Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Bu bir fotoğraf değil!../ Sufi.



Gördüğünüz fotoğraf değil, “bu bir fotoğraf değil” demiştim ilk kez gördüğümde, demli bir sonbahar günüydü, dostumun resim atölyesinde çay sefası yapıyorduk, çalışma masasının üzerinde duruyordu, istem dışı elim fotoğrafa uzandı, “alabilirsin, sende kalsın” dedi, sırt çantamda yeni aldığım Vasili Kadinski’nin “ Sanatta Zihinsellik Üstüne” kitabının arasına yerleştirdim, kırılmasın, büzülmesin diye. Fotoğrafla ilintili yaşadığım o ilk duygu güçlenerek kendini bir kalem-kağıt-makas(taş yok, ne içimde ne dışımda hiç taş taşımadım, “taş yok mu taş” ibaresi hükümsüzdür vicdanımda) buluşmasına kadar götürdü. Erensto derdest edilmiş, sorgulanmış, en ağır işkencelere maruz kalmış, kurşuna dizilmiş, ama kafası dik, hala dik, yaşamı boyunca başını hiç eğmeyen bir “insan” öldükten sonra bile öyle görünmesi bir tesadüf değildi. Daha sonra bu sözde zafer törenine ait farklı açılardan çekilmiş fotoğraflar da gördüm, bir tanesinde sanki direkt fotoğrafı çekenin gözlerine bakıyor. O fotoğrafı çeken hazin bir gerçeği aktarıyor : “ sol elinin üzeri battaniye ile kapatılmıştı, görünmesine asla izin vermiyorlardı”, bu olayı daha sonra idam mangasının başını çeken askeri yetkili açıklığa kavuşturur “ Erenesto’ya yakın mesafeden ateş ediliyordu, ilk kurşun isabet ettğinde, çığlık atmasın diye kendi sol bileğini feci biçimde ısırıdı, sonrasında yere yığıldı, ama ilk kurşunun ona isabet etmeden önce döndü ve idam mangasıyla etkili biçimde alay etti ve tek bir cümle çıktı dudağından: “ şimdi ateş edin, siz sadece bir insanı öldüreceksiniz”..”. Fotoğraf bana göre ve benim için bir ateş efsanesi niteliğinde. Askerlerin duruşu, bakışı irdelenmeye değer. Soldan birinci asker onun öldüğüne inanmayarak silahını direkt CHE’ye doğrultumuş, muhtemelen Che’nin son sözlerini duymuş. Soldan ikinci asker ise başka bir ters vuruşla silahını öteki askere doğrultmuş, aynı birinci askerin kin ve nefreti sinmiş yüzüne. Soldan üçüncü asker, kameraya bakıyor, bakışının tarihe kısa not olarak düşeceğinin farkında, donuk ve anlamsız bir bakış, adeta Che’nin “ inançları öldüremezsiniz” sözünü bakışına çivileyerek “ben de bir Che’yim “diyor, ama onu daha çok şaşırtan şey köylü fakir insanların gelip Che’nin saçlarından hatıra olsun diye birkaç saç telini almalarıdır, ve bir ihtimal fotoğrafçıya “Mesih’in cesedi bile bunca ilgi toplamamıştı” diye kişidir. Öteki askerlerden ikisi direkt Che’nin ayaklarına odaklanmışlar, kaçmasın diye 5 kuruşunla feci biçimde yaralanan ayaklar..Sağdan ilk asker ise içindeki korkuyu üzerinden atamamış, bir adım geride duruyor, ihtiyatlıdır, ne olur ne olmaz! Ve ben! Evet, hala ısrarlıyım: bu bir fotoğraf değil!..



İşte o an, dört duvarın arasında
 yorgun şair,
 şarkıcısı olacaksın kainatın
 ve sen kara bahtlı, ince ruhlu, dertli şair
güçlü şairi olacaksın halkın..” –Che


Sufi.
*(defter arşivinden)*


Çölde..// Enis Batur


"Kör bir rivayettir yazgı, gün gelir ona inanırım. Uçup gitmeden sudaki yazı, onu düşebilmek için görmeyi, içgörmeyi de bilmek gerekir. Saydam bir otağ kurdum o güz, kendimdeki harflerden erden alfabe kursun.  Uçup gitmesin mürekkebimdeki mürekkep yazı.. " // Enis Batur –Gri  Divan
Geçirdiği kalp ameliyatından dolayı sevgili şair, yazar Enis Batur'a en kalbi geçmiş olsun dileklerimizi sunuyor, sağlıklı ve yaratıcılıkla dolu nice uzun yıllar diliyoruz. Enis Batur, edebiyatımıza ve kültür ortamımıza daha nice değerler katacak.. Kalbin her daim gür vursun ey şair...Yanındayız...
BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU


Tiyatromuz ve Felsefe Yoksunluğu..// Enis En




Son dönemlerde Tiyatromuzun günlük politik – ekonomik çekişme ve sürtüşmelere konu olduğu bir zaman diliminde bir sadık tiyatro izleyicisi ve tiyatronun alt katmanına az çok kafa yormuş birisi olarak son gelişmeleri sözcüğün tam anlamıyla bir talihsizlik olarak görüyorum, güç çevreleri ve özellikle kültür bakanlığının ülkenin sanat ortamının bir bölümüyle bu biçimde sert ve geri dönüşümsüz ve terim yerindeyse “kavgaya” tutuşması hoş karşılanacak bir olgu değil, tiyatromuzun tüm sorunları(özellikle devlet tiyatroları-şehir tiyatroları) bütün tarafların ortak katılımı ve işin gerçek uzmanlarının ortak aklıyla bir çözüme kavuşturmalı. Bildirilerin, ilgili, ilgisiz sunumların, yüzeysel görüş bildirimlerinin, hatta ve hatta bütün bir sanat ve düşünce tarihine ziyan sözde manifestolar yayınlayarak, yangına yangın eklemek pek akıllıca bir tavır değil. Bu olgu ve tartışmaların bir yurtdışı ve dünya yansıması da oluyor ister istemez, ülkemiz bu muğlak ve sisli görüntüleri hak etmiyor, yıl 2012 ve tartışma düzeyi-içeriğinin aldığı boyutlar esef verici düzeylerde. Sağlık Bakanlığı veya Dışişleri Bakanlığının bulunduğu bir masada “tiyatronun geleceğini” konuşmak ülke adına sadece zaman ve vakit kaybıdır. Kültür Bakanlığı gereken ağırlığı ve dirayeti göstermeli ve bugüne kadar sahne tozu toprağı yutmuş tüm sanatçıların özlük haklarını korumalı. Şimdi bütün bu konuların, üzerinde düşündüğüm konuyla bir ilgisi var mı diye sorarsanız? Yok, derim, ama işin ucunda eğer tüm sorunları tartışmak varsa, neden bu konu başlığı da tartışılmasın ki? Esas can alıcı dert de bu değil mi?



“Kendi deneyimlerime güvenerek şunu söyleyebilirim ki, yazarın en sadık yari zaman aralığıdır. Ve eğer günümüzdeki olaylar ve gelişmeleri öne çekerek bir şey yazmaya kalkışırsak, o yazıda, oyunda, belgesel tat ve yönelim ağır basacak ve gereğinden fazla bir gerçeklik yönelimi kendini hissettirecek, özgür yaratıcılığımız sekteye uğrayacak..” paylaştığım bu sözcükler Ariel Dorfman’a aittir (çevirisi bana aittir), “Ölüm ve Genç kız” adlı piyesin son perdesinde geçen bir konuşmadır. Ariel Dorfman söz konusu tiyatro oyununda bir Şili insan portresi ortaya çıkarır, General Pinoche’nin kanlı darbesinden sonra Şili toplumuna sinen korku-ölüm atmosferinden bir evrensel insan yüzü çıkarır, o toplumda kendini hissettirmiş acıları, umutları, kaygıları ortak bir insani dille aktarır ve dünya tiyatro tarihi düzlemine müthiş bir yapıt olarak kazandırır. Aynı benzer acıları ta kemik iliğinde hissetmiş bir ülke olarak(türlü darbelere maruz kalmış) Ariel Dorfman’ı nasıl algılayacağız? Bunca yıldır türlü türlü mizah ve akla ziya oyunu sergileyen tiyatrolarımız neden böyle bir oyunu sahnelerimize taşımazlar? Bırakın o çapta evrensel bir tiyatro oyunu metni yaratmayı, ben sadece var olan bir tiyatro başyapıtını nasıl da görmezlikten geldiğimizi aktarıyorum, darbe sendromunu her an ve her Allahın günü ensesinde hisseden bir toplum bu işin arka bahçesini neden hiç merak etmez? Ariel Dorfman’ın tiyatrosu kahraman barındırmaz, dili, kalemi Gabriel Garcia Marquez ve diğer Latin yazarlar kadar güçlüdür. Günümüz dünya tiyatro dili artık Shepard dili, yaklaşımı ve de hatta surreal aktarımlar, göndermeler dili değil, çırıl çıplak bir gerçeklik tarihin kanlı koridorundan bizi selamlıyor, bu gidişatta hiçbir surreal, hiper real , sahne, düş, yönelimi yok, her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Gerçek, gerçekliğin önünde, arkasında onu esas girizgahından saptıracak güçte değil artık. Günümüz  dünya tiyatro dili artık o mitsel anlatımlar kadar pürüzsüz bir dili kullanıyor. Belki de hiç ve asla sormamız gereken tek soru “neden bugüne kadar tiyatromuzdan bir Godot’yu Beklerken, Hamlet, ya benzeri oyunların çıkmamasıdır?”, çünkü yanıtını az çok hepimiz biliyoruz, ama bir Lorca’nın dünya algısını, bunu tüm oyunlarına nasıl yansıttığını sorgulayabiliriz, sorgulamayız ki topumun üzerinde ezici, yok edici bir silindir gibi geçen bir darbenin yarattığı insan modelini 32 yıl gecikmeyle sorgulayabilelim ki bu satırların yazarı da o kuşaktan birisidir. Eleştirel bakışımızı modernin temeline aslına esasına dayandırmadığımız sürece Osmanlının Resimli Tarihine kilitlenip kalacağız ve hala her ne hikmetse en çok sahne alan oyun olarak kayıtlarımıza düşer! Dünya tiyatroları repertuarı nerede biz neredeyiz? Kaldı ki bu şahane duruma kimse toz bile kondurmuyor. Sanat, yeniyi sunmak, yaratmakta her zaman tarihin ön saflarında yer edindi, yarattığı yeni olgular, yönelimleri herkes tartışabilir, ancak neden, niye, olur mu olmaz gibi bir soru sormaz. Ortaya çıkarılana her zaman belli bir saygın mesafeden bakmak gerekir. On bin yıl önce Anadolu’nun ortasında yakılan ateşin hiçbir din, inanç, dil, ırk, şu, bu gibi bir dayanağı yoktu, bu böyle devam etmiştir, ta ki günün birinde tarihin devrimci kişiliği Muhammed Peygamber gelir Mekke’yi feth eder ve Kabe’ye girdiğinde, orada “içeride” duvara asılı bulunan Meryem resmini yırtıp atmaz, bağrına basar ve o resmi ve yaratanını içinde kutsar. Hani muhafazakar sanat manifestosu yazmaz, yazdırmaz! Çünkü elinin altındaki güç ona aklın yolunun bir olduğunu ve 99. adın “Ressam” olduğunu bildirmişti. Hani her zaman biraz serinkanlılık iyidir, fevri ve ani çıkıştan hiç kimse bir hayır görmemiştir bugüne kadar. Leonado da Vinci dönemi siyasetçilerinin hiçbirisini bugün kimse hatırlamaz ama Leonardo “orada”, “yaşıyor”. Yani çok uzaklara değil, bu toprakların, tarihin açık geçiş noktasında göbek bağı bulunduğu Sophokles yanı başımızda. Soyut bir dili, felsefi yönelimi, kalıcılığı deneyen bir tiyatroyu ülkemde özlemek çok mu ulaşılmaz? Borges Defteri’nin sevdiğim yazarı Sufi’nin sevdiğim bir sözüyle yazımı bitireceğim, anarak, özleyerek, soyut sözcüğünü aynen böyle açıklamıştı bir yazısında: “artık nasıl vardır derim, ondan haberim yok ki // ne diye yoktur derim, gözüm üzerinde çünkü”.


Enis En


Genç Arkadaşlarım..// Oğuz Atay (ilk kez yayınlanıyor)



Borges Defteri okurlarıyla paylaştığımız yazı(edebiyat ortamında ilk kez yayınlanan), bir üniversite(Yıldız Teknik) arşiv taramasında karşımıza çıktı, Oğuz Atay 1968 yılında Yıldız - İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanlığı görevini sürdürüyordu, bir bilim adamı olarak ve edebiyatımızın kalıcı eserlerinden “Tutunamayanlar” romanının ortaya çıkışına ramak kala, hayata atılan genç mühendislerin geleceğini ilgilendirecek bir yazı kaleme alır. Onun bütün yazdıkları ve gerçekleştirdiklerini; İstanbul Ortaköy’e giden yol üzerindeki(yolun sağ tarafı GS Üniversitesi bitişiği) devasa taş dokulu ilginç istinat duvarından tutun tüm özel arşivi, enfes derecede güzel kara kalem resimleri(aile arşivinde korunuyor), fotoğraf albümü ve diğer izlerin tümü ve tümü hepimiz için önemlidir. 1968 ylında üniversite ortamında eğitim veren ve eğitime katkıda bulunanların o dönemlerde kabullenmek zorunda kaldıkları zorluklarını dile getiren Atay’ın samimi ve içtenlikli sesi neredeyse günümüzün benzer sorunlarına paraleldir. Yazıda yer alan Oğuz Atay fotoğrafı da ilk kez yayınlanıyor.



Borges Defteri


Genç Arkadaşlarım..// Oğuz Atay


Akademi ve yurt sorunlarının ağırlığını kuvvetle duyurduğu bir sırada mezun olarak hayata atlıyorsunuz. Gençlik olarak gerek sosyal, gerek teknik alanda ülkücü bir tutumla varlığınızı sürdürmek ve birçok güçlüklerle karşılaşmak durumundasınız. Bugüne kadar geliştirdiğiniz ülkülerinizi uygulamak üzere sorumlu mevkiler alacaksınız. Öğrenci olduğunuz sırada bütün yönleriyle tanımaya tanımaya çalıştığınız ülkemizin şartlarını iyiye götürecek kararlarda, kısa bir süre sonra sizin de katkınız bulunacak. Şimdiye kadar sadece eleştirdiğiniz tutumların, aynı biçimde kalmasını istemiyorsanız, okul sıralarındaki davranışlarınıza uygun olarak , aynı dinamik ve ülkücü tutumunuzu sürdürmelisiniz. Hayat mücadelesinin, okuldaki yaşantınızın bütün güçlüklerinden daha çetin olduğunu grecek ve mücadele içinde kaybolmak tehlikesi ile karşılaşacaksınız. Şimdi, sorumlu mevkilerde bulunanların özürlerini nasıl kabul etmiyorsanız, maddi ve manevi baskıların etkisiyle ülkücü tutumunuzu kaybederseniz, sizin de özürleriniz kabul edilmeyecektir. Bu nedenle, artık, yaşınız ne olursa olsun, daima genç kalmanız gerekiyor. Hiçbir zaman, geriye bakmak ve “Bir zamanlar, gençliğimde benim de ülkülerim vardı” demek durumunda kalmamalısınız. Ülküleriniz, sadece gençlik heyecanlarından ibaret olmamalıdır. Bu akademiye, ülkemizin çeşitli bölgelerinden gelerek, çok zor şartlar altında öğrenim yaptınız. Şimdi, özellikle maddi baskılardan, hayat şartlarının ağırlığından bir dereceye kadar kurtulacaksınız. Yetişme şartlarınızı da ülküleriniz gibi unutmamalısınız. Bu ülkede yüksek öğrenim yapanların ne gibi şartlar altında çalıştığını, yaşayarak gördüğünüz için, bu şartların düzeltilmesinde sizler de çaba göstermelisiniz; özellikle büyük çoğunluğu Anadolu’dan gelen bu akademinin öğrencileri ve onların öğrenim şartlarıyla bugün olduğu gibi ilgilenmelisiniz. Öğretmenleriniz, şimdiye kadar olduğu gibi, genç arkadaşlarınızı yetiştirmeğe ve sizlere yararlı oldukları gibi, sizden sonrakilere de yardım etmeğe devam edeceklerdir. Öğretmenlerinizin, eğitim çalışmaları süreklidir; sizin de onlar gibi, inandığınız, doğru bulduğunuz yolda aynı sürekliliği göstereceğinize inanıyorum.


Hepinize hayatta başarılar dilerim.


Sevgilerimle


OĞUZ ATAY






BORGES: Diyalog için Diyalog / Çev. P.M



Yazmak, yazar ve sözcükler arasındaki çekişmeden ibarettir, belki de yazar ve nesneler arası bir savaştan söz ediyoruz.

Yazma işlemi gerçekleştikçe, zafer sözcüklerin ve şeylerin-nesnelerin olacak. Yazarlar yazdıkça ölürler. Yazılar, yazarlarının katili sayılır ve ister istemez bir kısas söz konusudur. Yazmak sözcüklere cenaze töreni düzenlemekten ibarettir, işte tam da burası ve şimdi gibi. Ne zaman ki yazı, yazarının önünde yenilgiyi kabullenirse, yazar ayakta kalacak, ki yeniden yazıya ve kağıda meydan oksun,
yine savaşmak ve yine ölüm ekseni./ Poetic Mind



BORGES: Diyalog için Diyalog


A: Sonsuzluğu düşündüğümüz bir andı ki aniden karanlık bastırdı, biz ise bir lamba bile yakmamıştık. Birbirimizin yüzünü görmemiz mümkün değildi. M.Fernandez’in sesi duyulur; etkileyici ve kapsayıcı bir tonlamayla. Yüksek sesle “Ruh ölümsüzdür” der ve tekrarlar bunu. O bana güven veriyor ki “beden ölümü yeryüzünün en değersiz “şeyidir” ve bir göz boyamadan öte bir şey değil, ölüm insanlara tahakküm kurmuş anlamsız-değersiz bir olgudur”. Ben ise bir Makedon bıçağıyla oyalanıyor, açıyor, kapıyordum. Yakınlardaki bir akordeondan Komparsita(Uruguay Müziği) nağmeleri duyuluyordu, ve yaban bitkilerin hayreti kaplıyordu çevreyi , insanoğlunun bitmez isteklerinden dolayı, çünkü onlara yaşamın üzerinden uzun zaman geçti diye koca bir yalan söylenmişti. Ben Masdonio’ya bir öneride bulundum, birlikte intihar edelim ki engelsiz tartışmamızı sürdürelim.


Y) –(anlamlı bir bakışla)- Nihayetinde, bir çözümün belireceği konusunda kuşkuluyum.


A) –(tamamen gizemli) - O gece intihar ettiğimizi asla anımsamıyorum./
J.L BORGES
Çev. Poetic Mind







Pasajlar..(I.Bölüm) // Josef Kosuth



Konuşmadığı, okuyamadığı ama uluslararası bir söylemde kültürel bir yaşamı olan başka bir sistemde(sanat) konuştuğu bir dille çalışırken sanatçının “konuk” olarak ve “yabancı” olarak yaşadığı bir deneyim vardır. Bu söylem sınırı olmayan bir bağlamdır; herhangi birinin, herhangi bir an ya da konumda, bir yabancı ya da konuk olarak-sanatçının da izleyici/okurdan en az ne de fazla-içinde olabileceği bir bağlamdır. İzleyici/okurun hem müzenin konuğu hem de söylemin yabancısı olarak deneyimi söz konusudur, müzenin yabancısı ama söylemin konuğu olan sanat öğrencisi de vardır. İnsan tanınmış bir kültüre konuk olup yine de sanatçının toplumsala yabancı olan mesleğine sahip olabilir. İnsan sanat pazarının konuğu olabilir, ama aynı rahatlıkla yabancısı da olabilir. İnsan, aynı zamanda, sanat tarihinin hem konuğu hem de yabancısı olabilir. Sanatçı bu ikisinin arasında uzanan bir yüzeyde çalışır. Bunlardan birisi olmak , ötekini daha düzenleyici bir varlık haline getirir.



Joseph Kosuth


Çev. Mine Şengel




Enis Batur ve bir Söyleşi.. Bölüm II.


Ö. Madra: Onun konumu açısından bakıldığında haksız da sayılmaz.



E. Batur: Haksız görmüyorum; fakat, konuyu dile getiriş ya da koyuş biçimini hâlâ doğru bulmuyorum. Tabii ki, böyle bir bakış açısı yalnız ona özgü değildi. Benim kuşağımdaki insanların babalarına baktığım zaman, hemen hemen hepsinden buna benzer bir tepki gelebilirdi zaten. Nitekim, birçoğu da bu tepkiler nedeniyle birtakım adımları atamamışlardır ileri doğru. Bizimkisi bir çatışmaya dönüştü ve babamın aklı, benim çizeceğim yolda doğru birşeyler yapılabileceğine kesinlikle yatmadı. Ama, benim de artık tersini düşünebileceğim bir konumum kalmamıştı; 1972 yılında Türkiye’de genel anlamıyla edebiyat, sanat ve kültür konularıyla ilgilenmeye karar vermiş birinin kendisini yetiştirebileceği temel yoktu. Dünyada birçok şey oluyordu, farkındaydım ve bu olup-bitenleri çok küçük bir oranda takip edebilmek ve anlayabilmek düşüncesini artık kabul edemezdim.


Ö. Madra: İletişim yoktu, öyle mi?


E. Batur; Evet, yetinilebilecek bir miktar sözkonusu değildi.


Ö. Madra: Bana çok önemli geliyor bu temel dram: Olmak istediği halde dünyanın bir parçası olamama. İkinci nokta da şu: Kararı bu kadar erken vermen bana her zaman mucizevi geldi.


E. Batur: Onun biraz daha erkenden gelen bir hızı var Ömer. St. Joseph’de okuduğum yıllarda belki pek çok öğrencinin hayatında görülen türden bir rastlantının önemli etkisi oldu. Bir Fransız hocanın (Claude Darreye), dünyadaki kültürel portreyi doğru biçimde önümüze koyacak biçimde yetişmiş bir adamın bize bunu getirmesinden başlayarak, onun açtığı olukta yol almaya başlamıştım. Adım adım, bazen çok yanlış yollara giderek, bazen daha doğru örneklerin üstüne giderek epey bir şeyi görme, yoklama fırsatım oldu. 16 yaşından başlayarak “Yeni Roman”, “Yeni Dalga” sineması, Poe ya da Beckett ile yüzleşme şansım oldu.


Ö. Madra: Özgüven buradan mı geliyordu? Yani, ne yapacağını bilmek ve orada hiç ödün vermeyerek fedakârlıkları yapabilmek...


E. Batur: Şimdi, o belki daha morfolojik bir şey. Onu tanımlamak çok güç; ama dönüp hatırladığım zaman bazen kendim bile şaşarak görmüşümdür. 20 yaşımda, yapacağım şeyleri yapacağıma dair kendime çok büyük bir güven duyuyordum. İnancım neredeyse bütündü denilebilir.


Ö. Madra: Otuz yıllık bir zaman dilimini kapsayacak bir projeksiyon yapabilmek de bunun bir parçası: Biliyorsun ve gidiyorsun o yolda.


E. Batur: Burada bazı modellerin önemi var. Sanıyorum, insanların yetişme çağlarında kaçınılmaz olarak kendilerine seçtikleri modeller oluyor. Bu modeller bazen edebiyatın, sanatın, düşüncenin içinden olur, bazen çok daha gündelik kesitlerden, örneğin futboldan olabilir. Ama, kişilik yapısı olarak belki benim seçtiğim örneklerde hep böyle “total” tipler vardır. Yani, kendi doğal çevresi tarafından hem gerçekleşmesi olanaksız, hem de özünde mantıksız bulunan kişisel bir “misyon”a bir bakıma yüklü bir “rate” olma ihtimaliyle, neredeyse intihar edercesine dalan insanlar. Onların yolunu benimsedim ve 16-20 yaş sürecinin içinde de bu tarzdan insan¬lara özendim fazlasıyla. Bugün dönüp baktığımda bunu yanlış bul¬muyorum. Belki bütün hayatım baştan aşağı bir yanlış olabilir; ama, ben bu yanlışı bir kere seçtim ve sevdim. İkincisi de, onu en azından doğru bir biçimde oynamak asıl amacım oldu. Çünkü, baş-larken bir şeye, bunun doğru olup olmadığım kavramak mümkün değildir. Bu, belki bir hayatın sonunda çıkartılabilecek bir muhasebede önüme gelecek. Belki uzun yaşayacağım ve 75 yaşımda dönüp, hayatımı bütün bütüne anlamsız bir biçimde geçirdiğimi düşüneceğim; olabilir bu. Ama gene de bütün o anlamsızlığa hâlâ anlam yükü verebileceğime ve verdiğime inandığım gerçeği var. İşte seçileni, yanlış bile olsa seçilen şey, sonuna kadar doğru biçimde yapabilmek önemli.


Ö. Madra: Bence, bugünlerde konjonktürel olarak doğru bir soru: 30. kitap çıkmış, iyi bir kilometre taşı da sayılabilir. Bir de, bun¬dan sonraki 30 kitabını - biraz abartma payıyla, neredeyse günü gününe - planladığını biliyorum.


E. Batur: Oraya geliriz belki, bütün o programlama ve kendine çeki-düzen verme konusuna. Aslına bakarsan, geldiğimiz nokta ilginç konuşmada. Çünkü, demin sözünü ettiğim total model tipi yaklaşımlar 19. yüzyıla ait paradigmalardır. Bunlardan sıkıntı duymuyorum. Çünkü, 19. yüzyıl güzel bir yüzyıldır; her ne kadar 20, yüzyıl gibi berbat bir yüzyılı hazırlayan bir dönem olduğunu unutmuyorsam da (Gülüşmeler), gene de güzellikleri ve bireyin toplumlar üstünde bir konumu olan bir yüzyıldır. Bir çeşit romantik imajlardır bunlar. Fakat, romantik imajlardan korkmamak gerekir. İnsanın kendi hayatını yönlendirmesinde ciddi yararları olabiliyorsa, tersine, üstüne gitmekte bile fayda vardır. Fakat, bunlar şöyle bir yere de götürmemeli kişiyi; işte burada benim herhalde şansım çok yaver gitti: Bu romantik imajlar genelde oldukça Bohem sayılabilecek tipten bir gündelik hayat modelini birlikte getiriyor. Total bir dünya yaratma anlayışı, dünyanın sınırlarına doğru tekil kişi olarak yolculuklar düzenleme tasarısının önüne hülyalı bir sürü örnek geliyor. İşte, Rimbaud gibi varını-yoğunu terkedip Afrika’ya gitmeler, Baudelaire gibi “uyarıcılar dünyası”nda uçmayı kabul etmeler, Mallarmé gibi “mutlak”ın peşine takılıp bu dünyayla ilişkilerini asgariye indirgemeler tipi şeyler olabilir. Ama, ben bir yandan da farkındaydım ki, biz 20. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş insanlarız ve nesnel zemin olarak üstünde durduğumuz zeminle onların üstünde durduğu zemin arasında pek paralellik kalmamış. Oldukça erken bir saatte, 73’te Paris’te, hayli debelenmeyle geçen bir altı ayın arkasından şunu farkettim: Ben cinnetimi organize etmek durumundayım. Eğer cinnetimi organize edemezsem, cinnetim beni boğar. Eğer onu organize edebilirsem, cinnetimi estetik fanusumda gerçekleştirebilir, başka bir düzleme taşıyabilirim. Total yapıt dediğin şey de zaten başka türlü üretilemez. Bunun önşartları vardır: İşte, gündelik hayatla ilişkini çok ciddi bir biçimde gözden geçirmelisin; kendini, ana ekseninden sapmayacak bir biçimde yaşamaya sevketmelisin. Bu çok önemli bir faktör, ana eksen dediğim kavram; çünkü, bazen sağ, bazen sol kolundan başka yerlere çekilebilirsin. Örneğin, politikaya ya da para kazanmaya...


Ö. Madra: Bohemliğe çekilebilirsin.


E. Batur: Bohemliğe çekilebilirsin. Bunlara gitmemen lazım. Gitmen demek, eksenini kaybetmen demek. Zaten parçalanmış bir dünyayla ilişki içindesin ve üstelik, bunu totalliğinde kucaklamak gibi, neredeyse insan-üstü sayılabilecek bir projen var. Böyle bir yaklaşım, böyle bir duruş çok ciddi bir program ve denetim gerektiriyor. Tabii ki, hayatı kontrol edebildiğin ölçüde; ama, bunu birinci maddeye yazarak önplana almak gerekir. Sanıyorum, o günden bu-güne geçen yirmi yıl içinde, arada açılmış birkaç aylık kayıp parantezleri dışında, bu denetimi elimde tutabildim.


Ö. Madra: Bütün olumsuz dış faktörlere rağmen... Onlar da zaten veri galiba.


E. Batur: Evet, bir kısmını veri olarak almak, bir kısmını da veri olarak reddetmek. Çünkü, önüne geldiği zaman çekici tarafları da olabilir. Sözgelimi, birdenbire çok para kazanabileceğini gördüğün bir kulvar önüne açıldığı zaman, o kulvara girmeyi reddetmek gücüne sahip olmak zorundasın. Yoksa, ana eksenini kaybedersin.


Ö. Madra: Peki, bu ana eksen saptandı ve gidiyor. Paris’ten bu hayatın sertliğine dönüş, o nasıl oldu?


E. Batur: Dönme öncesinde başlayan, ama döndükten hemen sonra da belli bir hazırlığa dayandığı için gerçekleşebilen bir kolektiflik bilinciyle, ben ona bir çeşit “ocak kurma” girişimi diyordum o zamanlar, Türkiye’ye döndüğümde farkettim ki, ortak sancıları paylaştığımız insanlar var. Bu, önemli bir işaretti. Bu insanların bir kısmı yakında, bir kısmı uzaktaydı, bir kısmı da sonradan keşfedilecekti. Keşfedildi de nitekim. Ortaklaşa, “çirkinlikler” ortamının dışına çıkıp birşeyler yapmamız zorunlu, bunu kestirdim ben. Çünkü, bu yapılamazsa, kişiler kendi küçük adacıklarına çekilip, orada sonuçları belki çok sonra anlaşılacak, belki hiç anlaşılamayacak birtakım şeyler yapmak zorunda kalabilirler. Halbuki, gerektiğinde kavga etmek lazım ki, ortadaki bir sürü geri kalmış kavram, düşünce, yaşa¬ma biçimi, hayata ilişkin teori yerinden sallansın. Ve, buluşmaya başladık. Bunların arasında edebiyatçılar, sanatçılar, felsefeciler, bi¬lim adamları vardı. İki-üç yılda ciddi bir birikim oluştu. Sanıyorum, Türk edebiyatında ilk defa, Ankara kültür açısından kısa bir dönem İstanbul’a öncülük etmiştir ve İstanbullu şairler, yazarlar, Yazı dergisinde yazmaya başlamışlardır.


Ö. Madra: Burada önemli bir paya sahip olma onuru var, değil mi?


E. Batur: Keyfi var diyelim. Fakat, açıkçası yorucu tarafı da çoktu. O kulvar da yanlış bir yola götürebilirdi; eğer, çok uzun sürseydi. Bir yandan da, kişilerin asgari bir ortak zemin hazırlandıktan sonra kendi bireysel serüvenlerine dönmelerinde fayda var. Dayanışmalara girmek, “taraf” olarak kalmak, uzun vadede öldürücü bir nitelik de taşıyabiliyor. Bu bakımdan, arasıra ve gerektiğinde toplu hareketlere girişmek; ama eninde sonunda kendi kişisel serüvenini götürdüğünü bilmek ve odadaki çalışmayı önemsemek. İdeali, ikisinin paralel bir biçimde yaşamasıdır; ama genelde bunu başarmak çok güç. Çünkü, bu toplu hareket kişileri biraz kendi batağına çekmeye eğilimli bir olgudur, çok uzun sürmemesinde fayda vardır.


Ö. Madra: Odayı kahve ile özdeş mi düşünüyoruz? Yoksa, bir yerde oda, bir yerde kahve mi?


E. Batur: Aslında, sembolik bazda bakılınca, bir dönem ben ikisinin özdeşleşip özdeşleyemeyeceğini pratiğimde denedim de. Kendi çalışma odamı bile kıraathaneye taşıdım iki-üç sene boyunca. Bunda muhakkak ki, Paris kahvelerinin etkisi vardı; ama bir Paris kahvesinin bir Türk kıraathanesiyle özdeşleşmesi gibi bir karikatüre de gitmek istemiyordum. Zaten toplumsal yaşama modelleri de farklı. Türkiye’de gecikmiş bir biçimde bile olsa, kollektif üretimin yapılması için, kollektif mekân meselesi de önemliydi. Fakat, bir süre sonra ipin ucunun kaçması tehlikesi belirdi. O durum beni kendi odama, şahıs olarak geri dönmeye zorladı. Hatta, Cemal Süreya o dönemde bana biraz acı gelen, “hem bir aşiret kurdu, hem millet çadırlarını bile toplamaya fırsat bulamadan hırkasını alıp dağa çekildi” türünden bir yaklaşım getirdi. Ama kendisi, hiçbir zaman aşiret kurmaya kalkışmamış biri olarak, bilmiyorum ne kadar haklıydı bu gözleminde. Ayrıca, benim derdim hakikaten asla bir aşiret kurmak değildi. Dışarıdan öyle görülmek ve gösterilmek istendi. Çünkü bizler, yetenekleri sınırlı olup, bunları bir araya getirip daha büyük bir şeymiş gibi göstermek isteyen insanlar değildik. Tersine, kendi başına yetenekleri gelişkin insanlar sözkonusuydu. Nitekim, bunların büyük çoğunluğu da geçen zaman içinde, en azından son on yıl içinde bağımsız serüvenlerinde aldıkları yollarla bunu kanıtladılar.



Enis Batur ve bir Söyleşi.. Bölüm I.



Defter okurlarıyla paylaşılan söyleşi eski bir kayıttandır, gelin görün ki önemini koruyan ve aslında edebiyat dergilerinde özlemini duyduğumuz türden bir yolculuktur. Ömer Madra soruyor ve Enis Batur anlatıyor..24 sayfalık kaydın tamamını arşivden çıkararak tekrar defterin iyi ve sadık okurlarına sunuyoruz..Dolu dizgin ve unutulmaz bir edebi tat ziyafetine buyurun:

Ömer Madra: Biraz önce gösterdiğin bir okur mektubunda “hak¬kınız yendi” gibi bir ifade geçiyordu. Seni tanıdığımdan beri düşündü¬ğüm şeylerden biri de bu: Sadece edebiyatla değil, genel olarak kültür¬le ‘ağır işçi’ boyutlarında uğraştığın için mi bilemiyorum, bir ‘dıştalama’ çabasına girişildiği söylenebilir mi? Yani, yazar-çizer takımının seni uzun süre Batı düşüncesinin Türkiye’de uzantılarını yaymaya ça¬lışan bir tür “kültür ajanı” gibi gördüğü, kimi zaman düpedüz Batı tak¬litçisi diye suçlayarak ‘dışarda tutma’ gibi bir eğilimi olduğu yolunda bir izlenimim var. Bu doğru mu?



Enis Batur: Şimdi aslında, benim “işe başladığım” yılları düşü¬nürsek -ki, 70’li yılların başına denk geliyor bu- dönemin getirdi¬ği bir dizi arıza vardı ülkede; hatta, dünyada vardı bir ölçüde, fakat Türkiye’de ya da Türkiye gibi periferik kültür sahibi ülkelerde daha sivri boyutlarda göze çarpıyordu bu. Dış dünyadan kaynaklanan ve etik, politik, estetik bir dizi baskı yaratan bakış açıları egemendi. Şimdi, 70’li yılların başına döndüğümüzde, sadece toplumsal olayla¬rın boyutlarını hatırlıyoruz. Fakat, asıl düşünce ortamında, bütün bu eylemleri hazırlayan ortamda müthiş bir sıkıştırma temposu var¬dı. Sonuç olarak da, işe yeni başlayan insanların önünde iki seçe¬nek kalıyordu: Bekleneni yapmak; ikincisi, bekleneni yapmama durumuna düşmek. Bu, bir “anti”lik yapma göstergesi olarak ele alın¬mamalı. Beklenen şeylerle uzlaşmaya varamayan insanlar kaçınıl¬maz olarak beklenmeyen şeylere yönelip, onlarla ilgilenmeye başla¬dılar. Ve bunun sonucunda da ilk ürünleri ortaya çıktığında müthiş tepkiyle karşılandılar.


Ö. Madra: Beklenen neydi? Bir çeşit yenilgici tavır takınıp bir kenara çekilmek mi?


E. Batur: Yok, tam öyle değil. Beklenen şuydu: Sınıf savaşı tematiği çok ağır bir yer tutuyordu o sırada ve bunun bağlayıcı oldu¬ğu ölçüde de emek-değer teorisinin etrafında birtakım yapılabilir şeyler ve yapılması zorunlu olan şeyler tanımı getirilmişti. Bunun dı¬şına çıkan her eğilim de çok kaba bir tasnifle burjuva saplantısı ola¬rak adlandırılıyordu. Tek ayağı bile “sapma” diye adlandırılan alana girse, zaten tepkiyle karşılanıyordu insan. Benim tarzımda, iki aya¬ğı birden zaten olayın dışında olanların hiçbir kurtuluş şansı yok gi¬bi gözüküyordu o sıralarda. Yapılan herşey hemen anında bertaraf ediliyordu; hatta, bir-iki cümleyle; “Bu olmaz, dünyaya karşı so¬rumluluğumuz var, yaşanan hayata, Türkiye’nin sorunlarına karşı sorumluluğumuz var!” O zamanın basmakalıp imajlarıyla, “bir fildi¬şi kulenin içinde” ve “kendini soyutlayarak” üreten insanlar sayıldık çarçabuk.


Aslında bunlar doğru değildi. Yani, ne ben ne de benimle ya¬kın bir konumu paylaşan diğer yazar ve sanatçılar sorumsuz, bütün bu sorunların dışında dünyaya bakmaya çalışan insanlar değildik. Tam tersine, belli etik kaygılarımız vardı; insan ilişkileri, toplumsal ilişkiler çerçevesinde birtakım karşı konumlar geliştirmekteydik. Ör¬neğin, bu dönemin tek problemi emek - değer teorisi etrafında üre¬tilen kavramlar değildi; hâlâ yoğun bir biçimde etkisi süren milliyet¬çilik meselesi de vardı. Belli konularla belli sınırlar dahilinde ilgilen¬meye hakkımız olduğu ileri sürülüyordu. Onun dışında ne yapılırsa yapılsın, “yabancılık”la, “gavurluk”la, “dışarlıklı olmak”la, “toplum¬dan kopuk ve soyut olmak”la suçlanıyordu. Çünkü, McLuhan’ın gü¬zelim deyimiyle, “evrensel köy” daha henüz Türkiye’de gözükmemişti, bizler de bu kadar çabuk gözükeceğini tahmin ediyor değil¬dik. Tam tersine, yaşarken o gerçeğin içine belki giremeyeceğimiz karamsarlığı, ama yaptıklarımızın bir gün o gerçeğin içinde değerlendirilebileceği umuduyla, konumlarımızı korumaya çalışıyorduk.


Ö. Madra: Marksist paradigmanın -hatta, Stalinist de denebi¬lir- baskısı ve milliyetçilik baskısı Batı -ülkelerinde de vardı. Yani, Türkiye dışındaki ülkelerde de belli ölçüde bu “evrensel köy”ü engelle¬yici baskılar yok muydu?


E. Batur: Vardı. Vardı da, birincisi bir zamansal kayma sözkonusuydu. Onlar bizden yaklaşık çeyrek yüzyıl önce bu egemen değerleri sarsacak karşı-değerler oluşturdular ve dolaşıma sokabildi¬ler. Belki yüzde olarak bakıldığında egemenliği ele almış değildi bu karşı-görüşler; ama etkileri hızlı bir biçimde gelişiyordu. Aslına ba¬kılırsa, belki de bizim, formasyon itibarıyla dünyayla ilişkide olan bir kuşak olarak ortaya çıkmamız yol açtı buna. Onları görüp, bun¬lardan biraz cesaret ve cüret toplayıp, kendi kafamızdakilerle buluş¬turup, artık Türkiye’de bir takım tabulara karşı diklenilebileceğine dair bir inanç doğdu içimizde. Sanıyorum, kuru kuruya ya da gök¬ten zembille inmiş bir cüret tipi değildi bu. Görüyorduk ki, dünya yavaş yavaş kendisini tutsak eden bir takım değer yargılarını üzerin¬den atmaya hazırlanıyor. Biz de bu savaşın içindeyiz o zaman. Fa¬kat, farkında mıydık Türkiye’de bu işin çok daha çetin şartlarda ge¬çeceğinin? Pek sanmıyorum. Gençliğin getirdiği bir cüret vardı, “da¬yanırız” düşüncesi vardı. Ama, şimdi geriye dönüp baktığım zaman, bu yirmi yılın içinde ciddi biçimde yara-bere aldığımızı görüyo¬rum. Hatta, bu planda taviz vermemeye yönelik bütün tedbirlerimi-ze rağmen, belli tavırları yumuşatarak sunma yoluna gittiğimizi de farkediyorum. Çok daha radikal ve hızlı mesafe almamız mümkün¬dü. Ama karşıdan gelen direnç, belli ölçüde de olsa çıkışları en azından ehlileştirebildi.


Ö. Madra: Sanatçıyı ya da edebiyatçıyı bekleyen en büyük tehli¬kelerden biri olan otosansür de ister istemez gelişiyordu diyorsun.


E. Batur: Evet, gelişti. Bunun da bazı insanlarda ciddi fireler oluşturduğu söylenebilir. Çünkü, yolu terkedenler oldu, dışarı çıktı¬lar. “Biz bu arenada barınamıyoruz” diyerek. Çünkü, iyi bir sanatçı¬nın, iyi bir yazarın, iyi bir düşünce adamının çok sağlam bir bünye¬ye sahip olması gerekiyor diye bir kural yoktur. Bu insanlar hassas¬tırlar ve bunların bir kısmı kavgaya ayak uyduramayabilir. O bakım¬dan, kayıp Türkiye’nin hanesine yazılmıştır. Bu insanların belki ken-dileri de, kendi serüvenleri içinde çok şey kaybettiler; ama Türkiye de daha büyük şeyler kaybetti bu insanların küsmesi ya da geri çe¬kilmesi nedeniyle.


Sonuçta, geriye benim tarzımda birtakım insanlar kaldı. Bun¬lar daha savaşkan, daha dirençli insanlardı, daha inatçıydılar. Ken¬di içine kapanık, üstüne kozasını örmüş, savaşmaktan pek hoşlanmayan, ama içerde direnebilen birtakım insanlar da kalabildi. Bilge Karasu bunun örneklerinden biridir. Hiçbir zaman bir kavgacı kim¬liğiyle ortaya çıkmadı; fakat, güçlü bir inatla da kendi peteğini ör¬meye devam etti. Büyük bir sağırlıkla karşılaştı, yaptıklarının karşılı-ğım çok geç aldı; hatta, hiçbir zaman yeterince alamadı. Ama, so¬nunda kendisine duyduğu inancın karşılığını en azından kendi için¬de bulabildi.


Ö. Madra: Bu kavgayı da tartışalım. Kıraathane serüvenlerin de bunun önemli bir parçasıydı.


E. Batur: Ömer, sanıyorum, benim önemli bir talihim, belli bir yaşta doğru bir karar alıp yurtdışına gitmem oldu. Türkiye’de çi¬zilen bir yol vardı, bu yol bana çok dar gözüktü. Yolu genişletmek amacıyla yurtdışına gittim. İyi ve doğru bir karar olduğu kanaatinde¬yim. Dört-beş yıl kaldım ve orada kalırken Türkiye’yi gözümün ucundan uzak tutmadım hiçbir zaman. Ne oluyor, ne bitiyor? Baya¬ğı ciddi bir yakın - takiple, bazen günlük gazete bazında, ama genel¬likle kültür bazında ne olup ne bittiğini muhakkak izledim. Döner dönmez de şiddetli bir ortamın içine düşeceğimin farkındaydım, ha¬zırlığımı yaptım kendime göre. Ama, hazırlığımı ne kadar yapar¬sam yapayım, dönünce içine düştüğüm şiddet ortamı benim bekledi-ğimin çok üstünde bir dozda çıktı. Onlar da hazırlıklıydılar benim tarzımdaki insanlara karşı. Silahları kalıcı yaralar açmıyordu, ama anında çok sersemletici olabiliyordu. Unutmadığım olaylardan biri¬ni hemen söyleyeyim: Yayımlanan ilk şiirim üzerine Uğur Mumcu başyazı yazdı. Sert bir başyazıydı bu. Herkesin kolay kaldıracağı bir şey değildi. (Gerçi sonradan Uğur benden özür dilemiştir.) Daha önemlisi, ben 21 yaşındaydım. Birçok kişi “havlu atıp” giderdi, yaz¬gıcı bir davranışa girip, “ben ne yaparsam yapayım bunların karşı¬sında barınamam; sindirirler” düşüncesiyle ricat edebilirdi.


Ö. Madra: Babana gönderme yapıyorsun yani.


E. Batur: Tabii ki... Genç bir şairle ne diye ilgilensin başya¬zar? Zaten işin bu kadar korkutucu görünmesinin nedeni de bu za¬limlikti. Bugün babamla, yarın başka bir nedenle, ama hiçbir za¬man benim yaptığım şeyle bana karşı çıkabilecek konumda ve du¬rumda değillerdi bunlar, o donanıma sahip değillerdi. Her seferinde başka bir kulp bulup sıkı bir dirsek darbesi atabileceklerdi.


Ö. Madra: Burada ufak iki saplama: Biri, Sarkis’in geçen sayımızdaki sözleri: “Yaşamdaki sertliğe cevap veremezsek, yaptığımız işin geçerliliği yoktur. Türkiye kadar sert bir ortam ben dünyada hiçbir yerde görmedim” diyor, bütün dünyayı dolaşmış bir adam olarak. Bu sözler kavganın hâlâ devam ettiğinin açık bir göstergesi. İkincisi: Çok erken bir tarihte yolunu çizmiş olman. “Ben edebiyat, sanat, kül¬tür alanında çalışacağım ve sapma yapmayacağım” demişsin. Paris’e gidiş bunun ilk kilometresi mi?


E. Batur: Sanıyorum. Aslında şöyle bir şey vardı belki: Ben 72 yılında gitmeye karar verdim. 73’ün hemen başında da gittim. Kara¬rımla gidişim arasında topu topu yedi-sekiz aylık bir süre vardır; bu, bana bağlı olarak değil, koşulları yaratabilme adına vardır. Yok¬sa, ben hemen de gidebilirdim.


Ö. Madra: Ama edebiyat yapmaya gittin.


E. Batur: Tabii, o kesin. Aslında babamın konumunun da payı var; genel anlamında baba-oğul karşıtlığının ışığında da görülebile¬cek bir zıtlaşma bu. Babam pozitivist bir insan olduğu için, bana ya¬raştırdığı konum, toplumun içinde, somut olgulara dayalı bir yaşa¬ma modeliydi. Benim seçtiğimse, bütünüyle irrasyonel bir modeldi. Çünkü, yaptıklarımın, ürettiklerimin toplumsal - ekonomik karşılığı olamayacaktı ve büyük bir ihtimalle insanı, kişilik ve hayat dağılma¬sıyla yüzyüze bırakacak tipten bir serüvendi benim seçtiğim.


devam edecek...


Fani..// Lucia Strada / Çev.Sufi.



Fani



Gözlerimi
gece ve kabus yolcularına bağışlayacağım
heyecanımı,
gece yarısı eğimini,
çünkü sen derinlerdesin
çünkü görünen senin resmindir
kendi şapkasının ardında gizlenen.
Fani bir raks
Birbirine çarpan
seslerin beyaz çınlamasında.
Melekleriz bizler,
kimsenin rüyada bile göremeyeceği topraklara kök salarız.


Ev boştur,
boştur ev
keza kulağım da,
dört nala gelebilirsin
flüt ve tempo sahasına.

Ölebilirsin,
doruğa ulaştığında nağmeler.


Şiir; Lucia Strada / Columbia
Türkçesi: Sufi.
(Kirpi Şiir Dergisi 6. Sayısı)




1+1+1:Şiir



Damla / Şafak Çubukçu



Yağmur sonu damla’nın
damla olmaktan vazgeçme niyeti
bir zamanlama hatası.
Oysa kimse söylememişti ona bugüne dek
bu varlık-duvarının
ancak yağmur yağarken aşılabileceğini.
Ey yalnızca kendine ağlayan göz!
kuyuya düşen Yusuf’u düşün
yağmur bir damla,
damla bir yağmur olacak denizde o anda.


***


Siyah Beyaz / Mustafa Nazif


doluyla boş hiç bir zaman,
uyuşmuyor anlarsın ya; doldurup
boşaltsan da nafile, almıyor.

bir terslik var bu işte. tıpkı
evdeki hesabın çarşıya,
çarşıdaki hesabın
hiç bir yerle uyuşmadığı gibi.


yalandır siyahla beyazın birlikteliği
kalın bir çizgiyle ayırır hayat.
inceden dokunuşlarla der ki,
bak budur bendeki anlayamadığın yanlarım.


denize, işte o kadar uzaklara
sırf bu yüzden bakıyorum.
bakmaktan öte, dalıyorum.
işte böyle kalın bir çizgiyle,
ayırıyor hayat,
bir bakış ile dalış'ın farkını.


işte bu kadar anlaşılmıyorum;
beyazın içindeki siyahı
siyahın içindeki bütün renkleri
renklerin içindeki bütün âlemleri
anlamayan yüzlerdedir sanıyorum,
bir bakıştaki kerameti.


dokunan yanları var hayatın doğrudur
bu acı bütün kanayan yanlarıyla
sizin de sol yanınızı sızlatıyor
anlamıyorsunuz ne kadar acıttığını
arkanızı dönüp gidiyorsunuz / ve
geriye dönüp baksanız da nafile,
siz hep gidiyorsunuz,
ben hiç kalmıyorum…


***


Sanki Anlamıyorlar/ Enis EN


Anlamıyorlar,
saçını neden sattığını,
hatta burnunu,
aldığın soluğu,
teninden geriye kalan tüm mirasını.
Ve işte bu resim sana ağır geliyor
bir dalga üzerindeki tabut misali.
gülme,
tıpkı “benim” gibi,
asla
farkına varmayacaksın,
zira iki sözcük adasında huzur diye bir şey yok!
ama eğer yapabiliyorsan,
öte yarını maviden iste!
: - “öykü benden”,
: - ‘gecelik senden’!..












Sessizce..// Taherben Jolon /(Çağdaş Afrika Şiiri)



Sessiz bir divanelik

buzdan bir ok üzerine yayılmış,
ve
sayılar
arılar

demirden bir ay:
boğazımda düğümleniyor.


Şiir:Taherben Jolon(Afrikalı Şair)
Çev. Borges Defteri & Poetic Mind


Picasso'dan Şiirler..// Çev. Poetic Mind&B.D



Picasso // Şiirler



Damla,
Damla
Soluk bir mavi renk
Kalıcı ölüyor
Yeşil bademin pençeleri arasında
Kırmızı güllerin çardağında.


8-9 Nov. 1935






Matador
Kendine bir yelek dikmiş,
İğne başlıkları ve elektrikli ışıklarla süslü
Boğa’nın çıkardığı toz toprağa bakınız.
4 Nov. 1935






Hoş kokulu Ojina
Küçük bir kilise
Gitar telleri,
Ve siyah bir yakutun şakayık çiçeği, teninde.


OCT. 1936
Şiirler:Picasso
Çev. Poetic Mind& Borges Defteri


Murat Gülsoy ve Büyücü Arkadaşları..// Şebnem Soral


Kısa bir süre önce Murat Gülsoy’un verdiği bir röportajı okumuştum. Yazarın kendine has edebi dünyasını merakla eşeleyen soruların ardından “yaratıcı yazarlık” meselesi masaya yatırılmıştı. En popüler kurslardan birinin sahibi olan Gülsoy’un yanıtı, kelime anlamı ve genel algıyı kırar nitelikteydi: “Bence bu başlık altındaki buluşmaların tek görevi kaliteli edebi eserleri okumayı öğretmektir. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum…” Yazarın yeni romanı Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ı okuduğumda bu cevabı tekrar anımsadım ve ‘gerçekten’ anladığımı düşündüm.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman, iddialı isimlerle gelen tek düze kitaplardan biri değil, bunu peşinen söyleyelim! İki yüz elli sayfa içine dev bir edebiyat şöleni sığdırılmış ve ölüsü, dirisi, popüleri, hiç tanınmayanı… onlarca yazar ve roman, Murat Gülsoy’un kendi öyküsüne hapsedilmiş. Anlatıcı, hikayesine huysuz bir ihtiyar gibi başlayıp orta yaşı keşfeden delifişek ruha doğru evrilirken hepimizi uyarıyor: Bu roman, yaşandıkça yazılmıştır. Bir okuyucu için bundan cezbedici ne olabilir? Fakat romanı bitirdiğinizde en başa dönüp her şeyi başlatan o alıntıyı tekrar gözden geçirirseniz, yazarın koşullandırmasından öteye geçip farklı bir algıya sahip olabilirsiniz, seçim tamamen size ait:


Gerçekten bir rüya görüyorsam,
Belleğimi durdur ulu Tanrım,
Tek bir rüyanın bunca hayali barındırması olanaksız;
Hepsinden kurtulup aklından çıkarana ne mutlu.
(Pedro Calderon De La Barca, Hayat Bir Rüyadır)


Köpeklere Fısıldayan Adam ve Camus


Baba, Oğul ve Kutsal Roman, anlatıcının hayatını alt üst eden bir anı paylaşarak başlıyor. Duvarda asılı bir tüfek ve eski sevgiliyi yan yana getiren bu küçük zaman dilimi, yaşanacak tüm çılgınlıkları başlatan, mekanizmadan kurtulmuş bir dişli gibi yönsüzce, romanın tamamına sızıyor. Romandaki en yakın dostumuz ise bir köpek, adı Kıtmir. Yazarın da sözünü ettiği gibi bu oldukça ilginç bir isim seçimi ve mitolojik hikayelerden birine atıfta bulunuyor: Yedi Uyurlar Efsanesi’nden alıntı bu isim, Tanrı’nın uyuttuğu yedi ‘inanan’ı 300 yıl boyunca dünyadan koruyan köpek Kıtmir’den geliyor. Anlatıcı, köpeğiyle ilgili kısa tanımlamalara yer verirken popüler bir program olan Köpeklere Fısıldayan Adam’ı da sıkça anıyor.
Aslında Murat Gülsoy, romanın tamamında milenyum çağının imgelerine yer veriyor. Türkçe’ye yerleşmiş ve birkaç yıl önce doğanların muhtemelen İngilizce olduğunu bilmediği kelimeler, kitapların yerini alan tuhaf diziler, magazinel kahramanların adlarını almış bin bir surat varlık oyunları… Günümüzün getirdiği bu tuhaf gerçekleri yadırgamadan paragraflara serpiştiren Gülsoy’un derinden iç çekişini duyabiliyorsunuz. Bu serzeniş Camus’nün Düşüş’ünü de hatırlatıyor, tıpkı yazarın dilediği gibi…
Elbette hepsi bundan ibaret değil… Taşkışla’da bir sempozyuma konuk olan anlatıcının betimlemelerinde, Yeni Hayat romanında umutsuzca Canan’ı arayan ve karanlık koridorlarda kaybolan Orhan Pamuk’u; Rumelihisarı’nda tanıştığı genç kıza her baktığında ‘edepsiz’ hülyalara dalan orta yaşlı adamda Karanlıkta Kahkaha’nın kahramanını; baş edilemeyen sorunlarda, kendi evrimini alaşağı etmek isteyen ruh halindeyse Kafka’dan hediye Gregor Samsa’yı buluyorsunuz.
Belki de en önemli ünlü konuk Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanda… Ünlü yazarın Aşiyan’daki mezarı, anlatıcının axis mundi’si yani hayat merkezi! Tanpınar’ın eserlerine ayrı bir önem verdiğini bildiğiniz Murat Gülsoy’la ilk kez birebir sohbet edermiş izlenimine kapıldığınız nokta tam da burası! Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim aldığı yıllar boyunca gerçekten de her fırsatta yazarın mezarını ziyaret eden, onunla konuşan, onunla düşünen Gülsoy’u hayal etmekten alamıyorsunuz kendinizi.


Sevgili iç sesim, Gollum!


Az önce de bahsettiğim gibi, Murat Gülsoy, kelimenin tam anlamıyla “sıra dışı” romanında çok az yazarın cesaret edebileceği türden bir şeyi deneyip, her şeyi birbirine katıyor! Yüzüklerin Efendisi adlı kitapla varlığından haberdar olup film uyarlamasında yüz yüze tanışma fırsatı bulduğumuz Gollum karakteri, yol boyunca anlatıcıya eşlik ediyor. Elbette sadece “iç ses” olarak! Bu kez yok edilmesi gereken bir yüzük yok ortada, boynumuzda taşıdığımız sadece hakim olunması gereken hayvansı güdüler. Emanet farklı olsa da Gollum karakteri Tolkien’in yarattığına sadık kalıyor ve edepsizce yoldan çıkmaya teşvik ediyor anlatıcıyı… Zaman zaman güçlenen iç sesin, anlatıcının ona çizdiği sınır olan ‘parantez’den kurtuluşuna da tanık olabiliyoruz.
Sonuç olarak…


… Bu romanı özetlemek imkansız! Bunu yazdığım anda da değerli edebiyat büyüğümüz Erdal Öz’ü anmadan edemiyorum. Kendisinin sıkça ifade ettiği gibi “özetlenemeyen eserler”in tadı bir başka oluyor. Öylesine beklenmedik, zengin, komik ve farklı bir çalışma ki ancak okuduğunuz zaman tadını tam olarak alabilirsiniz. Türler arası, zamandan muaf bir yolculuğa çıkarken yanınıza hiçbir şey almanıza gerek kalmıyor anlatıcı sayesinde… Onun yeniden yarattığı “Harikalar Diyarı”nda, anlatılanları dinlemekten ve büyülenmekten başka bir şey yapamıyor, yapmak istemiyorsunuz. Hem büyü yapan hem de büyü bozan yazarın ellerinde farklı bir aleme dalıyor, esaslı bir masal dinliyorsunuz. Bu cümleyi de yazdıktan sonra yazının kapanışını Murat Gülsoy’un satırlarıyla yapmazsak yakışık almaz:


“Zihin en büyük simya fırınıdır. Hakikatte simyadan kastedilen, insanın zihninde tecelli eden bir pişme reaksiyonudur. Hamdım pişdim, oldum, dememişler boşu boşuna. Bu zavallı hikaye kahramanlarının rol aldığı piyes de sadece size bazı şeyleri göstermek için tertiplenmiştir. Rüyaların bir vazifesi de budur hattı zatında…”

Şebnem Soral


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***