İçimdeki ukdelerden birisi yakın ya da çok yakın olmayan bir tanıdığıma “nasılsın?” diye sorduğumda: “ehh, fena sayılmam, orta haldeyim, iyi olacağım” yerine “iyiyim, çok iyiyim” yanıtını duymaktır. Peki derdimiz ne o zaman ? Yoksa bilinmez bir boşluktan mı fırladık geldik şu toprak üzerine? Herkes gibi sizler de az çok ekonomik sıkıntılar, toplumsal çalkantılar, devinimler, “al külah <.> ver takke” durumlarına vakıfsınız, sabah akşam ipe sapa gelmez boş gazete sayfaları, tv’lerin beyin yıkma (arsız) /makinesine bağlanmamıza da gerek yok, her şey, bütün oyunlar orta sahada devam ediyor, yorum da sizsinin, yorumcu da, eee? O zaman mesele ne? Dünya işleri ve gidişatı karşısında “Harakiri” yapamayacağımıza göre, ya da Kafka’nın böceği olma durumumuz da hemen hemen ihtimaller dahilinde sıfır oranında ise, o zaman değişimi önce kimden, hangi “içten” başlatmalıyız? Çoğunluğun ruhuna sinen şu yarı melankolik-yarı depresif ruhu hali de neyin nesi?
“Şen Bilim” dedim, hani Nietzsche’nin muhteşem yapıtı, çok isterdim bir gün bu adla bir dergi/(miz) olsun.
İçeriği ve kapsamıyla tüm pasif-agresif ruh hallerine karşı bayrak misali, yenilgiyi “dünden-şimdiden” kabullenmişlere karşı, divaneliğin sermestliği karşısına durmadan aklı çıkaranlara karşı, tersinden aklı hafife alan ve tarihi-felsefeyi “Hürrem bahçesi” sanan kliklere karşı. ‘Az ya da çok tehlikeli yaşam.’ – Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike: Topraktanız biz;… “ Birbirimize çarptığımız gün vay hâlimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!”
Bütün bu tarihi girdaplar, süreçler ve büyük bir atılım gibi yerküreyi saran ışıltının (aydınlanma yılları) temelinde 9. Yüzyılın emeği vardır, çoğu da Doğu dünyasından çıkmıştır ve Batı hiç zaman kaybettirmeden işin özünü alarak Rönesans’ı yaratmıştır.(yeri gelmişken konuyu biraz daha derinden merak edenler için sevgili JM’nin “Yedinci Yalnızlık Devam Ediyor” adlı uzunca makalesini öneririm(“Sanatçının Atölyesi” dergisinin 3. Sayısında yayınlanmıştı yazı), baktım net ağında yok, (sahi, neden jm bütün o yazıları bir kitapta toplamaz, okurun da işi kolaylaşır, herkes yararlanır onca çabadan..).
9. Yüzyıl üzerinde neden bunca duruyorum peki? Onca insan aptal olmadıklarına göre, üstüne üstelik bugünkü olanakların ve konformist hayatın zerresi bile yokken, o denli büyük düşler, idealler, düşüncelerin temeli nasıl atıldı? Düş dünyası hangi verileri kullanarak kendini onca genişletti, onlar sadece “bu dünya, düzen, çark değişmeli, değişebilir” düşünü kurdular, bilimin, hakikatin bitmeyen enerji döngüsüne inandılar, değişebilirliği sorguladılar, ama ürün görmeye, “hasadı toplamaya” ömürleri yetmedi, “bir 14. Yüzyıl gerekiyordu” goncaların fışkırması için. Kendilerinden en az 400 yıl sonra gelenlerle neredeyse aynı coşkuyu, yaşam sevincini, umudu yaşadılar, yaşattılar, sonraki yüzyıllardaki çöküşlerinin sebebi ise tıpkı Doğu’nun durağanlığı gibi oldu.
Varmak istediğim pratik sonuç şu ki, insan durduk yerde kuru boş bir med-cezirden dolayı hayatı hem kendine hem de yakın çevresine dar hatta “cehennem” etmemelidir, üstelik değiştirmemiz nerdeyse olanaksız olan durum-varoluşlar karşısında umutsuzluğa kapılmamak gerekir, aydınlama ışığı bir kolektif coşkunun ürünü idi, öğrendiklerinin, öğrettiklerinin ürünü idi. Post modern zamane hepimizi kendimize gömmek niyetinde, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bütün o post modern edebi yapıtlara bakın, temellerinde yenilgiyi baştan kabulleniş vardır, coşku kıpırtısından zerrece eser yok, kırılganlık ve bir diri diri gömülme törenselliği alt kültür olarak ruhlara enjekte edilir, bütün bunları yaparken bir gerçeği özenle örterek yapar, sanki kendinden, kendilerinden önce ve önceki ne varsa kim varsa tümü “keder abidesi”, “geleneğin has bahçesi”, manik depresif, bipolar bozukluk cehenneminde didinen modern düşünürler, sanatçılar, yazarlardı.. Yok, böyle bir kapsayıcı “hakikat” yok, “onlar” diye adlandırılan kuşak en az post modernler kadar yaşamı, hayatı, dünyayı sevdiler, “gerçeğin arsız bir yalan olduğunu” da en az post modernler kadar biliyorlardı. Yaşamın ta kendisinin bir “nefesten” ibaret olduğunu da biliyorlardı, Kafka’sından tutun Nietzsche, Dostoyevski, Nazım, Tolstoy, Ginsberg, Furuğ,.. Brautigan’nına kadar. Alçak gönüllüce zerre olduklarının “farkındaydılar”, biliyorlardı. Ve siz şu devrana bakın ki, denizde boğulanın bir dala ya da yılana-yalana sarılması gibi, post modernler kendi teorik kulvarlarını getirirler Nietzsche’ye dayandırırlar, onun modernite, gelenek, tarihle, akılla, divanelikle olan hesaplaşmasından pay çıkarırlar, alakası yok, ilgisi yok.
Ben bu garabet felsefi yorumlara, yönlendirme DNA zincir uyumsuzluğu diyorum, özellikle Nietzsche ile ilintili post modern yorumlara. Nasıl mı? Yanıtı kendisi versin:
“-Nasıl? Benden kuşkulanıyor musunuz? Bana kızıyor musunuz, güzel canavarlar? Gizinizi ortaya çıkarmamdan mı korkuyorsunuz? Öyle olsun! Kızınız, yeşilimtırak ve tehlikeli olan bedenlerinizi yapabildiğiniz kadar yukarı çıkarınız, benimle güneş arasına bir duvar örünüz -şimdiki gibi! Gerçekte, dünyadan geriye yeşil bir alacakaranlıktan ve yeşil şimşeklerden başka hiçbir şey kalmıyor. İstediğiniz gibi hareket edin azgınlar, zevkten ve kötülükten bağırın -veya yeniden dalınız, çukurun dibine zümrütlerinizi boşaltın, yosundan ve köpükten, sınırsız beyaz dantellerinizi fırlatın. Her şeyi benimsiyorum, çünkü tüm bunlar size çok yakışıyor ve size sonsuz minnet duyuyorum: Size nasıl ihanet edebiliyorum, sizin hangi tür olduğunuzu biliyorum! Siz ve ben aynı türdeniz! Siz ve ben aynı gizi taşıyoruz!” (F.N-ŞEN BİLİM)
Bir şeye “ulaşmak” için, bazen düş kırıklığı, bazen de derin coşkular gerekiyor sevgili Sen!
Thomas Carlyle’den sırf “Soyut” düşünceler hakandaki görüşü sorulduğunda, yanıtı aynen şöyle olmuştur: “Bir zamanlar Rousseau adında birisi bir kitap yazdı, kitabın içeriğinde soyut düşüncelerden başka bir şey yoktu. Kitabının ikinci baskısının kapağı, ilk baskısını okuyanların derisiyle kaplanmıştı- doğrusu bu dokunulmayan gül cinsi deriden oluşuyordu..” (Politik Felsefe-D.Miller, çev. Sufi.).
Kolay olan bir şey, bir yer varsa hep beraber oraya taşınalım. Burası mı? burası huzur dolu, “adam sende..”, Freud boşuna mı demiş “bastırma ilk önce “ego” dan başlar”..
Ve seni anarım ey Stanislaw Jerzy Lec, ne güzel söylemiştin “akıllı Don Kişot uygun rüzgarı bekler” ya da “öyle boş laflar vardır ki içinde bir halk esirdir”..evet, sesinizi duyabilmem için susmam gerektiğini biliyorum..ya da ‘susmanın konuları tükenmez..’ diyerek içe doğru çekilmek..
Sufi.