BİRDEN
sehpada açık kalmış bir kitap
loş duvarlarda
kilim bir kenarından hafif kıvrık
pencere biraz açık
sigara yanıyor
iki nefeslik kül biriken ucundan
duman duman akıyor odanın içlerine
dümdüz ve hissiz
dışarıda koca bir dünya
yürüyor üzerime
yürüyorum usumdan çıkarak
ne denli istesem anlamaz zaman
onu nerede bulsam
binlerce emek bir ekmek için
kaçışır olur olmadık semtlere
ne duyacak halleri vardır beni
ne bir satır okuyacak boş bir anları
içimde bomboş kalmış odam
apansız terk edilmişim.
***
Bir resmin üzerinde biriken su, sonraki mevsimin sebili…
Öncülü kalmayan tüketici mantığında, reklâm arasına serpiştirilmiş domates zeytin çimlenmesi. Ha(!) patladı, ha patlayacak bomba. Terörist belli. Güçlünün sesinde içten içe serilip yitmiş kimsesizlik o; çocuk cesedi.
Satın alınası aydınlar, karşılığı belli bir ödülsüzlük.
arnavut kaldırımlarında fırça
boyarken siyahın karasını
sapında bir umut kaldığını kim bilebilir
eruh’ da bir boşnak
kudüs gibi ölmüştür
nedir o günlerin tuvalinin çerçevesi
patlamış bir sokak gibi kokan palet
neydir uzayan sesinde
sazlıktan henüz kesilmiş
zerreyi kopartan ruhun çemberi
modası geçmiş
O suların gammazladığı yeni kaderleri sınırsız fırsatçılara sunmuş evrim. O damlaların içeriğinden akan sonsuz volkanları koklamış, çekmiş içine. Öldü diye özrü olmaz ya, sahibinin sesi adına özürle bizdendir.
nereden bilebilir_is ki
kıymetlimiss “lord of the rings'de gollum'ün yüzüğü
adlandırış biçimi”
bendinden henüz boşalmış
alık mor
tüm renkleri bütünleyeceği
batık bir geminin pruvası kadar ateş
toplar yağmurunca ‘gri’ ye “şimşek”
“ayrılıklardan nasıl”
Usulca ilerler. Bir adım öne yükselse de göçmen, kuşları kaçırır gökyüzüne apansız mavi. Herkes şehit, herkes aldanışın Sokrates’ i, baldıran yudumlayan sevgili. Herkes şahit.
her kara parçasında teklik
bozuk paralar kadar gerekli
harcanış
ucuza kendi kendiliğini
bir yalan adına servet
boğaz tokluğuna
ardından vurulan keklik
Öykünün başlangıcını unutan birinin serzenişi gibi susar gece. İçine yayılan bu ince nefeste öğlen yemeği sırasından kurtulmuş çırak çocuk. Tabldot usulü doyuşunun kaçıncı ortasındadır kim bilir?
ama sandıklardan alınan bir şey
naftalin kokulu dönüşüm
kozasında kalan ipek
son kez dönüp ardına
incelen acemi nakış
ki o bakış
ayrı ayrı örülemeyecektir bir daha kilimde
Kim bilir? Sadece zaman…
kimse anlatmakla oyalanmamalı siyahı
aldanmakla
herkesin bildiği bir renktir bu
boğulur boyandıkça karanlığı
Söylese ayıp kaçar. Az önce o da öldürdü sivrisineği.
kendi kendine aldığı canı
sadece kendine
harcar köprülerde anılan
akışkan yakarışın tepelerine düşen kızıl
kalanı dönüştüren yoktur
çünkü herkes harcamakla meşgul
böyle susar karanlık kaldırımlara
ıslak ve eski bir resmi
susar böyle
her mevsim önce kendine
yemin edebilir kıymetli_miss “lord of the rings'de gollum
yine”
ufo’ lar harcar ikilemi
hani suç
uzayda “kim vurdu” ya gider
denilesi bahtiyar
dahası söylenir mi
söylenir
sifon kanala
her mevsim öncesindeki atığın sebebi
bir nevi şikayet
resmin üzerinde biriken su
sonraki mevsimin sebili
Bir nevi kavuşulmuş orman, zifir gibi, aysız. Kendinden sonraki susuz dere yataklarına!
Ömer Serdar (Ayvaşa)
borges defteri |
Tarihi ortaya çıkarmaya gerek yok, o zaten bir gün
kıymık halinde gözlere batacak. Tanığın tarihi yeniden yazması. Bu görev, ona,
tanık olana verilmemiştir. Tanıklığı yüceltmeden, ona anlamlar atfetmeden
önce tanığı iyi tanımalı. Onun felaketle doğrusal bir ilişkisi yoktur. Felaketin
içinden çıkıp tekrar ona mahkum olan bir kişidir. Sonsuza dek sürüp giden bir
hareket. Her dile geldiğinde yeniden kurulan keder
sahnesi. Yasın felaketi "içe" taşıması. Ya felaketi, tanığı
yazmak? Tarihin iki boyutlu bakış açısından kaçınırken edebiyatın estetsize etme
merakına tutulmak.
Tanık, kaderini bu çizgisellikten kurtarmalı.
Gerekirse soyut anlamda felaketi yeniden yaşamalı, yeniden konuşturulmalı. Ya
susuyorsa?
O zaman anlattıklarımızla değil, anlatıl(a)mayanlarla yol almalı.
ilk kim haykırdı: umut var!
ilk kim haykırdı: insan var!
ilkin güvercinler haykırdı: ölüm var!
Evet, dostum,
O uzun Haziran gecesinde, gaz ve plastik mermilerin üzerimize yağmur gibi
yağdığı gezi’deki gecenin sabahında, ömrüm boyunca unutmayacağım sözcükleri
sıralamıştın, hala kulaklarımda, beynimde yankılanıp duruyorlar:
-"
Derler ki: Felaket, yasın ıslandığı yerde başlar".
-
"Ne söyleyebilir ki insan?"
Bu kez,
-Sen dur,
Çözer bu düğümü zaman ve doğa.
Direneceğiz; zamana, kansere, yaşamın tüm zorluklarına karşı.
“Uslu dur,
ruhum, uslu;
Gevrektir taşıdığın kollar…”/
Housman
Doruk