Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



1 Uçuşun Ameliyatı // Rafet Arslan



Sağanak yağmurun rüzgâra karışması havaalanının haute coute mimarisinin boşluklarında tuhaf bir uğultuya neden oluyor. Kulağımda yer eden ses tıpkı sahile vuran dalga sesi.

Karşıdan bir uçağın hızla pistten ilerleyişini izledim. Bakış limitimden çıkarken ardında beyaz ve düz bir duman bulutu bıraktı. Ufkumdaki beş elektrik direği arasında 4 adet uçak bekliyordu.

En soldaki iki küçük beyaz-kırmızı renkli olanların yanında 2 adet boylamasına uçak vardı. Kuşkusuz en büyüğü ve alımlı hatlara sahip olan ortadaki uçak, geniş kanatlarıyla erkeksi bir güç gösterisi. Devasa kanatlarının uçları şiirsel bir ifade ile göğe doğru kıvrılmış. Çok güzel bir manzara ama etrafımda bekleyen kalabalık buna karşı tamamen ilgisiz; hepsi kendi iç dünyalarına geri çekilmiş durumda.

Oysa hepsi yolcular değil; yolcu adayları. Çünkü havaalanı sadece bir bekleme üssü, yolcu olup olamayacağımız, uçağın yere çakılıp çakılmayacağı gerçeğine bağımlı. Etrafımdaki boş bakan izleyiciler nedense bu olasılığı hiç hesaba katmıyor gibiler.

mecburi tek yön
Hava koridoru bir katliam denemesi için en uygun yer. Kaçışa asla izin vermeyecek, klostofobik bir sunak. Start için gerekli olan tek şeyse bir makineli tüfek.
Sonrada düz, steril, parıltılı yüzeyde action paint bir fon oluşturacak kan boşalmaları, beyin parçacıkları( Kan Fıskiyesi diye bir küçük piyes yazmıştı Antonin Artaud).

saha çalışması
Hafif sayılabilecek, travmatik olmayan bir kalkış…
Basıncın dub ritmi, geçerken etli kıçını dirseğime değdiren hostes kız, küçük pencereden kente ve onun kaotik mimarisine kübist açılardan bakışlar. Alttaki kentin ölü doğasına karşın, gökyüzünde ışıltılı ve kaygan bulut mimarisi( Al Kumsallar’da bulut heykeltıraşlığı-demişti Ballard).

Basınç artıyor, bacaklarımı sallayan, göğüs kafesimi sarsan; basınç. Ve gri gökte bir yağmur sonrasının boş bakışları, kayıp ufuk(uçuş) çizgisi. Kulaklarda uğuldayan makinesel sel, ince bir dejavu hissi, biraz boşalan, rahatlayan basınç.

acil durum
Araba kazalarının eşdeğeri olabilecek bir enerji patlaması ve daha ötesi olarak havada çarpışan iki uçak. Kuşkusuz biri yamuk gagalı bir Concorde ve diğer uçağa tam ortadan giriyor. Keskin ve sert bir kamikaze dalışı.
Can yeleği: baştan geçmeli, kırmızı kollu korkuluk. Uçağı terk edilmesi hallerinde kullanılacak; eğer hala hayatta isek.(ve mizansende can yeleğini çekiştiren hostesin naif dans figürlerinin yarattığı tabut seksi ihtimalinin minör kazançları).

saha çalışması
Uçuş anksiyetesinin 2 temel semptomu: sürekli hareket hali ya da bir çeşit ölü taklidi psikolojisi.
Hareket hastalığına yakalananlar hiç duramıyorlar; sürekli bir kaşınma, çantasına bir şeyler koyup geri çıkarma, kitap sayfalarını okumadan çevirme, sakız çiğneme hali.

Yüksek basıncın yer yer geri dönüşü, kulakta sürekli uğultu. Gök, beyaz ve boşluk. Yeniden ve kuvvetli bir bulut evrenine dönüş. Sonsuzluğun mükemmel estetiği; dik açı bir hamle ufuk ve bulut dağları arsında gelip-giden görüş açısı. Ve yukardan bakabilme tahayyülünün kesin mükemmelliği; bulutların üstünden. İnsanlar gökyüzündeler ama farkında değiller; olağanüstünün hayatlarına sızan varlığından.

Yer yer basıncın ani salvoları, beyni kuşatan izi. Camdan bakmaya çalışıyorum, bir an solum bembeyaz, sağım ise masmavi; bir renk/ışık tiyatrosu gibi. Ve bu devam ediyor.
Az sonra görüntü yine bir terazi gibi dengeleniyor ve yeniden koridora gelen hostesin kıç yanaklarının muntazam yumuşaklığı.

Aklıma uçuşun hemen öncesinde oynanan acil durum pandomini geliyor. Kabin amirinin suflörlüğü eşliğinde hostesin canlandırdığı bir çeşit kara-mizah gösterisi. Hostes kızın keskin burun hatlarını, kararlıca toplanmış saçlarını ve yavruağzı rujun damgasını vurduğu hoş dudaklarının yarattığı küçük boşluk olmasa, izlediğimiz bu acil durum uyarı simülasyonunu Kral Übü’den bir sahne sanmam içten değil.

acil durum
9-11; yeni binyılın kuşkusuz startı. Bir kule yapı ile mekanik köpekbalığının tecavüz ilişkisi. Hardcore bir darbe ve boşlukta dumanla ile bezenen salına bulutlar.
Mask: kabin basıncı değişikliğinde ihtiyaç olunacak bdsm aksesuar.
Basınç: squirt… Kabin basıncının yarattığı olumlu psikoseksüel temaslar.

saha çalışması
Solumdaki bulutlar coğrafi yüzey şekillerini andırıyor, daha çokta küçük tepeleri; sağımdakiler ise parçalı bir yapı sergiliyor.
Sol taraf yoğunluğa, sağ taraf boşluğun armonisine yer açmış ve arada çürük dişlerimi sızlatacak yoğunlukta basınç seli.

Dalgın yolcular, uykuda olanlar, korkusunu yenmek için uyuyormuş numarasını yapanlar, saçma uçuş dergisini anlamsızca karıştıran ya da yanlarındakiler ile sohbet etme uğraşındaki yolcular; aslında hepsi birer koltuk mahkûmu olan insanlar. Yürüme özgürlüğüne sahip olanlar uçuş personeli, volta atan gardiyanlarımız. Yolcular sanki hayatlarından felaket fikrini çıkarmış gibi, hissizce bekliyorlar.

Ardından boşlukta bir süre asılı kalma hissi, sanki karşıdan gelen bir başka uçağa durup yol verirmiş gibi bekleme anı. Ve muhtemelen bir bombardıman uçağı öncelik verilen; kocaman mesanelere benzeyen yükleri kanatlarının arasına özenle yerleştirilmiş.

acil çıkışı
Bindirme flashback… Yağmurun damgasını vurduğu devasa havaalanı mimarisinin içinden dışarıya, çamur birikintilerine, üç adet küçük kum/çakıl tepeciğine (ki uyarılmış meme uçlarına benziyorlar) bakış. Zeminin betonundan yukarı doğru çıkıntı oluşturan iki parça mavi boru(uçları hadım edilmiş). Seriye bağlanmış bir makineli tüfek gibi yeri/mimariyi sürekli vuran sağanak. Yerden havaya sızmış çamur kahverengi. Ve uzakta kentin ensest kurbanı çarpık mimarisi.

saha çalışması
Ve yeniden basınç; çelik kanatların gerçeklik evrenine keskin dönüş. Bir atlastan fırlamış harita parselleri; bir kent köşesinden girişin robot resmi. Seraların birer soluk ayna ya da konteynır olarak topoğrafisi. Hala kırsal ile kent manzarası karmaşası, metropole yaklaşma sancısı. Sağa ve hemen ardında sola ani manevralar. Solda beliren bulutlar ile iç içe geçmiş büyük dağ sıraları ve bize davetkârca bir ucunu gösteren körfez. Land art alanlarına benzeyen yan ayna farklı tonlarda tarım parselleri. Yılan gibi kıvrılan bir otoyol görüntüsü(nihayet!).

Açık görüş, brokoli ağaç kümeleri, güneşli bir Salı sabahı aniden ve sarsıntılı A.M.H.M’na iniş, çakılmadan, namahrem…
Uçuş boyunca tüm kuşkularını, korkularını, paranoyalarını gizleyen yolcuların yüzlerine vuran katharsis hissi. Derin alıp-verilen soluk ve hemen bir kente akma hevesi…

final cut
Hareketsiz duran, daha çıkış kapısı açılmamış uçağa tam göbeğinden, son hızla çakılan bir diğeri.
Kurtulan sayısı bilinmiyor.


Rafet Arslan


Bir Arayışın Notları (yazının tamamı) // Hür Yumer


Hür Yumer’in bu harika yazısı  Bir Arayışın Notları   E*MAG biçiminde sunuyoruz. 
Verilen linkten indirerek arşivinize kazandırabilirsiniz... 

 Borges Defteri

 Link: 


DAİM // Leon Felipe




DAİM

( Evvel ) Zaman içinde kaybolmuştu.
Az an öncesi gömülmüştü tarihin tabutu
Mezarın bekçisi yoktu o sıra
ve gömütlükteki tüm ağaçlarda kuşlar şakıyordu elbet
Evvel bir bey miydi yahut kraliçe mi
Sarayının gölgesini kim arardı ki burada
Zaman böylece adlandırıldı?
Nedeni bilinmeksizin Ardınca'da gün doğdu
Lakin tarih yenilmek üzere sofraya sunulan
mısır ekmeği kadar
oturmaya devam ediyor hala
insanın midesine

bu anda.

Leon Felipe 
(defter arşivi)


Kuzey Kore'de Sanat // Borges Defteri



Sesleri Destekleme: Kuzey Kore'den Agitprop Art etkinliğinin adıdır.  Eskiden erişilemez Kuzey Kore sanatını göstermek için batı Avrupa’da bir takım girişimler gerçekleşiyor, zor da olsa Kuzey Kore’li  sanatçıların sesi duyuluyor bu sergiler aracılığıyla. Söz konusu sanat ve de özellikle resim sanatı ve Kuzey Kore ise ister istemez o ülke tarihinde kendine özgü bir yeri olan Jushe felsefesi işin içine girer, yani: Kendine Güven. Dolayısıyla, yapıtların morfolojik ve politik benzerliği yüzünden, izleyen kişiye, altta yatan mesajı ayırt etmek için bariz olan biten şey ayırt etmesi gerekir...

defter e*mag no 7, Kuzey Kore sanat anlayışını irdeliyor...
Okumanız veya indirmeniz için link:


MEŞRUİYET // Naime ERLAÇİN




“It’s easy. All you need is love!”
(Lennon & McCartney)

yaşamla bağını kopartmış yaprağın
toprağa düşüşünü izliyoruz sessiz
okyanus ötesi kuşlara
yakın kuruyoruz yaban düşlerimizi

anlaşılmaz nakışlarla gergefimizde
vakitsiz yolunuyor kekeme şafaklar

kınası kırık bir sabır zamanı
ayna ısırığına düşüyor
kalplerdeki esmer deniz

hançerede büyüyen suyun sorgusu
maya tutuyor kılcal ağrımıza
gece diplerinde

zalim bir sürek avına
perçinleyerek kendimizi
gece yarısı kadar sır dolu
aşkı “meşru” yazıyoruz deftere…



Naime ERLAÇİN


Yaşam!..



“Sıradan insanların büyük televizyonları, 
 sıra dışı insanların ise büyük kütüphaneleri vardır. 
Hayatın anlamını unuttuğumuz bir çağda yaşıyoruz.
Bu gezegenden gitme ayrıcalığına ulaştığınız zaman kaç yaşamı etkileyeceksiniz?  Sizi takip eden nesiller üzerinde nasıl bir etki bırakacaksınız? Son nefesinizi vermeden önce arkanızda bırakacağınız imza ne olacak? “ / R. Sharma


“VLADİMİR BURKONY” ve YAZIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ


Yazar, Şair Ulus Fatih’le son çıkan romanı ve “edebiyat” üzerine gerçekleştirilmiş bir söyleşi.  Hani Astolin’e defter adına teşekkür ederek.

“VLADİMİR BURKONY”  ve YAZIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ

HANİ ASTOLİN- Kırk yıldır okur-yazarsınız, sonunda yolunuz bir roman -Vladimir Burkony- ile kesişti, yolculuk nasıl başladı, kendinizden ve romandan söz edebilir misiniz?..

ULUS FATİH- Başıboş büyüdüm ben, sekiz kardeşin en küçüğüydüm, çağırdıklarını dahi anımsamıyorum, eve gelmesem bile aramazlardı. Buna karşın köyde hiç bir tehlikeyle karşılaşmadan çocukluk yıllarım geçti, köylüler yılandan-çıyandan söz ederdi, hiç yılan görmedim, hala üzülürüm, bir kere tavşan gördüm, ama doğayla baş başaydım her zaman, öğle sıcağının bunaltısında, güneşin sesini duyabilirdim ben, yollar bomboş ve hep bir ıssızlık vardı, armut ağacının baharda bir türbe gibi açıp, som beyaza kestiğini gördüm ve büyülendim, arıların vızıltısı kutsal bir ayin gibiydi. Bağ evinin ardında, eğimli bir sergi yeri vardı, orası baştanbaşa papatyayla dolardı, güneş rengi sarı ve sonsuz beyazın buruk, tuhaf kokusunda bir küçük cennet, bir gün duvarın dibinde taşların arasında bir şey gördüm, küçük, mavi bir şey, kır sümbülü, açmış tek başına ve kimselerin gördüğü yok, bakakaldım. O anı anımsıyorum, o an benim doğadan zehirlenip, esrikleşerek, yıllar sonra dilimin çözülerek, gördüğümü anlatmaya, yazmaya, dile getirmeye kalkıştığım andır, bir tür elçilik inanın... Çökelez dağına gittik bir gün, kızıl toprak derler yere, dağın eteğine yakın, toprağı kırmızı oranın, bağların aralarında, siyah üzümler ve bir bağ evi. Orada sazdan örülü bir kafes var ve içinde bir keklik, çocuk dünyası işte, keklik bana o kadar olağanüstü bir yaratık gibi geldi ki, rengarenk ve okşanır bir güzellik içinde salınıyor, ansızın tanrıyı görmüş gibi oluyor insan. Uzatmayayım, o zamanlardan beri doğa aşkıyla yanıyorum ben, ne yazmaya kalkışıyorsam da, o günleri kutsamaktan öte bir şey değildir, bir düşün içinde geziniyorum hep...

H.A- Yine de yalnızca bunlar değildir sanırım, okuduğunuz kitaplar, gördüğünüz filmler, ne söylemek istersiniz, bugünlere gelen yolda...

U.F- Güzel bir soru derler ya, işte o, çünkü dediğim gibi, ben başıboştum hep, Denizli'ye okumaya gelmiştim, ama ondan önce köyde Kızıl Sultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast, Gobi Çöllerinde, Büyük Kazak Göçü, Japon Baskını gibi kardeşlerimden kalan kitaplar gördüm evde, onlarında keklikten bir farkı yoktu, kapak resimleri bir çocuğu daima büyüler, başka dünyaların varlığını o kitaplardan seziyor insan. Denizli'de çok sinemaya giderdik, hatta çocuklar benim seçtiğim filmlere giderdi, çünkü ben zehirlenmiştim bir kere, meraklıydım yani, tiyatroya bile gittiğimizi anımsıyorum, Bir Delinin Hatıra Defteri ve Godot'yu Beklerken'i izlediğimizi anımsıyorum, Gogol'un yapıtını kendisi de Denizli'li olan Sadık Aslankara oynuyordu, bizde emeği olduğunu nereden bilsin. Sanat filmlerini de o zamanlar tanıdım diyebilirim. Köyde de film izlediğimiz vardır ama, Erol Taş'ı anımsıyorum, çok büyük bir aktördür o. İlginç bir anım var, Venüs sinemasında Garip Bir Aşk diye bir filme gitmiştik, Helmut Berger, Virna Lisi, tutku dolu, obsesif-takıntılı bir aşk, kadın dayanamıyor ve intihar ediyor, erkek siyah giyiniyordu, o günden beri siyah giyinirim, siyahı çok severim belki de. Denizli'de Ajda Pekkan'ın kaldırımda yanından geçtiğimi de anımsıyorum. Denizli gelişmiş bir sanat ve kültür şehriydi. O sıralar Sokrates'in Savunmasını okumuştum, on üç yaşındayım, kardeşlerim alayla karışık överdi. Victor Hugo ve Tolstoy'u çok okudum, sonra onlar çocukluk yazarım oldular yalnızca, yaşamı anlatan yazarlardan uzak durdum, Che Guevara o sıralar çok biliniyordu, İşçi Partisi konuşulurdu, evde Türk Dili dergisi vardı hala saklarım, çok nitelikli dergiydi. Sanat aşkı içime saplanmıştı sanki, o dünyaya aşıktık artık. Tanrı'nın evinde sürüp giden yaşamda, her daim değişen ve göz alan bir ışıkla baş başaydık sanki.
H.A- Nasıl yazarsınız, sanat anlayışınız nedir diye soralım?..
U.F- İnsan okuduklarının kopyasıdır. On dört yaşında şu şiiri yazdım; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür-Venüs, ay yıldız / Bütünü benim uydum. / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sutyen, sonra don!..' İnsanoğlunun boşunalığını, pek çok şeyin boşuna peşinde koşup, kendini-varlığını ziyan ettiğini düşünmüşüm sanırım. Köyde ay ışığında, dibekbaşı derler toplanma yerinde, Sarte'ı tartışan gençlerin arasında büyüdüğümüzü belirteyim, evde de o konuşmalara kulak verdiğimiz oluyordu, bir heyecan içindeydik inanın, kültür şoku içindeydim sürekli, kardeşlerimin tarih veya diğer mantık, biyoloji gibi ders kitaplarını da karıştırdığımı anımsıyorum. Auguste Comte'u o zaman duydum ama Hukuk Fakültesi'nde gene karşıma çıkmıştı yıllar sonra... Babam köyde kandile yaklaştırarak kitapları hecelerdi, çok severdim onu, okumaya doyamadan gitti bence... İstanbul'a geldiğimde, kitapçılarda, sahaflarda ayak üstü çok kitap okudum, hiç unutmam biri elime vurdu, tabi bıraktım kitabı, evde ne bileyim beş bin kitap var mıdır acaba, ama bütün kitaplarını para verip alan biri varsa onlardan biri de benim. Ne bileyim beş bin kitabı gözden geçirmişimdir herhalde alıcı gözle... Okumak körlüğe de yol açar ama, iki paralel doğru, sonsuzda birleşir!.. Yazmaya İstanbul'da öğrenci yurtlarında, pansiyonlarda başladım, kağıtlara yazıp, bir çantam vardı onun içine atıyordum, kendime inanmışlığım var, bu o değil ama, yazma tutkusuna bağlanmışlığım demeliyim, Nazım, Yaşar Kemal, Yunan Şairleri, Octavio Paz ve Alman filozoflarından etkilendim, pek çok yazar vardır ama bunlar önde gelen, Stanislav Lem örneğin, sonra Borges'i bize çok yakın buldum, ondan çok etkilendiğim söylenebilir mi bilmem, oysa Borges benim içimdeki kültürü dışa vuran biri gibi geldi bana, kendimi onda buldum, çünkü o doğu kültürüne çok yakın bir isim... Nobel verilmeyişi bu nedenle, doğu kültürünün ululanıp, göğe yükselecek olmasını istemiyor çağdaş dünyamız, Yaşar Kemal'e verilmeyişi de aynı nedenle, bu komik gelebilir görüş olarak, ama şunu unutmayın ki, büyük savaşların bile kraliçenin kişisel arzusuyla örtüşen nedenlerle başladığını tarihler yazar, nefret ettiği uşağı Galiçyalı olduğu için sefere çıkan kralda vardır. Gerekçenin tamamı Grekçe yazılmıyor kısacası!.. Yaşar Kemal ve Nazım'dan etkilenmiştim ağırlıklı olarak, Paz, Borges, felsefe, bilim kurgu karışımı olarak sürdürdüm yolculuğu, sinema yazmayı etkiler mi, Tarkovski benim efendilerim arasındadır, ama yolda bulduğunuz bir kağıt parçasında gördüğünüz kıssa hepsinden etkileyici olabilir, Ben-i Ahmer'e Ağıt diye bir şiir yazmıştım, kahvede yere düşen bir gazete sayfasından esinlendim onu... Sanat anlayışım sonsuzluk ve bir gün artı hiçliktir. Parçalı gerçekliğe inanırım, kutsal kitaplar olağanüstüdür benim için, Marki de Sade'ı merakta ederim ama ve bilim teknik dergisini kırk yıldır aralıksız okurum.

H.A- Kahramanların kimlerdir, neyi anlatmak istersin?..

U.F- Belli bir amaçla hareket etmem, doğaçlama anlatmayı düşünürüm, otomatik metin gibi, Aleksandros Matsas'ın, Manzara adlı şu şiirini çok severim;
'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından. '
Burada olduğu gibi, bir kaos düşlerim ve umarsızlık içinde yüzdüğümüzü anlatmak isterim ama bu bir genelleme amacını taşımaz, bu konuya dikkat çekmek isterim, bir olasılık olarak yani, herkes gibi düşünürüm ve herkesin her şeyi bildiğini bilirim, yazarak işe yaradığımı hayal ederim, naçizane bir düşünce, Rasputin, Raskolnikov, Jean Valjean gibi kahramanlarım yoktur, ama Katip Batleby'yi okudum Herman Melville'in, o kahramanım olabilir çünkü az önce söylediğim nitelemelere uygun, bir olasılık olarak dikkat çekmek istediğim görüşe uygun bir kimlik o, ama gene de kahramanlar diye bir saplantım yok, Don Kişot bir roman olarak ilgimi çekebilir ama kahraman olarak ilgimi çekmiyor, çünkü bana bir mizah öyküsü gibi geliyor o, gerçekte düşüncelerime uygun ama yazın dediğimiz şey bir biçimdir, dildir, anlatım tekniğidir, bir trajedi olarak düşünülen şeyi komedya olarak aktarırsak okumak istemem, bir komedi trajedi olarak aktarılıyorsa da ilgimi çekmeyebilir, yazın bana göre anlatımın insanı sarıp sarmaladığı, ruhumuzu tutsak edebilen, bir destan olmalıdır. Destan abartılı belki ama can alıcı bir öykü diyelim o zaman, şuna kesinlikle inanırım, hayatı anlatmayın bana, onu zaten yaşıyorum ben, başka yaşamları da anlıyor olabilirim, düşleyebilirim... Öyleyse derdim nedir, gerçekte Katip Bartleby diye biri yaşamadı bu dünyada, ama o yaşadığım dünyanın içinde beni en çok sarsan insanların başında geliyor, neden?... Yazmak, Bartlebyler yaratmaktır, şu ya da bu biçimde, fark etmez...
H.A- Vladimir Burkony'ye gelelim mi?..
U.F- 2001 yılında gazetenin birinde bir haber gördüm, kısacıktı hala saklıyorum kupürünü, Ukraynalı bir kemancı işsiz kaldığı için, Antalya'da intihar ediyor, işinde seçici olduğu söyleniyor, dramatik bir durum. Haberlerin masa başında yazıldığı bir çağdayız, haber küçük ama dramatize edilmiş olabilir ama dünyamız illüzyonlar çağında, her şey böyle, manipülasyon ve algı dünyalarımız yönetiliyor. Gerçek sanal, sanal olan da gerçektir diyebiliriz artık. Bu haber doğallıkla beni çok etkiledi, yukarda sözünü ettiğim görüşlere uygun bir durum, eğer bir roman yazacaksam bu Vladimir Burkony olabilir ya da olmalıydı, tam on altı yıl bekledim, bir Vladimir Burkony'de benim yani!.. Sonunda tanrı yüzüme güldü, o inançsızları çok sever, yoksa cennette kullarına yer kalmazdı diyende var biliyorsunuz, romanın girişini ve Kendine Ait Bir Oda'yı buldum günün birinde, 666 sayfa yazmışım nerden bileyim, 250 sayfa yazsam roman bu derler hiç olmazsa diye düşünüyordum, o sayfaları görünce bütün o büyük romancılara şaştım çünkü iki katını yazabilirdim daha, büyük yazarları biraz punto canavarları olarak algıladım o an, şaka bir yana 66 günde yazdım kitabı, Einstein der ya hani 66 yıl artı 1 saat, onun gibi. Kitap çıkarmıyorum pek, blog yazarıyım ben, okuyanda pek yok zaten, ama merakım onu yayınlamaya doğru sürükledi, durum bu işte. Kitap Bartlebylerin versiyonu, Don Kişotların, Aylak Adamların, Homongolosların, Stalkerlerin ve yukarda anlatılanların tümünün gizil bir geçmişidir belki, illüzyon yani. Büyükada'da bir Beto var, sürekli inliyor, dur duraksız, o bile var romanda... Ukrayna'yı ziyaret etmek istiyorum, Vladimir Burkony'e büyük saygım var sonuçta, yaşam ve ölüm birlikteliği evrenin gizlerinden biri ne de olsa...
H.A- Son olarak ne söylemek istersiniz ya da şöyle diyelim ne sorulmasını isterdiniz?..
U.F- Her şey ve hiç bir şey!.. Çalışıyoruz, çabalamalıyız. Ne yazık ki yazmakla bağlantılı bu önerim!.. Şiir manifestosu bile yazdığıma göre, eksikleri tamamlamak amacıyla yazıyorum, kendi dünyama göre tabi, çevirilerim var, yayınlamak isterdim, bilim kurgu tarzında şiir amaçlıyorum, yazdıklarım var, Odysseus diye bir roman yazmayı düşünüyorum, otomatik metin tarzında, insan bin yıl yaşasa işini gücünü gene de bitiremeden gider bu dünyadan, hatta Vladimir Burkony gibi kestirip atabilir de, şiirsel bir geniş kapsamlı yapıt üretmek, bilim kurgu romanı gibi bir şey yazmak hep düşlerin içinde, Tanrı'nın romanını yazmak bile isteyebilirim, çünkü önlem amaçlı bir yararlık sağlayabilir veya şeytanı anlatmak, yazmaya kalırsa, yazmak yaşamak yani!.. Ben teşekkür ediyorum.


H.A- Bende teşekkür ederim.


VLADİMİR BURKONY / Ulus Fatih




Ulus Fatih'in sıkı kaleminden çıkan "Vladimir Burkony" isimli Roman raflarda yerini aldı. 
Bütün defter okurlarına ( hala ve de her zaman : en iyi okurlar sayılırlar) öneririz. / defter 

ROMAN- (Tadımlık…)
7. BÖLÜM:

Bisikletli Maria mısır tarlalarının içine, sere serpe uzanmış gökyüzüne bakıyor, iki eli boynunun altında; Amon Ra gibi duruyor. Nefertiti mi yoksa bu!.. Nasılda hareketsiz, bir tantra oyunuyla tapınıyor olmasın, beni görünce hafifçe döndü ve gel bakayım dedi, o gün yücelen, oral bir şiir yazmak istediğini çok sonra anlayacaktım, gittim yanına, güvenilir bir çabuklukla kucaklayıp, göğsüne bastırdı, öpmeye başladı, tarçınsı, kekik gibi, acayip bir kokusu vardı, bir kır hayvanını andırıyordu, değişik bir tanen gibiydi kokusu, bir balsam.
Hareketsizdim, o kadar uzun uzadıya öpüyordu ki, yanaklarımdan su damlıyor sandım, saçlarımı tutup sıvazlıyordu, bir ara kokladı da... Usul usul vücudumu okşamaya başladı, bir tepki vermememe karşın, ne yapmam gerektiğini de bilemiyordum ya da doğrusunun kayıtsız kalmak olduğunu düşünüyordum, ne kadar sürdü o anlar anımsamıyorum, belki yıllarca, belki de bir dakikadır. Cennetin kapısında bekleşiyorduk, zamanın alt üst olduğu ve sonsuzca uzun gelen ya da hiç olmadığı sanısı veren, an yığınlarıydı olan biten...
Sonra bana delice, bugün anlağımda şaşırtıcı bir imgeleme dönüşen bir şey yaptı, pantolonumun düğmelerini çözdü, elini tüysüz, sıcak bir yaratık gibi orama soktu, tuhaflıkla geziniyor, ipek gibi kayıyordu parmaklar, utanıyordum gitgide, yüzüm kızarıyordur sanırım, paşa kılıcının hafifçe uyanıyor ya da hareket ediyor olmasından korkuyordum, pelte gibiydim desem sanırım yalan olmaz, hafifçe dirildim ve bir düzene dönüşüyor gibi yaptım, bedenim ince beline, kalçalarına dokundu, tanrım yaratılışın hamuru bu muydu... Tanrının eti bu muydu!..
Pantolonumu biraz sıyırdı ve eliyle tutarak öpmeye başladı can çubuğunu, bezelye sırığı gibi dikleşen organı, dil evinin içinde gezdiriyor, bir çöl açlığıyla, sanki haz dileniyordu, bir tapınma seremonisini andırıyordu hareketleri, giderek soluk alış veriş biçiminden ürkmeye başladım, kendini kaybedecek diye korkuyordum ve bedenimden kaçıp, kurtulmak istedim o an, şaşkınlıklarım sınır tanımıyordu artık, bütünüyle dinmiştim, duraksadım, kuş ölüsü gibi hareketsiz kaldım. Maria'nın yüzünün delicesine kızardığını, renkten renge girdiğini görebiliyordum, yoksa bana mı öyle geliyordu...
Kıpkırmızıydı yüzü ve ikimizde soluk alıp verişlerimizin düzenini yitirmiştik, ben tanık olduğum olayın beklenmedik biçimde içine girmekten, yolumu şaşırmıştım ne yazık ki, Maria'nın solumaları öyle ürpertici, üstencil bir katmana yükseldi ki, göğsü sanki balyoz gibi bana çarpıyor, yüreği dışarı fırlıyor, sonra garip bir canlı gibi, can havliyle koşarak, sanki içeri giriyordu, ben kaçmaya çalışıyordum ama her şey ruhlar dünyasında olup bitiyordu belki de, cansız, davetsiz bir şey gibiydim. Kartal yuvası gibi dağılıp toparlanıyordu Maria, yuvanın çalı çırpısı darmadağın oluyor, göğüs kafesi sanki ta aşağılara kadar düşüp, parçalanıyor ve birden hiç bir şey olmamışçasına yine gelip, ağacın çatalına konuyordu sanki, bir yuvacık gibiydi umarsız bedeni!..
Ruhani bir törendi bu ve ne benim gözlerim olan biteni görebiliyordu gerçekte, ne de sanırım Maria olan biteni görüp, seçebiliyordu!.. Yarı ölü, iki Araf yolcusu gibiydik ikimiz, ayrıksı nedenlerledir belki... Kendinden geçen, yitik iki insan ve garip bir görüngü, kendimize dışardan bakamıyoruz ki...
Göğsü o denli hızlandı ki, pistte uçuşa kalkan mekatronik bir uçak ya da kanatlarını vura vura havalanan ve kızıl gözlerle bakan, dev bir karabatak gibiydi. Göğsü karın hizasına inip çıkarak soludu durdu artık, sırtının hiç hareket etmeyişine şaşırır gibi oldum, birden elimi tuttu ve yün donunun içine sokarak sanki çayırdan geçip, vulvanın içinde at koşturdu, elim ıslanmıştı, sıcak acayip bir sıvı döküldü sandım, elini elimin üstünde kırarcasına bastırdı ve hınçla, hıçkırıkla, haykırışla süslediği soluğu, bir zaman sonra yavaşça uyuştu, soldu ve bir süre sonra da can verir gibi, son iç çekiş köyüne varmışçasına durdu.
Kımıldamıyordu...
Maria uyudu!.. Ona sarılarak bende uyudum diye anımsıyorum. Ayak uydurmaya çalışmıştım diyemem, kaçmayı da düşünmedim, hareketlerine ters bir eskiv yapmayı da, yalnızca onun us dışına çıkabileceğinden endişelendim, çocuksu davranışlarla... Bir süre sonra hiç bir şey olmamış gibi kalktım ve uzaklaştım oradan. Maria uyukluyor gibiydi, göz ucuyla sanırım, uzaklaşmama izin verdi. Sonraları ne zaman görse, benden yüz çevirdi, dostluğumuzun ebedileşmesi, inanıyorum ki gerçeğin ortaya çıkmasına payanda olur diye düşünüyordu. Köyün bir söylentiyle sallanmasından çekiniyordu belki de, bir başka cana, kendisinden başka bir varlığa nasıl güvenebilirdi ki insan, teoremin bizleri olanaksız düşlere sürükleyen yanı buydu ve beni hiç bir zaman tanımazmış, konuşmazmış gibi davrandı her zaman ve anladım ki ben fısıldıyor olsaydım da bakışlarımla, hep güçlü kalan bir yanı vardı!..
Maria'nın acı veren tarçın kokulu soluğu ve yürek yakan kızgınlığı aramızda bir gizdi ve öylece de kaldı, bilinmez. Onunla bir daha ne yan yana geldim ne de konuştum. Şimdi tepinircesine sürdürdüğü coşkusunun, bisikletin tekerleğini bile döndüren gücü ve benim gözlerimi açarak, olan biteni anlamaya çalışmam biricik anımızdı artık. Ne garip, tekerleğin durmasıyla, Maria'nın arzu dolu çırpınışının giderek solması, aynı anda olmuştu...
O gün eve dönerken bir tarla kıyısında durup işedim, kıpkırmızı gibi geldi akan su, hiç şaşırmadım bu tuhaf serüvende, Maria'nın edimleriyle, teninin rengi ötekine de geçiyor sandım, sonra bulamaç gibi bir sıvıcık belirdi; ondan geçti diyordum!.. Ah bisikletli Maria'yı çok sonra ummadığı rüzgarlar sürükleyip, İstanbul derler bin bir gece şehrine attı, Tamara adındaki kızıyla, kızının kızı da var ve yaşamla baş edebiliyorlar sanırım şu sıra...
Yaşamı sevmek için ölümün her türlüsüne karşı koymak gerekir, alışmalıyız diyenleri de anlamak gerek. Kutsanmış gövdelerimizin gereksinimlerini gidermek, sızıları dindirmek, onun ruhsal açlıklarını doyurmak için neden gizli ritüellere baş vuralım ki, diğer canlılar bunu doğal yapıyorlar, doğallıkla karşılıyorlar, gizlenmiş kaç edimimiz var diye sormak gerekir, şu yaşamsal olanının dışında!.. İnsanlık kendine sınırlar koymuş, her içgüdüsellik, iç tepiler günahmışçasına algılanır olmuş, mülkiyetin kırbaç izleri ve sahipsiz meta sendromu kavramlarının kışkırtısı bu, ortaçağda çocukların babaları yokmuş diye bir mesel duydum, arzuların dizginlenmesi ve kamu vicdanının ultra modern sistemlere yönelmesi ağrılarımızı, acılarımızı dindirmiyor, insanın her edimi, her becerisi düzgün doğrusal yayılmıyor evrende, her şeyi bilen yalnızca biz miyiz, kozmosa ve sonsuzluğa bakarak da çözümler üretebiliriz, yoksa Maria benimle yaşadığı ılık meltemi, neden yadsıyarak yok saymak zorunda kalsın ki, bizim hemcinslerimiz, doğal düşmanımız olmuş, ne denli elem verici, ne yazık ki...
Özgürlük, kısıtlanmış, kısırlaşmış, kurallara bağlanmış yasakların, yadsınan içgüdülerin, ilkel kordalı dürtülerimizin yaydığı korkulardan kaçışın, doğa dışına çıkan, bir dehşete, bir tür barbarlığa, kutsanmış bir tutsaklığa bağlanışın adı olmuş. Bu tür bir dışa vurum acı veriyor insana... Özgürlük bizim kurguladığımız sınırların adıdır, toprakların yağma edilerek, yüreklerin parçalandığı, bölük pörçük, inançsızca ağıtlar yakılarak gökyüzüne avuçların açıldığı bir dünya bu... Bizim dünyamız olamaz bu. Tanrının dünyası da bu olamaz kanımca!..
Sevişmek tanrıyı taklit etmek, ona öykünmektir, üremek ve üretmekte tanrısal olanın katlarında, bir tür tanrı olmak, ona varmaktır. Zamanda geriye gidemeyeceğizdir belki ama geçmiş, anılar, olabildiğince ayağımıza gelebilir, insanları için için kucaklamaya can atan Maria, tanrının ayak izlerini arıyordu kanımca, aramak istiyordu ama tanrının ayak izleri nerededir, bir öldürümde mi gizli o, bir aşk şarkısında mı, yağmurun pencerelerde sıçrayışı, güneşin doğuşu ya da batışı, Gallalı bir kadının puslu bir sabahta gerinerek uyanışı, Spartaküs ve arkadaşlarının, yüzyılların içinden haykırışı... Tanrı nerede?.. Yer çekiminden kurtulmak için yaşarız, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, onun için düşler kurarız, rüya görürüz, uçarız... Bebekliğimiz ayağa kalkma uğraşıdır ve bir gün ayağa kalkar, dik durmayı öğreniriz ama sonunda diz çökeriz ne yazık ki ve toprağa karışırız. Tanrı oluruz... Ölüm spirali ve ışığın bir dalgalar ve parçacık biçiminde yayılışı, kozmik süpürgelerle onları temizlemeye çalışan giantlar, uçurumlar, kaoslar, kozmik övgünün çekimleri ve uzay boşluğunun desenlerinde yüzüyor ve Maria'yı özlüyorum ben ve onun yaşlı bisikletini...
Maria'nın göğsünden süt geliyordu, tüm insanlık onunla var oluyor, benim körpe çağlarımın sonrasında kendimizi yaratışımız, Marialaşmamızdan başka bir şey değildi!.. Bu kutsal varıncalar, neden yargılarla, ölülerimizi yiyen karıncalarla, egzotik nitemlerle dışlanıp, aşağılanarak, kendimize yetmediğimiz, gülünç birer vodvil olarak düşündüğümüz yasalarca cezalandırılmalı ki. Ok neden başladığı yere dönüp duruyor sürekli... Süleyman kutsal metinlerinden birine umarsızca, şöyle bir not düşmüş; 'Sizi anlayacak olanlar; göklerde hiç bir zaman bulamayacakları yıldızı arayanlardır.'

ULUS FATİH
Roman - 666 Sayfa ./İstanbul- Cinius Yayınları.2017



E*MAG NO:6 // ŞENOL ERDOĞAN


                       E*MAG NO :6


BOX CAR DREAMS // ŞENOL ERDOĞAN

“Uzun yıllardır, üstat G. Snyder’ın ekolojisi ve poetikası arasındaki hatta sıklıkla J. Kerouac’ın Japon sitili haikularından uzaklaşan free-syllabled dediği bir nevi serbest haiku coğrafyasında zaman ile oynaşıyoruz. Kerouac POP diyor bu serbest, ama gene de genelde 3 hat yazdığı- haikumsulara. Diğer adıyla Amerikan Haiku-su. Ben bunlara –yazdıklarıma- 4 yıl evvel ilkin BOP’lar dedim, sonra Bap’lara döndü bu, daha anlamlı geldi bu kelime, bir ucundan Jack’in isimlendirmesini çağrıştırırken diğer yandan ise bebop jazz’ın bop kısmını da alıp kutsal metinlerdeki baplar’ı da çağrıştırdıydı.
Benim Baplarım: an parçaları, kayıt makinesi olarak kağıt, bir tür fotograflamak, her biri sahne, parça… görüntüler!

İş bu metnin uzunca bir bölümü 6 yıldır benzer çalışmaları beraber yürüttüğümüz değerli Blues şarkıcısı ve gitarist Can Göksun ile canlı olarak sahnede performe de edildi, ki hem benim okumalarımda araya soktuğum metinde varolmayan cümleler hem de Göksun’un yer zaman avangarda varan spontan jazz-blues ritimleri, müziği de kimliklerin dışında dahil etmişti auraya.”// Ş.E

BORGES DEFTERİ / E*MAG NO :6

direkt link: 


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***