Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Uykuya Dalmışlar..// Adonis







Uykuya dalmışlar
ellerim,
Uykuya dalmışlar
ellerimin damarları ,
Umutsuzluk
yüreğimde esniyor,
gözlerimde.


Yürüyorum
bir yere varamıyorum,
yürüyorum,
Yanıyorum.
Tedirginim.

Şiir: Adonis
Çev. Poetic Mind


SANAT VE DİL // Ulus Fatih



















Bir süre önce İstanbul Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz. Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir müze sayılabileceği ibaresini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve ‘bunu ben de yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun neslinden gelen biri olarak müze olsun da ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır, oysa kendimize bağlı sanırız.

Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum, ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret yapılmalı veya ayda bir gün bir sınıf o günü dışarıda kültürel sosyal izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz, bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa Rönesans ve reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, bireysel anlayış ancak işgören sanatçılar yaratır.

Sanatsal bir uğraş o denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı neredeyse 'bir sanatla uğraşan kişiler' ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz, bir sanatla uğraşan kişi büyük olasılıkla daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete uzaktır ve insanlığın hallerini daha iyi algılayabileceği için (tarihi-sosyal, çünkü sanat bir kültür içerenidir) aslında daha donanımlıdır ama yaşadığı dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık olup; sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergilerler, bunun dışındaki şeyler örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve aslında diğerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.

Sanat bir yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçekten de doğrudur, yeteneğin tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir. Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçmez, yetenek olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek kısaca mistifize, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan) şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve doğa yasası gibi birbirini izlerler.

Bu açına bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, kavra diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, örneğin dili, kültürü kurcalanan toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Bizde dil sorunu çözümlenmiş değildir, yani dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır, bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halen de öyledir.

Bir görüşe göre Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum dilini yeni bulmuştur, doğrusu da budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dil de kalmamıştır, çünkü gene Osmanlıca söylersek bu bir dil değil terkiptir, çok uluslu Osmanlının, Balkan, Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Bu açıdan Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir dokuncaya (müdahale) son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş, dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine ulaşmıştır, bu anlamda karşıdevrim süreci bitmiştir. Ama kimi entelektüellerimiz Osmanlı bürokrasisiyle olan bağları nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin dili zannıyla ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde ‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir. Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp yozlaşabilir.

Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda bulunmaya çalışarak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp giden çabalarımızı artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep birlikte yok etmeye çalışmalıyız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş. Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz.

ULUS FATİH


EDEBİYATSÜVARIN VİTRİNİ..// Süha Tuğtepe




Şair Süha Tuğtepe'nin defter arşivine emanet ettiği yazıyı(ilk kez sadece defterde) yayınlıyoruz. Edebiyat süvarisi ve "Hayal Kumpanyası" yaratıcısı Süha Tuğtepe'nin Tuz kitapları eksenli enfes yazısı, onun ikinci göç yıl dönümü sonrasına bir sıcak selam ve anma olsun istedik. "Dengelerine düşen bir taş gibiyim /göznurlarına fırlatılan bir avuç kum, / elden ne gelir,/ meraklıyım rüzgarda savrulan kağıtlara.."-Süha Tuğtepe

* * *

EDEBİYATSÜVARIN VİTRİNİ

TUZ KİTABI

Kitapçı rafında görünce homurdandım.
-“Tuzun da kitabı ha! Gitti on kütük. Bu yazar taifesinin her canı sıkıldığında kitap ettiği on kütük ormandan, Dünya denen çilekeşin akciğerlerinden eksiliveriyor kardeşim.” diye Simurg Kitaphanesi, İbrahim biraderlerinden Coşkun Efendi’ye çıkıştığımda, zaten ömrü billah beni pek ciddiye almadığından olsa gerek, yüzüme boş boş baktı.

Dükkan zemininde bir ayağı eksik, üç ayaklı kedilerden biri (ki, birkaç tane var) miyavlayarak ayaklarıma kafasını sürtmeye başlayıp şefkat isteyince, aklıma Bedri Rahmi’nin o meşhur şiiri takılıverdi. Eğilip kediyi severken, berbat sesimle okudum üç ayaklı kedinin yırtık kulağına:

“Bir yanım tuz,
bir yanım şeker…
Tuzdan yanayım.

Bir yanım sen,
Bir yanım ben…
Senden yanayım.”

Elimde değildi, üçayak kediyi terk ederek, çıktım yeniden Tuz Kitabı’nın huzuruna.

-“Coşkun! Kaş kuruş bu?
-“Abi kuruş mu bıraktılar, yirmi milyon!
- Yeni Lira ile, Yeni Kuruş icat oldu, sen duymadın mı?
- Duydum da, aram iyi değil, ısınamadım. Yakında yeniden hepsi milyon olur. Bir borsa veya asker, takunyacı krizine bakar. Ardı sıra devalüasyon, enflasyon; sonra buyurun milyon.
-Soyguncu bunlar, böyle bir kitap 20 milyon eder mi kardeşim? İndirim yok mu, indirim?
-Senden beş milyonunu almayalım baba.

Kitabın içindekiler kısmına baktığımda, oradan-buradan, muhtelif yazarlardan derlenmiş yazılardan oluştuğunu görünce yine sinirlendim.
-Şuna bak, oradan-buradan, çeşitli yazarlardan derleme yazıları topla, kitap haline getir, bir önsöz patlat, kapağa da koy adını, utanmadan bir de benim kitabım de! Adın yazara çıksın. Oh, keyifler keka!

İki genç kız yandan yandan bana bakıyorlardı. Benden daha çok Tuz Kitabı’nı merak ettiklerinden emindim. Kitabın çeşitli yazarlardan alınmış yazılarının başlıklarını inceledikçe daha çok meraklandım. Başlıkları homurdana homurdana okuyup, içlerinden kızlara ilginç gelecek yerleri seslendirince, iyice meraklandılar. Ben severim böyle tuzaklar kurarak, avıma kitap satmayı.
-Coşkun, oğlum 12 veririm.
-Sermayesini kurtarmaz baba.
-13 vereyim.
-14’e olur.

On dördü duyan kızların daha da heveslendikleri her hallerinden değil de, elimdeki kitaba ara sıra fırlattıkları bakışlarından belli oluyordu.

Onlara da birer Tuz Kitabı uzattıktan sonra,
-Birer milyonu daha kurtardık kızlar, bu Yahudi daha ucuza bu kitabı vermez. Lakin gitti on kütük daha. Bizim gibi üç beş meraklı bu kitabı aldı diye bunun yazarı galeyana gelip yeni baskı yapmaya kalkar. Hele bu Coşkun denen gazcıya danışırsa hep yandı. O gazla peş peşe iki baskıyı birden bastırıp depolar valla…

Kızlar esprilerime gülmemişlerdi bile. Bu yeni nesil böyle. Temsili ben “Senin kulak zarını İpot’mu deldi? Söylesene kardeşim bu kitap kaç çip para? Burada kuzu-kafa bonus neden geçmiyor? Aletini bulundurmak zor mu geliyor? Aletleri sevmiyor musun?.. Kardeşim sen sanal para düşmanı mısın?” falan diye Hazreti Coşkun’a çıkışsam, bunlar gülerdi. Artık espri, mizah, ironi-mironi anlayışı da değişti birader. İnşallah çok yaşamayız, yoksa bunca sanallık bize kepek yapar valla.

Coşkun kızlardan aldığı 28 ile benim 14’ü kasaya indirdikten sonra, bütün memnun zamanlarındaki, memnuniyetsizlik tiratlarından birini daha başlamıştı ortalığa salmaya,
-Baba senin yüzünden ayaküstü üç milyon zarar ettim. Böyle giderse bu ay kirayı bile çıkaramam.

İyi ki almışım Tuz Kitabı’nı. Okuyunca çok sevdim. Coşkun’a bunu söyleyince,
-O kızlar da çok sevmişler baba, seni de merak ediyorlar. Önümüzdeki salıtesi gelecekler, sen de gel… diye mayalanıp fermantasyona girişen arpa suyu gibi kafa yapıyordu.

Salıtesiymiş…

İntikamım korkunç olacak

SÜHA TUĞTEPE


“Şen Bilim” ve Sen!..// Sufi.




İçimdeki ukdelerden birisi yakın ya da çok yakın olmayan bir tanıdığıma “nasılsın?” diye sorduğumda: “ehh, fena sayılmam, orta haldeyim, iyi olacağım” yerine “iyiyim, çok iyiyim” yanıtını duymaktır. Peki derdimiz ne o zaman ? Yoksa bilinmez bir boşluktan mı fırladık geldik şu toprak üzerine? Herkes gibi sizler de az çok ekonomik sıkıntılar, toplumsal çalkantılar, devinimler, “al külah <.> ver takke” durumlarına vakıfsınız, sabah akşam ipe sapa gelmez boş gazete sayfaları, tv’lerin beyin yıkma (arsız) /makinesine bağlanmamıza da gerek yok, her şey, bütün oyunlar orta sahada devam ediyor, yorum da sizsinin, yorumcu da, eee? O zaman mesele ne? Dünya işleri ve gidişatı karşısında “Harakiri” yapamayacağımıza göre, ya da Kafka’nın böceği olma durumumuz da hemen hemen ihtimaller dahilinde sıfır oranında ise, o zaman değişimi önce kimden, hangi “içten” başlatmalıyız? Çoğunluğun ruhuna sinen şu yarı melankolik-yarı depresif ruhu hali de neyin nesi?
“Şen Bilim” dedim, hani Nietzsche’nin muhteşem yapıtı, çok isterdim bir gün bu adla bir dergi/(miz) olsun.
İçeriği ve kapsamıyla tüm pasif-agresif ruh hallerine karşı bayrak misali, yenilgiyi “dünden-şimdiden” kabullenmişlere karşı, divaneliğin sermestliği karşısına durmadan aklı çıkaranlara karşı, tersinden aklı hafife alan ve tarihi-felsefeyi “Hürrem bahçesi” sanan kliklere karşı. ‘Az ya da çok tehlikeli yaşam.’ – Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike: Topraktanız biz;… “ Birbirimize çarptığımız gün vay hâlimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!”
Bütün bu tarihi girdaplar, süreçler ve büyük bir atılım gibi yerküreyi saran ışıltının (aydınlanma yılları) temelinde 9. Yüzyılın emeği vardır, çoğu da Doğu dünyasından çıkmıştır ve Batı hiç zaman kaybettirmeden işin özünü alarak Rönesans’ı yaratmıştır.(yeri gelmişken konuyu biraz daha derinden merak edenler için sevgili JM’nin “Yedinci Yalnızlık Devam Ediyor” adlı uzunca makalesini öneririm(“Sanatçının Atölyesi” dergisinin 3. Sayısında yayınlanmıştı yazı), baktım net ağında yok, (sahi, neden jm bütün o yazıları bir kitapta toplamaz, okurun da işi kolaylaşır, herkes yararlanır onca çabadan..).
9. Yüzyıl üzerinde neden bunca duruyorum peki? Onca insan aptal olmadıklarına göre, üstüne üstelik bugünkü olanakların ve konformist hayatın zerresi bile yokken, o denli büyük düşler, idealler, düşüncelerin temeli nasıl atıldı? Düş dünyası hangi verileri kullanarak kendini onca genişletti, onlar sadece “bu dünya, düzen, çark değişmeli, değişebilir” düşünü kurdular, bilimin, hakikatin bitmeyen enerji döngüsüne inandılar, değişebilirliği sorguladılar, ama ürün görmeye, “hasadı toplamaya” ömürleri yetmedi, “bir 14. Yüzyıl gerekiyordu” goncaların fışkırması için. Kendilerinden en az 400 yıl sonra gelenlerle neredeyse aynı coşkuyu, yaşam sevincini, umudu yaşadılar, yaşattılar, sonraki yüzyıllardaki çöküşlerinin sebebi ise tıpkı Doğu’nun durağanlığı gibi oldu.
Varmak istediğim pratik sonuç şu ki, insan durduk yerde kuru boş bir med-cezirden dolayı hayatı hem kendine hem de yakın çevresine dar hatta “cehennem” etmemelidir, üstelik değiştirmemiz nerdeyse olanaksız olan durum-varoluşlar karşısında umutsuzluğa kapılmamak gerekir, aydınlama ışığı bir kolektif coşkunun ürünü idi, öğrendiklerinin, öğrettiklerinin ürünü idi. Post modern zamane hepimizi kendimize gömmek niyetinde, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bütün o post modern edebi yapıtlara bakın, temellerinde yenilgiyi baştan kabulleniş vardır, coşku kıpırtısından zerrece eser yok, kırılganlık ve bir diri diri gömülme törenselliği alt kültür olarak ruhlara enjekte edilir, bütün bunları yaparken bir gerçeği özenle örterek yapar, sanki kendinden, kendilerinden önce ve önceki ne varsa kim varsa tümü “keder abidesi”, “geleneğin has bahçesi”, manik depresif, bipolar bozukluk cehenneminde didinen modern düşünürler, sanatçılar, yazarlardı.. Yok, böyle bir kapsayıcı “hakikat” yok, “onlar” diye adlandırılan kuşak en az post modernler kadar yaşamı, hayatı, dünyayı sevdiler, “gerçeğin arsız bir yalan olduğunu” da en az post modernler kadar biliyorlardı. Yaşamın ta kendisinin bir “nefesten” ibaret olduğunu da biliyorlardı, Kafka’sından tutun Nietzsche, Dostoyevski, Nazım, Tolstoy, Ginsberg, Furuğ,.. Brautigan’nına kadar. Alçak gönüllüce zerre olduklarının “farkındaydılar”, biliyorlardı. Ve siz şu devrana bakın ki, denizde boğulanın bir dala ya da yılana-yalana sarılması gibi, post modernler kendi teorik kulvarlarını getirirler Nietzsche’ye dayandırırlar, onun modernite, gelenek, tarihle, akılla, divanelikle olan hesaplaşmasından pay çıkarırlar, alakası yok, ilgisi yok.
Ben bu garabet felsefi yorumlara, yönlendirme DNA zincir uyumsuzluğu diyorum, özellikle Nietzsche ile ilintili post modern yorumlara. Nasıl mı? Yanıtı kendisi versin:
“-Nasıl? Benden kuşkulanıyor musunuz? Bana kızıyor musunuz, güzel canavarlar? Gizinizi ortaya çıkarmamdan mı korkuyorsunuz? Öyle olsun! Kızınız, yeşilimtırak ve tehlikeli olan bedenlerinizi yapabildiğiniz kadar yukarı çıkarınız, benimle güneş arasına bir duvar örünüz -şimdiki gibi! Gerçekte, dünyadan geriye yeşil bir alacakaranlıktan ve yeşil şimşeklerden başka hiçbir şey kalmıyor. İstediğiniz gibi hareket edin azgınlar, zevkten ve kötülükten bağırın -veya yeniden dalınız, çukurun dibine zümrütlerinizi boşaltın, yosundan ve köpükten, sınırsız beyaz dantellerinizi fırlatın. Her şeyi benimsiyorum, çünkü tüm bunlar size çok yakışıyor ve size sonsuz minnet duyuyorum: Size nasıl ihanet edebiliyorum, sizin hangi tür olduğunuzu biliyorum! Siz ve ben aynı türdeniz! Siz ve ben aynı gizi taşıyoruz!” (F.N-ŞEN BİLİM)
Bir şeye “ulaşmak” için, bazen düş kırıklığı, bazen de derin coşkular gerekiyor sevgili Sen!
Thomas Carlyle’den sırf “Soyut” düşünceler hakandaki görüşü sorulduğunda, yanıtı aynen şöyle olmuştur: “Bir zamanlar Rousseau adında birisi bir kitap yazdı, kitabın içeriğinde soyut düşüncelerden başka bir şey yoktu. Kitabının ikinci baskısının kapağı, ilk baskısını okuyanların derisiyle kaplanmıştı- doğrusu bu dokunulmayan gül cinsi deriden oluşuyordu..” (Politik Felsefe-D.Miller, çev. Sufi.).
Kolay olan bir şey, bir yer varsa hep beraber oraya taşınalım. Burası mı? burası huzur dolu, “adam sende..”, Freud boşuna mı demiş “bastırma ilk önce “ego” dan başlar”..
Ve seni anarım ey Stanislaw Jerzy Lec, ne güzel söylemiştin “akıllı Don Kişot uygun rüzgarı bekler” ya da “öyle boş laflar vardır ki içinde bir halk esirdir”..evet, sesinizi duyabilmem için susmam gerektiğini biliyorum..ya da ‘susmanın konuları tükenmez..’ diyerek içe doğru çekilmek..

Sufi.



2 Şiir / BORGES // Çev. Ö.Cem Demirci





ŞEYLER

Bastonum, cüzdanım, anahtarlığım,
İtaatkâr kilidim, eski notlarım
Okumaya vakit bulamadığım kitaplarım,
masa üstündeki oyun kartlarım, sayfaları
ezilmiş bir kitabım, ölgün menekşem,
öğleden sonra yapacağım unutulmaması
gereken işler, şu an unuttuğum,
Gün batımına bakan aynamdaki kızıl
güneş ışığının illüzyonu. Ne kadar
fazla şey, dosyalar, kapı eşikleri,
atlaslar, rüzgâr gözlükleri, çiviler,
Hizmet ederler bize bir kelime
dahi etmeden, tıpkı bir köle gibi,
gizemlice saklanmış perde.
Onlar var olacaklar yok oluşumuzun
ötesinde; ve asla öğrenemeyecekler
öldüğümüzü.


* * *


KARANLIĞA ÖVGÜ

(İn Praise of Darkness)



Eski çağlar en mutlu anlarımızı
yaşadığımız zamanlar olabilir.
Hayvanların tüme yakını ölmüştü,
geriye sadece erkek ve ruhu kaldı.
Yaşıyorum; belirsiz, karanlıkta parıldayan
şekiller arasında, henüz yeteri kadar
karanlık olmayan.
Buenos Aires’imin parçalanmış
sınırları, sonsuz düzlükleri, Recoletos,
Retiro olmak için ve bir kere bile
tanımlanamamış sokakları ve sarsak
eski evleri, hâlâ gelişememiş ülkemin.
Hayatımda daima uç olaylar
yaşadım.
Abdera’dan Democritus oydu
gözlerini, hiç değilse bir kez
Democrıtus’un kendi olduğunu düşünmek
için.
Bu çelişki keder vermez bana;
süzülür aşağı Democritus’un kanı nazik
bir meyille, andırarak ölümsüzlüğü.
Yüzsüzdü arkadaşlarım, kadınlar;
onlar eğer yıllar önce olsalardı
dönüm noktalarım değişir, kitaplarımın
sayfalarındaki yazılar yok olurdu.
Bütün bunlar korkutmalıydı beni,
fakat onlar bir tatlılığı, bir geri
dönüşüydü, yalnızca birkaçını
bildiğim dünya üzerindeki bütün
jenerasyonların.
Birilerini, onları hafızamda
tutuyordum okuyarak ve ama biçimlerini
değiştirerek.
Güneyden, doğudan, batıdan, kuzeyden
labirentler birleşip aydınlattı beni,
sır merkezinin labirentlerini.
O labirentler ekoları ve ayak izleriydi
kadınların, erkeklerin, ölümün,
ıstırapların, dirilişlerin, günlerin
ve gecelerin, rüyaların hatta yarı
uyanık rüyaların, geçmişin bütün
derin anılarının ve dünyanın
bütün geçmişinin, Dane’ın vefalı
kılıcının ve Farsçanın parıltısının,
ölümü yaşamanın, paylaşılmış
aşk ve kelimelerin, Emerson’un ve
eroinin, çok fazla şeyin. Şimdi
unutabilirim onları. Erişiyorum
kökenime, algebrama, anahtarıma,
aynama
Yakında kim olduğumu öğreneceğim.


JORGE LUİS BORGES
Çeviri: Ömer Cem Demirci




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***