Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Bir Anlamı Yok Mu? / Betül Dünder




Memleketin türküsünü dinleyenlerin, bir ağız kalkıştıkları ağıtların içinden geçenleri bilenlerin, vay ile eyvah arasındaki çizgide oturanların “dutun içini çekerek ağladığı” zamanı neresinden okuduğunu merak ediyorum…Bu merak ki, arzularını bir valiz gibi her daim yanında taşıyanların gövdeleriyle kalplerini şerbetleyip nerede ve ne adına derdest ettiklerinin sorusunu da bende muhafaza ediyor…Dirim ile ölüm arasında bir fanilik(!) tabiattan insana, insandan tabiata uzanmış…Bir insan ömrü kaç insan ediyor? Asıl bunu soruyorum…
Başkalarının hayatlarını yaşayanlardan, başkalarının şiirini yazanlara kadar bir konvoy gibi peşi peşine sıralanmış olanlar, “şimdi” için hangi anın gelmesini beklemekteler..? Şimdi.
“Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir” demekte George Orwell…peki biz ne demekteyiz?
Bombalar patlıyor!
“kendime başlamak farz oldu” diyerek Çirkin Ağacı’nı sırtlayan sevgili şair dostum Sinan Oruçoğlu, bugünlerde o ağacın gölgesinde bir büyük acıyı yüklendi.…
Antalya’da patlayan bomba içimizde patladı daha öncesi gibi…Ancak bu sefer daha içerde, daha içerde…Uzun bir süre “kimliği teşhis edilemeyen”in kim olduğunu biliyoruz artık. 18 yaşındaki İlter, Sinan Oruçoğlu’nun yeğeni. Onu ilelebet genç bırakan odasındaki duvarlarda gülümseyen Che’nin motorsikleti değil!
Anlamaya, sevmeye kurulu bir genç ömrün ardından yaşayanlardan kaç kişinin kimliğinin tespit edilemediğini düşünüyorum…sadece kendi ayakkabılarının ucuna bakarak faniliklerini geciktirmek için koşu bantlarında oyalananların hızına aklım yetişemiyor. Condolizza Rice’ın güzellik formüllerinin neye tekabül ettiğini gücün ve erkin ağzından dinliyor bütün dünya. Şiddetin tanımını tekrardan yapıyoruz artık. Bunu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ndan, “kim olduğun önemli değil o an nerede olduğun önemli”ye uzanan yeni bir manifesto üzerinden yapıyoruz. Aklımızın ermediği! büyük planlara, aklımız erdiği için! susarak geçiştirdiğimiz her şeye varlıksal olarak ortak oluyoruz.
En önemlisi içimizdeki şiddetin ucu sivrildikçe kalemimizin ucu yumuşamakta. Şiirler birbirine karışmakta, şuara birbirini karışlamakta…
Victor Hugo “şiir erdemin dilidir” derken şimdi hangi dille neyi söylemekteyiz?

Şairin baktığı ile şairin baktığı arasındaki fark ulusların birbirine bakışından daha derin bugün. Dilin çözemediğini gözün çözmesi için oluşturulan tablolar ortada. Daha neler neler ortada..?
Ortada olmayan gövde! Şair dayısının o paramparçalığın içinde ancak ayakkabılarından teşhis edebildiği gövde!

Ve dünya barış günü! 1 Eylül!
Şiir hayat kurtarabilir mi, diye soranlar için…
Bir insan ömrü kaç insan ediyor, merak edenler için…
Halkların kardeşliği, memleket türküleri için…
Şiddeti uzaktan kumandayla örgütleyenlere hayır! diyenler için…
İnsan olmanın onurunu kaybetmeyenler için…
BİR ANLAMI YOK MU? Şimdi….?!!

Yazarı: Betül Dünder


Shakespeare diye bir Şahsiyet hiç OLMADI MI?!!!



LONDRA'DA FIRTINALAR KOPUYOR!

İngiliz Edebiyat tarihçileri bu aralar galiba sıkı çalışıyorlar.
Sadece kendi edebiyatları, mirasları değil, dünya klasikleri, yazarlarıyla da ilgili ilginiç araştırma dosyaları sunuyorlar. Hayyam Rubailerini ilk kez bir Batı diline(İngilizce) çeviren Fitzgerald hakkında ve onun büyük edebi yönelerine bir bütün olarak İngiliz okurlar ilk defa ulaşıyorlar.
Nasreddin Hoca için bile kalınca bir irdeleme kitabı gelirse hiçkimse şaşırmasın. Zaten ciltler dolusu Nasreddin Hoca "anlatıları", "kısa öyküleri" hem Amerika'da, hem Avrupa'da piyasaya sunulmuş durumda!
Anadolu şiir geleneği üzerine ciddi düzeyde araştırma yapanlar olarak,
İlhan Hocamızla beraber birkaç isim çıkar ancak. O büyük geleneği gerekitiği gibi sahiplenmemek, ilgisiz kalmak açıklanması çok zor bir tercih mi diyelim?
Anadolu Sufiliğinin kökenlerini, Edebiyatını ancak Irene Melikoff kendi dilinde irdeleyecek ki biz "çevirerek" okuyalım! Çok kıymetli Hoca Irene Malikof Türk "epik" edebiyatını da temelden araştıranlar arasındadır.
Doğrusu 14 yaşında Hafız divanını ezberleyen! 18 yaşında Halde Edib'in Ateşten Gömlek'ini okuyan böylesi "tiz" bir zekadan da bu müthiş ürünler beklenilir!
Jean Deny, L. Massignon ve onların yönledirmeleri de Irene Malikof Üzerinde etkili olur.
Bizim önerimiz ise bu nadide şahsiyetin Türk edebiyatına yaptığı kalıcı hizmetlerinden dolayı
herhangi bir Edebiyat Fakültemizin bahçesine bir Büstünün ilave edilmesidir. Bunca "araştırma görevlisinin" her gün onunla göz göz gelmeleri anlamlı olur diye düşünüyoruz.


* * *

İngiliz Edebiyat tarihçiler SIR.Rubinstein ve B. James Shakespeare'nin hiç yaşamadığını iddia ettiler!
Peki 1564-1616 yılları arasında yaşayan ve ""Hamlet", “Bir Yaz Gecesi Rüyası” “Macbeth” ve “Kral Lear” gibi oyunları kim yazdı"? Bugüne kadar dünya sahnelerini renklendiren o görkemli öykülerin ardında kim vardı? Ortaya atılan iddia ve bu ardındaki iki isim öyle hafife alınacak kimseler değil. Bu da Londara'da gerçek bir edebi fırtınanın kopacağının işaretidir.
Her iki Edebiyatçı, İngiliz Üniversitelerinde kürsü sahibi çok ciddi akademsiyenlerdir.
"İki araştırmacının iddiasına göre Shakespear aslında Henry Neville adındaki bir soylu.
Neville, kraliçeye karşı gelmekten 1602 yılında Londra Kulesi’nde hapse atıldı. Araştırmacılara göre Neville bu tarihten sonra başından geçen olayları bir deftere yazdı.
Bu defterde yazılanlar Shakespear’in “8.Henry” oyununa çok benziyor.
Ancak bu oyun yazıldıktan yıllar sonar sahnelendi.
Neville’nin ayrıca Shakespear’e mal edilen bir çok hikayenin de yazarı olduğu iddia edildi. Araştırmacı profesörlerin diğer iddiası ise Neville’in Shakespear’in koruyucusu olan Southampton Lordu’nun yakın dostu olduğuydu. "

Saygılarımızla,
Borges Defteri


iletişim: borgesdefteri@yahoo.com


BAĞIMSIZLIK GÜLÜ SOLMASIN /Mustafa Günay



BAĞIMSIZLIK GÜLÜ SOLMASIN


Ceyhun Atuf Kansu (1919 İstanbul-17 Mart 1978 Ankara), Anadolu insanın zorluklarla, acılarla dolu yaşamını dile getirdi şiirlerinde. Toplumcu bir duyarlılık ve bilinçle ortaya koyduğu çalışmalarıyla tanınan Kansu, aynı zamanda hekim idi. Çocuk hastalıkları alanında uzmandı. Onun bu yönü kimi şiirlerinde yansımasını bulmuştur. Şiire ve müziğe eğilim gösteren ve bu alanlarda da yaratıcılığın güzel örneklerini veren kişiler az değildir. Kansu da, iz bırakan şiirleriyle hem şiir tarihinde hem de halkın yüreğinde yerini almış bir şairdir. Ben de bu kısa yazıda, bende iz bırakmış şiirlerinden biri üzerinde durmak istiyorum: Bağımsızlık Gülü.


Özgürlük, insanın ve insan olmanın vazgeçilmez bir koşulu ve olanağıdır. Özgür olmak, insan olmakla özdeştir. Özgürlüğünden vazgeçen, insanlığından da vazgeçmiş demektir. Uygarlık tarihine baktığımızda, özgürlükler, haklar ve insan onuru konusunda mücadeleler ve arayışlar tarihiyle karşılaşırız. Kişi için özgürlük nasıl bir varoluşsal bir şeyse, bağımsızlık da bir ulus ve ülke için aynı biçimde bir yaşama koşuludur. Bağımsızlığını kaybeden bir ulusun, varlığı da tehlikede demektir. Böyle bir tehlike de giderek büyümektedir. ABD ile AB ile, eşit, özgür ve onurlu ilişkilerin ve işbirliğinin kurulamadığı ve bir küreselleşme safsatasıyla bilinçlerin bulandırıldığı bir dönemde, özgürlük ve bağımsızlık kavramları da gündemdeki yerini almalıdır.


Bağımsızlık konusunda yazılmış en güzel şiirlerin başında gelir, Kansu’nun şiiri. Nedir bu şiiri önemli kılan ve zamanımızda ayrı bir önem kazandıran? Bu sorunun yanıtını aradığımızda, ister istemez 20. yüzyıl tarihine bakmak ve özellikle 1940’lı yıllardan itibaren olan döneme odaklanmak gerekir. Çünkü son elli yıl, bağımsızlıktan gün gün, adım adım uzaklaşılan, kısacası bağımsızlık gülünün soldurulmaya başlandığı bir dönem olmuştur. “Yerden alıp o gülü”, el üstünde, yürek içinde ve Türkiye’mizin halk bahçelerinde yeniden büyütmenin zamanı değil midir? Çünkü “Teksaslı çobanların bilmediği” bir güldür. Ve şimdilerde o Teksaslı çobanlar, komşumuzun bahçesini darmadağın etmektedir. Yakın bir tarihte dünyanın büyük bölümüne de kan, ölüm, duman, gözyaşı ve acılar getirme düşüncesini açık ya da örtük biçimde ifade etmektedir. Bu nedenle gülümüzden sorumluyuz: hem kendimiz için hem de komşularımız ve giderek insanlık için.


Bağımsızlık gülü, artık uygarlık simgesi durumundadır. Modern barbarlığın karşısında başarılı olmanın önemli bir yolu da, güllerden geçmektedir: bağımsızlık ve özgürlük güllerinden...Açılan her gül tomurcuğunda, yapraklarında ve kokusunda Kansu’nun şair yüreği de yer alacaktır, bize katılacaktır...”Dünyanın Bütün Çiçekleri”ni getirsek bile azdır ona. Ama bir tek bağımsızlık gülü yeter sanırım...

...................................
Dizeler:
“Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.” (Nazım Hikmet)


Sözler:
“Her somut koşulda özgürlüğü istemekten başka amacımız olamaz. Bırakılmışlık içinde insan, ortaya değerler koyduğunu bir kez anladı mı, artık bir tek şey dileyebilir: Bu da, bütün değerlere temellik eden özgürlüktür.” (Jean-Paul Sartre)


Yazarı:Mustafa Günay


Fazıl Hüsnü Dağlarca


Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden
Sanki elif elif uzuyordu inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
İnliyordu dağın ardı yasla
Herbir heceden heceden

Mustafa Kemal'in Kağnısı derdi kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifcik
Nam salmıştı asker içinde
Bu kez herkesten evvel almıştı yükünü
Doğrulmuştu yola, önceden önceden

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
Kocabaş çok ihtiyardı çok zayıftı
Mahzundu bütün Sarıkız, yanısıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafiftiler, inceden inceden ...


Fazıl Hüsnü Dağlarca










Onun(Şair Özge Dirik )Ardından




A b a k ü s
Kırmızının deliliklerinden kurtardın hayatını.
Aşk denilen sır;
iki ayağın altına sabun bağlayıp,
koşmaktı peşinden salıncakların.

Gümüş ve geniş yollar ıssızlığında,
kardeş ıslıklarla aynı gözleri ağlattık.
Gün geceliklerinin içinde uyanamayınca,
doyamadım, dayanamadım yalın yanlışlarıma.

Hangi geçmişler için kestiysen parmaklarını,
onlar için büyüttüm ellerimi.
Şimdi yaşa diyen ağzının içine yakışmıyor,
kupkuru deliliklerim.

Bugün kızıyor yollarıma,
senin tarihinin bildiği tüm ipuçları.
Ama yalınayak bir çocuk bağırıyor içimde;
kızma baba çocuk sabrı elliye kadar sayar
en fazla...
Şiir: Özge Dirik


İki sene geçti onun elim ve canhıraş göçünün üzerinden,
Biz dedik, biz duyduk, yani öyle sanıyorduk.
"Yalan" dediler, onun böyle bir vasiyeti hiç olmadı.
OLMASIN dedik, ama siz yapın!
tam 730+1gün geçti.
Allah aşkına 33 şiirin(göç ettiği, geç kaldığımız her seneye bir şiir biz ilave ettik-30 değil 33 olsun istedik) kitaplaştırımış maliyeti ne olur ki?
"Reddi miras" diyorlar mış! mış mış...
Şiirin varisi- mirasçısı kim? Var mı ki böyle bir "kavram"?
ADI: Özge, ruhu: Özge, varoluşu: Özge...
Özge Dirik!
Borges Defteri tam iki sene önce o elim gidişin ardından deklare etti: böylesi bir girişim için bir bütün olarak (maddi-manevi) o kitabı basacak olan arkadaşların yanındayız dedik. Ama "o arkadaşlar" diye bir ifade tümden yanlıştı! çünkü öyle bir şey yoktu, olmadığını iki sene sonra anladık!
Uyduruk "bahanelerle" işi savsaklamaya götürünlerin kim oldukları asla önemli değil, ortada bir "vasiyet" duruyor ve muhatabı Türk Edebiyat ortamıdır.
"Vasiyetimdir" başlıklı mektubu kimde duruyor?
Onun en yakın dostu Zafer Yalçınpınar bile bu "gazete haberini" inkar etmiyor.

("26 yaşındaki Özge Dirik, oturduğu apartmanın 10’uncu katındaki dairesinden atlayarak yaşamına son verdi. Polisler, Dirik’in dairesinde yaptıkları incelemelerde kapıda zorlama ve evde boğuşma izi olmadığını söylediler. Komşuları Dirik’in daha önce de intihara teşebbüs ettiğini iddia ettiler. Özge Dirik’in intihar etmeden önce mektup bıraktığı bildirildi. Dirik’in ‘Vasiyetimdir’ diye başladığı mektubunda daha önce yazdığı 30 şiirin başlıklarını sıralayıp bunların bir kitapta toplanmasını ve kitabın bir nüshasının mezarına gömülmesini istediği belirtildi. "
29 Ağustos 2004 Tarihli Gazete Haberi)


Birileri neden görmek, duymak istemiyorlar bunu?
"o şair ruhludur, şair'dir, şair böyle bir şey istemez" diyen dostlar, onun bir şiir "şehidi" olduğunu da elbet ki çok iyi bilirler, ne anlatıyoruz?

ola ki bilmediğimiz, bilemediğimiz girift, açılımsız denklemlerr, engeller, (hatta ailevi türden) olabilir bu konuda engeli, zorluğu aşmak edebiyat ortamının sorunu değilse de kimin sorunu?
Farz edelim böyle bir mektup bırakmadı, hiç yazmadı, 30-33 şiiri bir araya geterip şöyle ona yakışan bir kitap yapmak çok mu zor?
Kim itiraz eder böyle bir şeye? Kim bir şiir kitabı üzerinden bugüne kadar zengin oldu da, bu miras bir türlü paylaşılamıyor? Varsın böyle bir kitaptan yüzmilyon dolar para kazanılsın!!!Ailesi mi alır, eşi mi? Şair Dostları mı? ( ki bizce en doğru olan budur, daha fazla kitap, dergi basarlar..)
Bu durum ortamın utancıdır!
Tıpkı Zafer E. de olduğu gibi!
" o çocuğun bir şeyi yok, intihar etti diye büyütüyor Borges Defteri" diye bir zırva yaklaşım da geldi kulağımıza, bunu Nilgün Marmara için de söyledi aynı "çevreler".
Kimin ne olduğu, nasıl bir Şair olduğuna o kerameti kendinden menkul çevreler değil, 100 sene sonraki kuşak karar verecek! Ne siz, ne de bizlerin böylesi bir vurgusu yeterli olmaz, ama iyi ile çok kötü ( mesela bunu söyleyen sözde şuaaara takımı)arasındaki o kalın sınırı, çizgiyi ayırt edecek kapasitedeyiz, merak etmeyin, yormayın kendinizi, bir Özge Dirik, Nilgün Marmara olabilmeniz için bin fırın ekmek yemeniz gerekiyor, ne şiiri? ne şairliği ?


velhasılı kelam: sevgili Özge ,
şu intihar diyoruz, iş değil!
"A" bey ellerini çok iyi kaşısın, avuştursun: hani "bizde tıpkı Batı'da olduğu gibi neden yazar çizer intiharı olmuyor" gibi bir ara sohbeti vardı. ( sofra sohbetinin tanık dostları), buyursunlar, cigaralarını o genç tenlerin küllerinden yaksınlar. Batılı olduk, zaten neyimiz varsa hep Batılıdır, doğulu intiharı bile bilmez, değil mi bayım? İntihar'ın neresi yüceltilecek bir "şey" ki yokluğu, bolluğu tartışma konusu edilsin? Safsatanın Wittgenstien-vari boş masalı!

İş değil,
hiç değil,
kimse kusura kalmasın ve de bakmasın:
Apttalık diyemiyeceğiz ama bir yanı eksik bir bakıştır, insan onuruna direnmek yakışıyorken üstelik, dünyanın dört bir yanında hayatın tüm olumsuzluklarına direnen Ressam ve Şairler ne güne duruyorlar? onlar ki umut ve direnç abideleridirler. Hayatlarını korku, sürgün de geçiren Şair, Ressamlar ne için her şey rağmen hala yaratırlar?

Bu ortam, bu kokuşmuş dünya edebiyat ortamı intiharı bile hak etmiyor sevgili kardeşim.
iş değil, inadına yaşamak ve susmak, yer yer sadece "isyan","aşk" şiirlerinin uslanmaz çocuğu kalmakta bir tercihtir. Nasılsa yürüyen "ölüler" diyarında soluklanıyor insanoğlu!

730+1 de geçer, 7300+1 lerde,
ay döner, fırtınalar çıkar...sessizliğimiz kalır çatıların kiremetlerine yadigar.
Yine,
Birkaç garip, sessiz şiiri dostu sadece seni anar!

böyle gelmiş, böyle gider!

tokluk uğruna şiire aç toprakların çocuklarıyız,
ölüm korkutmuyor bizi sevgili şair,
ama varcağımız duyarsızlık denizleri ürkütyor bizi.
ve de " mezar kazıcının günlük ücretinin, insan özgürlüğünden daha pahalı olduğu" yerde yaşamak korkutuyor bizi.

Nergis duruşlu güzel özge:
Rahat uyu,
Ağıtlara inat,
Hala buradasın!
Belki diyoruz,
En büyük kusurun: adını çok geç öğrettin tüm kırlangıçlara...
ama hep böyle olmuyor muydu?


Yüce Hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz,
Borges Defteri


ÇEKÜL Vakfı'nın Çağrısı



ÇEKÜL Vakfı'nın Çağrısını Gönülden Destekleyerek:
Lütfen Aşağıdaki Çağrıyı tüm dostlarımızla paylaşalım,

toplumun tüm kesimlerine ulaştıralım.
Son Orman Yangınlarında 2500 Futbol sahası
büyüklüğündeki Ormanlık alanımız, barındırdığı sayısız canlı mikro organizmasıyla beraber yandı, kül oldu... "Ormanlık Vasfını Kaybetmiş Arazi" düşünü, kavurucu Çöl rüzgarlarını bu ülkeye reva gören rant avcılarının!!! bu CANİCE eylemlerini, ağaç katliamını şiddetli biçimde kınıyor, sorumlularının bir an önce adalet önüne çıkarılmasını talep ediyoruz.
Borges Defteri

Bu, küresel ısınma ve eğitimsizliğe karşı “seferberlik” ilanıdır.
Toprağı tutan köklerinin gücüyle, havadaki oksijen olmuş yaprağının nefesi... Yalnız insana mı vermiş nimetlerini ağaç... Bir araya geImiş birçoğu, onlara başka canlılar da katıImış, bitkiler, hayvanlar, yaşam birliği oluşturmuşlar, herkes kendi hayatını yaşarken... Birbirini etkileyen, herkesin birbirinden sorumlu olduğu eşsiz, dev organizma: Orman...
Tüketilen ormanların ardından akıp giden toprak, ağlayan doğal yaşam, gözyaşı olan sular... Hepsi sessizce yok olacaklar... Biz ormana böyle hoyrat davranırsak! Hepsi yok olacak...
Ulusumuzun bu topraklara bağlılığını, azmini görmek ve göstermek için bu seferberlik başlatıldı.
Çoğunluğu insan eliyle çıkan ve etkisini her geçen gün daha somut hissettiğimiz küresel ısınma nedeniyle de hızla geniş alanlara yayılan orman yangınlarının engellenmesi ve zararın en aza indirilmesi için acilen şunların yapılması gerekiyor:
Derhal: Yangınların daha hızlı söndürülmesi için ileri teknoloji ürünü söndürme ekipmanları sağlanması ve bunları kullanacak olanların eğitilmesi.
Orta Vadede: Halkın eğitimi ve yeni ormanlar oluşturulması.
Uzun Vadede: Ne Türkiye'nin, ne de tüm yerkürenin bu konuda "uzun vade" gibi bir lüksü olmadığına inanıyoruz.
"ÇEKÜL - 2006 Orman Seferberliği" ne katılmak için bireysel ya da kurumsal olarak vereceğiniz maddi ve manevi her türlü destek için şimdiden teşekkür ediyoruz.
ÇEKÜL Vakfı
Ayrıntılı bilgi için İletişim:
Burcu Yazlar – Çiğdem Yıldız Kanmaz
Telefon: 0212 249 6464


Klesit ve İnsanlık Halleri... / Gözde Genç



Mutluluğun emin yolunu bulmak
ve hayatın en büyük eziyetleri içinde
olunsa bile bundan etkilenmeden
o mutluluğu tatmak üzerine...


Kleist tahminen yirmili yaşlarında arkadaşı R. v. Lilienstern’e yazdığı bir mektupta sevgiden ve mutluluktan bahseder. Muhtemelen bu mektup Lilienstern’in “insanlıktan topyekun nefret ettiğini” söylemesi üzerine yazılmıştır. Kleist arkadaşını “herkes için aynı oranda mümkün” bir mutluluktan, herkesin içinde bulunan bir cevherden bahsederek teselli etmeye çalışır. Der ki; bahtsız gibi görünen insanların payına düşen mutluluk az değildir, çünkü onlar mutluluğu nadiren buldukları için çok daha şiddetli yaşarlar, oysa iltimas görenlerin zevk alma duygusu körelir ve boşluğa düşerler. Zannınca mutluluk kalptedir, ancak kanaatle ve sevgiyle mümkündür. Gerçi kendisi de orta yolun her türlüsünden hala nefret etmektedir, ama mutluluğa giden en doğru yol herhalde budur ve kendisi de zamanla ve tecrübeyle o yolu bulacağını ummaktadır...
Kleist o ulvi ‘altın orta’ yolu asla bulamadı... Mutluluğu ancak aşırıda tadabildi. Uç noktalarda, yaşamda değil ölümde. Stefan Zweig, Nietzsche ve Hölderlin’le birlikte ‘Kendileriyle Savaşanlar’ grubuna dahil ettiği Klesit’ın yaşamı boyunca eremediği dinginliğe ölüm kararını kesinleştirdiğinde erdiğini anlatır: eşyalarını satmış, borçlarını ödemiş, hesaplarını kapatmış, mektuplarını yazmış, ‘Ruhumun Hikayesi’nin ve kimseye beğendiremediği oyunlarının el yazmalarını yakmış ve son günlerini hayatında eksik olan bir rahatlık, güven ve gurur içinde geçirmiştir.
Kleist’ın ömrünce aradığı ölüm yoldaşı, “ölümde ortak bir ruh eşi” ihtiyacı ise ruhunun hikayesinin yokoluşuyla bir sır olarak kaldı. Hayatını birlikte geçiren eşlerin ölümde ayrılmak istememesi insanın muhayyilesine sığar ama özellikle ve sadece ölümde buluşacak bir eş aramak nedendir? Birlikte ölmek yaşama dair bir fantezi değil midir? Ölesiye, öldüresiye sevenlerin dileği de öncelikle “hiç yaşamamak, gidip dosdoğru ölmek” değildir ki... Klesit’ın ölümde eşini bulduğu anda kavuştuğu huzur beni her zaman huzursuz etmiştir. Ömrü boyunca insanlar içinde yapayalnız yaşayan bir adam neden gidip tek başına ölememiştir de ille yanında bir sevgili istemiştir? Bilmediğimiz bir şeyi mi biliyordur yoksa tecrübe etmediğimiz bir insanlık halini mi tecrübe etmiştir?
Çünkü Kleist insanlık halleriyle fazlaca meşgul olmuş biridir. Tiyatro eserlerinde daha heyecanlı ve daha alaycı olmakla birlikte hikayelerinde olduğu gibi “insanlık halleri”ni anlatır. İlk tiyatro denemelerinden olan “Amphitryon” Moliere’e bir öykünme değil övgüdür. “Kırık Testi” ise Kleist’ın ne ince zekadan ne de mizah duygusundan hiç de yoksun olmadığını gösterir. Yani öykülerindeki kuruluk, edebiyat yoksunluğu, yine Zweig’ın tabiriyle dilin bir alet gibi hoyratça kullanılışı, başka türlüsünü beceremediğinden değil, öyle olmasını istediği içindir. Klesit’ın hikayelerinde gerçekten hiç bir estetik kaygı gözetilmediği gibi, her türlü etik kaygı da özenle dışlanır. Hiç bir ideal, hiç bir yücelik yoktur. Onur, sadakat, aşk, nefret, verilen sözler, edilen yeminler, davalar... bunların hepsi değişken, hatta kaypak şeylerdir. Daha doğrusu insanlık halleridir. Ve açıkça görülür ki bu haller anlıktır. İnsanda kişilik namına sabitlenebilecek bir şey yoktur. Her şey ‘yanar-döner’, ya da ‘yanar-söner’dir. (Kişi aynı kişiyi sever ve ihanet eder, bekler ve ondan kaçar, esirger ve öldürür.) Kleist bunları öyle mesafeli ve öyle tarafsız anlatır ki, ben bunlara uzağım diyen bir çeşit tanrısal bakış tutturmuş gibidir. Bu insanlık hallerini küçümsediği ya da affettiği de belli değildir. İnsanlık manzaralarının tümüyle dışındadır. Peki o zaman nerededir? İnsanlık hallerinden çıkıp hangi hale girmiş olabilir? O nasıl bir haldir ki bu adam bunca ölümüne susamış, ama kendi başına ölmekten de bu denli imtina etmiş, yoldaşını bulunca, o halleri anlattığı sayfaları da geride kalanlardan esirgeyip, yakıp gitmiştir.
Bu hikayenin diğer kahramanından, Klesit’ın şaşırtıcı suç ortağından, Henriette Vogel’den bize kalan ise yalnızca sessizliktir.

Gözde Genç
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com


Bedelli İyilik / Tarkan Ragıpoğlu




BEDELLİ İYİLİK

İki iyi , bir ilişki etmez...
İki iyi; bir iyi, bir kötüden kötüdür...
İki iyi birbirini terk etmeyecek kadar iyidir...
İki iyi yufka yüreklidir ; hor görmek gerektiği yerde bile görmezden
gelir
iki iyi...
Oysa ilişki ;
büyük tartışmak ister , kalp örselemek ister...Kabuller yıkıcı
ustalarıdır
ilişkinin... Nerede damarı bilir, basmazlar üzerine...Büyük
işkenceciler
gibi tıpkı ,
sonuna kadar yaşatırlar kurbanlarını...İki iyiden iyidir , az daha
gaddar
olanı... Sorunsuzluğun sorumsuzluğunu görür O...
Uyumsuzluk ;
dışarıdan bakıldığında sakil duran bu dik yanı insanın ,
üç maymunu oynamayı bilmez...
İyileri sevmemek elde değil ama ;
bir ilişkide sevmek , asla yetmez...
‘bırak dostuna merhametin sert bir kabuk altında saklansın ; üzerinde
sen bu
kabuğun bir diş kırmalısın.Böylece lezzetlenir ve tatlılaşır o’*
Görmemek mümkün değilse de emeğin ilişkilerde ne denli olmazsa olmaz
olduğunu, üşenir insanlar , ağızlarının tadı kaçar diye ödleri
patlar...
Çünkü itaat ilkeli çocuklarıyız dünyanın...

Aykırılık ya delilik alametidir ya da ‘rahat batıyor’ der
geçiştirilir...
Gül gibi yuvaların insanlarıyız hepimiz...

Dışardan bakıldığında öyle aydınlık ki evimiz , kör ediyor bizi ,
farkında
değiliz... Kuşkuculuk tam da muhafazakar Avrupa’nın kırk don üst üste
giyildiği zamanlarda çıktı uyumsuzların akıl kenarından...Sonra
doğacılık ve
birey hakları...
Kısaca her fırsatta küçümsediğimiz romantizm ; kralları indirdi
tahtından ve
yerine‘doğa’ ve‘ben’ oturdu....Bastırılan her ne varsa , susulan ,
kabul
edilen , varsayılan ne varsa yerin dibine oldu. Ama hızını ne zaman
aldı ki
insan?..
İyilik bile dayanamadı iyiliğine , bokunu çıkarıp daha iyi bir dünya
için,
iki dünya savaşı çıkardı...

Varsayılan iyilik, saatli bomba gibidir insan gönlünde...

Çünkü kavgalar önce kendine,sonra diğerlerine soru sormakla başlar...
İşte tam da burada çok lazımdı ahlakçılar...
Çünkü güç,baki bir suskunluk taşır namlusunda.
İşte iki iyi ve korku... Korku mecbur bırakandır diğerine...İyilik
korkuyla
beslenir...
İyilik korkunun aslında ta kendisidir...İş dünyasında üstüne ,evde
eşine
,annene, babana, kardeşine,dostlarına ve hatta düşmanlarına iyi ol!
Sen değilse de , toplum okşar sırtını iyi bir örnek ol!...
İyilik doğal değildir ...Bir dayatmadır o ; ‘ben’ den başka herkesi
memnun
eden...
Ona erdem diyenler var olan; –varsayım değil-derin dünya
düzenleridir...

Oradan, genel merkezinden iyiliğin;
baş koyduğumuz yastığa sızan , mutfağımıza,oturma odalarımıza ,
düşüncelerimize sızan iyilik ...
Sorduklarında ;‘iyiyim ,iyiyiz...,’
kendi içinde; ‘değilim ,değiliz...’

- ama siz öyle uygun gördüyseniz eğer ,bunu yaşamaya değer...-

İyilikten başka meziyetleri olmalı ilişkinin...İlişki , iyi bir
ilişkiden
çok ötede olmalı... İstemek sık sorulmalı , özlemek...Kabuller ,ön
koşullaşan dokunmalar hissedilmeli...

Konuşmak için çabalamak değil,konuşmak içsel olmalı.

Sevgi taş kömürü gibidir...Kendi haline bırakırsanız kendini
kilitler....
İç dumanı öyle yoğundur ki sert bir süngü olmalı ocağı harlamak
için...
Sert darbelerle hava delikleri açmak gerek sevgiye...

Cesur olmak iyi olmaktan iyidir...

Kaybetmek hep vardır; bunu görmek kuşkulanmak değildir...
Gerçek varsayılan düzenden daha gerçektir...
Öyle salt dır ki o , hak gibi ,doğru gibi tartışmasızdır...

İki iyi , bir ilişki etmez...
İlişkileri sadece ‘iyi’ olan topluluklar aşkı bilir ama , öğrenemez...

(dip not:*Nıetzsche/Zerdüşt Böyle Diyordu )

Tarkan Ragıpoğlu


Albemuth ve Düzensiz'den Deftere


Resmi orjinal boyutunda görmek için lütfen üzerine tıklayın

Ölümcül harfler, sayılar kuşatmış içuzayımızı... ustura ile doğranmış, martı kanatları yığılmış meydanlara... kesik duman, ateş, yıkım... beden bile kanamıyor artık boğulurak ölümün kol gezdiği yerde...
GBU 28
ölüm... ölümü... ölümüm...
bulutlar ağlasa da gökten ölüm yağıyor.... yıkıntıların arasında bir duvarda, umut kurşuna diziliyor. yazı bile yazılamıyor, cümleler boğuluyor, dil utanç içinde; imgeyse göçmüş bilinmez bir yere...
ölüm...ölümü...ölümümüz...
GBU 28
ama yıkımlara, kıyımlara rağmen, tükenmeyecek, bitmeyecek, yitmeyecek özgürlük hayaleti... Beyrut sokakları da ayağa kalkacak, unutmayacak, hiç ama hiç bağışlamayacak ! ! !
gbu 28... ustura ile doğransa da kanatlarımız, boşlukta salınacak, yolunu bulacak hayat... Eluard'ın aydınlık yüzü gibi bir bahar... yaşam kazanacak...


Yazı: Bay Perşembe(R.A) /Düzensiz Dergi
Desen: Can/ Onston / Albemuth Dergi


İki +“ara”+ Prolog / Sufi



İki +“ara” + Prolog

Yalnızlık Tanrısının adıyla,

İnsani değerlere sarılan, hasta tenlere sadece şifa dağıtan
Doktor İnci Hn. için bir sufi armağanıdır, o şefkat, sevgi dolu ellere..


1.

(Neden prolog deneyimi? hem nitel uslamlama hem de doğal dil işleme problemleri sembolik yaklaşımla daha kolay bir şekilde modellenebilip çözülebiliyor, nerede? yapay zeka alanında, benim için Prolog nesneler, olaylar arasında mantıklı ilişki kurabilme açısından önemlidir.
En alt kümeleri bile görmezlikten gelmeyi red eden tam bize göre Deklaratif bir yaklaşım! Günün birinde bu ilgisiz alanı edebiyatta kullanacağımı hiç düşünmemiştim, yoksa Edebi metinlere , sosyal olaylara yeni, yep yeni bir eleştirel yaklaşım mı yolda : “Prolog Edebiyat İrdelemeleri”! Doğruluğu sınanmış susuzluğunu çektiğimiz yeni soluk. Defter’e de yakışan bu olur diye düşünüyorum, en azından Eylül ayı sonu gibi bir üçlü veya dörtlü ortak tartışmalarla bu konuyu geniş kapsamda irdeleyeceğiz, ürünler vereceğiz, öyle görünüyor.
2004 yılının vurdulu, kırdılı verimli müthiş yazışmalı sonbahar, kışını özlüyorum, düş jiletlerimi o özlem için tutuyorum, dua ederek: sizlere, kendime..bilgin ola Ey Hamuş:) Kardeşin, Toprağın:Sufi.)




Sınır taşları sökülünce ahlakın da kökü kazınır.
Memleketin ahlak, nezaket, sevgi, paylaşım sınır taşları fena biçimde yerinden edildi. Sorumlusu kim?
Garabet bir kolektif zihniyet mi? Hiç sanmıyorum, başka çok yönlü sebep, sonuçlar üzerinden gidilmeli.
Oligarşinin,Globalleşme safsatasının yarattığı içi boş , kof kültürel alan ile ilgisi mevcuttur. İstenilen durum “Hamuş”’un anlattığı gibi renksizliktir, kültürsüzlüktür, yerel renkleri kültürleri yok saymaktır, ortadan kaldırmaktır. AHIM ses çıkarta çıkarta ancak Hasankeyf için ses çıkartabiliyor!
AHİM Başka ne yapar? Hukuku korur! Kollar.
Şu içine düştükleri maskaralıklara bakar mısınız? AHİM Türkiye Cumhuriyeti’ne “Hasankeyfi” soruyormuş! Geçtiğimiz 45 Gün içerisinde AHİM’i tek ilgilendiren konu bu olmuş! Avrupa’nın ölüm sessizliğine bir katkıda onlardan geldi. Avrupa’nın cümle gotik, rokoko katedrallerinin üzerine çöken ihanet ve ölü toprağı AHİM’i de etkilemişe benziyor.
Ama “Hasankeyif” söz konusu olunca çığlık atarlar, birisi çıkıp da söyleyemiyor “ kardeşim size ne ?” Fikirdaşlarınız “yerli don kişotlarınız” da aynı ölüm sessizliğindeler, hani haykırıyordunuz ne oldu?
Nerede yazar duyarlılığınız, çıkın şu “bebek katillerini” de bir Lemond veya Herald Tribun’a şikayet edin efendim. Bunları bizler söylediğimizde kulak ardı ederler, bu zihin özürlü hiç münevver olmayanlar söyleyince AHİM ve bağlı bulundukları çerçöp kuruluşlar nezdinde kahraman kesilirler. Ucuz ve EU, ardından Nobel endeksli kahramanlıkların zamanı geçti. Ben ki bugüne kadar onu sadece yapıtları üzerinden eleştirdim, derdim yazarlığındaki sorunlar oldu hep. Politik, tarihsel safsatalarıyla hiç ilgilenmedim. Ve konuyu açmam, sormamın tek nedeni Orhan Pamuk Bey’in bu konuları kendine meşgale edinmesinden kaynaklanıyor, yoksa bu “sorular” ne tarzımdır ne de üslubum. İnsan’a sormazlar mı Dekartçı cogito, transdantal ego, zaman içinde cisimleşen Varlık’ın hareketi ve bilimsel yöntemin övündüğü o yansız nesnellik nereden gelmektedir?Normal’de böyle olmalı değil mi Sayın Orhan Pamuk? Peki ya Modern zamanların “bilgisel” kopmasını ne zaman yaşadık? Yoksa yine Eleştirel çağın eritici kükürtlüyle dağıldık mı hep beraber? Ne yaparsanız yapın ben karşılaştırmalı bir dünyada ilerlemek istiyorum, vicdanımıza bıraktığınız kendi “mihenk” taşınız tek aracımdır. Üstelik bütün bunları yazarken, sorarken kimsenin sizi incitmeye, itmeye, kakmaya hakkı olmadığını da cansiperane savunurum. “Edep yahu” sözü boşuna sarıldığımız ata yadigarı servetimiz değil. Eli kalem tutan, düşler kuran kimseyi Tanrı bile bağrına bastıktan sonra biz kim oluyoruz, duracağım sınırları iyi bilirim.

3 Yıl süresince tüm eski Yugoslavya ( Bosna, Sırbistan, Makedonya) topraklarında tüm Osmanlı Tarihi kalıntılar yerle bir edindi, Suudi Hanedanlığı tüm Arabistan topraklarında ( eski hicaz yolu üzerinde) ne kadar Osmanlı Tarihi kalıntısı varsa buldozer katliamından geçirdi : AHİM neredeydi?
Madem Tarihi yapıtlar bunca ilgi alanınıza kaymış, değil mi?
Ama ham hayalinizde beslediğiniz büyüttüğünüz Büyük Kürdistan aşkı olmasın bu aşırı sevgi gösteriniz? Bu ülkenin Tarihçisi, Arkeologu, Sanatçısı, duyarlı tüm kesimleri Hasankeyf’i yıllardır soruyor, takip ediyor, kampanyalar düzenleniyor, sizin yine Hamuş’un deyimi ile “ hariçten gazel” okumanıza gerek yok! Hukuksuzluğunuz, tek yanlı bakışınıza karnımız tok, insan hakkı söz konusu ise: NEDEN 35 GÜN süresince 1500 sivilin ölümüne gık çıkartmadınız? Gelmişsin Türkiye’ye Hasankeyf’i soruyorsun! Kimsin sen? Kendini Büyük İskender mi sanıyorsun? İstediğin gibi beni böleceksin, parçalayacaksın, kardeşi kardeşe kırdırtacaksın biz sus pus oturacağız. Sonra kültür şövalyeliğine, sevimliliğine soyunacaksın.

Bu “karanlık tablolarla” mı tekrar Sanatta, Edebiyatta Rönesans yapacaklar?

Gıdıklayın da Faust gülsün,biz kan yutuyoruz sizin merhamet yoksunu var oluşunuz için.
Tekrar skolastik parçalara ayrılarak mı bütün düşlerini gerçekleştirecekler? Avrupa’nın yeniden bir 18. yüzyılı asla olmayacak. Avrupa’nın bir daha Marx’ı, Hegel’i Goethe’si, Nietzsche’si asla olmayacak.
Kültürel şizofreni tarihin hangi aşamasında “iyi”, yaralı, kalıcı, bol renkli, özgürlükçü, özgürleştirici bir birikimi bıraktı ki şimdi de bıraksın? Avrupa artık o büyük eserleri yaratan yer değil, kusurlu, defolu, kuşa çevrilmiş haldedirler.
Akıl tutulması, ay ve güneş tutulmasına benzemez ki üç dakika içinde geçsin!
Batı yeni yüzyıla hızlı girdi, yine her zamanki gibi İstanbul’dan çaldıkları dört atlıya binerek bu kez akıl yurdundan uzaklaşıyor, bu Batı tarihinde ilk değil ama en sarsıcı, en gayri insani açılımıdır.
Onlar ki her zaman Akıl ve Hukuk unsurlarıyla övündüler. Şimdilerde bir elleri ateş’te ötekisi ise vicdansızlık adalarında. Fransa kendini 1900 yıllardaki Dünya konjöktörel ortamda sanıyor, Osmanlı’ya karşı çıkarma yaptığı gibi Kıbrıs’a da pençe atıyor, kime karşı yapılıyor bütün bunlar?
Bizler üç-beş aklı evvel tarafından uyutulurken adamlar senin hasmınla en az 100 kere görüşmüşler!
Sonuç mu istiyorsunuz?
Sonucu işte gördükleriniz, yine, yeniden tadacaklarınız oluyor, olacak!
Odunun iyisi meşe, bilginin “iyisi neşe” diyoruz! Ama pek neşeli değil asrın bilgi kuramı.
Sefil “kırıntılar”, lezzetsiz, neşesiz, kültürsüz bir yaşamı 2020 yılında “Yeni Rönesans” olarak sunacaklar, şimdiden ona hazırlık yapıyorlarmış, bayağı ve sefil bir hayatın sefil kırıntıları.
İnternet parolaları yeni Rönesans ayetleri olacak! Üzülmeyin o döneme kadar banal hayatı koruma vakıfları kurulur. Sanrı kültü içinde psikoz içinde kıvranan bir “devran” yolda, sizleri bilemem., ama biliyorum ki o dönem gelmeden çoktan dar-ı faniyi terk eylemişim, zarif üsluplarla aldanmayı bilmeden çekip gitmek ve şimdiki zaman duasına tutunarak eflakı fır dönmek, mutsuzluğu değil anlık, ani mutluluğumu her dem arttırarak hayatın yüzünü sabah rüzgarı gibi okşayarak bir zaman bu güzel kafiyeleri barındıran dünya’ya konuk olmak en güzel fırsattır.

Mutlu musun diye sordum yoldan geçen bir tanıdığıma,
- Evet, hem hiç tahmin edemeyeceğin kadar!, dedi.
( Bu dost galiba bugüne kadar hiç sınanmamış dedim, ama içimden, oradan ayrıldım!)..

“ Benzerlerini arama,
O sensin
Sınanmak budur..Deney? Budur!”.

Selam
Muhabbetle,

Sufi.

Hamiş’lerden iki Hamiş:
1-Bir sonraki irdelememde Defter’imize içten katkıları olan şair, yazarı Naime Erlaçin Hanımefendinin Dava adlı şiiri ve Kafka’ya değineceğim. Gerçi yazıyı bitirdim redaksiyonu bitince defter’le paylaşırız. “Hamuş’un” tragedya konusunu ortaya atması ilgimi çekti, üşenmedim Aristoteles’in
“Poetika” sını tekrar irdeledim, bilirsiniz Tragedya hakkında en seçkin orijinal görüşler bu kaynakta verilmiştir, ben ona Euripides’i de ekledim ilginç bir metin çıktı ortaya.



2-Bu ülkede bir takım şeyleri görmek için, ön görülere sahip olmak için alim, bilgin, arif olmanıza gerek yok, oyunlar çok açık oynanıyor, tümü masa üstünde! Savaşın patlak verdiği günden itibaren defter canını dişine taktı, vurulan her “Bebek”le bizde vurulduk, seçimse seçim, ölümse ölüm, ya dünya barışa, ferahlığa, kardeşliğe, insani ilkelere ulaşacak, ya da şeytani düşler, emellere teslim olacak. İçsel törenlerinde, ayinlerde içi kan dolu kaseler gezdiren bir “Evangelist zihniyetten” ne çıkar?
Sahiden ne çıkar?
“ÜÇ eli Kanlı Maymun. Hamuş”.
Koca kıtanın insanlığa sunduğu “nadide” değerler! Bu muydu yeni çağa girişiniz?
Yazık, Berbat ötesi bir durum.


Kayıp Çocukluk / Ali Kartal





Küçük bir oda, aslında küçük bir çocuk için büyük bir oda yinede küçük bir oda, penceresi var yatınca sağda kalıyor, iki tane pencere vardı yada bir tane büyükçe ama pencere vardı bu kesin, kapısıda vardı elbette, sol kol tarafında değil de sol ayak tarafında, ya da düz bir zeminde yatan bir çocuğun kafasının bulunduğu yere göre değerlendirişiyle sol aşağıda da denilebilir, o pencere ve kapının ardında bir yerler,bir şeyler var mı bilemiyor, sadece oda var, oda,yatak ve bir tanede üstüne bir şeylerin koyulduğu birşey, galiba kalorifer peteği de vardı. Bir o odanın dışında, bilinmeyende bir çığlık atılıyor, çocuğun gayet iyi duyabildiği, yaklaşıp uzaklaşmış olan bir çığlık, bir çocuk çığlığı, ağlamayla karışık, belki kimileri zırlama da diyebilirdi, ancak yatakta yatan çocuğun duyduğu sadece acı bir çığlık, yaklaşan ve sonra uzaklaşan birçığlık, iliklerine kadar donduran, kemiklerini yerinden oynatarak titreten acı bir çığlık, geliyorlar diyordu kendi kendine, benim içinde geliyorlar,alacaklar benide kapının dışında, bu sefer çığlığın sahibi ben olmam için, ve bir kadın annesi gibi görünen bir kadın, korkmamasını söylüyor, korkma diyor, ama neden korkmasın ki, kapının ve pencerelerin ötesi kadar mı gerçektin yoksa sende, ya onlarla işbirliği içindeysen, korkuyla gözlerini kapadı vekapanan gözlerle uyku geldi.gecenin birisi, hangisi olabilir ki, hepsi birbirine benziyor ya da aslında sadece bir tane var, ve hep başka başkaymış gibi bizi kandırıyor, o gecede uyanıyor, sırt üstü yatarken uyanıyor ve gördüğü ilkşey tavan, bir tavan görmek o çocuğu ne kadar mutlu etti bilinebilir mi? ancak o mutlu oldu tavanı gördüğüne, evinin tavanını görmüştü, bütün o olanlar sadece sıkıntılı bir kabustu, böylece tavanı incelemeye başladı yahut tavanın tadını çıkartıyordu,ta ki lambayı görene kadar, lamba farklıydı, evinin lambası böyle değildi, ve o evinde değildi, bür kabus değildi bunlar, umutsuz gerçeklikti, gözleri dolacakti ki lambaya bakarken, birden ortalığı aydınlık bürüdü,beynine ok gibi saplanan bir aydınlık gözlerine acıveren bir aydınlık, hareketsiz bırakan bir aydınlık, o aydınlığın içinden kapının yönünden iki beyaz şey yaklaştı, önündekinin elinde bir tepsi vardı, o da beyazdı, tepsi konulan yere tepsi bırakıldı,beyazlıların tekinin kolları uzadı çocuğun bacaklarını kavradı, çocuk doğruluyor ellerini kullanmaya çalışacaktı ki beyazlılardan olmayan başka bir kadın kollarından yakaladı ve yatağa yapıştırıldı, boşuna çırpınışlar, karaya vurmuş balıksın, boşuna çırpınışlar, tepsiden gelen silindirik birşey ucunda parlak ince başka bir şey, fışkırttığı şey hakkında ne biliyor acaba, ancak çocuk onunda beyaz olduğunu görüyor, o üç kişi amaçladıklarına ulaştılar,iki beyazlı gelişleri gibi giderler, diğer kişi kalır ve beyazlarıyla gidişleriyle tekrar karanlık gelir,karanlıkta bacakta bir sızıyla uyku bir daha yakalıyor çocuğu ve uyanışa atıyor, çocuk doğrulur, yatağının köşesine oturur, ne hissettiğini bilmez, bacaklarına bakar, sağına ve soluna, her ikiside delik teşik olmuş, geceyi yırtan kirpiciler.

Ali Kartal


Bir Rüya İçin Ağıt.../ Cemil Atik





Bir Rüya İçin Ağıt;
Bir Çöl Fenomeni Üzerine Deneme

Neden polise gidecekti ki, televizyonunu rehinciden geri alma iradesinin suçluluğu ne olacaktı peki? O da bağımlıdır, tıpkı Junky oğlu gibi. Aslında her ikisi de hakikatin farkındadırlar, adına sistem denilen aygıtın tiksindirici bağlantılarından biri olduklarının. Cılk bir kol, beyaz ekran, prizlerdir… Tiksinmenin korkuyla ilişkisi burada başlar, gizli, kendini çok uzak tutan bir kontağın sesi gelir… Katlanmaysa verilen tepkinin alanıdır. Bulantıya dayanamamak, onun karşısında cinnete varan bir güçsüzlük göstermek en büyük korkudur. Böylelikle bir kaçak gibi yaslandığımız uzlaşımın ellerinde inleriz…

Film hayatın kendisini bir suç olarak sunma çabası içinde ilerlemeye başlıyor… Burada, bu hapishanede öylece erdemli, saf, kahramanca ve bilgece durmak, üstelik kurallar üzerinde asgari müştereklerde mutabakata varılmışken, yapılabilecek en ahlaksız tepki olacaktır. Bu küçük insanların iradelerine hâkim olamamaları kadar doğal bir şey olamaz, çünkü ne aziz, ne de yalvaçtırlar. Bir şekilde, sistemi gerçekleştiren buyruğa bağlanmışlardır, bir rüyaya; amacı ve bağlandığı şeyin doğası gereği acıyı, ıstırabı çağırır durur. Buyruğun insanı bu savuruşu kendimize merhamet etmekle başlayan, dünyaya karşı topyekün bir geri çekilişi mümkün kılar. Bu kısacık anlar toplamı ‘’gündelik ‘’ denen zaman aralığı içinde uzunca bir süre ya hiç yayılmazlar ya da gerçekleşince çok kısa ömürlü olurlar; buradan sürekli bir edim çıkartmak, doğrusu iradeyi yadsımak neredeyse imkânsızdır. İşte bu hep karşı karşıya bulunduğumuz güçlük, zorbalık merhametin babasıdır.

Sevginin, temasın çekilmesiyle, yerini medyanın başlattığı imajlar denizi doldurur. İnsan insana ilişkinin arasında bir yağmacı olarak duran tüm bu şeyler düzeni karşımıza amfetamin, uyuşturucu ve seks bağımlılığı biçiminde çıkabileceği gibi, uzun süre televizyon izleme, diyet programları, aşırı sosyalleşme gibi düşkünlüğün diğer yüzleriyle de görünür. Bir dolambacın kapatan, sıkıştıran çeperleriyle göz göze gelmemiz için zihnimizdeki olanakları zorlayan yapıt, sevginin bir çıkış, kaçış imkânı sağlayıp sağlayamayacağına ilişkin de kısa sorular ortaya atar. Çekirdeğe ulaşamayan enerjinin kabuğun etrafında dolanımı insan dramının göründüğü yer, yani ‘’ keskin ve derin bir bakışla ‘’ merhametin üretildiği aşkın mecra olarak durur. Artık sevginin de vehim dolu bir soru olduğu zeminde kat ederler insanlar yaşamlarını. O halde filmin ilk sahnelerindeki ‘’ suç ‘’ cezayı hak etmez, ona tabi değildir. Anne polisi hiç aramaz; suçu oluşturanı, sistemi çağırmak, onu çoğaltmak saklanmayı imkânsızlığa sürükler. Anamalcı bir ıstırabın oğla yönelik bir cinnete dönüşmesi istenmeyendir, neredeyse bir tabu… Ama hem sistemden, hem de birbirimizden saklanıyormuşuz gibi yaparak utanca ve suça katlanılabilinir. Her birimiz öyle tek başına yaşamak zorundayızdır bunu.

Asıl olan, aygıtın insanın gözünden sürmeyi çekmesinin ötesinde, bedene ilişkin varsaydığı tasarrufunu, cüretini barbarca bir açlık seviyesine çekmesidir. Artık işkencecilerin her kaçış noktasını tuttuğu bir dünyadır burası. Oburlaştıran sistemdir, diyet yaptıracak olan da. Semirirken ne vahşi bir açlık çektiğimizi görünür ederken, beri yandan da vazedilen perhizle sağılabileceğimizi kabul ederiz.

Görünür olmanın güçle ilişkisi yadsınamaz bir noktadan kendini gösterir; bir diğer bağımlılık ağını gerer yaşamın yolunun üzerine. Getto apartmanının önüne iskemle, koltuk atarak arz-ı endam eden geçkin kadınların yeniden görünür olabilmek için keşfettikleri yöntem, -tek başına, bir tekinin görünürlülüğünü daha anlamlı kılsa da, bu örtülü utanca hiçbiri cesaret edememiş olacak ki- topluca, sıralanarak diziyi oluşturmaktır.

Bağlantıyı kopartmakla tehdit edildiğimiz, yüksek bağımlılığımızın çölünde gezdirir film bizi. Tam bir kayboluş operasıdır. Eylemlerin arkasındaki saf niyeti asla göremeyecek bir kör sisteme, onun kurdurduğu dille cümleler kurmak, şeytanın gör dediği, bağımlılıklarımızın karşısındaki güçsüzlüğümüzün onaylanmasını gerektirir ki, iblise küfür buradan hiçbir yere varmayan boş bir edim olacaktır. Dişlileri kıracak, yerinden patlatabilecek tek bir yol kalır bize; utanç. Korkunç yoksunluk yine de Demoklitos’un kılıcı gibi utancın üstünde gizlice salınır. Anne, yalnızlığının acısını birkaç kez dile getirir, bundan utanç duyar. İnsanlık sözleşmesinin delindiğini ruhu yüksek sesle bağırmaktadır aslında.

‘’ Dünyanın ‘’, içine girilebilecek bir yatak, kendisine doğulacak iyi bir ebe bile olmadığı, daha çok başına çektikçe bedenin açıkta kaldığı bir yorgan parçası, izlenimi, ellerine doğulanınsa ölüm olduğu orta yere söylenmektedir. ‘’ YUTUN ‘’ buyruğu ‘’ dünyanın ‘’ gerçek yüzünü, karanlığının şifrelerini verir. Arzuları tüketmeye yönelmiş bir çeneye dönüşen, böyle göze görünen ne olabilir peki? Bu heyula, zilleri, çanlarıyla bir rakkas gibi nasıl da rahat eder böyle aramızda. Bir dengeyi, bir uzlaşmayı kim sağlayacak, tan atımına bile razıysak, dudaklarımızı ıslatacağımız, gölgesinde yatışacağımız bu küçük, serin topraklar nerede bulunur? Ya da böyle bir denge imkânsız mıdır? ‘’ Dünya ‘’ hep yutularak de tüketilebilir ve o zaman bir ceylan yemiş pitonun şişmiş bedeniyle aşağı çekilir, karınlarımız üzerinde sürünürüz. Sürünme doğru bir benzetmedir, tıpkı seraplarla dolu zihin çölünde olduğu gibi. Çöl, en keskin, en bıçak arzuları bize yansıtır; su ‘’ yaşamın ‘’ anahtarı olur, aslında ölümün senaryosunu yazıp yönettiği bir filmin ‘’ motor… ‘’ sesidir. Bu ölüm, yoksunluk ve eksiklerden başka bir şey değildir.

‘’ Kendi üstüne kapanan bir evrenin ‘’ impulse’ları makineleşen arzulara dokunamaz böylelikle. Kararlılığı, akışkanlığı tanımlayan tek şey sevgidir. Dokunmasına izin verdiğimizde yatışırız, bedenlerimizin dört yönünden çıkan, gaz yağına batırılmış, her an tutuşabilecek fitilli kefenlerimiz içeri çekilir, serinleriz.

Nihayet her şey önce donmaya, ardından tüm ‘’ fikirleri ‘’ olağandışı zorlamaya başlar; küçük direnç çiselemeleri alevlerin önüne geçemez, yanma gürültüyle başlamıştır. Arzunun selinin içinde eller hiçliğe, uzatılan elleri hiçbir zaman tutamayacak yerlere uzanır. Kimse ‘’ sevgi ‘’ diyemez; onları önleyen nedir diye sorarız. Basitliği mi, sıkıcılığı mı, ayartılmalara direnen ‘‘ muhafazakârlığı mı’’ ? Hayır!.. Bizi kalbimizle baş başa bırakın büyük yalnızlığı… Her şeyden daha yakın, bir o kadar uzak olan, saklanan, her arzudan daha yakıcı istekleriyle sevgi gerçekte
‘’ zor ‘’ olandır.

Aradaki hikâyelere takılı kalmış bir sevgi gözbağcılığı dizleri karna çektirir, bedeni içe kapatır, artık her biri cinnetlerinin küllenen ateşinde biraz yatışmış cenin biçimine bürünürler; İstekleri ( sevgi ) çok basittir, çok yakında ve o kadar uzakta…


Cemil Atik


Boşluğa Giriş Çağı (1-2 bölüm) / Sufi.


I.

Meleklerim bir süreliğine “cennette kaos” kavramının peşine düştüler, içiniz rahat olsun, öykü bittiğine göre, elmayı da ısıra bilirsiniz.

Öyle mi? Öyle !
Tek aradığım “Huzurdur”.
Ya sizler neyin peşindesiniz? Boşuna mı şimdi bunca savrulma?
Bir anlığına durup düşünün, şu an Beyrut’ta olmak neyi ifade ederdi size?
Dün Bosna, sonra yanı başınız, şimdi ise üç adım ötenizdeler.

Size gelmeyeceklerini kim garanti edebilir? Görünen haritalara kılavuz mu gerekir!!! Vallahi ben, siz, biz çizmedik o barut kokulu resmi.
Çizenlere sorun! Tanrısal buyruktur :"sorun, yanıt beklemeksizin sorun".
Sayrılığa sayrılık olarak inanırsanız en derin köklerimize kadar sarsılırız.
"ilk bela aynı anda ilk çare" olmalı!
UYANIN!

Evangelist bir sofraya kurulmuş tüm politik ziyafetlerin ardından uzatılan stratejik misafirperverliklerin tümü yalan! Hatta Yalan!
Beni arkamdan vuran yılan bin yaşasın!
Şaşkınlık etmeyi bilmenin borsa değeri kaç ?
'Neolduğunu görmek isteyen kimsenin elindeki ışıldakla kendi kendine ne tür aşırı beğenç duyacağını anlaması gerekir'..
çok kerizim bu aralar, hiç bir şeyi anlamıyorum.
Bir genel kurala "alıştır" bu, insan katlanmaz değiştirilemeyen çirkinliğe.
'Bir anlık süredir', diyorum.
unutur çirkinliği yalanlar bütün durumlarda..
Nasılsa "ahlakçılar" her "anlık sürede" gerçekliklerini ortaya koymayı düşünme gereğindeler.
Bizlere sadece onları anlamak ve de "hoş görmemek" kalıyor: Şimdilik!
II.
Musevi kaynaklarına göre Tanrı, dört büyük meleğine yedi kat yerden yedi avuç toprak getirmelerini buyurmuş. Ne var ki yer bu toprağı vermek istememiş. Büyük meleklerden Azrail, insanı yaratmak için Tanrı’nın istediği toprağı dünyadan zorla almış.
Zorla verilen bir avuç toprağın sonucunu işte bugünlerde gördüğünüz ve ileriki günlerde göreceğiniz insan haritasını açıklar.
Siz, siz olun bilincinize sahip çıkın, parçalamayın, yaralamayın onu, çünkü dört nala yaklaşan bir kıyamet’e dönüyor dünya.
Sanki yeryüzü sürekli, duramksızın “verdiğini” almak niyetinde, üstelik yine aynı sevgili melek bu iş için aracılık ediyor!
Dünya hasta, ev sakini şaşkın, herkes aciz. Dünya değil sanki kocaman bir “darülaceze".
#FFFFFF
Size hala bulunduğunuz bahçeler yetiyor, bir bahçecik incir, birazcık huzur, üç beş gönüldeş, eş, ah..işte Epiküros cenneti..oysa onlar bahçenizin duvarına çoktan tırmandılar bile.
Bir Tanrı olmalı avlumun yakınlığındaki çınar ağacının hafızasında..
Yaşamın gerçek evreleri duraklamaların kısa süren çağlarıdır, yönlendirici bir düşüncenin, ya da duygunun içten yükselişi, iniş ortasında..
Ah,
Bir Tanrı vardır,
Burada gene,
Bütün ötekiler öldürülüyor
Bütün ötekiler açtır Tanrım,
Susuzdur
Ya da
Bıkkın.


Artık Batı ile yüz yüze gelmenin, tüm inanç, değerler bütünüyle vedalaşmanın takvimindeyiz.
Batılı zihin bilimde çok başarılı oldu ama ne yazık ki inanç sistemleri, insanı insan yapan duyarlı alanlarda bugün külliyen sınıfta kaldı.
Unutmasınlar dinsel bir zihin Batı’da bile oluşsa bu zihin yine Doğuludur. Eckhart’ın, Bohem’nin zihinleri Doğu niteliklerini taşır, kendilerini parçalasalar da bu niteliklerinden zerrece kayba uğramaz.
Batılı bir zihin belki Konfiçyüs’ü anlayabilir ama Doğu’nun öteki alim, filozoflarını anlamaktan çoğu zaman yine aciz kalmıştır.
Onlar bir yandan yalnızca mantıksal olmakla kendi aptallıklarını sergilediler bugüne kadar.
Mantıklı ve sözde tutarlı olmak yeterli sayılsaydı yeryüzü cinnet yeri değil cennet olurdu.
Akıl onlara pencereyi kapatan perde oldu, insani değerlerinden hiçbir ışığın geçmediğini görmüyor, kemik iliklerimizde hissediyoruz bugünlerde.
Bu yüzden onlara bir önerim olacak, Doğu’ya Batılı bir zihinle yaklaşmayın artık, yoksa her şeyi yanlış anlarsınız. Sonra da bu yanlış anlamayı anlayış olarak taşırsınız. Hayal kırıklığı getirir bu sonuç.
Doğu zihni dişidir, Batılı zihin ise erkek!
Bu yüzden Batı zihni bunca saldırgandır.
Mantığın saldırgan ve şiddete eğilimli olması kaçınılmazdır.

İşte:
“Tanrı bizi korusun!” ibaresi
ancak beş para etmez maddi değerinizin arka yüzünü süsler, yani Dolarınızı!
Ne iyi olurdu azcık vicdanınıza, yüreğinize kazısaydınız bu cümleyi.
Yoksa bunca acımasız olmazdınız.
Sevginin ta kendisi olmak bu kadar zor mu?..

Selam,
Muhabbetle,


Sufi.


Eski Ahit / Ulus Fatih





ESKİ AHİT


Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil
Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru
Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda
-ayırıpta kasığını-
oturuyor.

Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini
ataları Nuh'a lânet yağdırıp
döküyor bir leğenden
içiyorlar irini!..

Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor
-bir başka kavim-
ötede
sığınıp pazar yerine
tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp

Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak
boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar

Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta
büyüyor gagasındaki kin
-ışıktan
kılıç-

Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme
ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!..
Araf: Son değil...

Orada:
Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de
bu tarih öncesi bitmeyecek mi...

Ulus Fatih



Nizar Kabbani- ağıt



Akılla Bir Konuşmam Oldu.../ Hayyam



Akılla bir konuşmam oldu dün gece,
Sana soracaklarım var, dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir, dedim bu yaşamak?
Bir düş dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim,
Yüreksizler, kafasızlar,soysuzlar,dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim,
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam'ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.

Hayyam


Edward Said’e...




Orası Öyle Değil

‘ edward said’e. su’ya’


sularımız buzdağından
güneşimiz afrika…

kim kimin yüzünde ki
kim kime tahammül
sözde öznesiyiz aşkın
herkes herkese söylesin

suyun suya söylediği şarkıda
taşın taşla randevusu biter mi
bitermihiçbitermihiçbitermi

bedeninde o taşın
san ki hiç ölmedim
sabra ve şatilla’dır
şimdi benim gözlerim.

gecikmiş bir soru mu bu
dün.nerden geliyordu.
şimdi.hangi ucunda jiletin
yarın.biz olmasak da…

çünkü.yedek terazisi aklın

bir yerde yazar öyle
öyle yazar bir yerde
kendinden de öncedir
o bedenin tarihi
bunu bilir
bunu söyler
filistin’liçocuklar
gecedoğan güneşlerde*
kurutulmuş çiçekleri erikanın
su mu ister.su mu ister.ne ister
soğuk soğuk ağaçlardan
soğuk soğuk meyveler mi
bilecek ki ateşi
kelebekler mi…

o beşiktaş tramvayı
kimi kime getirir.kimden kimi…
suya sorsam bilir mi.
suya nasıl sorayım...

bırakın açık kalsın
bütün muslukları o şehrin
beynimin tam ortasında
hep o sesi duyuyorum.

elimde bi gaz bidonu
durmadan size geliyorum.

*efes güneşi

Sabahattin Umutlu


Akaretler No: ?.. / Cemil Atik




Akaretler No: ?..


Beşiktaş’taki Kadıköy iskelesinin önünde avlarım taksinin birini, hızlı ve atletiğim. Çokluk öyle yapar, hemen seğirtir taksilere ama ben çoğunlukla açmış olurum bir tanesinin kapısını; ‘’Topağacı, Teşvikiye üstadım’’ dedikte pek ekşir suratları, kısa mesafe, trafik vesaire…
‘’ Karşının taksisiyim ağabey, tarif ediver… ‘‘ deyiveren çıkınca rahatlarım, başına geleceği bilmiyordur ya, kontratağa geçip, ‘‘ bir sigara yakabilir miyim?..’’ Ne hinim ben, ne namussuz…

‘’ İlk sağdan direkt yukarı…’’ Arnavut kaldırımlı yokuşun sağında solunda bitişik nizam dizili saray memur ve hizmetçilerinin bu güzelim müştemilatlarını her dem seyre dalıp tırmanır tuttuğum taksi.

Atölyem Ortaköy’de, başka bir Akaretlerden giriveririm her gün yaz sıcağında boyar ellerimin beni götüreceği malum menzile. Kanuni’yi hatırama getiren, yüreğimi kur yapan bir güvercin gibi şişiren cumbalı evlerin önünden geçerim her gün. Barışa şişer, ümide şişer, hatırlamaya şişer göğsüm… Heyhat!

Mazide Yahudi cemaati iskân ederdi buralarda... hani donanmamızın İspanya sahillerini toplarla döverek, canhıraş Osmanlı yelkenlilerine kapağı atan canların yeni vatanından söz ediyorum...

Ey canlar aziz olun, hala sıhhatte, sağlıkta yürekleriniz…

Ses verin, utandırın, yürüyün…

Akaretlere gelin, ‘’Vefa bir semt adı’’ olmasın.





Yazarı: Cemil Atik


"O Kapıyı kapa, Bize can şarabı sun"/ Borges Defteri




Baksan : " Ey pak ayna!" dersem aynaya
Bir soluk vermenle buğlanmaz mı o ?

Çağırır daim üç şey düşmanı,
Bir tuzak bekler düşüp av olmanı.

Söylesen bir sırrı bir kaç insana
Dinle artık ummadık dillerde sen.

Bağlasan üç kuş tutup birbirine,
Gamlı üç mahkum olur koysan yere.

Anlaşır üç kuş firar etmek için,
Sırrı gizlerler de sezmez ins-ü-cin!

Rumi

İnsan'a ait o örtülü Sırrı bilmeyen, ehl-i dil olmayan ne anlar söz ya da saz'dan?
Bir avuç toprak için yerkürenin altını üstüne getirenler, yakan, yıkan, sonra vicdansızlık bahrında yıkananlar bir bilseler ki ,
" dolmaz 'açgöz kimse'nin göz destisi / pek kanaatkar sedef: var incisi!"...
ya da bir gömleğin aşk uğrunda yırtılmasından haberleri var mı acaba?
Rumi insanlığın bu sisli günlerini çılgın bir göz gibi görmüş sanki:
" Her kimsenin yok aşka dair nesnesi
Bir kanatsız kuştur uçmaz böylesi"
Demirden kanat ve seyretilmiş Uraniyum'lu nesnelerinizin "ateş'i" ancak kendi çemberinizi ısıtır, yakar, yıkar. Evren'nin geniş kalbi için, aşk için kan pompalayamaz gördüğünüz, okuduğunuz yeni çağın (ahdi cedid'in) yüzsüz yüzleri, masalcıları.

Saygılarımızla,

Borges Defteri


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***