Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



:: Öykü :: / Çam Ağacı // Buket Kundur



Perihan’ın mutfağında sabahtan beri hummalı bir çalışma vardı. Geceden ıslattığı buğdayı, fasulyeyi, nohudu koca bir tencereye koyup ocağın üzerine yerleştirip altını yaktı. Mutfak masasının üzerinde her birini sabırla küçük, küçük doğradığı kayısı, incir ve elmanın üzerine rendelenmiş portakal kabuğuyla yıkanmış kuru üzümleri de ilave ederek hazırladığı malzemeleri tencerede kaynamakta olan helmelenmiş karışımın üzerine döktü. Tahta kaşığın ucundan üfleyerek tadına baka, baka şekeri koydu en son. Kıvamının iyi olduğuna kanaat getirerek büyük bir kepçeyle tezgâhın ve masanın üzerine dizili cam kâselere
aşureyi boşaltmaya başladı. Taneler, içinde yüzdüğü sıvıya asılı kaldığında sonuç başarılı demekti, dibe çöküyorsa fena. Bu gözlemi ta küçücük bir kızken gelin geldiği koca evinde, rahmetli kaynanasını sürekli izleyerek edinmişti Perihan. Bu kızın eli her işe yatkın derdi kaynanası onun için, ustanın yanında çıraklık dönemini tamamladıktan sonra aşure yapımında boynuz kulağı geçmişti artık. Onun yaptığı aşureyi yiyip de tarifini sormayan yoktu. Her seferinde malzemelerini tek, tek sıralar ancak kaynanasından kaptığı püf noktalarını
kendine saklardı. Bunlar yalnızca gelinine aktaracağı geleneksel mutfak sırları olarak kalacaktı oğlu evlenene kadar. Muharrem ayını da bahane ederek o gün duaya gelecek olanlar özellikle aşure yapmasını isteyince, sevabının kayınvalidesinin ruhuna ulaşmasını dileyerek seve, seve kabul etti Perihan.

Kâselerde dumanı tüten aşurelerin üzerlerine bir kaç damla gülsuyu gezdirdikten sonra süsleme bölümüne geçti. Önce kavrulmuş susam, ardından fıstık, kuş üzümü, iri kıyılmış ceviz ve son olarak da nar taneleri… Hazırladığı kâselere bakıp mükemmel göründüklerini düşünerek, misafirler gelmeden eksik gedik var mı diye kolaçan etmek için salona yöneldi.

****
Sabah saat tam yediyi gösterdiğinde Azim gözlerini açtı. Karısı yatağın diğer tarafında hiç kıpırdamadan, yorgana sarınmış uyuyordu. Her gece yatarken kombiyi kapattığı için o sabah da evin içi çok soğuktu. Avuç içlerine hohlayarak ellerini ısıtmaya çalıştı. Banyoya girip uzun, uzun işedi, yüzünü yalap şalap yıkadıktan sonra yatak odasına döndü. Geceden teperek yere çıkardığı pantolonu ile sandalyenin üzerinde duran kazağını çabucak üzerine geçirip parmak uçlarına basarak sessizce odadan çıktı. Salonda yüzükoyun yatmış, sağa sola açtığı kolu
bacağı daracık kanepeden taşan oğlunun üzerini örttü. Portmantoda asılı kabanını giyinip, yeşil kukuletasını kafasına geçirdikten sonra kapıyı kapatıp çıktı.
Her kattaki dairenin kapısını tek, tek dolaşıp, akşamdan bırakılan notları elindeki küçük deftere kaydetti. İki ve beş numara kapıya torba koymuştu, bu ekmek alınacak anlamındaydı. Bir numara her sabah küçük kızı için bir kutu günlük süt ve cumhuriyet gazetesi beklerdi. Üç, dört ve altı numara için her gün gazete koyardı kapıya. Sadece altı numara arada bir okuduğu gazeteden sıkılıp başka gazeteye geçer, birkaç gün denedikten sonra tekrar eski gazetesine geri dönerdi. Diğerleri taşındıklarından beri aynı gazeteyi istiyorlardı. Azim servis
sepetini alıp binadan çıktı. Hava çok soğuktu, bu gece kesin kar yağacak diye geçirdi aklından. Kokusundan anlamıştı. Hava tahmini konusunda yıllar önce inşaattan düşüp beş yerinden kırılan koluyla, küçükken dedesi tarafından eğitilmiş burnu hiç şaşmazdı. Servisi bir an önce bitirip bahçedeki ağacı süsleme işine koyulmak istiyordu. Bugün yılın son günüydü ve sokaktaki diğer binalar gibi onun binası da süslü olmalıydı.

****
Uzun zamandır sabahları zor kalkıyordu Cemal. Uyandığında içini nedenini bilmediği derin bir sıkıntı kaplıyor tüm vücudu gece taş taşımış gibi ağrıyordu. Özellikle bu sabah ki gibi karanlık ve kasvetli havalarda canı yataktan çıkmayı hiç istemezdi. Belki de gözünü kapayıp, yorganı üzerine çekerek tekrar uykuya dalabilirse, tüm sıkıntılarından ve ağrılarından kurtulmuş olarak yeniden uyanabilirdi. Ancak yatakta ne kadar debelenirse debelensin, o huzur veren ikinci uyku gelmezdi bir türlü. Çaresiz kalkıp memuriyet zamanlarından kalma alışkanlıkla traşını oldu, karısının hazır ettiği ütülü kıyafetleri giyinerek mutfağa geçti. Ocakta kaynayan çayın buharından buğulanmış camı eliyle silip dışarıya baktı. Alt kattaki öğretmen hanımın küçük kızı servise binmiş giderken annesine el sallıyordu. Onları öyle görünce yüreği cız etti. -Hiç kızgın olmadığın halde bazı insanları görmek istemezsin, işte ben de bu anne ile kızını hiç görmek istemiyorum, dedi karısına. –İlahi Cemal, neler saçmalıyorsun öyle? Ne yapsınlar, kime ne zararları var ki? Doğru, kime ne zararları var ki diye düşündü Cemal. Kapıdan gazetesini alıp masaya geri döndü. Demli çay ve kızarmış ekmek kokuları arasında sıkıntısı bir nebze hafiflemişti. Karısı bardaklara çay koyarken, kendisi gazeteyi gözden geçirdi. Sayfayı çevirince tanıdık bir sima ilişti gözüne. Gözlüklerini takıp resme dikkatlice baktı ve altındaki haberi okudu. –Bizim müftünün hakkında zimmete para geçirmek ve partiye zorla oy
toplamaya çalışmaktan soruşturma açılmış baksana diyerek gazeteyi karısına uzattı.

****
- Bir an önce gitse de kafamı dinlesem diye aklından geçirdiği an büyük suçluluk duydu Pınar, servisten el sallayan kızını gördüğünde. Olur olmaz nedenlerle evde çığlık çığlığa ağlayan kızını susturmaya çalışırken, o uyuyup yalnız başına kaldığında ne izlediğini anlamadan televizyona bakarken, bayramlarda, yılbaşlarında herkesi tatlı bir koşuşturma içinde gördüğünde, kızı her sabah uyanıp okula gitmeyeceğim diye ter, ter tepindiğinde kocasına ölesiye öfkelenirdi Pınar. O gece içkili olduğu halde işyerinden gelen acil çağrı üzerine arabaya atlayıp gitmeseydi şu an yaşamları çok farklı olabilirdi. Polis gecenin bir vakti arayıp kocasının kaza yaptığını bildirdiğinde önce kendisini suçladı ayaklarına kapanıp yalvarmadı diye, ya da huysuz bir kadın olup gitmesine mani olmadı diye… Olan olduktan sonra, keşke’ lerin anlamını yitirdiğini sadece kaybedenler bilir. Pınar geç yaşta bulduğu aşkını, kızının babasını, can yoldaşını kaybetmişti. Onsuz devam edemeyeceğini her düşündüğünde
kızına gitti gözü, o ne olurdu?
Pılını pırtısını toplayıp kaçtı, kocasıyla hatıralarının olduğu o uğursuz
şehirden ve onu kimsenin tanımadığı, hikâyesini bilmediği bu koskoca kente geldi. Yabancı ve ürkütücü bir kalabalığın içinde kızıyla birlikte
yapayalnızlardı İstanbul’da. Pınar ne kimsesi olsun, ne de kimsenin bir kimsesi olsun istiyordu. O söylediğinde - merhaba’ lar mesafeli, - görüşürüz’ ler elveda der gibi çıkardı hep ağzından. Bir süre sonra apartmanda ki insanlarda, okulda ki meslektaşları da hikâyesini öğrendiler. İlk duyduklarında ne diyeceklerini bilemediler. Sonra vah vah! lar, ölenle ölünmez! ki ler çıktı ağızlardan. Onların gözünden durumun içler acısı olduğunu görmüştü Pınar. Kızının da aynı
şeyi görmesinden korkarak herkesten uzak durmaya karar verdi. Artık sadece yolda karşılaştıklarında gözlerini kaçırarak başlarıyla selam veriyordu apartmandakiler. Hatta kapısının açıldığını duyan, aşağıya inmek için onun eve girmesini bekliyordu yukarıda. Onların acınası yalnızlığını uzaktan izleyenler için vicdani bir yüktü kızı ve kendisi. Servis gözden kaybolana kadar dualar etti ardından, ikna olmadı tekrar diledi, sonunda hepsi aynı kapıya çıkan tek bir yakarış kaldı dilinde -kızımı bana bağışla, onu elimden alma! Evine döndüğünde üst kattan bir bağrışma koptu. Müftünün iki kızı yine birbirlerine girmişlerdi.

****
Azim, sabah servisinin ardından binanın günlük temizliğini de tamamlayıp, altı numarada oturan yöneticiye çıkıp kapısını çaldı.
-Abla, Cemal bey müsaitse bir diyeceğim var kendisine…
Az sonra okuma gözlüklerinin üzerinden soran gözlerle bakarak Cemal belirdi kapıda. Azim heyecanla bu yılbaşı için bahçedeki çam ağacını süsleme planlarından bahsetti ona. Eğer o da uygun görürse, hemen gidip ağaca rengârenk yanıp sönen ışıklardan almak istiyordu caddedeki dükkândan. Önceden baktığı için tüm modellerin fiyatlarını da sıraladı ayaküstü. İzni de, parayı da alıp merdivenlerden aşağıya inerken, -ağacı öyle güzel süsleyeceğim ki, binadakiler bayılacak diye geçirdi içinden. Azim elinde tüm malzemelerle bahçede ağacın çevresinde dolanıp, kablonun ucunu en yakın hangi prize takabileceğini düşünürken kapının önünde büyük beyaz bir minibüs durdu. İçinden, yalnızca yüzlerini açıkta bırakan siyah çarşafa bürünmüş on, on beş kadın indi. Azim’in yanından geçip binaya girerken bir yandan da çarşaflarının ucuyla yüzlerini örterek yan gözle onu süzdüler. Azim şaşkındı, değil binaya bu sokağa bile daha önce böyle tiplerin geldiğini hiç
görmemişti. Hemen önlerine geçip kimi aradıklarını sordu. İçlerinden en yaşlı ve otoriter görüneni, -Perihan hanımlara geldik, burada oturmuyor mu? diye diklendi. Azim, kadınların yollarından çekilerek geçmelerine izin verdi, yine de doğru söyleyip söylemediklerinden emin olmak için apartmanın girişinde Perihan’ın kapısı açılana kadar bekledi. -Bu kadınlar ne yapmaya geldiler ki buraya? diye düşündü.
****

Bütün kadınlar kapıda ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiklerinde Perihan’ı bir telaş aldı. İlk defa evine gelen bu kalabalığın içinde sadece iki üç kişiyi tanıyordu. Fatma hoca ile kuran kursundan bir arkadaşın evinde yapılan hatim duasında tanışmıştı. O günden sonra davet üzerine birkaç kez ev toplantılarına katılmış, sıranın ona geldiği hoca tarafından duyurulduğunda hem sevinmiş, hem de heyecanlanmıştı. Böylesi hayırlı bir birlikteliğin onun çatısı altında gerçekleştirilmesi evin betini bereketini arttıracağı gibi içinde yaşayanların sevap hanelerini kabartacak, yapılan dualardan ölmüşlerin ruhu da nasiplenecekti.


Fatma hoca kırk beş, elli yaşlarında iri yarı, boylu poslu, çatık kaşlı, delici bakışlı bir kadındı. Eve girer girmez aptesimi tazeleyeceğim diyerek banyoya koştu. Salona girdiğinde tüm kadınların çarşaflarını çıkarıp çeşit, çeşit renkli kıyafetleriyle ortadaki sehpanın etrafında minderlerin üzerine oturmuş kendini beklerlerken buldu. Kadınlar şöyle bir doğrulup onu başlarıyla selamladıktan sonra, aralarındaki en kocaman yastığa oturması için birbirlerine yanaştılar. Fatma hoca, Perihan’ı yanına çağırıp dudaklarını hiç kıpırdatmaksızın ağzının içinden konuşarak ortadaki sehpaya bir sürahi dolusu su ile küçük tabaklar
içinde çörek otu, pirinç, kesme şeker ve tuz koyması gerektiğini hatırlattı.
Perihan elinde kocaman bir sini ile salona döndüğünde dua başlamıştı. Siniyi sehpanın üzerine yerleştirip, daire şeklinde oturan grubun arasında mutfağa en yakın boşluğa sığıştı.
-Şimdi hep birlikte zikir yapalım kardeşlerim. Hocanın bu teklifiyle, uzun süre hareketsiz durup dinlemekten üzerlerine uyuşukluk çökmüş olan kadınlar oturdukları yerden sırtlarına dikleştirip birbirlerinin kollarına girerek zikir törenine hazırlandılar. Fatma hoca dairenin ortasında, çevresindeki kadınları bakışları ve ağzının içersinde yuvarlayarak çıkardığı birkaç kelime ile idare ediyordu. “Allah, Allah hu Allah” nidalarını tekrarlayarak hep birlikte kafalarını sağa sola, aşağı yukarı sallayarak hareketlenen grup, bir süre sonra galeyana gelerek temposunu hızlandırdı. Aynı hareketleri ve sözleri tekrarlaya,
tekrarlaya yekvücut halini alan grubun içinden bir kadın kendini o kadar fazla kaptırmıştı ki bir anda ileri geri sallanan vücudu kaskatı kesilerek dairenin orta yerine yığıldı kaldı. Perihan kendini gruptan koparıp kolonya getirmeyi akıl etti. O yerdeki kadının bileklerini ovalarken, diğerleri daireyi bozmadan ayağa kalkarak tekbirlerini söylemeye devam ettiler. Salonun ortasında dönerek zikir yapan grubun ayakları altında yer sarsılıyordu. Fenalaşan kadın yüzünden
dikkati iyice dağılan Perihan az önce hanım hanımcık oturdukları yerde gözlerini süzerek okumalara katılan kadınların o hallerini görünce gülmekten kendini alamadı. Ancak hemen ciddileşip, fenalaşan kadını da kaldırarak ortadaki daireye dâhil oldu. Aynı anda kalabalıktan bir çığlık koptu. Kadınlardan biri cama yapışmış, aşağıda ışıkları yanıp sönen çam ağacını gösteriyordu. Tüm grup camın önüne üşüştü. Hepsinin de gözlerinde dehşete kapılmış bir ifade vardı. Perihan
cama koştu ve bahçede renk cümbüşü içinde yanıp sönen ağacı hayran, hayran izleyen Azim’i gördü. Ağaç çok güzel görünüyordu, peki bu insanlar niye bu kadar dehşete kapılmışlardı ki?

-Perihan kardeş, bu çam ağacı süslemek de nedir? Bu gâvur âdetinin Müslüman bir mahallede ne işi var? diye gürledi Fatma hoca. Çok büyük bir suç işlerken yakalanmışçasına ezilip büzülen Perihan bir iki laf geveleyerek başını önüne eğdi. –Hemen çağır söyle o adama, söndürsün o ağacı, yoksa şu anda birimize bir şey olursa maazallah hepimiz gâvur gideriz öteki âleme diye buyurdu hoca.

****
Pınar kızıyla birlikte servisten inip bahçe kapısından içeri girerlerken,
annesinin elinden kopup merdivenlere koştu küçük kız.

-Anneeeeeee, ne güzel çam ağacı değil mi? Bak ışıkları yanıp, yanıp sönüyor üstelik. Eve girmeyelim anne lütfeeeeen. Pınar uzun zamandır ilk defa bu kadar neşeli görüyordu kızını. Üşürüz, üstümüzü değişelim de öyle çıkalım dediyse de söz dinletemedi. - Azim amca, sen mi süsledin bu ağacı? Göğsünü kabarta, kabarta
–ben süsledim, nasıl beğendin mi? dedi Azim. Çocukla konuşurken yukarıdan Perihan’ın kendisine seslendiğini duyup kafasını kaldırdı. –Azim efendi, hemen bir baksana bana.


****
-Yok, olmaz böyle saçmalık. Nasıl karışabilirler ki bahçedeki ağaca? Cemal bey ne diyor bu işe? Azim’den işittiklerini havsalası almıyordu bir türlü Pınar’ın.
Kızını Azim’in karısı Zümrüt’e emanet ederek yöneticiye çıkıp konuşmaya karar verdi. Cemal kapıyı açar açmaz karşısında Pınar’ı görünce irkildi. Daha buyurun, ne vardı? diyemeden konuşmaya başladı kadın. Bu çam ağacı süslemesi başına dert olmuştu. Bir yandan bunu şeytan icadı olarak gören dört numara, diğer yandan kızım da, kızım diye tutturan, böyle şeylere pabuç bırakılırsa yarın bir gün başımıza çok daha beter şeylerin geleceğine inanan Pınar. Ne diyeceğini bilemedi. Bu zamana kadar hiç sorunsuz götürüyordu ne güzel, Azim de nerden
çıkarmıştı ki şu ağaç süsleme işini. Cemal’in arkasında onları dinleyen karısı ısrarla içeri buyur ettiyse de razı edemedi yüzüne kızgınlıktan kan yürümüş genç kadını. Cemal bir karar verememekte, verilen kararın da sahibi olmamakta direniyordu. Kendi dışında gelişip bitmesini istiyordu bu karmaşanın. Pınar kararlıydı, gidip dört numaranın kapısını çalacaktı. Merdivenlerden hışımla inip Perihan’ın ziline bastı. Cemal ve karısı kapılarını kapatmamış, yukardan sessizce olacakları izliyorlardı.

Kapı uzun bir bekleyişin ardından açıldığında, baştan ayağa kara çarşaflara bürünmüş, gözlerinde kızgın ifadelerle kendisini süzen kadınlar ordusu ile karşı karşıya kaldı Pınar. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak tüm nezaketi ile bahçedeki çam ağacının ışıklandırılmasına neden karşı olduklarını sordu. Kadınlar hep bir ağızdan, - bu gâvur icadıdır, biz Müslümanlar yılbaşı kutlamayız dediler. Pınar bunun yılbaşı kutlamakla ilgisi olmadığını, görüntüsüyle insanları mutlu etmekten başka bir amacı olmayan bu süslemeden kimseye bir zarar gelmeyeceğini anlatmaya çalıştıysa da, sözleri kapıdaki
kalabalığın uğultuları arasında kaybolup gitti. Komşuyuz, yapmayın böyle diyecek oldu, kimseyle komşuluk yapmadığını hatırladı. Ama eğer komşu bile olsalar, söz dinleyemeyecek kadar kontrolden çıkmıştı kalabalık. Sustu ve arkasını dönüp aşağıya indi. Perihan arkasından usulca kapısını kapatıp içeri girdi. Yukarıda, konuşulanlara kulak misafiri olmakla yetinen Cemal ile karısı da bir süre birbirlerine baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden evlerine girip, kapılarını
kapadılar.

Pınar eline bir balta alıp, bahçedeki ağacı yerle bir etmek istiyordu ama ağacın ne suçu vardı ki?

Buket Kundur


Özgürlük..// Walt Whitman / Çev. Sufi.



Özgürlük bir yeri terk ettiğinde
Dışarıya adımını atan ilk kişi değil
Ve hatta ikinci, üçüncü kişi de değil
Bekler ki herkes çıksın, gitsin, o en son kişidir.
Özgürlük düşüncesi ancak insanların
ölümüyle beraber yurtlarından göç ettirilebilir.

Şiir: Walt Whitman
Türkçesi: Sufi.


Kahvaltı İçin Bir Şiir..// Walt Whitman / Çev. Sufi.



Kahvaltı İçin Bir Şiir

“Aşk,
Olmak, ya da olmamaktır”
(P.Neruda)

“Celtic” çember işte,
Bir şey dünyaya gözlerini açıyor,
Bir şey dünyadan göçüp gidiyor
Sonsuz çemberin çevresinde dönüyoruz, dans ederek
Her şey kendi zamanıyla gelir dünyaya, ya da dünyadan!
Dans ediyoruz yaşam halkaları kıyısında
Ve kendi fırsatımızı yaratmak için zar atıyoruz.

Bir şey dünyaya gözlerini açıyor,
Bir şey dünyadan göçüp gidiyor
Sonsuz çemberin çevresinde dönüyoruz, dans ederek.

Şiir: Walt Whitman
Türkçesi: Sufi.


Çağdaş İbrani Şiiri..(II.) // Amir Or / Çev. Hamuş



Amir Or (1956 Tel Aviv doğumlu şair)

Tel Aviv Üniversitesi Felsefe bölümü mezunudur.1987 yılında: "maymunların gözlerine bakıyorum" diyerek, aklın yanılgılarına işaret eder. Şair Amir Or şu an İbrani dilinde şiir yazan en iyi birkaç şair arasında yer alır. Bu güne kadar kadar 6
şiir kitabı yayınlanmış. Şimdilerde "Korna" şiir dergisinin editörlüğünü üstlenmiştir durumda, "Helikon" edebiyat topluluğunun kurucusu sayılır.
Antik Yunanca diline vakıf ve bu alanda birçok çeviri yapmıştır. Antik Yunan Erotic şiirinden bir seçkiyi İbrani diline aktarmış ve bu alanda birçok yapıtı anadiline kazandırmıştır. Şiirleri dünyanın birçok diline aktarılmıştır. Türkçeye (ilk kez ) BORGES DEFTERİ sayfalarında konuk oluyor.
Nikaragua şiir festivalinde çok önemli bir şair sırf İsrail pasaportu taşıdığı için festival programından çıkartıldı. Sormak gerekiyor: Pasaportun dili ne zamandan beri şiir ve edebiyatı ekarte etme gücünü kazandı ve bu gücü kimler ve ne adına seferber edebiliyorlar? O kadim topraklarda sonsuz bir hiddet ve şiddetin karşısında ilk ciddi ve ses getiren tepkiyi ve direnci gösteren yine o toprakların sanatçıları ve şairleri olmuş, Filistin’in ses bayrağı şair Mahmud Derviş’i (ölümünden önce) doğduğu Hayfa kentinde her iki kesimden çok kalabalık şair-yazar grubu konuk ettiler, şiir akşamı düzenlendi.
Kaldı ki hangi aklı selim kalem, şair, yazar, masum sivillerin insanlık dışı bir ambargo ve
ölüm hattına mahkum edilmesine göz yumabilir? Devletlerin uyguladığı şiddetle bir şair ve ya ressamın ne ilgisi olabilir? Dünya edebiyatı diller ve düşlerle zenginleşir, Derrida’nın dediği gibi “kalmak burada ne anlama geliyor? “olmak” fiilinin bir kipliği mi?”…evet “olmak”: gerektiğinde her türlü zulma-baskıya ve her ne adına gerçekleştirilirse gerçekleştirsin tümüne, ama tümüne karşı göğüs gererek ve barış köprüleri kurarak gidilmesi mümkün yere gitmeyi denemek. "Dilde sadece kıyı vardır" başka bir şey aramak kökensel olarak cılız bir post-scriptumdan öteye geçemez. / hamuş.

Çağdaş İbrani Şiiri..(II.)


I.


Mezar Taşı Yazısı

Sen ey yaya
Yolu bir süreliğine bırak
Dut ağaçları ve asma yaprakları altında dinlen
Su, ağaçlar
Ve beyaz taş
Burada ben, kral, bir oğlan,
yalan yok!

Yüzümün soğuk mermeri
Ellerim
Ayaklarım
Giysilerim eğrelti otundan
Ve çiçekler arasına serilmiş

Ovada çok uzaklara gitmedim
Ben sadece bir kere soluk aldım ve “yaşadım”,
Ey yaya
Bir yerde
Yolu terk et ve söyle:
Ey yabani dut ağaçları yüzümü yaralayın!


II.


Bir Bardak Bira


Mükemmel katil, herhangi bir neden aramaz, dedi
Mükemmel katil, sadece içten bir amacın peşinde olur
Aushwitz’de olduğu gibi
Hayır, insanların yakıldığı fırınlardan söz etmiyorum
Ama söylemek istediğim tam da Aushwitz’de olan bitendi
Herhalde,
Çalışma saatleri dışında söndü
Bira bardağının dibindeki köpüğü izlerken
Bir yudum içti ve dedi:
mükemmel bir cinayet aşktır, dedi.
Mükemmel cinayet hiçbir “içten” neden aramaz
Geriye sadece af dilemek kalır
yapabildiğin kadarıyla.

Hatta düğümlenen gırtlağın anısı sonsuzlukta kilitlidir
ellerimi kilitleyen hıçkırıklar gibi
ceset üzerine damlayan soğuk sidik gibi
başka bir sonsuzluğu uyandıran potin gibi
Sessizlik gibi..

Köpüğü izlerken
Yeniden söz aldı:

“ elbet ki saygın bir meslek
pek çoklarını özgür bırakır
ama içten bir kıyım
tek bir damla bile kaybetmez
bebeklerin dudağı gibi
kum ve köpük gibi
senin gibi
ki duyuyorsun
ve azcık içtikten sonra baştan aşağı kulak kesiliyorsun..”


III.

Maymunun gözlerine bakıyorum


Maymunun gözlerine bakıyorum
ağaçların üzerinden
kafa tasımla oynarlarken,

uçan kartal’la beraber yükseldim
çünkü organlarım yüreğinde yer alıyor,
yeryüzü karnında.

yerinden fırlayan gözlerimi yiyen
solucanlar arasında yuvarlanıyorum.


ve yeşilim ben.

ağaçlarda yeşeririm
ve çürümüş cesedim onları besler
ah,
ey bedenim
söyle,
nasıl yeşerdin?

Şiirler: Amir Or
Çev. Hamuş

Image and video hosting by TinyPic


Küçük Şair..// J.L .Borges /Çev. B.D



J.L.Borges'in toplu şiirleri kitabında en kısa şiirinin başlığı "küçük şair" olarak geçer, bu bir Haiku şiiri değil, kısa ve çarpıcı bir şiirdir. "Unutkanlık","erken geliş(gidiş)", "ben" terimleri garip bir dengede şiirin dokusunu oluşturur. Tıpkı "ben bir şairim, artık ne hastalığı ne de şifayı talep etmiyorum", "ben kendi yaralarımı savunmalıyım" dizeleri kadar etkin.

BORGES DEFTERİ


Şiir / Fikir / Hayatanı'ndan / Hakan İşcen





FİKİR, "Aşkın Haçsız Seferi" romanının yazarı Hakan İşcen'in 1975 yılından bu yana kaleme aldığı ve her sene için bir şiirin yer aldığı HAYATANI adlı son kitabından, şiirsel olduğu kadar görsel ve işitsel açıdan da etkileyici bir çalışma. Kitaptaki her bir şiirin, yazıldığı senenin önemli sosyal, kültürel ve politik olaylarını yansıtan bir referans olması açısından ele alınırsa FİKİR, insanlık tarihinin iki binli yıllarda geldiği "son" noktaya değiniyor.


Tanrı ve Sanrı..// Leon Felipe



Birbirlerine ne denli ağır basıyorlar sokaklarda.
Sevgileri yenilmiş, akılları üstün ve netameli mantıkları sert kuşkuculukta gırtlak gırtlağa çarpışıyor.
Cehennem bu kadar yakın ve sıcak yaşanmamıştı.
Dil kursakta kaldı.
İktidar ellerini bağladığı insanları uçurumlarla korkutuyor.
Sesler bozgun ve evet işte önünüzde duruyor cinayetler hem de katil yokken üstelik.
Bu kadar çok cinayet!
Matrak kelime işte cin ve ayet ve korku nihayet tekdüzelikten çıkarak fütursuzca belli ediyor işlevini köşe başlarında.
Toplumlar birbirlerine benzemeye başladıklarından mıdır nedir?
Yaradan aşkına tüm ürkeklikler insanlığın şeklini bozuyor.
Benjamin ve melekler yok artık.
Tutunamayanlar yerine iteklenenler itilmişler var.
Umutsuzluk çoğalırken edebiyatta
inlemeler işitilmez olur.
Bir leke belirir gökyüzünde
Kara bulutların arasında
offf çeker bir çocuk odun pazarında
son kez
beklemeye kimin hali kaldı son cinayeti peki
ne kadar rahatça öldürürüz aslında kendimizi
dedikten sonra en aklı başındaki hayalet
yanına bıçak sırtında yorgun topraklığı alır
ne bir pencere açılır artik ne de kapısı dünyanın aralanır
'' bitti'' gidiyorum derse sonunda sessiz deli
ufalanır gerçek ve her şey mavi kalır.

Leon Felipe


BAHAR İÇİN PRELÜDLER X..// Ahmet Ada


Ahmet Ada’nın 18. şiir kitabı “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” (Artshop Yayınları) yayımlandı. 271 sayfalık kitaptaki şiirlerde, insan doğa bütünlüğü ile insanın varoluş kaygıları, endişeleri dile getiriliyor. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, dört mevsim prelüdleri, liedler, Gazze şiirleri, Toroslar ve Göl zamanı şiirleri kitabın izleklerini genişletiyor. Genişleyen izlekler bilgece söyleyişlerle örülüyor. Gördüklerinin ötesine taşan, dahası görülmeyeni de göstermeye çalışan şiirler. “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” bir kült kitap özelliği taşıyor.





BAHAR İÇİN PRELÜDLER X

kırılan dal kopan ses

diz çökmüş ırmak

çağa tanıklık eden kafes

fırınlarda kül olan nefes



seni gördüm

saçların kuşların yuvasıydı

acıyla yoğrulan ağızdın

zamanın ıssız çiçeği

yıkıntılar arasında açan çiçek

sürüklenip götürülen kaynak

ayaktaydın dik duruyordun

yaprak yaprak gidiyordun bazilika sokağında



hastane odasında solgundun

gece saatlerinde yazıyordun

yaşamla hiçlik arasında

en son bir sığınma evinde kalıyordun

yolu yok bu odur dedim

bütün sevdiklerime yakın kıyı


Ahmet Ada





33333 Nolu Sığınmacının Manifestosu..// Ferhat Pirbal



33333 Nolu Sığınmacının Manifestosu


Ferhat Pirbal (Erbil Doğumlu -Kürtçe yazan Şair)
Çev. (İng.den): Argos


Kafka diyor ki: Her şey karanlıktan ibarettir.
James Joyce diyor ki: Her şey kül renginden ibarettir.
Modigiliani diyor ki: Her şey uzun ve ince bir boyundan ibarettir.
Strindbergh diyor ki: Her şey erkek ve kadın arasındaki bitmez savaştan ibarettir.
Darwin diyor ki: Her şey güçlülerin zaferinden ibarettir.
Lorans diyor ki: Her şey seksten ibarettir.
Newton diyor ki: Her şey ölçüden ibarettir.
Marx diyor ki: Her şey paradır.
Maxim Gorky diyor ki: Her şey işçi sınıfının mücadelesinden ibarettir.
A.Breton diyor ki: Her şey rüyadan ibarettir.
Aragon diyor ki: Her şey Elza’dan ibarettir.(Elza; Arago’nun aşkı)
Sadık Hidayet diyor ki: Her şey fanteziden ibarettir.
Monet diyor ki: Her şey pembe renginden ibarettir.
Ve Ben diyorum ki: Her şey güzelliği kucaklayamamaktan kaynaklanan o dertten ibarettir.

----------------

" yer yüzü bakışından Ay bile yorgun ey şair, zamansız kaybolan keder faslından. Durduğum yer çok karanlık, kimse dönüp bakmıyor bile. Yirmi birinci yüzyıldan göz bebeklerime doğru bir yol arıyorum. Ömrü esaretten kurtarma düşü, diyorlar.
-çok mu?
-değil!.. "-
Argos


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***