Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Ahlakın Rolü // Sufi




Toplum dayanışmasının yetkinsizliklerini ve bunların büsbütün azıtmalarını önlemeye birinci çare, bunları tanıyarak ve bilerek "inkar" etmektir.
İnkar, yarı artsistik, yarı pratik fakat oldukça dikkate değer bir yoldur. Bu yol insana, bir yandan, sanatınkine, fakat ortalama sanatinkine, kendini realite diye, hatta reel diye kabul ettirmek isteyen iyimsere ve santimantal roman sanatinkine benzeyen yapma bir dünya açar, öte yandan bu yol insanı toplum dayanışmasının gediklerinden faydalanarak , başkalarına karşı çıkarını gütmeye yönetir.Dayanışmanın hiç olmazsa bağlantılı (Relatif) iyimserliği kabul edilmektedir. “Bizler de tıpkı sizin gibi düşünüyoruz, iyi bir hareket her zaman mükafatlanacaktır” , “seviniz, çünkü sevileceksiniz”.. Bütün bu cümleler ve daha bir sürü benzerleri eğitimin ortak temelleridir.Bu dünyanın hayrete değer düzenlerini alkışlamak üzere koca koca ciltler doldurulmuştur. Dinsel ve ahlaksal romanlar tarzında yazılmış bu uydurma hikayeler duygulardaki pek sert olmayan mantıklığı ispatlamak için kullanılır.Politik ekölün mübalagaları bile aynı metodun özel uygulanmasından başka bir şey değildir, daha radikal akımlar ise katı bir mantık ve göze batan bazı inanların bırakılmasıyla aynı kavrayıştan başkasını uygulamaz. Gerçek şu ki toplum ruhu “hileye” sapmaya her zaman uygundur. Kısa bir an “düşünmeniz” her şeyi çözüyor! Yanılıgıya mahkum, zevala mahkum İnsanı kendi haline bırakmak gerek, bu takdirde cemiyet daha iyi ayarlanır, fert ve iyi ayarlanmış cemiyet birbiriyle daha iyi uyuşur o zaman. Bundan ötürü, içinde çarpışmaların kum gibi kaynaştığı toplumu yıkmak, yeniden kurmak , sonra da birdenbire veya usul usul, bir başka toplum ortaya koymak lazım..ama nasıl? Hangi “toplam” değerlerle? Yok mu diyorsunuz? Hiç sanmıyorum, o değerler bu toplumun harcında ezelden beri var, unutan, unutulan biziz, Almanya’nın ünlü Goethe Enistitüsü yığınla sosyoluğunu Kapadokya ovasına gönderiyor “Ahilik” kurumunu araştırmaları için, çünkü insanlık tarihinde ilk kez üretim mekanızmasına , sosyal hayata, bilimsel bir yöntem öneriliyor, bölgesel işsizlik ve çöküşün önü kesiliyor. Ahilik kurumunu yeniden kuramayacağımıza gore “Ah” edip IMF’nin hepimizin hesabına fatura ettiği kabarık borç hanesine tefekküre dalacağız . Bu utancı, bu “çirkinliği” bu “gaddarlığı” hepimize reva görenleri biliniz, bunun ulusalcılık ile de bir ilgisi yok, senin, benim, hepimizin onurudur, bu toplum, bu ulus bunları hak etmiyor. Şimdi ne oldu da akşam akşam sufi böyle konuşuyor? Yazıyor. Hiç, bir ilk bahar esintisi geldi .. geçti. Tıpkı diğer uçucu düşünceler gibi, uçucu işte..Gelir uçurur, kaçırır, sonrada yığınla soruyu önünüze bırakır çeker gider işte ! Yığınla soru ! Ve insanları katı, beton yürekli elleri ceplerine değil yüreklerine gittiği için suçlayan ve azap kuyularına fırlatıp atan sersem “edip” esintiler işte..onlar yazar, siz sadece “okursunuz”! Bahar mevsimidir ey yazar, bir arpa tanesini bu kez sen toprağa bırak, belki “ürün” olur. Borges Defteri son 2 ay zarfında köy okulları kütüphanelerine , öğrencilerine, onların fedakar öğretmenlerine toplam 2700 adet kitap gönderdi! Bir öğün yemek ve duyarlılık iradesiyle gerçekşetirildi bu muazzam iş. Ne bir kuruş kimseden sponsorluk aldı, ne de en ufak bir yardım, kitap, kalem ne ki, o uzak, unutulmuş canlarımız can istesinler, can koyarız o köy yollarımıza. Her karışını bilim, sanat, kültür taşıyla donatacaklarından zerrece kuşkumuz yok, bütün bu pislik kokan kartel medyamıza rağmen, sabah akşam kin, nefret, şiddet, barbarlık ve Kitch ruhu serpiştirmelerine rağman o köy okullarından yarının Yunus’ları, Nazımları, Rumi’leri, Karacaoğlanları, Dr. Behçet’leri, Kıvılcımlı'ları, Nermi Uygur’ları yeşercek. Umudunuzu yitirmeyin yeter.

Aklımızın bile olmazsa fikrimizin bir yerinde dursun isterim. Şiirin, edebiyatın, defterin, defterlerin, erlerin, erenlerin, felsefenin amacı bir yerlere varmak olmadı hiç ve de bir zaman !
‘Kanatlanmak, takla atmak, tersinden akmak, yuvarlanmak, bizden, kendinden geçmektir
belki de içine gömülmektir..’ sonar kendinize sağlam geri dönmektir, yolda düşenin sadece ruhu incinmez, teni de yara alır! UNUTMA.
durmak
ve düşünmek ise en son gelir: o da her yiğidin harcı değil.
Yaşamak ara sıra arızalı bir hayattır.. Arızalarımız “bol” olsun ki iyi yaşamayı
Hep beraber öğrenelim.. ben Argos gibi “düş bolluğu” değil, düş kırıklığı istiyorum,
İstiyorum ki : dostluğun, kardeşliğin kıymeti az+biraz anlaşılsın o paha biçilmez hazine,
uyanık hiphopçu ne diyor:
“ben bir kuştum artık”.. işte bir kuş olmak, konarken, ve kalkarken dallari incitmemek, yeteneklerin en yücesidir.
kör talih işte..
Selamım defter okurunadır,

Sufi.

Merak etmesin kimse “bunlar” eski ormanlardır,
Meşeleri güçlü, dik durur daima.. (sur)
* * *
defter: Sufi'nin bu yazısı arşiv yazısıdır...
can kardeşimize en içten geçmiş olsun dileklerimizle
bir an önce sağlıklı ve her zamanki Sufice coşkusuyla
aramızda olmasını temenni ederek...sabr et, çoğu gitti azı kaldı...




Alıştık-Uzlaştık// Sufi





Alıştık
Uzaklaştık

Sessizlik yok artık etrafımızda, sokakta maddi canların peşine düşümüş
insanların bağırışması, caddelerde her gün yeni bir renk benimseyenlerin adımları.
Anlamadan alışıvermişiz binalara, seslere, kokulara, görüntülere..
Ve anlamadan uzaklaşmışız “bizden”, çınar ağacından..
Varlığımızdan habersiz, görünenleri varlık sandık.
Hiç’ten uzaklaştık.
Nadya(eşi tarafından öldürülen Afgan Şair) için ağlar tüm sözlerim,
On adım ötesinde uyur Kandahar’ın Ney + Mey Şairi:
Ve “ey şaşkın adam, bil koca gövdenle ne hiçsin.
Yıldızlı göğün en yüce kubbenle de hiçsin.
Madem bozulur, her oluşan şey, bu düzende,
Bir tek soluğa bağlısın ancak, yine hiçsin.”

Nadya’nın ezilen onurunu kemik iliklerimde hissettikten sonra
Ne düşündüm, biliyor musun?

Yaşlı bir adam tarlasında çalışırken tebdili kıyafet halk içinde gezen hükümdar ona yaklaşır.
Selamlaşırlar, yaşlı adam yolcunun sıcaktan bunladığını düşünerek ona su ikram eder. Daha sonra sohbet etmeye başlarlar. Hükümdar yaşlı adamın sözlerinden etkilenir ve ona kim olduğunu sorar. Yaşlı adam ona:
-Hiç, der.
Hükümdar merakla :
-Ne demek bu, senin muhakkak bir adın ve ünvanın vardır?
Yaşlı adam yine:
-Hiç, der.
Hükümdar bu sefer kendisiyle alay edildiğini sanar.
-Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ben bu ülkenin hükümdarıyım, der.
Adam durumu izah etmeye çalışır:
-Peki hünkarım, siz bu ülkenin hükümdarısınız, bundan sonra ne olmayı planlıyorsunuz?
Hükümdar şaşkın bir tavırla :
-Hiç, der.
Yaşlı adam o zaman:
- Hünkarım işte ben sizin hükümdarlıktan sonra ulaşacağınız o mertebedeki adamım, der!
imdi: kalbim nasıl geçer senin mis kokan adının üzerinden “güzel” Nadya ( jm’nin deyimi ile: “Nadya’m”).
Biz vahşet barikatlarında çırpınırken, sen bir masum niyaz olursun,
Kırılganlığın içinde saklanır çığlığın.. Neden duyulmaz o masum, örtülü, mahcup çığlığın?
Sen o bin şehzadenin ulaşamadığı hiç’in somut yüreğisin.
Neyin kavgasını verdin içinde?
Hangi karanlığın ışığını aralamaya gittin?
Bizler hala ve her geçen saniye kısalan bir mumun aydınlattığı
o yerdeyiz..




Sufi.


defter/yazıyla ilgili bağlantı:


Borges // Ulus Fatih



BORGES

Genellikle bir yazarı sevmeyi, kısır bir düzlemde algılarız, onun kişiliğini sevmeye dek varır bu yanılgı. Oysa yazar ölmüştür, çok uzaklardadır ya da yaşamımız
boyunca hiç görmemişizdir, kimseler bilmez. Diyelim Borges'i seviyoruz, Borges 1986'da öldü ve onun varlığını (yaşadığını) ilk kez böylece öğrenmiş oluyordum (o bu tür paradoksal anıştırmaları severdi; varlığını bilmem için, o şeyin yokolması ya da ölmesi gerekiyor ki, neredeyse bir Borges sorunsalı). Bir yazar yazdıklarıyla sevilir, anlattıklarıyla, bu bakımdan kişiselleştirmek bilisizce bir tutumdur, biz onun anlattıklarıyla bütünleşirken Borges gibi bir ime sığınarak özet bir tutum sergileriz gerçekte ve amacımız yalnızca bir kısaltmaya sığınmaktır, çünkü öznel olan şudur ki yazar değil, olan biteni sever ve onlara bağlanır okuyucu, hatta bazen öyledir ki Dostoyevski yerine Raskolnikov, Canetti yerine Kien, Cervantes yerine Don Kişot demeye başlarız.

Onun öyküleri neden etkileyici gelir bir iki örnek verelim, öykülerinden birinde, bir gaucho (kabadayı, kır çobanı vb.) bir çiftlikte sürülerin başına getirilir, kahya olur bir yerde, zaman içinde güveni o denli artar, yetkileri o denli çoğalır ki, çiftlik sahibinin (pampalar beyi) yerini alacağı (çiftliğe el koyacağı) sanısına kapılır ve düşleri bu duygu üzerine bir sanrılar demetiyle, gerçelliğin çakışması noktasında utku dolu tavırlar ve gururla yükselen davranışlara yönelir. Öyleki çiftlik sahibinin karısıyla yakınlaşma şansına bile sahip olur. Ama günün birinde bir eğlencede kendisine yüz vermeyen kadına ters bir hareket yapar, olaylar zincirlerinden boşanırcasına gelişir ve çiftlik sahibi ve adamlarının onu aşağılayıp, son derece küçümseyen bakışları arasında, sonsuz ve anlamsız yalnızlığın çukuruna yuvarlandığında, olayların tümüyle düzmece ve baştan beri kurgulanıp, bile isteye bir alaysamadan ibaret olduğunu ancak anlar... Öykü bize şunu anlatmak ister; Yaşamda gücün yerini hiç bir zaman bir hayal (ya da düş) alamaz, güç yerini ancak yeni bir güce bırakabilir. Bu bizim için büyük bir derstir, düşe başvurmaktan yine de kaçınmayacak olanların bilmesi gereken bir ders. Ayrıca insanın kendisini başkalarının yerine koymasına çoğun kızarız ama görüyorsunuz; bazen insanın kendisini 'kendisi' zannetmesi, uskıran ve çok daha büyük tehlikelerin eşiğine getirebiliyor.

Bir başka öyküde, öldürülme korkusuyla, peşindeki adamlardan kaçan kahramanımız, korkusuyla o denli bütünleşir ki, kendisini öldürecek olan adamın ismiyle yaşamaya başlar ve kendini öyle tanıtır. Korkusu artık sonsuzlaşır, düşle gerçeği ayırt edemez hale gelir, sanrılar içinde yaşamı sürer, gece ve gündüz haram olur, her öldürülüşünde bir düşün (kâbus görüyordur) içinde olduğunu anlar ve bir gün gerçekten öldürüldüğünde nasıl olsa bu bir düş diye tepki vermez ve bilinmezliğin koridoruna geçerken, yazık ki gerçekten öldürüleceğinin ayrımına bile varmamıştır. Burada da düşlerin gerçeklere ne denli zarar verebileceğini ya da gerçekleri görmemizi engelleyen bir haleti ruhiyenin insanı nasıl insan olmaktan çıkarabileceğini anlarız. Ama öyle ki daha binlerce anlam çıkarmak okuyucuya kalmıştır. Çünkü gerçek yapıtlar anlam bakımından sonsuz bir parçalanım içinde olurlar.

Bir başka öyküde bir leoparla (jaguar) yanyana hücre hapsine mahkum olan adam, leoparın çizgilerinde tanrı ya da evrenin sırrını aramaya başlar (belki de düş görüyordur), gün gelir sırra erer ve evrenin sırrına ulaşmayı yani onu okumayı başarır. Sonuçta adam bundan dolayı hiç bir tavır değişikliği göstermeyecektir, kendisine yapılan işkenceleri, yaşamını, geçmişi, geleceği, leoparı unutur. Oysa sır elindedir ve herşeye hükmetme olanağını da yakalamıştır. Ama şöyle söyler öykünün sonunda, burada çile çekmekte olan bir insanın kurtuluşu için evrenin sırrına vakıf olmaya kalksaydım, o sırra asla kavuşamaz ve hak etmiş olamazdım. Büyük bir sırra vakıf olma nedeni de, sırrın kendisi denli olağanüstü olmalı diye düşünür adam ve yaşadıklarının kişiye özgü, sıradan bir bayağılık olduğunu kabullenerek, kendisini zindandaki yalnızlığına ve hiçliğe terkederek ölür. Bunun da anlamı, imgeler okyanusunun içinde okura bırakılmalıdır.
...
Anlam dediğimiz şey, gerçekten soyut ve görecelidir. Yunanlı bir filozof, yaşamda hep paylaşımcı olmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü olmayı savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece kaba ve eşitsiz davranırmış. Bir başka filozof, yaşamda eşitliğin olamayacağını, aslanın karacayı, güçlünün güçsüzü hep ezeceğini söyler, yaşamında böyle sürüp gideceğini savunur ama evinde, eşine ve çocuklarına son derece insancıl, alabildiğine de adil davranırmış. Bu kıssayı aktaran mesel sahibi diyor ki, şimdi hangi filozof gerçekte hümanist ve hangisi yaşam da eşitliğin olamayacağını savunuyor sizce diye bir soru yöneltiyor. Yinelemiş olalım ki, dünyadan umudunu kesmeyen bir filozof her sabah ağlayarak evden çıkarmış, umudunu kesense, gülerek evden çıkarmış, soranlara da, bu dünya dert etmeye değmez, nasıl olsa düzelmeyecek dermiş.

Sözümüzü bağlarken, İst. film festivalinde (ayların en mutlusu nisandır!) Luchino Visconti'nin görkemli filmi Leopar'ı (1963) izlerken, konuk oyuncu, filmin aktristlerinden C. Cardinale'nin, üzünç dolu konuşmasına tanık olduğumuzu belirtelim. Cardinale, (Oscar Wilde'ın, Dorian Gray'ın Portresi'nde olduğu gibi) yitip giden gençliği ve güzelliğine ağıt yakıyor gibi geldi bize ve hâlâ efsanevi görünümünü yansıtacak jest ve mimiklerini bırakamıyordu. Bu da canlı bir Borges öyküsü yaşadığımız sanısı uyandırdı bizde ve dostum davetim için teşekkür ederken, "sebep olana lanet olsun" diye söylendim, anlamsızca yüzüme baktı... bu da başka bir Borges öyküsü dedim.

Yazarı: Ulus Fatih




Performansın içindeki şarkının sözleri // Leon Felipe



Italyan sanatçı Pippa Bacca'nın
performansının içindeki şarkının sözleri...


Tecavüze, ki sınırı geçmek anlamına gelir; sadece beş yıl hapis cezası verilirken, bir insanın geleceğinin ve duygularının gaspına bu ceza uygun sanılırken: Şehrin içinde dev insancılık oynayan çevre katili jipleri gaspedenlere 20 yıl veriliyor. Tüm bu zırvalık içinden geçerken şimdi, Bacca'yı yitirmemize neden olan
mahlukatla, Kültür Bakanı aynı yorumda bulunuyor: " Türkiye'nin imajı için kötü oldu" Televizyonda Bacca haberini dinleyen mahlukat kahvedeki masadaşlarına böyle söylerken aynı cümlenin "turizm sezonu da başlıyordu be bakanım!" diyen Kültür Bakanlığı uzmanlarınca yinelenerek Bakan'ın ağzına dolanması ayrı husus mudur acaba yoksa aşağıdaki şiiri performansına dolayan güzel Bacca'nın ölümüne neden olan aynı duyarsızlık, omurgasızlık mıdır? Saflığın dilegelişinde ve en savunmasız haliyle bir gelinliğin içinde hep bir iç savaş yaşamış ve kendi insanlarını öldürmüş coğrafyalardan geçmeyi, onlara bir şeyleri anımsatmayı arzulayan Bacca için anımsanılacak bir şarkı bu evet. Ne yazık ki ülkedeki kadınların yarısı, benim başıma böyle bir şey gelmez, düsturuyla " Ben hiç otostop çekmem, böyle bir kıyafetle mi! Asla" Laflar ederken ve bu felaketin kendilerini bulmayacağından emin olmak istercesine tuhaf bir psikozla Bacca'yı hemen unuturlarken, evet o ve o yaratık gibi tuhaf sapıkların yaratıcıları olan tüket babam tüket sistemi içindeki
devran unut babam unut halini de alıyor. Ölümleri unut, işkenceleri unut, haksızlıkları unut, tavuğa tevavüz eden imamları unut, insanlığı sadece sen eline al ve bir basit ahlak oyunuymuşçasına kendi aklındaki hayalden kurallara oturt ve buna yaşam adını tak: " Yaşam böyle işte!" Hayır yaşam böyle değil, imaj desturuyla cebine para koymaya meraklı siz manyaklar böylesiniz, diyenlere de " Şaşkın, tuhaf, marjinal, deli..." yaftalarını tak. Neyse şarkının sözleri aşağıda...ve evet hüzünlü ve yaşamın ve ölümün farkına varan doğuran bir jeanne darc efsanesi içinde erkek tanrıyla konuşmaya çalışabilmek kadar meydan okuyucu.

Giovanni d'arco
jeanne d’arc karanlığın içinde
atını sürerken, alevler onu takip ediyordu
zırhını ve pelerinini aydınlatacak bir ay yoktu
onun bu sisli gecesinde, yanında olan hiç kimse yoktu

bu savaştan yoruldum artık (dedi)
eski günlere döneyim
bir gelinlik ya da herhangi beyaz bir şey
göz yaşına veya zafere doğru olan bu yolculuğumu gizlesin diye

duymak istediklerim senin sözlerin
her gün atını sürerken seni izlerdim
ve içimde bir şey, biliyorum çok istiyor
öylesine soğuk bir eroin zaferini, şöhreti yakalamayı

ve kimsin sen? oyunda kendi kendini eğlendirir gibi söylemişti
kimsin sen? benimle böyle saygısızca konuşan
gerçekten de ateşle konuşuyorsun
ve ben senin yalnızlığını seviyorum, senin bakışlarını seviyorum

ve sen ateşi biraz serinletirken
ellerin o anda herhangi bir şeyi tutmakta (sıkmakta) olacaklar
ve susarak, o içeride tırmanışa geçmişti
gelin olmanın kendince, en güzel şeklini sergilemek için

ve ateşli yüreğinin en derinlerine
o*, jeanne d’arc’ı aldı ve sarıp sarmaladı
ve herkesin üstüne, yükseğe
beyaz giysisinden nafile kalanları astı

ve ateşli yüreğinin en derinlerine
jeanne’i ve işaretinin içindekini (?) aldı
ve sonra açık ve net olarak anladı ki
eğer o (erkek/tanrı) ateşse, o (kadın/insan) da odun olmalıydı

onun acısının* ürkütücülüğünü gördüm
onun ışık saçan bakışlarındaki onuru gördüm
aşkı ve ışığı da görmek isterdim
ama, her zaman böylesine zalimce ve kör edici mi olmak zorunda?


Yazarı: Leon Felipe


Pippa Bacca için...(1+1)





A PIPPA
Abito bianco

per andare a nozze con la tua morte
e con quella di noi tutti
Ti sei vestita di bianco
ma siccome la tua anima mi sente
ti vorrei dire che la morte
non ha la faccia della violenza
ma che è come un sospiro di madre
che viene a prenderti dalla culla
con mano leggera
Non so cosa dirti
io non credo nella
bontà della gente
ho già sperimentato tanto dolore
ma è come se vedessi la mia anima
vestita a nozze
che scappa dal mondo
per non gridare

PİPPA'YA
Beyaz elbise

Düğününe gitmek için ölümünle
Ve hepimizinkiyle
Sen beyazlar giymiştin
Ama sanki ruhunu hissediyorum
Demek istiyorsun ki ölümün bile

Yüzü şiddetinki değil
Tıpkı bir annenin iç çekişi gibi
Seni kucağına almaya gelmişcesine
Yumuşacık ellerle…
Sana ne diyeceğimi bilmiyorum
Ben insanların
İnanmıyorum iyiliğine
Çok acı çektim şimdiye değin
Ama sanki ruhumu görüyormuşsun gibi geliyor
Düğüne gider gibi giyinmiş
Dünyadan kaçan
Çığlık atmamak için

Şiir: Alda Merini
Türkçe Çevirisi: Sezin Öney

* * *
...

yazmak istedim, gerçi yaşanan şiirdi.
ne söylesem gölgesinde kalacak. olsun.

ne zaman içim kavrulsa, ben bunu biliyordum, diyor
utanıyorum kendimden.
üç kuruşluk bilici durumuna düştüğüm bu meydandan.
hayatın şaşırtacağına duyduğum gizli inançtan.

ama meydan şaşırtmıyor, şaşırtmamasıyla şaşkına çeviriyor.
belki şaşar deyip, gözlerimi deviriyorum.
bön bön bakıyor, bir garip rezillik.
üzgün olmanın ötesi yok. anladım.
ardıç kuşu meydanı bu, illa bokundan dirilecek.

yıllanmış korkuları değişecek değil benim yüzümden.

alışkanlık mı aşka sığmayan, pöh..
talan edilen sokak çeşmesiyle,

ölümle taçlanan gelinliğin benzerliği nerde
beyaz mı göz kamaştıran.

kirlet ve kurtul.
yaratısına ihanet eden bir mercekten.
her şekil yeniksin.

Şiir: Nefise Pınar




Pippa Bacca Anısına Saygıyla...


İKİ PERFORMANS SANATÇININ VEDALAŞMA FİLMİ...





"Gelin Yolculuğu" adlı bir performans ile yola çıkan İtalyan sanatçı Pippa Bacca (Giuseppina Pasqualino di Marineo) Gebze’nin Tavşanlı beldesi Ballıkaya Sarıbeyir mevkiinde ölü bulundu.
Pippa kendisinin çizdiği ve Boyblo'nun ürettiği bir gelinlikle otostop yaparak seyahat ediyordu. 5 Nisan'da "Annelik ve Kardeşlik'" hakkında temaslarda ve girişimlerde bulunmak üzere Beyrut'ta bekleniyordu.

Pippa yakın zamanda savaşın altüst yaptiği Slovenya, Hirvatistan, Bosna gibi ülkelerden de otostopla seyahet etmişti.

sanat doğadan sonsuzluğa atılmış bir adımın adıymış!
ve şimdi Pippa Bacca nice boyanmamış resimlerle buluşacak, bir cinayetin anatomisinde!
Ah ey Pippa Bacca
Ey beyaz güvercin, "annelik ve kadınlık" uğruna
bütün kederlerini, sevinçlerini yükleyerek geldin bize….
( olmadı “ışığın karşısına” oturamadın)…
oysa
konuklarını hep yüreğiyle ağırlayan bu topraklar
bu kez
dallarını senin için toprağın yüreğine dokunduracak…
bin sızıyı
sessiz fırtınaya dönüştürerek…


* * *


GEÇİŞ

İki dağ arası hayat.

Geçiş köprüden ya da sudan…
Kurbağaları güneşe bırakıp
gökyüzünden geçmeye kalkışan
uçarı bir nehirdi aşk.
Rüzgâra konan damla mıydı tutku?
Yağmurun evini arayan ateş miydi şüphe?
Kırık sesli tozlu plakların ortasına düştü
karıncalanan aşkın ayetleri,
söndürdü dağın içindeki arzuyu.
Hüzün düğümünü açınca,
silkeledi aşk, düşlerini ağacından.

İki bulut arası ölüm.

Fırtınanın oyduğu mağaraya
definelerini gömerken aşk kuşu
büyülü bir dizenin harflerini
kokluyor sanki.
Fısıldıyor uçmanın ve
bulutta durmanın sırrını
dallarından kaçmaya hazır
gezgin bir mevsim gibi.

Şiir: Dilek Değerli

* * *


kederli ailesine
sanat ortamımıza baş sağlığı diliyoruz...

borges defteri






"Senin olanı iyice koru"...// BORGES DEFTERİ











ANITLAR YÜKSEK KURULUNU
GÖREVE DAVET EDİYORUZ!



Bir tek “hüzün” kaldı geriye; baki? Hiç…

“Senin olanı iyice koru…böyle davranırsan hiçbir aksilik mutluluğuna engel olamaz.”
( Epiktetos M.S 50-130)

Tarih, insanın ve onun geride bıraktıklarının izdüşümüdür. İnsan toprak üzerindeki kendi “ayak izlerini” kavrarsa ve bunu görüp bilinçlice sahiplenirse ve varlığını anlamlı kılacak bir doğruluk-doğrulukta kullanırsa bunun elbet ki tüm sorunlarına değilse de birçok kör düğüme çare olacağı kabul edilmektedir.
Üzerinde serpildiğimiz şu geniş topraklara sanki bir nehir kıyısında oturuyor ve nehrin akışını izliyormuş gibi odaklandığımızda neler karşılamaz ki bizi? 10 Bin yıllık insanlık izleri bir adım ötemizde, içimizde bizi durmadan bir sükun, huzur limanına davet eder. Bunu yaparken herhangi bir olumsuz heves, sabırsızlık ya da acil durum yok. Kimse de sizi bunun için zorlamaz. Oysa tüm o dilsiz nesneler, ayak izleri: “bizi sadece izleyin, dışarıdan bakın” dercesine yakarırlar.
Güzel bir “durum” veya “an” yaratmak, bu fiili durumu ortaya çıkarmak çağımızda üzerinde durulacak “ iyi bir şey”dir!
Bütün güzel durumların bir çeşit paradokstan çıktığını kabul ederek. Kendin için, iç huzurun için, daha önceki “adımları” “izleri” kavramak için ruh denklemini, kavrayışını, anlayışını ne kadar yukarı çıkarırsan, gerçeklik ikileminin o kadar derinine inersin. Yoğun bir varoluş akıntısıyla birlikte akarsın.
İşte tam bu noktada bir "ego" değil, “hadise-olay” olursun, ya da? Olayların bir süreci. Bunca olup biten arasında bilinç nerde durur? Bilinç bir “şey” değil, süreçtir, onu bir “nesneye” biz dönüştürürüz. Tanımlı, yer yer durağan, akan, bazen “sınırlı”, bazen tüm sınırlara, zamanlara meydan okuyan bir nesne. Bizim ölümlü, o nesnenin “ölümsüzlüğünü” müjdeleyen anlar-süreçlerin toplamı. Ego’nun ölümü, gerçek hayatının başlangıcı. Hakikat’in izdüşümü, gerçek yaşam: geride bırakılan üretim süreci, yaratıcılığın sonsuzluğu.
Günlük keşmekeşler ve tanıklık ettiğimiz olumsuzlukları haykırmak için "hangi dili", "hangi aracı" kullanmalıyız? Biliyoruz, hala “duygular için genel bir kural üzerinde hak iddia etmeye yetenekli tek şey sadece biçimdir”, iyi de duygular, duyuşlar, hissedişler her an sekteye uğratılırsa Yeni Kantç’ı dil ve üslup bile çamura saplanıp kalıyor o derdi-kederi- tıkanlıklığı aktarmak için. Akıl yoluyla kavramak, yanıtlar aramak, ifadelerimizdeki kesin cesaretin yolunu kesmemeli. Eğer bu İstanbul kentinde izlediğimiz, her gün dokunduğumuz, geçmişten günümüze aktarılan izler, adımlar, kalıntılar birer yapmacık sanatsal ürünse söylenecek bir şey yok, oysa 3000 yıllık bir birikimin hiçbir adımında o izlerin sunmak istedikleri düşüncelerle bir ayrıksılık zemini görünmez, tümü belirli bir tarih, dönem, dünya algılayışı ve düşünceye dayandırılarak oluşturulmuşlar. Tek tek ve tümü, 2000 yıl önceki bir tuğla parçasından tutun, yüz iki yüzyıl önceye tarihlenen ve nerdeyse hala tüm yaşamımızın işaret taşlarına dönüşen o şaheser mahalle anıt taşları, mezar başlıkları ve çeşmeler, sebillere kadar.
Peki bizler ne yapıyoruz? Adım adım ve binlerce yıla yayarak o ihtişamı, estetiği, tarihi, mimari dokuyu bize bir emanet olarak bırakanlara karşı nedenli vefalı davranıyoruz?
Son dönemlerde kentin üzerinde bir “Vandal” ruh dolaşıyor! Önüne geleni tahrip ediyor, yakıyor, yıkıyor! Adeta kentin tüm tarihine, mimarlık mirasına meydan okuyor!
Ve bu gidişatın ilk majör ürünü Dolmabahçe Sarayının avlusuna her türlü yasa çiğnerek gerçekleştirilen Otel projesidir. İstanbullunun elinden alınan o “Cennet Bahçesi”ne zamanında sesini çıkaramayanlar şimdilerde ise adım, adım yok edilmeye çalışılan, tahrip edilen çok daha başka güzel değerlerinin hazin, dokunaklı öykülerine tanıklık ediyorlar. Bizler Borges Defteri olarak o anıtlar, güzelliklerin üzerine olanca kin ve nefretle uzanan “kirli” ellerin geride bıraktıkları “çirkinliklerin” bir kısmını buradan yansıtıyoruz. Daha dün, Boğaz kıyısında koskoca tarihi yalıların içlerii boşaltılarak yangına kurban edildiler, tarihi kapıları bir süre sonra İstanbul'un herhangi bir “Bar”ın giriş kapısı olarak "derdest" edilerek yerlerine teslim edildi. Şimdi merak ediyoruz İstanbul’un bu orta yerindeki tarihi Maçka çeşmesinin muhteşem güzellikteki paneli ve( önyüz ile simterik olan) arka yüzü olduğu gibi hangi lanet evin, veya yalının süsü olmuştur? Bu “katliamı” bu kente kimler reva görüyor? Hangi vicdan, hangi akıl o hunharca katl edilen çeşmenin benliğine, vicdanına dokunabilir? En önemlisi tarihin bu hüzünlü tanığı şimdi nerde? Kimin avlusundaki çeşmeyi veya hangi “viranehaneye (yalı, suni saltanat- yeni yetme zenginliğin, kültürsüzlüğün, kitch hayatın) süs olmuştur?
Bu şehir, bu tarih, bu miras bu çeşmeler bu sebiller bunca mı sahipsiz? Bunca mı kimsesiz?
Bunca mı her türlü çirkin ve kin,nefret kokan ellerin emellerine açık?
Suyun bir görkemli tarihi ve öyküsü var bu şehirde, bu öykü bu güzelim abideler, bizi biz kılan değerlerdir- tek tek- , birer birer yok edilecekler, kendi hallerine terk edilecekler(Amerikan pazarının hemen arkasında bütün ihtişamıyla kendini korumaya alan! Saat Kulesi gibi) kıyıma uğrayacaklar ve biz, siz, hepimiz sadece günlük politik çekişmeler, suni kavgalar, derbederlik zemininde bu durumlara duyarsız, hissiz, buz tabakası gibi bakacağız-davranacağız? Öyle mi???
Bu her şeyden öte kendimize, tarihimize, mimari üslup ve birikimimize karşı sergilediğimiz “vicdansızlık” olur! Tarihin geçmiş sayfalarında yani ‘geçmişte yaşanmış olanların hepisi bugün bizimle birlikte yaşarlar. Kuşkusuz hiçbirimiz kaba, bize emanet olarak bırakılan güzelliklere umarsız bir ev sahibi olarak davranmak istemeyiz…
İstanbul Anıtlar Yüksek Kurulunu (1 Numaralı bölge kurul üyelerini, ki biliyoruz kentin birçok noktasındaki tarihi değerlere çok hassas ve duyarlı bir tavır sergilemişlerdir) ve Büyükşehir Belediye’mizin konuyla ilintili sorumlu müdürlüğünün dikkatini çekmek istiyoruz. Lütfen Beşiktaş ve Maçka semtindeki bu tarihi çeşmelerin iç burkan sesine kulak verin, bu güzide semtlerin sembolleri olan abidelerimizin göz göre göre yok olmasına, tahrip edilmesine duyarsız kalmayalım.
Bu en güzel abidelerimiz, mimari mirasımız sayılan çok önemli iki çeşmenin perişan halini sunuyoruz. Sesiniz, elleriniz, ruhunuz bir çember olsun ve var gücümüzle kentin bu her an bize göz kırpan muhteşem güzelliklerine, izlerine sahip çıkalım.
‘İnci, bir kum tanesinin etrafında acıyla örülü bir tapınak’ olmasın bu kez!

BORGES DEFTERİ

(borges defteri tarafından çekilen film ve fotoğrafları dikkatlice irdeleyin lütfen ve bu yazıyı ulaşabildiklerinizle paylaşın)
daha fazla bilgi, iletişim için: defterposta@yahoo.com)


2+2 // Şiir


Free Image Hosting at allyoucanupload.com



Zehrin Tini

Dün gece bir iguana yuttum
Bana hep bir imge olarak gözüktü kabusum
Küçük bir Şili kitabından sızmış yazgıdır
Mutlak gelecekten geri dönecektir
Orospu olsa da hece
Kanar vakitsiz gece gece
Zehrin tini ölü eti
Hissizliğin rengidir sadece gece…

Dedim baldırandır içilmez mi?
Çölün rüzgarına karışmış bir Kerbela sözüdür
Utanç bitti; alış ruhum sessiz geceye
Ağır aksak kaldırımlar boyu ilerler
Durur zaman stigmata stigmata
Dedim baldırandır içilmez mi?
Vuslat zehrini Azrail pusuda bekler


Biliyorsun sevgilim ben hastayım
Şimdi asitle yıka ruhunu
Kaynasın günahlarınla etin
Soyun tüm kirini Hallac’ı düşün
Hissizleşti bu küçük tatminle gece
Hissizdi aslında hep hecegece
Dedim baldırandır içilmez mi?

Bana hep bir imge olarak gözüktü kabusum
Ve kırdığım kalbim değil;
Kalemdir!

Şiir: Rafet Arslan

* * *

Trapez

iki şehir arasında
bir uzun yol:trapez

iki bayram arasında
bir sızı ki görünmez

şehirleri geç e geç e gelir de
bir şiirden geç emiyor bu cambaz

iki dudak arasında
bir kayıp söz .unutkan
avucunda gezdirir de kalbini
bir yokluğa sığamaz

iki nehir arasında
tek kürekli o kayık
iki dalga arasında
bir limana varamaz

iki sokak arasında
yüzümüze vurup
geçen o rüzgar
iki yaprak arasında
bir serinlik olamaz




iki bulut arasında
sıkışıp kalan o yağmur
iki öfke arasında
bir boşluğa yağamaz.

iki nefes arasında
geçip giden ömrümüz
iki heves arasında
bir güneş ki doğamaz.

Şiir: Sabahattin Umutlu

* * *

Başkalaşım

"arasak bulamayız gölgemizi
hangi suya baksak namevcuduz." (c.s tarancı)


/
damarlarımdan
çalımlı ırmakların gökyüzüne değdiği yerde
vaz geçtim.
bi’bahar sabahıydı (anımsıyorum)
kumruların sustuğu bi’sabahtı.
çalımlı ırmaklar gökyüzüne boşalıyordu. gördüm. utandım.
damarlarıma baktım
aynı tonda akıştılar. gökyüzü gibiydi içim.
aynı ıslaklıktılar aynı genişlik
biri birine karışıyorlardı
da ben kaçırıyordum aklımı.
kuşların kanatları vardı. herkes bilir bunu. ama ben içimdekileri diyorum:
kanatsızdılar. gördüm. kıskandım.

geriye doğruydu her şey.

suyu tekmeleyen bir çocuktum da sanki bi’kadının rahminini oyuyordum.
mezar kazıcılar
günahlarımın affı için dua ezberliyorlardı: yüzüme bakarak.
tef sesi gerginliğinde
kanun sesi katılığındaki yüzüme.

geriye doğru bi’akışta bütün ırmakları kanımdan geçirdim
neye baksam iğdiş edilmiş masal kokuyordu her şey:
çizmeli kedi kırmızı başlıklı kızın ırzına geçiyordu.
altı cüce kurtla dansa başlıyordu.
yedincisi rapunzelin peşinde.
ben vaz geçiyordum damarlarımdan
her şey kör kütük karışıyordu diğerine.

balonu üf’leyen çocuktum da sanki bi’kadının nefesi ile uzuyordum göğe.

vaz geçtiğimi sanıyordum damarlarımdan.
“hiç olmadılar ki vaz geçesin” diyene dek onlar.
onlar ki yüzümde buhurdan ve efsunla türlü çengideydiler.
dert ehliydiler sonra: “armudi kemençe sesi kadar yoksun” dediler.
“ben yok olansam siz kimsiziniz” dedim.
sustular. kanatları vardı.

çocuktum sanki. bi’kadının yüksek topukları ile kanatıyordum masalları.
uzayan saçlarının kurtarıcılığını
eril bi’güce bağışlıyordu rapunzel.
kendisini kurtaranın kendisi olduğunu bilmeden!
çocuktum. kadınlığa özenen bir ruj rengiydim her yere bulaşan.
kendimi yok sayıyordum da böylece kendim oluyordum!
“hiç olmadın ki yok sayasın” diyene dek onlar.
rapunzel kesiyordu saçlarını.

durdum.
gece oluyordu.
her şey olmaması gerektiği zamanlardaydı.
yağ döken bi’çocuktu kumru: sesindeki yakarıştan anlıyordum.
yüzümde kıptî: “geceler dişidir” diyordu. ben gündüz oyunuydum.
udi
tanburi
kanuni
çekip gittiler yüzümden
flüt sesi kararsızlığında kanatları vardı.
gece oluyordu:
bi’ırmaklara baktım. bi’göğe
damarlarım mı?
onu boş verin:
kendimi ayak parmaklarımdan astım!

hiç (bu kadar dişi) olmamıştım/

Şiir: Ela Dincer

* * *


OLMAYA DEVLET CİHANDA

Pek muhterem
Ali Osman efendi
Saye-i İkbalinizden
Ve nikbet-i rüzgarımızdan
Yusuf yusuf
Yusuflayarak
Mektubime
Başlayorum.

Size bu mektubiyi
Kutuplara doğru topuklamış olan
Üzgün develerin
Bakış açısıyla yazıyorum.
Siz buna bakış açısı diyebiliyor musunuz?
Ben diyebiliyorum.
Lakin şu bıkıp usanmadığınız
Ali-Cengiz oyununda
Beni orada da bulacağınızdan
Ve üzerime
Çığ olup
Yuvarlanacağınızdan
Dakka şüphe etmiyorum.
Bazı şeylerden şüphe etmek bana göre değil.
Şüphe ve kibir içinde yanan bu kellenizi
Nice harici harp uğrunda
Dahili bir barış havasıyla
Yaslar iken
Puantili kravatıma,
Peki siz işkilli efendicim söyleyin;
İlahi şüpheci
Rene Descartes’in
Hayvanat-ı ehliyeyi
Hissiz mekaniklerden sayıp,
Bu zannından da
Dakka şüphe duymayıp,
Onlar üzerinde en caniyane deneyleri yapacak denli
Saf ve budala bir kişi
Olabileceğinden
Ve nihayet
Ayıların ülkesi Stockholm de
Bir kış günü soğuk alıp ölebileceğinden
İşkillenmiş miydiniz hiç daha önce?
Fakat yine de şuurumun kopçasını
Kırbacınızla açmış olmanız
En caniyane bir davranışınız
Sayılmazdı.
Peki benimle
Nal ve mıh suretinde
Bir isim bir resim ve bir hüviyet
Kesinliğinde
Konuşan
Ve yüzünüzde eski bir savaş yarası gibi açılmış olan
Ağzınıza ne demeli?
Kimim ben?
Süt kasesine oturmuş
Zarf budalası bir
Deli mi?
Yoksa
Edwin Hubble devrinde,
Bana hediye etmiş olduğunuz
Şu onyedinci asır dürbünüynen coşup
Karanlıkta gölgenizin boyunu ölçmeye
Devam edeceğimi mi düşünmüştünüz?
Ne diye?
Üzerinde pirzolanız yapılası
Mangal yüreğimden fışkıran
Bir cesaret ve heva ile
Yazdım bitirdim
Kıvırdım vasiyetimi.
Daha fazla bölünemez olan bir şeydir deyi de
Son bir işaretle koyup cümleye
Nokta kadar bir vatan bağışladım hepinize
İyi ettim mi?
Şimdi buçuğa beş kala
Sıcak kurabiye mevzuatı üzerine çalışmak istiyorum biraz da.
Amma
Mr. Göbel çelik konstrüksiyondan
Personel mevzuatı
Sipariş etmiş,
Bunun insan ve hava geçirmeyeni
Makbul ya.
Kolay iş.
Beni bu sizli bizli
Ortaçağ diline
Mahkum ettiğiniz için de
Utanmalısınız kendinizden
Kınıyorum hepinizi,
Öpüyorum ileri gelenlerinizi, FİNİŞ.


Şiir: Sibel Danande







Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***