Kederin felsefesi:
Kierkegaard, Heidegger ve Camus felsefesinde keder
Yazarı: Jonny Thomson
Çeviri: Ömer YILDIRIM
Kederden kaynaklanan
derin ve içsel umutsuzluk, insan yaşamında dönüştürücü bir rol
oynama gücüne sahiptir. Hepimiz her şeyin zaman içinde sona ulaştığını düşünsel
olarak bilsek de kederi birinci elden deneyimleyenler, yaşama diğerlerine
oranla daha farklı bir yönden yaklaşmaya başlarlar. Bu bağlamda
filozoflar zaman içinde yitip gitme fikrine farklı biçimlerde
eğilmişlerdir. Kierkegaard bunu inanca açılan bir
kapı olarak görmüş, Heidegger yitip gitmeyi hayata anlam vermenin bir
yolu olarak kabul etmiş, Camus ise bu durumu saçmalık olarak
yorumlamıştır.
Yaşamımızın bir
parçasında her birimiz kim olduğumuza doğrudan müdahale edecek ve bizi sarsacak
bir şeyler yaşayacağız. Çünkü insan hayatı bir tür yolculuk ve deneyim sürecidir.
Günümüzde pek çok insan “biçimleyici deneyimler” dese de
bunlar insan için ancak bir tür uyanış ya da kendine getirme aracıdır. Bu
araçlar insanlık durumunun uyumak ya da âşık olmak kadar merkezinde yer alır.
Birbirimize anlattığımız hikâyelere ve mitlere şöyle bir bakanlar bunların
genellikle birbiriyle ciddi benzerlikler taşıdığını göreceklerdir. Bunlar
örneğin çoğunlukla gurbeti, bir kişilik hayat sınavına tabi tutulmasını ve
ardından yeni bir bilgelik ya
da yeni bir yetenekle eve dönüşü içerir.
Bahsini ettiğimiz
dönüştürücü deneyimlerden biri, gerçekten ve derinden sevgi beslediğimiz
birini kaybetmemizdir. Bu kederle tanışanlar hayat hakkında
daha fazla şeyin farkına varırlar. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, yalnız ve
geride kalmanın ne demek olduğunu çok acı biçimde kavrarız. Düşünsel düzeyde,
her şeyin bir gün yok olacağını biliriz. Yaşamın geçiciliğini, insan bedeninin
zamanla çöküşünü ve evrendeki termodinamik yapıyı mantıksal zeminde idrak
ederiz. Ancak ölümü bilmek, ölümle gelen kaybı hissetmek ve buna
katlanmak, insana hiçbir şiirin, filmin ya da kitabın aktaramayacağı bir
anlayış kazandırır.
Memento mori (Öleceğini hatırla!)
Birçok insan, örneğin
gençler ya da şanslı bir yaşam sürenler, kendilerini ölümlü olmak gerçeğiyle
yüzleşmek zorunda hissetmezler. Onlar günlerini ebediyetle ilgili büyük sorular
hakkında bir an bile düşünmeden geçirebilirler. Kendi ölümleri ya da
çevrelerindekilerin ölümleri üzerine düşünmek akıllarından dahi geçmez.
Muhtemelen, bugün hayatlarında bulunan insanların bir gün sonsuza dek yok
olacaklarını hiç düşünmeyeceklerdir.
İnsanların çoğu her birimizin bir gün son
yemeğimizi yiyeceğimizi, son kez güleceğimiz ve son nefesimizi alacağımızı asla
fark edemez. Onlar sevdikleri biriyle son bir kez birbirlerine sarılacaklarını
ve o andan sonra bu deneyimin bir daha asla tekrarlanamayacağını düşünemezler.
Elbette ölümsel
gerçeklik akıllarının uzak bir köşesinde öylece durmaktadır; ama bunlar onu
duyumsamıyorlar. Aklen “nesneller”; fakat duygusal olarak öznel
olmaktan çok uzaklar. Onlar ölümün eşiğinde olan ana babalarının elini tutmuş,
bir kardeşinin cenazesinde ağlamış ya da artık hayatta olmayan bir arkadaşın
fotoğraflarına bakarak gözyaşı dökmüş kişilerin benliğini saran duygusal
yoğunluktan yoksunlardır. Keder, onu bilmeyenler için, uzaktan
gelen davul sesi gibidir. Gerçekte, hakiki kederin çaresizliği ise bizatihi
insanın yüreğinin derinlerinde yaşanır. İnsanın varoluşu, içinde sızım sızım
sızlarken bütün bedeni de bilekteki nabza dönüşür.
Umutsuzluk
Keder gibi böylesine yaygın, hassas ve
dokunaklı bir konuda tek bir felsefi görüş bulunması beklenemezdi. Tarihin
büyük bir bölümünde filozoflar, aynı zamanda genellikle dindar kişilerdi ve bu
nedenle bu konu rahiplerin, kutsal kitapların ya da meditasyonun konusu
olmuştu.
Antik Yunan ve Roma’nın
Hristiyanlık öncesi düşünürleri belki bir istisnadır. Ancak oralarda dahi
filozoflar dinî varsayımlarla dolu kutsal kâselerin içinde yoğrulmuşlardır. O
dönemlerde ruh’a yapılan atıfları şiirsel ya da psikolojik
metaforlar olarak okumak günümüzde moda hâline gelmiştir. Yine de antik
dünya, Epikürcüler hariç, bizim modern ve seküler
duyarlılıklarımızın pek kaldıramayacağı kadar çok dinî inanca sahiptir.
Søren Kierkegaard’a
göre, kederin peşi sıra hissettiğimiz içsel ölümlülük duygusuna “umutsuzluk” denir.
Ona göre umutsuzlukla harmanlandığımız zaman hakiki benliğimizi fark etme
yolculuğumuz da başlayacaktır. Yaşamdaki şeylerin ebedi olmadığını ve hiçbir
şeyin sonsuza dek sürmeyeceğini ilk elden yaşayarak anladığımızda, bir şeylerin
ebedi olmasını nasıl tutkuyla arzuladığımızı idrak edeceğiz. İşte
umutsuzluğumuzun kaynağı o “sonsuzluğu” istememizdir.
Kierkegaard’a göre,
umutsuzluğun üstesinden gelmenin, bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise teslim
olmaktır. Kendimizi içinde kaybedeceğimiz bir ebediyet vardır, inanç vardır
ve keder, inancın kasvetli, soğuk kapısıdır.
Kederin
felsefesi
Aydınlanmadan sonra, dinin etkisinden kurtulan
felsefenin yeniden güç kazanmasıyla birlikte düşünürler ölümü yeni bir bakış
açısıyla ele almaya başlamışlardır. Bundan sonra ölüm artık sadece dine açılan
bir kapı olmamıştır.
Antik Yunan’da
Epikürcüler ve pek çok doğulu filozof, bu güçlü keder duygusunun üstesinden
ancak ve ancak ölümsüzlüğe duyduğumuz yanılsama yüklü arzunun ortadan
kaldırılmasıyla gelinebileceğine inanmışlardır. Stoacılar da
her şeyin her zaman bizden kaynaklandığını düşündüğümüz için acı çektiğimiz
fikrini kabul etmişlerdir. Sadece düşünsel bir devrimle ya da kusursuz bir meditasyondan
sonra, bunun aslında nasıl da yersiz bir büyüklenme olduğunu kabul edebiliriz.
Alman filozof Martin Heidegger, ölümün hayatımızdaki
varlığının özgürlüğe yeni anlamlar kazandırdığını savunmuştur. Kararlarımız,
sahip olduğumuz yegâne şeydir. Tüm yaşamımızın ölümün merhametli kollarında son
bulacağını idrak ettiğimizde bu bize bir cesaret verir ve eylemlerimizi anlamla
sarmalar. Heidegger bunu şöyle özetler:
“Varolmak, ölümün
huzurunda bulunmak demektir.”
Orta Çağ’ın ünlü memento
mori anlayışı, içinde bulunulan anı daha yaşanır kılmak için ölümü
kendimize yakın tutmak fikrinde yankılanır. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde,
geride kaldığımızın gerçekten farkına varırız ve bu da yeni tercihlerimize yeni
bir önem kazandırır.
Albert Camus içinse
durum biraz daha umutsuzdur. Camus’nün eserleri nihilizmin kayıtsız uçurumunu
çözmek için bilinçli ve yorucu bir çaba olsa da, onun “saçmalık” çözümü
kolay bir ilaç değildir.
Camus için keder, her şeyin anlamsızlığının
üstesinden gelme hâlidir. Aşk onulmaz bir acıyla sona erecekse neden âşık
olalım? Her şey toprağa karışacaksa neden büyük yatırımlara önem verelim?
Kederle birlikte her
şeyin acı sonluluğuna dair bir farkındalık gelir
ve beraberinde öfkeli, çığlık çığlığa bir hüsran getirir: Neden buradayız ki?
Camus’nün ileri sürdüğü
fikir ölümle ilgili bir cümbüş ya da belki de kara mizahtır. Ona göre yaşam
farkına varıp keyfini çıkarmamız gereken saçma bir oyun
alanıdır. Bu oyun alanındaki yolculuğun tadını, kendimizi mutlu hissederek
çıkarmamız gerekir.
Birçokları için keder
yaşamdan kopmayı da birlikte getirir. Oysaki keder iyileşmeye ve varoluşu
yeniden anlamlandırmaya yarayacak olan, ruhumuzun kışı geçireceği yerdir.
Ruhumuz bir kelebek gibi kendi kozasını kederden örer ve kozadan, edindiği
bilgelikle birlikte yaşama geri döner. Bazıları için bu kış dinlencesi çok uzun
bir süre devam eder ve birçoğu soğuk kaldırımları yaşamının biricik varoluş alanı olarak görmeye başlar. Bu insanlar yardıma
ihtiyaç duyan insanlardır.
Kierkegaard, Heidegger
ya da Camus ile aynı fikirde olsak da herkes için doğru olan ve yapmamız
gereken bir tek şey vardır: Konuşmak. Düşüncelerimizi dile
getirmek, umutsuzluğumuzu paylaşmak ve bir başkasına açılmak, çözülmeyi
başlatan hafif, ılık bir esintidir.
Bu
makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr
için, Jonny Thomson’ın “Three responses to grief in the
philosophy of Kierkegaard, Heidegger, and Camus” isimli
makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması
durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.