sırada düşünmeye başlarım, düşünmem gerektiğinde de düşünemiyorum. Bu ikili nedenden dolayı ofisi saat on ikiden birkaç dakika önce terk edip diğerlerinden de birkaç dakika sonra tekrar işe dönerim. İşte bu da benim adımı kötüye çıkarmıştır. Ama bunlar vız gelir bana, hem hakkımda konuşulanlar, hem de hakkımda sessiz bırakılanlar. Örneğin benim aptal olduğumu düşündüklerini biliyorum, ama böyle bir kanıya varmış olsalar bile, onları engelleyemeyeceğimi de biliyorum. Bu doğru, görünüşüm aptalca benim, yüz ifadem, davranışım, yürüyüşüm, sesim, halim. Örnek vermek gerekirse, gözlerimin aptalca bir ifadesi var kuşkusuz, bu da insanları kolayca yanıltır, beni kaale almamalarına neden olur. Görünüşüm bir parça aptalcadır, bir parça anlamsız; Sesimin tonu tuhaf birsey, sanki konuştuğumda konuşanın kendim olduğunu fark etmiyorum. Sanki bir bölümüm sürekli uykudaymış gibi, bütünüyle uyanmamış gibi, insanların da bunun farkında olduklarını biliyorum. Her zaman saçlarımı kafamın üzerinde düzleştirip yatırırım, bu da kuşkulu ve kaçınılmaz salaklığımı katlar, sonra, yalnızca burada masamın arkasında ayağa kalkıp odada ya da camın öbür tarafında göz gezdiririm. Onunla yazdığım kalemi etkin olmaya elimde tutarım, çünkü daha fazla bir özgürlük hakkı verilmemiştir. İş arkadaşlarıma bakarım, yarı açık ve kuşkucu bakışlarını benden ayırmayıp beni neden tembel, bahtsız ve sorumsuz biri olarak gördüklerini hiç anlayamam. Bana biri göz attığında, gülümserim, kafamda hiçbir fikir olmaksızın rüyaya dalarım. Bir tek bunu yapabilseydim, rüyaya dalabilseydim; yok, ben rüya nedir bilmem. Her zaman çok param olsaydı çalışmazdım diye düşünürüm ve bir çocuk gibi bu fikirden hoşnut olurum fikir sona erdiğinde aldığım maaşın çok az olduğunu, başka bir iş yapsam, aynı parayı kazanmış olabileceğimi kendime itiraf etmekten kaçınırım, gerçi pratikte hiç bir iş yapmadığımı görüyorum. Tuhaf olan, kendi halimden utanç duyma yetisinden bile yoksunum. Eğer birisi, örneğin benden kıdemli biri beni fırçalamaya kalkarsa, çok kızarım, çünkü küçümsenmeye dayanamam, bunu çekemem, gerçi kendime bunu hak ettiğimi söylerim. Aslında o kıdemli arkadaşımın fırçasına yalnızca o yüzden karşı çıkarım ki, onunla olan söyleşimi biraz daha uzatmış olayım, belki yarım saat kadar, çünkü ondan sonra gelen ikinci yarım saatte en azından yorgun, bitkin düşmem. İş arkadaşlarım benim bıkmış olduğumu düşünüyorlarsa, tabii ki haklıdırlar, çünkü müthiş bıkkınım ben, burada hiç bir yaşamsal olay olmaz: Bıkmak ve bunu nasıl gidermem gerektiği konusu, işte budur benim esas uğraşım. Bütün gün çok az çalışırım, kendime şöyle seslenir. "Sen gerçekten hiçbir şey yapmamışsındır!" Bazen istemsiz esnemeye başlar, ağzımı tavana doğru açar, elimi yukarı kaldırıp ağzımı kapatırım. İlk başlarda bunu bıyığımın ucunu çevirmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirirdim, bazen de masa üstünde tek bir parmağımın ucu ile tempo tuttururum, tıpkı rüyada olduğu gibi, bazen bütün bunlar bana anlamsız bir rüya gibi gelir. Sonrada kendime acır, ağlamaya başlarım. Ama rüya gibi geçen bu dakikalar bitince kendimi odanın tabanına atmak isterim, büzüşüp acının zaman-öldürme keyfini çıkarmak için masanın kenarıyla canımı acıtmak isterim, ruhum içinde bulunduğum bu durumda bütünüyle acımaz, çünkü eğer bazen iyice kulak kabartırsam tâ içinden yürek yakan vakur, bir o kadar da suçlayıcı bir nağme duyuyorum, tıpkı hâlâ hayatta olan ve kuralcı babamın tersine hep benim iyiliğimi isteyen annemin sesi gibi. Ama ruhum bence çok karanlık ve değersiz birsey, o kadarki anlama fırsatı bulduğum her şeyi kutlu sayarım. O nağmeyi hiçe sayarım. Bence insan sadece bıkkınlığında ruhunun nağmelerini duyar. Ofiste ayakta durduğumda, ayaklarım yavaş yavaş tahta gibi olur, öyle ki bir tek ateşe atıp yakmak kalır onlardan geriye. Çalışma masası ve insan zaman geçtikçe birbirlerine benzemeye başlarlar. Zaman-- işte beni hep düşünmeye sevk eden, hep hızla akıp giden. Gene de, bütün hızı içinde sanki kendi üzerinde dönüp kırılır gibi olur, sonrada hiç zaman var olmamış gibi gelir bana. Bazen zaman hışırtısını duymak mümkün, telaşlı bir kuş sürüsü gibi, ya da, örneğin, ormandayken: orada her zaman, zamanın hışırtısını duyarım, çok iyi gelir bana, çünkü ondan sonra düşünmeye gerek yok artık, fakat çoğu zaman durum farklıdır; ölümcül bir şekilde sessizdir; Acaba benim hayatım sona doğru, hissettirmeden, ilerleyen bir insan hayatı olabilir mi? şu ana kadar hayatım tamamen boş görünüyor, gelecekte de boş kalacağı düşüncesi işten değil, ama bu insana sonsuzluk duygusu bağışlar, insana gidip uyumasını, yalnızca en kaçınılmaz şeyleri yapması gerektiğini söyler. Bu yüzden benim hayatım sadece yaptıklarımdan ibarettir. Ben yalnızca endüstriyel bir iş yaptığımla görünürüm, arkamda şefimin kokulu soluğunu duyduğumda. şefim kaytardığım zamanlar beni yakalama derdinde değil, ondan çıkan soluk onu yadsır. Kafamı karıştırma niyeti yoktur, iyi biri, bu yüzden onu çok severim. Ama, görevimi bu kadar çok boş vermemi sağlayan ne? Ben, küçük, soluk, mahcup, zayıf, kırılgan, salak ve değersiz bir memurum, koşullar istediğim gibi olmazsa hayatın zorluğuna dayanamayan, dünyevi olmayan duygulara sahip biriyim. Böyle devam etmekle işimi kaybetme fikri beni korkutur mu? Göründüğü kadarıyla yok, korkutmaz; yinede, göründüğü kadar ile evet, korkutur. Biraz korkarım, biraz da korkmam. Belki de korkamayacak kadar salağım; evet, iş arkadaşlarımın karşısında kendimi haklı gösterdiğim çocuksu ilgisizliğim, kuşbeyinliliğimin bir göstergesidir. Ama; şaşırtıcı biçimde işte tam da bu benim kişiliğime uyar, zararına işlerse bile, olağan durumdan çıkmaya bana yardımcı olur. İşte bu yüzden, yasak olmasına rağmen, ofise küçümen kitaplar getiririm, ortasından açar, okumaya başlarım, okumaktan keyif almaksızın. Ama bunu, başkalarından üstün olmak isteyen bilge bir insanın zarafet dolu çabaları gibi görürüm. Ben gerçekten her zaman üstün olmaya gayret ederim, başkalarından farklı olmaya çabaladığım sıralar tıpkı neşeli bir av köpeği gibi olurum. Kitap okuma sırasında, iş arkadaşlarımdan biri başımda durup da o her zamanki "Ne okuyorsun,Helbling?" sorusunu bana yöneltirse,gücenirim, çünkü bu durumlarda insan gücendiğini gösterirse soruyu soran inatçı kişi yolunu tutup gider. Okuduğum zamanlar, ki bu çok fazla el vermez, sanki çok önemli bir iş yapıyorum gibi davranırım. Bir kişinin, nasıl bilinçlice iç dünyasını genişletmeye çalıştığını fark edip etmediklerini anlamak için çevremdekilere bakarım. Daha fazla okumadan, sayfaları görkemli bir huzurla çeviririm, ama kitabın içine gark olmuş gibi göründüğüm için çok mutluyum. Ben böyle biriyim; herşeyi gösterdiği etkisi için isteyen kaçık biri. Ben boş biriyim ama bu boşluktan duyduğum hoşnutluk bana pahalıya mal olmaz. Giysilerim görünürde çok kaba, ama giyimde çeşitlilikten yanayım, çünkü farklı renklerde bir sürü takım elbisem olduğunu iş arkadaşlarıma göstermem çok hoşuma gider. Yeşil giymeyi severim, çünkü ormanı bana çağrıştırır, rüzgarlı günlerde sarı giyerim, çünkü sarı rüzgara ve dansa çok uygun düşer. Belki bu konuda da yanılırım, çünkü iş arkadaşlarım her gün bana ne kadar yanılmakta olduğumu hatırlatırlar. İnsanların safdil oldukları düşüncesinden vazgeçmek lazım. Ama biri salak mı, yoksa saygıya değer mi, ne fark eder, çünkü eşeklerin ve saygın kişilerin üstüne yağmur eşit yağar. Sonra da güneş; güneşteyken neşelenirim, saat on iki olup eve doğru yola çıkınca; yağmur yağmaya başlayınca kocaman göbekli, lüks şemsiyemi şapkam ıslanmasın diye başımın üstünde açarım, o şapkalardan bende çok var. Şapkama iyi bakarım. Beyefendice şapkama dokunabilirsem, her bakımdan şanslı adam kalacağımı sanırım hep. İşim bittikten sonra onu özenle başıma koymak çok özel bir keyif verir bana. Bu, her zaman günüme son vermemin en ideal şeklidir. Benim hayatım aslında pespaye şeylerden oluşur. Kendime hep onu söylerim, bu da bana çok tuhaf gelir. Hiçbir zaman büyük insanlığa ilgi duymadım, çünkü mizacım tutkudan çok eleştiriye yatkındır, bu yüzdende kendimi kutlarım. Şayet saçı uzun, çıplak bacaklarında sandal, belinde önlük, başında çiçek takmış birisini görsem kendimi küçük görürüm. Bu durumlarda utanç duyarak gülümserim. Yüksek sesle gülmek, insanın en sevdiği şey, imkânsız; benimki gibi düz saçları olan insanlardan iğrenenler arasında bulunursanız, aslında gülmekten çok gücenme nedenidir. Ben de gücenmeye yatkın biriyim, en ufak bir dürtüyle gücenirim. Çoğun, iğneli sözler sarf ederim, yinede kimsenin kötülüğünü istemem, çünkü küçük düşürülmenin verdiği hüznün tadını çok iyi bilirim. Ama bu da demek ki: Ben hiçbir şeyi gözlemem, hiçbir şeyi öğrenmem ve tıpkı okulu bıraktığım günkü gibi davranırım. İyi bir öğrenci var içimde ve sanırım ömrüm boyunca da orada kalır. Daha iyi olabilmeleri için, başkalarının davranışlarından öğrenme yetenekleri olmayan kişilerin olduğu söylenir. Ben, hayır, öğrenme yeteneğinde yoksunum, çünkü eğitim zorunluluğuna tenezzül edecek biri değilim. Öte yandan, zarafet ile bir bastonu elime alacak, kravat takacak, sağ elimle çatalı tutacak, bana bir soru yöneltildiğinde" teşekkür ederim, dün akşam çok hoş vakit geçirdim" diyecek kadar çok eğitim almışım. Eğitim benden daha neyi ortaya çıkaracaktı ki? Dürüstçe söyleyeyim: Bana göre eğitim insanda tümüyle yanlış bir kişilik ortaya çıkarır. Amaç, para ve iyi koşullar olur; eğitimin tek zarureti bu. Bir madenciden dehşetengiz tarzda üstün görünürüm, beni sol elinin parmak ucuyla dokunup da çamur dolu bir çukura atmak istese bile. Yoksulların bedensel gücü ve güzelliği, onların mütevazi giysileri beni etkilemez. Bu tür kişileri her gördüğümde, kendi bedenlerini çalışmakla yıpratan ahmaklara karşılık, bizim gibi zengin insanları, onların dünyadaki üstün durumunu, , düşünürüm ve yüreğimden en ufak bir merhamet duygusu uyanmaz.
Bir kalp ile ne yapılabilir? Bir kalbim olduğunu unutmuşum ben. Bu, kuşkusuz, üzücü bir şey, ama üzülmenin doğru yolunu nasıl bulabilirim? İnsan para kaybettiğinde veya yeni aldığı şapkanın başına uymadığında, ya da bankadaki hisse senetlerinin değeri düştüğünde üzülür, ama sorulması gereken asıl şey, acaba bütün bunlar üzülmeye yeter mi? Daha yakından bakıldığında, bunun böyle olmadığı anlaşılır. Bunlar sadece rüzgar gibi geçip giden kısa süreli pişmanlıklar gibidir. Bu, hayır, nasıl anlatayım. İnsanın bu konuya ilişkin bir duygusunun olmaması, bir duygunun ne olabileceğini bilmemesi gerçekten şaşırtıcıdır; örneğin, kendine yönelik duyguları, herkesin böyle duyguları var, eğer genel olarak insanlıkla bir bağlantısı bulunursa, hepsi de kökenden alçak ve kendini beğenmiştir. Ama bir başkasına yönelik duygular nasıl? Elbette, belki insanın bunu kendisine sorması hoşuna gider; daha iyi biri olmak, daha iyi huylu biri olmak için bir nebze istek duyulabilir, ama bunu nerede gösterebilir? Belki saat 7'de, veya hayır, başka zaman? Cuma günü veya bütün cumartesi, pazar günü ne yapabilirim diye düşünürüm, çünkü pazar günleri her zaman birseyler yapılabilir. Çok seyrek yalnız başıma yürüyüşe çıkarım, genellikle gençlere takılırım, kolayca onlara eşlik ederim, gerçi benim gibi birisinin, onlara eşlik etmesinin ne kadar sıkıcı gelebileceğini tahmin etmek işten değil. Bazen de gölü geçmek için vapura binerim, ya da ormanda yürüyüş yaparım veya güzel yerleri görmek için trenle uzak yolculuklara çıkarım. Çoğun, kızlarla dansa çıkarım, onların benden hoşlandıklarını fark ederim. Yüzüm beyaz benim, ellerim güzel, şık bir takım elbisem var, eldiven ve parmaklarımda taşlı yüzükler, gümüş taşlı bir baston, gıcır gıcır ayakkabılar ve etkileyici bir tavır, tatil günleri için; dikkati şayan bir ses tonum var, ve betimlemekten aciz olduğum açık. bir ağız. Ama tam da bunun, kızlara çekici geldiği görünür. Konuşmaya başladığımda sanki olgun ağırbaşlı bir adam konuşuyormuş gibi. Kuşkusuz tumturaklı konuşma tarzımdan hoşlanırlar. Dans ediş tarzımda yine dans dersi almış birinkine benzer: gösterişli, neşeli, özenli, açık yürekli, ama çok aceleci ve ruhsuz. Dansım özenli ve hafiftir, ama ne yazık ki zarafetten yoksundur. Nasıl zarif olma yeteneğim olabilir? Ama dansa çok tutkuluyum. Dans ettiğim zaman Helbling olduğumu unuturum, çünkü artık havada yüzen neşeli bir insan olurum ve ofisle ilgili fikirler, kat kat ölümcül havasıyla beni yaralamaz artık, dansta çevremde aydınlık yüzler var, parfüm kokusu ve kız elbiselerinin ışığı ; kızların bakışları üstümde olur ; ben ise uçar gibi olurum ; bundan daha üstün bir mutluluk olabilir mi? Şimdi artık anlıyorum : Hafta boyunca yalnızca bir kez mutlu olma hakkım var : Bana eşlik eden kızlardan biri nişanlımdır, ama o bana kötü davranır, diğer kızlardan daha kötü davranır. Hatta bana karşı sadık bile değil bunu gözlemledim. Sanırım beni pek sevmiyordur. Ben nasıl? Onu seviyor muyum? Aptalca sergilediğim olumsuz yanlarım vardır benim, ama, burada, bütün yetersizliklerimin ve olumsuz yanlarımın beni bağışladıkları görünür; Ben onu seviyorum. Bu duygu neşe kaynağım benim, onu sevebilmem, ondan düşkırıklığı duymam. Yazın, eldivenlerini ve yüzüne taktığı yünlü örtüsünü bana taşıtır, kışın da derin karlar içinde, arkasında kayıp, paten ayakkabılarını taşımama izin verir. Ben aşktan birşey anlamam, ama aşkı hissederim. İyiliğin ve kötülüğün aşkta anlamları yoktur. Aşk, aşktan başka, onun dışında bir şey bilmez. Nasıl anlatayım; değersiz ve boş olan benim tersime, aşkta hâlâ hiçbir şey yitirilmemiştir, çünkü sadakatli bir aşkın kapasitesine sahip olduğumu düşünürüm, gerçi ihanet için geniş bir alanım da yok değil. Onunla güneşe çıkarım, mavi gökyüzü altında, kürek çektiğim bir teknede, sürekli ona gülümserim, oysa onun bıktığını görürüm. Evet, bıktırıcı biriyim. Annesinin, işçilerin gittiği adı kötüye çıkmış küçücük bir barı vardır. Bütün pazar günlerimi orada geçirebileceğim, bir şey söylemeden oturup gülümseyebileceğim bir yer. Bazen de sanki dudaklarına bir öpücük kondurma iznini bana verircesine yüzünü bana yaklaştırır. Çok şirin ve nazlı bir yüzü vardır. Yanağında eski bir tahrişten kalma iz var, buda ağzının olduğundan iki kat daha küçük görülmesine neden oluyor, gene de çok tatlı. Gözleri çok küçük, anında size göz kırpabilir, sanki şunu söyler gibi. "Ben size bir ya da iki şey göstereceğim". Çoğun, köhne sert bir kanepe üstünde yanımda oturur ve kulağıma mırıldanmaya başlar, bu da gerçekten insanın hoşuna gider. Genellikle onunla ne hakkında konuşabileceğimi bilmem, çünkü hep belki hiç sırası değildir diye düşünürüm, bu yüzden sessiz otururum ve asık bir suratla ona söylemek istediğim şeyi düşünürüm. Bir sefer zarif ve küçük kulağını dudaklarıma yanaştırdı: Ona söyleyecek hiçbir şeyim yok muydu? Bir tek onun kulağına söyleyebileceğim bir şey? Ansızın ona böyle düşünmediğimi söyledim, o da kulaklarımı tokatladı ve öylece güldü, ama dostça değil, hayır, soğuklukla. O, annesi ve küçük kız kardeşi ile anlaşamıyor, bana kız kardeşine şefkat göstermeme müsaade etmez. Aşırı içki içmekten kızarmış bir burnu var annesinin. Erkeklerin masasına oturmayı seven neşeli ufacık kadındır, ama nişanlım da erkeklerin masasına oturmayı sever. Bir kere yavaşça bana " Ben artık afif değilim" diye mırıldandı. Ses tonu tamamen doğaldı, benim de buna bir itirazım yoktu. Başka ne yapabilirdim ki? Diğer kızlarla sohbet eder gülerim, konuşmalarımda fıkra bile anlatırım, ama onunlayken sessizce oturup ona bakarım, her hareketini gözümle takip ederim. Bara gittiğimde, beni eve gönderene kadar oturur dururum. Kız orada olmadığı zaman annesi gelip masama oturur, kızını anımsayayım diye bir şeyler yapar, onu elimin hareketiyle uzaklaştırıp gülümserim. Anne, kızından nefret ediyor, ikisinin de birbirlerinden nefret ettiklerini görmemek mümkün değil, çünkü biri, öbürünün yolunu tıkamaya çalışıyor, ikisi de koca peşinde koşup durur, birbirlerinden muhtemel nişanlılarını kıskanırlar. Akşamları kanepede oturduğumda, bara gelen insanlar benim orada oturduğumu gördüklerinde, beni bir koca adayı olarak düşünür her biri bana arkadaşça birşeyler söylemeye çalışır, fakat ben hiçbirine önem vermem. Yanımda, hâlâ okula giden küçük kız kardeşi kitaplarını okur ya da defterine uzun boylu geniş harfler çizip bana göstermeye çalışır. Şu ana kadar bu garip şekillerden birşeyler anladığımı söyleyemem, ama şimdi birden bire her şeklin ne kadar ilginç olduğunu fark ediyorum. Bu, yalnızca benim ötekiye duyduğum ilgiden kaynaklanıyor: Sâdık bir aşk insanı daha iyi, daha bilinçli kılar. Kışın, bana "Bahar bağ patikalarında yan yana yürüyebilsek:" diye mırıldanır, Baharda da "Herşey senle yorucudur!"der. O, evlendiğinde büyük bir şehirde yaşamak ister, çünkü hayatında bir amaç peşinde: tiyatrolar, görkemli şölenler, güzel elbiseler, şarap, neşeli sohbetler, hayat dolu, hoş vakit geçiren insanlar: İşte bunları sever, bunlar için can atar doğrusu, ben de bunlar için can atarım, ama bütün bunlar nasıl mümkün olur, bilemem. Ona, "Gelecek kışa kadar işimi kaybedebilirim" dedim. Bana baktı, gözlerini açtı ve "Neden?" diye sordu. Ona ne söyleyebilirdim ki? Tabii, ben ona tek hamlede nasıl biri olduğumu gösteremem. Benden hoşlanmaz, şimdiye kadar, her zaman bazı işlerin üstünden gelebileceğimi, gene de garip, yorucu biri olduğumu, öte yandan bu dünyada bir mevkiiye sahip olduğumu düşünüyordu. Simdi ona “Yanılıyorsun, mevkiim doğrusu, bundan bile daha dayanıksızdır " desem, benim yanımda kalması için hiç bir nedeni kalmaz ve bana olan bütün umudu berhava olur. Ben, tabii, pot kırmam, ne demişler herşeyi boş ver demekte usta biriyim. Şayet, bir dans öğretmeni, bir lokanta sahibi, tiyatro yönetmeni ya da eğlence sektöründe yetkili biri olsaydım, o zaman belki biraz şansım olduğundan söz edilebilirdi, çünkü ben böyle biriyim; uçarı, neşeli, umarsız, herşeyi boş veren, açık yürekli, sakin, boyun eğen, hassas ruhlu, öyle ki bir malikâne sahibi, bir sahne müdürü, bir terzi veya başka bir sey olarak işimi iyi götürebilirim. Eğilme şansım doğduğu zaman sevinirim. Bana yardımı dokunur, dokunmaz mı? Bana daha derin bir bakış vermez mi? Ben gerekmediği zamanlarda bile eğilirim, sadece yağcılar ya da kuşbeyinlilerin eğildikleri yerde bile eğilirim ben. Ben bu gidişattan hoşnudum. Ciddi işler için ne bir eğilimim var, ne bir yeteneğim, ne kulak, ne göz, ne de kafam var. Dünyada hiçbir şey bunu kadar benden uzak olamaz. Param olsun isterim, bu benim için bir göz kırpmak kadar veya en çok sol elimi tembelce uzatmak kadar kolay bir iştir. Olağan durumlarda işe karşı ilgisizlik insanda doğal bir özellik sayılmaz, gene de bana çok uygun, bana çok yakışır, kisvesizlik olabilse bana çok yakışır, bu kisvesizlik acındırıcı olsa bile. Neden "Bu, bana yakışır" demeyecekmişim, böyle olduğunu gördüğüm halde: İşe ilgi duymamak ! Bu konu ile ilgili başka birşey söylemek istemiyorum. Her zaman birşeyi düşünürüm, bunun da sorumlusu buranın iklimi, beni işten alıkoyan göl bölgesinin nemli havasıdır, simdi de bana ağırlığını hissettiren bu bilgi ile güneyde ya da dağlık yerde bir iş arayacağım. Bir oteli yönetmek, ya da herhangi bir fabrikada bir sorumluluğu üstlenmek, ya da küçük bir bankada kasaya bakmak elimden gelmez. Tam tersine, şimdiye kadar bende saklı duran bir takım özelliklerimi dışa vuran açık, güneşi bir ufuk gerekir bana. Bir sebze satan yerde çalışmak fena olmadı. Buna karşın, tebdili mekânla birlikte büyük gelir elde edilebileceğine inananlardanım. Başka bir iklim insanın karşısına öğle yemeği için bambaşka bir menü gibi çıkarılabilir. Belki de hayatta en önemli şey budur. Acaba ben gerçekten hasta biri miyim? Bu doğru değil, ben pratikte bütün işlerde yeteneksizim. Acaba şanssız biri olabilir miyim? Acaba birinin sürekli kendini böyle sorgulaması bir tür hastalık mıdır? Her neyse, bu bütünüyle doğal sayılmaz. Bugün ben yine on dakika geç bankaya gittim. Diğerleri gibi vaktinde işe gidemem. Ben gerçekten de dünyada yalnız kalmalıyım, ben, Helbling, yanımda yaşayan biri ile değil, ne güneş, ne de kültür, ben, çıplak, bir kayalık üstünde, ne fırtınalar, ne bir dalga bile, ne su, ne de rüzgâr, ne sokaklar, ne bankalar, ne para, ne zaman, ne de nefes. Sonra, en azından korkmak için bir nedenim kalmazdı. Artık ne korku, ne daha fazla sorunlar, ne de bir gecikme. Yatağıma uzandığımı hayal edebilirim, sonsuza dek. Belki de bu en iyi şeydir!

Robert Walser
Çeviri: Hamid Farazande, Serpil Akpınar


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***