Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



AZERİ Şiiri III. Bölüm / Borges Defteri





Mirza Ali Muciz (Şebisteri)

Tebriz’in kuzeydoğusunda Şebister kentinde 1873 yılında dünyaya geldi.
İlk öğrenimi Tebriz’de tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelir yerleşir.
İlk Şiilerini o dönemin İstanbul edebiyat çevresinde yazar, yayınlar.
İstanbul’u kendine mesken kılan Şebisteri Eminönü civarında bir kitapçı dükkanı açar, çoğu el yazma eserden oluşan kitapları dönemin meraklılarına ulaştırır.
Sonra Maarif Nazırlığının dikkatini çeker ve “muallim”( öğretmen) olarak Osmanlı okullarında tarih, edebiyat dersleri vermeye başlar.
Büyük Azeri şairi Sabir’in yolunu izler. Güney Azerbaycan’ın Sabir’i olarak bilinir.
Şiirlerini “Divan” adlı yapıtında toplar. Şebisteri 1934 yılında vefat etti.





Çelişki

Ben tüm varlığımı kederde buldum
Şenliklerin esasını matemde buldum.

Anlamı yok hayatın eğer ölmek olmasa
Senin hayatın tiz sesinde bulduğun şeyi ben kalın ses tellrinde buldum.

Mutlak karanlık olmasa, doğmaz yanar güneş
Öz sevdiğim cenneti cehennemimde buldum.

Rüsvay-ı alem olmaya sorsan sebep nedir,
Ben arayıp bu noktayı mahremde buldum.

Devrandan çok sitem etmeyin,
Devranın kabahatini ben “Adem”’de buldum.

Kan-kan diyenlere, gene can-can dönüp dedim,
Ben paylaşımcılığı Hatem’* de buldum.

Gel hasta gönlüme koy elini
Çünkü dermanımı o merhemde buldum.

Her dem ki sen hayal evine gelmişsen konuk
Nuh ömrünün görkemini öbür demde buldum.


İnsan ki şevkle ile insan kırar durmadan,
Bir eksikliktir ki yaratılış, adem'de buldum.

Sönmez ateş!
Bugünkü aşıklara güvenme çok!
Ben kalıcılığı çiy damlasında buldum.

*: Hatem: Arapların Tayyi kabilesine mensup cömertliğiyle tanınmış bir şahıs.


Neyim ki Ben?

Şairim, muhabbet elçisiyim ben,
Zamane geçirir her dem sınavdan beni,
Dostluk kervanının yolcusuyum ben,
Çalı-diken beni yoldan alı koyamaz.

Ben Araz( nehri) değilim yıkayayım, arındırayım seni.
Bir ince akar suyum, durmadan akarım.
Sınayabilirsiniz kaynaktan beni.

Denizim,

her seher sor beni
Bakma bu öteki çağlamağıma!
Tanımak istersen, yaklaş o zaman.
Tanımak imkansızdır uzaktan beni.
Ben bir tür çiçeğim vatan bağında
Açarsam ilk bahar çağında,
SAVALAN dağında,
SEHEND dağında.

Aramayın o dağda, bu dağda beni.

Bahar esintisiyim, ıtırlı ve serin.
Ufuk tek sonsuzum, deniz tek derin.
Ben “Anadilinim” bal gibi şirin!
Duy ne olur dudaktan beni!

Koparmak olursa gülü yapraktan,
Çıkarmak mümkünse avı ağdan
Ayırmak çetindir eti tırnaktan.
Etimi ayırdılar tırnaktan…

Göz kırpan yıldızım, her gece yarısı;
Hasretle akarım ufka doğru
Batmak istemiyorum artık Tanrım.
Kurtarın

bu kanlı

şafaktan beni!

Şiirler:
Meşhur Azeri Şairi: Mirza Ali Muciz (Şebisteri)
Haz- Azeri dilinden
günümüz Türkçesine
Sadeleştiren:
Borges Defteri


Zihinsel Bataklığın Şövalyesi: Salman Rüşdi!../BORGES DEFTERİ



a)
Salman Rüşdi: "Küçük yaşlardan beri Doğu bilgeliği denilen şeyin at pisliği olduğu duygusu içindeyim"- İngiltere Tatler Dergisi - Mayıs 1999

b)
Doğu Bilgeliği tüm yapıtlarının ana temasını oluşturan çağımızın en iyi yazarlarından
Amin Maalouf’un-Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı Yapıtından:
“Hem bizimkiler hem sizinkiler öldü, ülkelerimiz harabeye döndü ve bu iş hepimizin denetiminden çıktı. Sizce bu kadarı yetmez mi?”


“Ortalama” bir aydın zümresi her dönemde her yerde sık rastlanılacak bir olgudur.
Bu grubun temel özellikleri arasında “bohça” düşünce sisteminin inanılmaz biçimde prim yapmasıdır. Bütünün peşinde olmazlar, ayrıntının ise hiçbir önemi yok onlar için, usta oldukları tek alan Patchwork kültürüdür. Anadolu geleneğinde “yama- yamalama” dediğimiz terimidir, biz buna devasa düşünce boşluklarını uyumsuz renklerle doldurma çabası diyelim. Kültürel talepleri bir tuhaftır “gerçeğin” ruhuyla uyuşmaz, toplumsal talepleri ise yine çok belirgin bir kültürel klostrofobiden beslenir. Bu fobinin temelinde ise tarihsel çıkmazları yatar. Ama diğer yandan inanılmaz derecede kendilerini herkesten, halktan bile “üstün” görürler, böyle “hissederler”, hatta halk yığınlarındaki tarihsel gecikmelerden, taassuptan söz ederken, sezdirmeden halkın bozulmamışlığından dem vururlar! Bir ömür yetmez, üçüncüsünü talep ederler: Batı karşısında duyumsadıkları “aşağılık” kompleksini yenmek için, oysa modernliğin römorkunda olduklarını unutarak temelsiz bir “hayranlığı” sürekli “savunurlar”! Batı düşünce tarihindeki süreksizlik kesitleri hangi zaman dilimine denk gelir meselesi asla dertleri değil, ondan dolayıdır ki kendi bölgesinin, coğrafyasının durağan dönemleri, sessizlikleri ve bu sessizliklerle iletişim kodlarını yürütmeye çalışan ortamı algılayamazlar, neden doğu dünyası bunca sihirli ve animist düşünce biçimine kaydı diye de analiz zahmetine katlanmazlar. Bu zümrelerenden ve üzerinde uçtukları “Hayranlık” bulutuna rağmen aralarından kaç kişiyle oturup örneğin Foucault’ın “Les mots et les choses- Sözcükler ve Şeyler” meselesini tartışabilirsiniz? Böyle bir dertleri hiç olmadı ki, çünkü bu zümrelerden felsefi altyapı arzeden bir “ürün” çıkmıyor, çıksaydı zaten bu o fikrin “tedavülü”( dolaşımı) anlamına da gelirdi. Her şeyden çok anlama ve akla karşı duyarlılık kazanmak neyi ifade ediyor bu cemaate? Bundan dolayıdır ki gerçek hep başka “yerdedir” onlar için, o yerin neresi, tam neresi olduğu belirsizidir, bakışın yukarıdan aşağıya çakılmasıdır bu onlar için. Ve an gelir kendi büyü ve büyülenmelerinin büyübozumu ile karşılaştıklarında ise günah keçileri aranılır olur sokak sokak, kent, kent!.. Salman Rüşdi ise dile getirdiği ve nasıl bir düşünce tepkime zinciri ile karşılaşacağı halde dile getirdiği kendi gerçeği ise bu zümrelerin sese, ete, kemiğe bürünmüş biçimidir. Bunun adı artık Edebiyat değil, Kin- Nefret- Hınç Fenomenolojisidir. Kaldı ki bu ruh yapısının sıkı bir psikanaliz seansına acilen ihtiyacı var diye düşünüyoruz. Kendi “lanetleri” ile baş edemeden yeryüzü lanetlerine bulaşmanın boş çilesidir. Belki de kendi- engellenmişlik özelliğiyle böyle baş ediyor yeni yetme Şövalyemiz! Batının, Doğu halkları, kültürlerine bakışı dünkü, ama tavırlar sürekli yenileniyor, kimi zaman kültürsüz süvarileri ile gece baskını yapılıyor, kimi zaman ise postmodern dönemin tüm militar tahakküm gücünü kullanıyorlar, Asur medeniyetinin beşiği topraklar İngiliz-Amerika'lı Canilerin at koşturduğu arena oluyor. Rüşdi ve benzerleri ise onların her zaman taze sakladıkları ekmek içi dönerleridir! İşin içine bol soslu sözde pozitivizm karıştırmak böyle olur işte… Onlar “aşıklar melteminin huzuru”undan ziyade Batının fırtınalar burgacı olduklarının ne denli farkındalar? Yoksa sorun özeleştiri ise Doğu aydını da kendi gerçeğinin farkında o da biliyor artık ilerleme, eleştirinin modus vivendisidir! Daha ne? Salman Rüşdi geldiği kültürü eğer af buyurun at pisliğine benzetiyorsa, ona söyleyecek, onunla tartışacak tek bir sözcük bile kalmıyor. Bu ne biçim bir düşünce sistemi, ne biçim bir “dil”, “edep”, “edebiyat” diye sormazlar mı? Şövalyeler çağı Don Kişot’la beraber tarih sayfalarına gömüldü, Don Kişot “Şövalye Nostaljisini” canlı tutmak için kaleme alınmış bir edebi baş yapıttır. Yani Salman Rüşdi’nin Şövalyeliği ancak postmodernizmin kulluk kapısına yakışır. 1.125.000 Sivil, Masum Irak’lı kan kokusuna bulaşmış bir kurban ayini “törenselliğin” vahşi coşkusunu barındırır ancak. Haçlı seferleri ve Aushwitz ardından Batı’nın en büyük katliam tarihidir! Kimse bu gerçeğin üzerini örtmeye kalkışmasın, hele ki asla ve asla “indirgemeye” sakın yeltenmesin. Dün Musevi inancında olan suçsuz, sivil insanlardan sabun yapan da yine aynı zihniyettir. Rüşdi’yi ödüllendiren “Makine-Sistem” hepimizi, kardeşliğimizi sokak ortasındaki bombalarla yaralamaya çalışan kök hücrelerle kan bağlantısı var! Batı açık ve örtüsüz, fütursuz, kirli bir savaşı bölgenin tüm ülkelerine karşı çoktan başlatmış bulunuyor. Harita oyunları önümüzdeki kıyametin habercisidir. Neymiş: “geldiğim kültür at pisliği” imiş! (Salman Rüşdi-1999 Tarihli Söyleşisinden).
Böbürlendiği İngilizce, İngiliz dili hakkında bakın bir İngiliz olan Sır. Ellis ( çok önemli bir edebiyat tarihçisi, dil uzmanı) ne diyor:
"1500-1623'e Kadar İngilizce dili en kaba bir lisandı!" ( vurgu bizden!)
Sonrasında Bacon ve Shakespeare'in insanüstü gayretleri söz konusudur, Shakeseapeare tek başına tam 7000 Latince kökenli sözcüğü İngilizceye kazandırır!
Oysa bu coğrafyalar insanlığın en muazzam şaheserlerini çoktan yazmışlardı o yıllarda... ki hala okunuyor, önemseniyor... Gılgamış Destanı binlerce yıldır zamana meydan okuyor!
yani insan bu denli cehli mürekkepte yaşar mı bay Rüşdi?
Koca Hint-Asya Uygarlığını kimlerle, nereyle kıyaslamaya kalkışıyorsun?
( Hindistan bugün bile demokrasisi ve barındırdığı onca kast sistemiyle birçok Batı’lı ülkeden daha zengin bir insani bakışa sahiptir).
Bilim-Felsfe, tarih bir bütündür, bir ucu Katmandu tapınaklarında ötekisi ise Nemrut dağı eteklerindedir...
Eflatun : "idea" demişse eğer, Budda: "karma" demiş, Leibniz: "monad" demişse eğer, Farabi: "sudur", ve Konfüçyüs: "erdem ve töre" demiş, Horkheimer’dan yüzlerce yıl önce İbni Sina Aklın araçsallaştırılmasını tüm yapıtlarında savundu!... bu zincir böyle uzar gider.

Ama atın pisliğini kendine ölçek kabul buyuran bir zat'a ancak pisliğin simyası anlatılır.
Şövalye makamı pek yakışıyor! Bacon'un mirası işte böylesi çerçöp "şövalyelere" kaldı ya, artık gam yemeyiz... Tarih saat gibi çalışıyor...
Edebiyat’ın Efsane ve Gelmiş geçmiş en büyük Lord’u sevgili Bacon: Gözün aydın!
Tahtının varisi bir "at pisliği" tellalı oldu sonunda...Hamlet'e söyle en derin yakarışını dile getirsin...Şimdi!
O Bacon ki, Shakespeare piyeslerinde rastlanan gerek kitaptan gerek çeviri ile elde edilmiş en ufacık bilgi "insanlığın en akıllısı" olan Bacon'ın izini taşır...

Bir insan( yazarı- şair-ressam değil) önce kendisiyle, kendi kültürü ile barışık olacak, sonra Evrenselliği sınayacak, Miro buna çok bariz bir örnektir( binlerce örnekten birisi)...
Kolay olmuyor, hiç bir kazanım ( edebi-felsefi) kolay olmuyor...
Kendi kabuğuna, kendi yarattığı dar dünyasına sığınan bir "zihniyet" hangi edebi-felsefi sorunu çözebilir ki? İngilizlerin yaptığı maskaralık bir nebze kendi miraslarına da dudak bükmekten bir şey değil, bu "haleti ruhiyeyi" göremeden ve tamamen "tepkisel" bir tavırla, Bacon’ın muazzam mirasi "kurda kuşa" yem ediliyor.
İtalya ve Fransa Rönesansını soluklarken, özellikle Fransada Pleiade denilen 7 kişilik bir grup lisanı ıslah ediyor ve klasiklerden yeni yeni terimler alıyordu. Bacon bu grubu yakın takibe alır, gider uzun bir zaman onları ve İtalya’daki gelişmeleri yakından takip eder, nihayet İngiltere’ye böyle bir fikirle döner. Üniversiteyi ( o dönemin ilk nüveleri) öğretilecek her şeyi öğrendiği için terk eder.
Ki aynı dönemlerde ( Rüşdi'nin göğüsünü kabartacak uygulamalar işte bakın Batı'dan)
İngiltere yine Bacon’ın deyimi ile “ BARBARLIKTAN yeni yeni kurtuluyordu”!
O yılların İngiltere’sinde kuru taassup( sadece büyücülük yüzünden binlerce insan idam ediliyordu), cehalet ve zulüm hüküm sürmekte idi.
Yani (Rüşdi tarafından işaret edilen) At'ın kuyruğu öyle gösterdikleri gibi asla değildi.
1500’lı yıllarda Hegel’in kentinde “İnsan Eti” Satılıyordu! Salman Rüşdi’nin mutlaka bundan haberi olmalı diye düşünüyoruz.
İşte böyle bir ortamdan yeşerdi Bacon çınarı…
Rüşdi'ye bir önerimiz olacak, Londra’da yaşadığına göre,
Bacon'un kocaman not defteri Promus bugün British Museumda görmek mümkündür.
Aldığı madalyayı yanına alarak bir-iki saatini Bacon'la geçirsin, ona anlatacağı çok şeyi olmalı...

Saygılarımızla,


Borges Defteri


J.L BORGES-Rubailer / Çev.Ulus Fatih



I
Bıraktım artık, Hayyam tartıyor, dizelerin o ağır biçemini
Anımsatıyor ona zaman, o özgün, eşsiz çizgisini
Dile gelmeyen düşler, binbir çeşit arzular mıydı onlar
Ve hangi gizil Tanrı'nın tütsüsü bu ve nasıl paylaşılıyorlar


II
Söylemeliyim ki biz; ölenlerimizin külleriyiz yalnızca
Toz olan soylarımız, ırmaklarda yanyana akmakta
Düşlerin parlaklığı, sen ve ben, gerçekte birer imgeyiz
Ölüşümüz ve unutuluşumuzda; sonsuzca ve hızla olmakta.


III
Diyebilirim ki anıtlar, görkemle yapıldı, o zorlu çabalarla
Ne saltanatlar, ne kafileler geçti, patikalarla, rüzgârlarla
Karşılaştırmak olası mı onları, Helios'un fırlattığı oklarla
Ve yarışan var mı ta başta; şimdi, şu an, gökteki tanrılarla.


IV
İzin ver de, uyandırayım, altın ötüşlü şafak kuşunu
Bir zamanlar şarkılar söylerdi, uzak ve solgun gecede
Mavilerde gezerdi sesler, gülümserdi yapayalnız yıldızlar
Gösterişliydiler, kibirliydiler ve o denli alçakgönüllüydüler.


V
Sessiz ol, kaleminden bir ay düşüyor bak dizelerine
Nasılsa bir gün onlarda inecek, imge bahçelerine
Har vurup harman savurduğun; şu baharın ortasında
Tıpkı bahçenden bakar gibi mi bakacaksın gelmelerine.


VI
Ayın altında gecenin dinginliğini yaşayabilmek
Su birikintilerine yansıyan, boynu bükük günlerin
Aynalardan dökülen ve hep geri dönen kimler orada
Dağılıp gidiyor sonsuzlukta; yitip gidiyor benzerlerin.


VII
Katlanmalıyız Farslı'nın boş lakırtılarına, kararsızlığına
Alacakaranlıkta altın ay; hep doğacak ve batacak
Tüm yüzyıllardır şu gün. Bütün bir dünyasın sen.
Toz olan yüzlerimiz kimdi öyleyse. Bizler geçip giderken.


Türkçesi: Ulus Fatih


NIETZSCHE...



Artık uzun sürmez susman,
yanık yürek!
Bir beklenti var havada,
bilinmeyen açıklardan gelen bir esinti var,
-büyük serinlik geliyor...

Güneşim alev alev durmuştu tepemde öğleyin,
selam size, selam gelmenize
siz ani rüzgarlar
siz öğle sonrasının serin ruhları!

Hava başkalaşıyor, arınıyor.
Gece, hınzırca sahte
ayartıcı bakışlarla
bana mı dikmiş gözünü?

Sağlam dur, yiğit yüreğim!
Sorma: niye? diye-

Şiir: Nietzsche
Çev: Oruç Aruoba




ISLAK YAPRAK /Ayten Mutlu



ISLAK YAPRAK

Doğan Ergül için

-I-

şaşırmayı hâlâ unutmamışım
işte yine ağzımda o acı su
ne zaman öğreneceğim tanrım
her zamansız gidişin
bir yaprağın kalbine olduğunu

yaşamaktan yaralı bir tümce nasıl
şaşırırsa ölümüne sözcüklerinin
öyle şaştım ebedi sandığım sevinçlerin
bitivermesine orta yerinde

gözyaşı kadehi de kırılabilirmiş
acıyınca içinde biriken hayat
unutkan zamanın sırça teninde
bir çıt! sesiyle kırılan bir kalp
şaşarak anlarmış kanadığını şarap
lekeleri dağılırken geceye


-II-

yorgundun, yanıltmak içindi yorgunluğu
sessizce gülümserdin baktığın yere
dağılırken yüzünden siyah bir ışık
o siyah ışığın kırdığı rüzgâr
dindi işte, kederi yazmak için
gözlerinde taşıdığın şiire

susma, o eski yalana sarın ve söyle
sonsuzca açan gülüne aşkın
yağmurda izlerini arayan çöle
anlat
her zamansız gidişin
zamansız bir dönüşün ülkesi olduğunu

çekil şimdi biriktiğin gözyaşı damlasına
hiç bitmeyecek bir yoldan gelen
yağmurun çıplak bir ağaçta unuttuğu

o ıslak yaprağın içinde uyu


AYTEN MUTLU


3 Şair: 3 Şiir ( ilk kez yayınlanıyor)...



KRONİK YARA –dokun ömrüne-


insan kendi yarattığı cehennemde
sadece kendisinin efendisi olur


taştan taşa sekerken su bir ağacın gövdesine dokunur
harflerle hayatın damarına tutuşur unutulmuş öyküler

bir damlanın değdiği ömür
kül

sessizlikle tanımlanır her şey zamanı durduracak tek renk siyahtır derdimiz yırtmaya kıyamadığımız
bir ince tül
perde
gözlerin
ayna
dokun bir ağacın dinmeyen ağrısına
bir gülün kandığı ömür kül

harflerle yürü hayatın üstüne bundan daha beyhude nefs yok ister çıt bir kez daha orta yerinden dal
ayna ne kurtarabilirsin
bir aşkın yakasından Be...

bir çocuğu nasıl uyutur annesi dizlerinde canı emen acılar eşliğinde dokun ey sebil çaresiz büyümez yaşın güzelliği dokun
bir dilin yaktığı ömür
kül

ateşin içinde dilimi koparıp attım
ne söyleyebilirim böyle
bir yel esiyor
bir yağmur
göğsümün ormanında toprak
netsem neysem öyle bir isyanın kör nefsiyim
dokun ırmakların sesindeki yaraya
dokun ey Be…
kül
mül
tül
hatta gözlerin
hepsi palavra
dokun çürüyen ömrüme

Bayram BALCI
15 Şubat-Mart 2007 Şimdiki Zaman

* * *

Madre


(yo madre muerta! talih oyunu gibi yaşam. her şey olabilir. olduktan ötede de pederim cebine bir ip sokup ilk uçakla ortadan yitebilir. bu da onlara dairdir. )

Monogami


Kalın bir sicim bulundururdu yanında
Ne zaman asacağını bilemezdi insan kendini,
Bir şişe viski de vardı çantasında, her an sarhoş olmak gerekebilirdi
İki paket sigara da vardı, her zaman yeniden başlamak mümkün
Diye düşünürdü,
Tek gidiş bir de tren bileti vardı
Gitmeyi düşündüğünden değil, ama kaçmak zorunda kalabilirdi
Bunların dışında normal biriydi
Her sabah işine gider, akşam evine dönerdi
Hiç anahtar taşımamıştı yanında
Mevsimler geçti
Bir gün öldü karısı ve kapıda kaldı.
Otele gitti o gece
Sabah işe telefon etti,
“ Karım vefat etti. Bugün beni beklemeyin.” Dedi, kapattı
işitmeden yanıtı,
sonra çilingir açtı kapıyı,
karısı soğuk yüzüyle koltukta
ölü duruyordu elbette kımıltısız
bir sürahi su ve akşam yemeği sofrada
hareketsiz parlak bıçaklar, iki çanakta toprak ve tabaklar işlemeli
bardaklar coca-coladan, tuzluklar hiltondan aşırılmış
ev düzgün ve ölü kadar sessiz...
Polis geldi, savcı da ardısıra ve morga kaldırıldı ceset
“ Otelde mi kaldınız dün gece?” sorgulandı ayak üstü,
Sonra döndü otele, banyo yaptı. Arkadaşını aradı,
Resepsiyona bir zarf bıraktığını, cenaze işleriyle uğraşabilirse
Minnetkar kalacağını söyledi.Giyindi. Otelden çıktı.
Garda sigara paketini çıkarttı, yaktı
Garda viskiyi çıkarttı, içti
Ve oradan çıktı yola.

Leon FELİPE

* * *


SEN

Bırakınız dünya
Nefretin tiz soluğunda ölsün.

Ben yine de senin soluğunla uyanmak isterim!
Bak işte daha dün çıktın sedef kabuğu arasından.
Şimdi ellerimin arasındasın,
Ve Uçmak için can atıyorsun.

- ona dedim ki,

senden önce daha hiçbir inci tanesi
pervane olamadı!..

A.MAROUFİ
(Türkçe Çev. defter)



"Şiirsel Adalet" / Ahmet Bozkurt



“Şiirsel Adalet” kavramı geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen İstanbul Bienalinin ana temasını oluşturuyordu. Oldukça farklı duraklarda konaklayan şiir ve adalet kavramlarını bir arada düşünmek, ikisi arasındaki temel üslup farklılıklarının ayırdına varmak açısından, oldukça, önemli bir bienaldi. Yaşadığımız dünya, her ne kadar, bizlere şiirsel bir adaletin mümkün olmadığını dayatsa da en azından birer birey olarak düşlem gücümüzün ayakta durduğu müddetçe şiire de her zaman vaktimizin olduğunu düşündürttü.
Düşselliği ve hayatın tekdüzeliği karşısında, suskuyu canlı tutan şiir için adalet dediğimiz şey hangi imgesel durakta konaklayacak bir yapıya sahip bilinmez. Ama her şeye rağmen şiirin düşlemleriyle ve diliyle ortaya çıkacak yeni bir görüye de hiç kimse kayıtsız kalamayacak gibi görünüyor.
Şiirsel adalet tanrısal bir tecellinin yeryüzündeki yansıması olarak mı durmaktadır? Aslında ilahi adalet denen şeyden hiç de uzak bir geçmişe sahip değildir şiirsel adalet.
Sanat ve şiirin gerçeklik değerleriyle jeopolitik alanın gerçeklik değerlerini uzlaştırma çabasının anlamı nedir, sorusuna cevap arayan bienal küratörü Dan Cameron “dile bir tanrısallık hissi kazandırma girişimi’’ olarak adlandırdığı şiirsel adalet kavramını da izleyicilerin geçici bir süre için de olsa tüm dünyanın dokunulabilir temsili olarak görmelerine bu anlamda özel bir önem veriyor. Cameron için, şiirde asıl ulaşılmaya çalışılan şey, tüm insan bilgi ve deneyiminin, fizik ve metafiziğin, geçmiş ve geleceğin yalnızca sözcükler yoluyla çağrıştırılmasıdır. Bu anlamda, şiirle adaleti ilişkilendirmeyi en zorunlu kılan dürtü olarak da, manevi unsurun tüm potansiyel tezahürleriyle birlikte değer kaybına uğratılmasına duyulan tepkiye bağlamaktadır. Çağdaş sanat üretiminde genel bir duygulanım sığlığının egemen olduğu bir tür materyalist araçsallığın kültürel otorite konumlarını değiştirmek ya da güçlendirmek yönünde atılan en iyi niyetli adımlara bile hükmettiği düşüncesine sahip Cameron.
Burada, “adalet aşktan çıkar’’ diyen Emmanuel Lévinas’ı da unutmayalım. Zira bütün başlangıçlar tanrısal bir öze sahiptir. Varlığı esinleyen bir başlangıç olarak şiir kutsallıkla donanmış bir dil yetisiyle varolmuştur. Bu kutsallık uhrevi bir kapanım değildir. Dilin bir duygu taşımı olarak hayatiyet bulmasıdır. Onun için tanrısal bir adalet duygusundan hiç de uzakta olmayan bir geçmişi paylaşmaktadır şiir.
Varlığın öncesizliğini ve sonrasızlığını bir şimdide bulunuş (prèsence) içerisine, dil aracılığıyla, hapseden şiir dünyasal adaleti şiirin öznesi haline getirir.
Peki, ya adalet? Gerçekleşmesi mümkün olmayan bir yanılsama, bir sanrı değil midir adalet? O halde neden inanalım ona: Şiirin gücü apaçık ortadayken.


Yazarı: Ahmet Bozkurt


Biliyorum varlığın, yokluğun dış yüzünü /Hayyam



Her gün kalkıp meyhaneye gitmedeyim;
Kalenderlerle boş sözler etmedeyim;
Senden bir şey gizlenemez nasıl olsa:
Hoş gör de sana gönülden sesleneyim

* * *

Gökleri yarıp darma dağın ettiğin gün,
Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
Sen sorguya çekmeden ben soracağım sana:
Ey Tanrı, hangi günahım için beni öldürdün?

* * *

Bu yolun hoş bir yerinde durabilseydik;
Ya da bu yolun ucunu görebilseydik:
O umut da yok bu umut da; hiç değilse
Otlar gibi kesilip yeniden sürebilseydik.

* * *
Tertemiz geldik yokluktan kirlendik;
Sevinçle geldik dünyaya, dertlenik.
Ağladık, sızladık, yandık, yakındık:
Yele verdik ömrü, toz olup gittik.

Hayyam


Erken Düşen “Yaprağın” Sesi: Doğan Ergül





Onun hakkında hiçbir şey, hiçbir bilgiye sahip değildik, ta ki bir sonbahar günü ansızın deftere düşen bir şiirine kadar (2004 yılında)! Söz konusu kısa yazısında bir açıklaması vardı, birkaç dize ve altında “Kardeşiniz Doğan” notu.
“İstanbul’da darüşşifa ki diller ile takrır ve kalemler ile tahrır olunmaz, aradığım bu değil canlar.. bağ-ı irem içre bir nefestir aranan”.
Hemen bu sevda-zede canı, fakir-hanemizin baş köşesine post-nişin kıldık...
Olağanüstü güzellikte ritmik ve akıcı hatta yer yer aforizmatik dili de kendi hizmetine alan, kendinden önceki şiir halkaları, organik bağları da göz önünde tutarak “farkı” deneyen bir şiiri ve şairin yüce anısı içindir bu yazı…değişim artık her yerdedir, ama derinde, biz ise onu şurada ve burada lokalize ediyoruz, ama yüzeyde. Ve böylece aynı zamanda hem durağan, hem devinimli olan izlekler tasarlıyoruz. Algılayan tinin pratik yaşamın kıyısına düşürdüğü dizelerin serüvenine bakmayı sınamaktır amacımız.
Çünkü o hiç ve de asla sönmemesi gereken ateşin nöbetçisi idi. Ateşgah yayılıp genişleyerek kutsallığını hiç yitirmemişti ki.. Her dizenin, mısrayi bercestenin kıyısında mutlaka bir “Hesita” (Ocak Tanrıçası) vardır, Doğan Ergül’ün sahip olduğu “Hesita” ise o en güzel, dokunaklı, terennümlü olanlarındandı. Onun şiirinde bir başka ses saklıdır, tanıdık ama benzeri pek olmayan ses, “insan”ı temel konu olarak seçen ve neredeyse 2000 yıllık bir serüvenin başka bir “tanığı” gibi. Dünün ışınları onun derdi, tasası değildi, onların çoktan emildiğini de biliyordu. Gelecekte ortaya çıkmayı, çıkarmayı düşünmüş olabilir mi? Yanıtı çok zor bir soru.
Geçmişi “şimdiye” sığdıran, şimdiyi yarına mı? Bilmeyiz, ama onun dili, şifreleri, şiiri, şair kişiliği yarını da kapsayacağı kesindir. Antik çağlarda düşüncenin Atina’ya geçmesi, onu bilimden, maddeden, logos’tan da uzaklaştırmıştı. Artık düşüncenin temel konusu “madde” değil, “insan”dı. Günümüz İdealizmi hala bu akar sulardan beslenmeye devam ediyor. Şair Doğan’ı gören, az çok tanıyan öteki şair dostlar anlatırlar hep, onun yüzünde garip bir hüzün vardı, bir “suret” nasıl olur da onca hüznü-kederi kendi hatlarına bunca derinden kazır? İşte “ısırgan rüyası” böyle yazıldı onun şiir defterlerinde, göl işte bu hüzün ve melal ile delindi onun düşünde. “Sonsuz yağmuru” da aynı beklentiler içinde çağırdı…Avlusuna konan “palyaço kuşlarla” hep aynı eller- aynı yüz konuştu.
İç ıstırap dalgalarını hangi şair dizelere aktararak ondan kurtulmuş ki? O ateş bekçileri hep bir bedeli ödediler, değişen ne oldu? Ya ten yara alıyor, ya “varoluş”, ya dizeler… Aristo kendi yarattığı cehenneme kurban gitmedi mi? Anaxagoras zor kurtuldu, kitapları gözünün önünde tek tek yakılırken ancak “kendinden kaçarak” kurtuldu…Ama İskenderiye kitaplığı kendini ateşten kurtaramadı… Nesimi şafak zamanına fırllattı attı dizelerini(soyulan derisine sararak), Hallaç-Nietzsche de olacakların farkındaydılar. Nilgün Marmara, Gazale, Özge Dirik, Plath,.. ilk elde usa geliverenler… böyle döner durur devran, hiç sönmemesi gereken ateş sürekli kendine yeni nöbetçiler bulacaktır…
“Sus ve bir damla yağmurun yerine koy kendini” diyor Doğan..
Onu duyan ateş nöbetçileri ateşe bir kez daha dokunduklarını hissettiler… o bir büyü yaparak “bak ve geç-gül ve unut” diyordu, ama farkındaydı mutlaka, şiir kızının eline bir “iğ” batırmıştı ve artık onu Ephesos’un Hesita rahipleri bile çıkarmayacaktı…

Gün günden soluyordu… Ateş nöbetçilerinin “körüklemeleri” de bir işe yaramıyordu…sonunda o hepimizin girizgahı olacak zerre yurdunun yolunu tuttu…
Demokritos’u yanıltmadı bu muazzam şiir yeteneğine sahip Ağrı Dağı eteğinden kopan, Arpaçay’ın Zümrüdü Ankası..Şairler yurdunun en güzel eren gülü…
“Ağacın sarı bilmecesini” ancak böyle çözebileceğine inanıyordu…
Çünkü: “ Yalan olduğumu bilseydim, daha önce unuturdum kendimi” demişti ve “keşfin içerdiği esrarı” öteki ateş bekçileriyle paylaşarak “ geldi ”…hoş geldin canlar canı…sahici SES!

Doğan Ergül'ün ilk şiir kitabı (Aşkın ve Suların Öğleni) edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanmıştı. Arıza çağı insanının sorunsalına güzel bir buket içinde zehirli çiçek demeti değil, "sarhoş atların" asi çığlıklarını, arzuların veya arzunun kıtlığını sorgulayarak estetik ve zarif bir dil aracılığıyla sunar...Saf bir epistemolojik çözümlemeyle değil, kendi gerçeğini, sözünü bağlantılar ve çelişkilere göndermeler yaparak aktarmaya çabalar...tüketim toplumun yarattığı yanılsamalar ve baskıya karşı, dilin (sonra da düşün) önemini vurgulayan önemli bir kitaptır...Unutmayalım devinim tözün kendisi ve evrenin temel kuralıdır. Bütün acılar, kederlere rağmen içimizde soluduğumuz, yaşadığımız süre gittikçe yayılan nitel bir devinimin de habercisi olacak… Geçmişin şimdi içine süzülüşü durmaksızın devam edecek..
Hayyam’ın deyimi ile “bizden sonra da dönecek bu ay, bu yer, bu gök..”
Belleğin rastlantısal dolaşımında hep karşımıza çıkacaklar tüm sevdiğimiz şairler…

Hayyam’a, Nazım’a, Yunus’a, Lorca’ya, Furuğ’a bizden selam söyle ey şiir yürek, dost Doğan…

Borges Defteri




(Doğan Ergül’ün 4 Aralık 2005 tarihinde


borges defteri’ne gönderdiği şiir…)

Aşkın Unutkan Dili

akşam
ıssız sokakların şarkısı
perdeyi aralayan el

dışarıda
kendini yakan gece

zaman
eşikte paslı bir nal
atlarla geçtiğim

bahçe
çürümenin çiçeği
dalgın öyküsünde
ağzımın yarısı
kuşlarla

susku
aşkın unutkan dili
kımızı mermerden yonttuğum

gökyüzü
yıldız sarayı
camlarında beklediğim

aydan alnıma akan kelebekler
bir kadının elleri
yıkandığı nehirde unuttuğu

aklım sokak fenerinde
çıplak ve uykulu
ışığı yaşam sanmışım

şimdi hüzün bir ay adı olabilir

yarısında durduğum yol
çatlamış bir narın düşü

selamlar.....
Doğan ERGÜL



Antik Dönem Ateşgah kalıntısı(2500 yıl önce)


Sen ve Biz / Salih Aydemir




denizkızları yalnız birbirleri için şarkı söyler…

yıllar önce:

bir yaz bir kıştan geçtik… kuzeyde yeşil dağlar ve nemli toprak üstündeydik… evlerden eve, odalardan odaya geçen savaşlar içindeydik… hep aynıydı zaman ve çok…
aklı saatten daha fazla kullanıyorduk… dakikaları rahat, günleri sakin geçiriyorduk…

duyduğumuz her yüksek ses, durduğumuz tepenin en dibine çekiyordu bizi… biraz ışık, biraz su ve biraz daha kıştan aldığımız su ve yaz esintisiyle sallanıyorduk sokaklarda…
ışığın sonuna yaklaşıyorduk… nasıl olsa gün kusursuzdu…

yıllar şimdi:

su gibi düşünüp; kadınların o güzelim gözlerine bakıp, ağaçların değil gözlerimizin yerlerini değiştirmeye karar veriyorduk…
kuzeyde günleri rahat ve sakin geçiriyorduk…

gecenin içinde uçarak, sabahın aynasında kırıla kırıla, teker teker, sözcük sözcük, bir anda çevrile çevrile, içimize tersten çakıyorduk çiviyi…

sadece eğrinin yumurta gibi düzgün olmadığını, kar taneciklerinin ve yağmur damlalarının keskin köşeli olmadığını söyleyen kaç şair kaldı?!.

tetikteki parmak ile göz ucundaki kara delik arasında, yaşananı bıraktın… buna da şiirin bir türü, dedin…

şiirden çıt çıkmıyor: şairler bir top gibi uzağa yuvarlanıyor… ve şiir, hiç dokunamayacağımız ama hep uzanılacak geçen gün kalan şimdi ve asır olacak…
tıpkı, denizin kıyıya köpük atıp, taşını yalnız bırakmaması gibi…

kendi kendini yutan sonsuzluğa göz kırpıyoruz; gördüklerimiz, duyduklarımız, dokunduklarımız ve tüm bunları ağrıtan sözcüklerimiz bir çağrıdır: kışlardan, yazlardan ve baharlardan gelen bir çağrı…

sözcüğü negatif bir imgeden geçer mi hayat?

sayılar çimenlerde, notalar dillerde, renkler ellerde, sözcükler sis gibi gözlerimizde uçuyor…

sen ve biz birlikteyiz…

Yazarı: Salih Aydemir


Gece Yarısı-Ahmet Haşim


Image and video hosting by TinyPic


Bir Palyaço Kuştur Yaşadığım-Doğan Ergül


Image and video hosting by TinyPic


Uyumun Elleri / Doğan Ergül




uysal bir dili vardır zamanın
insan oradan başlar saymaya yangınını

şimdi eksik bir anlatı

bazen yaşarım
bir kağıda bakarak
beyaz bir gölgedir o
aklın oynadığı

yalan olduğumu bilseydim
daha önce unuturdum kendimi

şimdi sen
bak ve geç, gül ve unut
içimde büyüyen bahçeyi

sus ve bir damla yağmurun yerine koy kendini
her dut sabırsız bir tatlılıkla eğer kollarını

sus'u ve yağmuru çıplak bil
ağzında ne çok açı

bir radyo kimsesizdir artık
müzik bir sonsuzluğu akar bilmeden
akar yapraklarının altını oyan kurtçuklara
sarılarak zaman

en sarı bilmecesi o ağacın
beni bir havuz büyüttü diyor, o beni...
asfaltın sıcağı terliyor

ah zaman benim dese ağaç
güzü unut güzü unut

sudan bir harfsin sen mutluluk
denizleri sığın aklına

bir yalnızı anlatmak için yaktın dilini
hep kaçtın güzel kadınlara tutarak aynamı

denizin kendini boşalttığı bir yer var
gitmenin kurgusudur bu
ve atlar bunun için vardır

tuzu ilk, çatlamış bir atın yelesinden tattım
denizin sandallarla hikayesi ayrı

sonra anladım
uyumun kadife ellerini.



Bogses Defterine, selamlarımla....

Doğan ERGÜL


(21 Aralık 2004 -defter arşivi)


Şair Doğan Ergül'ü Kaybettik...



Şair, Dost Doğan Ergül’ü (1968- 2007)
Kaybettik…
İlk Şiir kitabı 'Aşkın ve Suların Öğleni'- Babil Yayınlarından çıktı.
'Uykulu Yağmur' adlı ikinci şiir kitabı Yitik Ülke Yayınları tarafından okurlarla buluşacak...
Doğan Ergül'ün ilk şiir kitabı (Aşkın ve Suların Öğleni) edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanmıştı. Arıza çağı insanının sorunsalına güzel bir buket içinde zehirli çiçek demeti değil, "sarhoş atların" asi çığlıklarını, arzuların veya arzunun kıtlığını sorgulayarak estetik ve zarif bir dil aracılığıya sunar...Saf bir epistemolojik çözümlemeyle değil, kendi gerçeğini, sözünü bağlantılar ve çelişkilere göndermeler yaparak aktarmaya çabalar...tüketim toplumun yarattığı yanılsamalar ve baskıya karşı, dilin (sonra da düşün) önemini vurgulayan önemli bir kitaptır...

Doğan Ergül Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama bölümünden mezun oldu. Bir kamu kurumunda, şehir plancısı olarak çalışmaktaydı.
Şiirleri; Akatalpa, İskenderiye Yazıları, Şiir Oku, Üç Nokta, Kuzey Yıldızı, Öteki-siz, B(aşk)a, Islık , E ve Borges Defteri’nde yayımlandı.
İlk şiir kitabının sevincini hepimizle aşağıdaki şiiriyle paylaşmıştı…


Hüzünle…

Borges Defteri



UYKULU YAĞMUR / Doğan Ergül


eşikte
uykulu bir yağmur

dinlenmesi için
içeri aldığım
akşam

kendini ayrı tutan
anlam

ses
gecenin ağustosböceği

bahçe
evi dışarı taşıyan
sessizlik

cam kırıkları
duvar
ortada ışıyan taş
ot ve deniz kokusu
yaralı ayağı köpeğin

serin
unutultukça büyüyen
kadının yüzü

yalnızlık
sokağın tek kedisinden
öğrendiğim

dallarda bekletilmiş
bir yığın ay
uzaklar nar

içimizden geçen nehirleri
suluyoruz
herşey kendi uzağıyla bir
incire uzanıyor biri
yerini değiştiriyor
renk

aşk
kuşların
yağmura yuva yapma
telaşı diyor ağaç

gece
bir yol
uykunun ve düşün yemişi
ışıyan ve mırıldanan
ışıyan ve mırıldanan.

Doğan Ergül

İlk kitap;
'Aşkın ve Suların Öğleni' (Babil Yayınları)

paylaşmak istedim... sevgiyle...


Kaynak: (2005 Borges Defteri Arşivinden)


Kuyu/ Nefise Pınar



Bir cinayetten ister istemez sebeplenir durumda olmak, o cinayetin failiyle suç ortağı
olmaktır. Sonuçlarından sebeplenebileceği bir cinayet olasılığını ortadan kaldırmaya
uğraşmak, bunun oluşunu engellemek için elinden geleni esirgememek; cinayetten
sorumlu olmasa da sonucundan sebepleneceklerin, insan olarak sorumluluğudur.


İnsan aklının aydınlanması, uygarlığın ilk önemli sıçrama taşıdır. Bu noktaya varmak için geçen süre- göreceli de olsa- kayıt tutan insan aklı için çok uzun görüldüğünden, bu söylem abartılı gibi durabilir. O güne kadar gelişen pek çok deneyimi aklın aydınlanması ile eşdeğer tutan bir yanılsamaya götürebilir.
Ne var ki, insanın yeryüzü yolculuğunda kendi kurduğu uygarlığa karşı elde ettiği hemen tüm kazanımlar, kaynağını - tıpkı uygarlığı kurma nedeni gibi- ekonomik sorunlardan, yani karnını doyurma meselesinden aldığından, uygarlığın insana rağmen ve ona karşı olarak, insanı ötekileyerek gelişmesine engel olamamıştır.
Otoriteden söke söke alınan her kazanım, yeni bir uzlaşma, çelişkileri gözden geçiren, yeniden düzenleyen, paylaşımın yasasını tekrar yazan bir ateşkes olmaktan öteye gidememiştir.

Aydınlanma devrimi, insana çıktığı yolun nedenlerini, bulunduğu yere nasıl vardığını, bıkmadan kazanıp sürekli devrettiği hakların aslında ne olduğunu, ne için yaşayıp ne için öldüğünü, savaşmak zorunda kaldığı hayatın çok uzun zamandır veri olan doğayla değil kendi kurduğu düzenle çelişkili olduğunu kavramasını sağlayan, hayatın tek gizi yaşamak iken yaşama engel olan tüm öğretilerin sorgulanmaya açık, sorgulanabilir, sorgulanmalı olduğunu hatırlatan, insanlığın ilk büyük düşünsel devrimidir.

Kölelerle zalimlerin kitabı aynı ise, hesabın dürüleceği bir yer olmalıdır. Aynı kitaba kölelerden çok daha inançlı görünen zalimler, kitapta yazan her ne varsa tam da tersini yapmaktan çekinmezken, ve bunu göksel otoriteyle sanki özel çok özel bir antlaşma yapmışçasına rahat, kaygısız dahası çekincesiz uygularken, kölelerin homurdanması karşısında pazara sürülecek savunma binlerce yıldır değişmemiştir :
Biriken sermayenin açığa çıkan kurnazlıkları kişisel aymazlıktır, sermaye de herkes gibi hesabını göksel otoriteye verecektir, ve biline ki herkesin defteri ayrıdır.

Aydınlanma devrimi, insana ‘büyük yalan’ın dışında yollar olduğunu işaret etmiştir.
O yolları bulabileceğini, büyük yalanı kendisinin yarattığını, kendisi olmasa ne uygarlık ne sanat ne bilim ne felsefe ne teknoloji hiçbirinin olamayacağını, kendi kanıyla yarattığı uygarlığın kendisine düşman ideolojisini ancak düşüncenin gücüyle yenebileceğini.
Bu yüzden, uygarlığı kuran insan aklının ilk gerçek sıçrama taşıdır.

Evreni anlamanın yolu, onu talan etmekten geçmez. Onu yaşamaktan geçer.
Bu basit gerçeklik için aslında akla da gerek yok. Ben sahip olmalıyım, ben bulmalıyım, ilk ben öğrenmeliyim, ben bilmeliyim, bir an önce ben görmeliyim türünden sayıklamalar kötü bir çocukluk hastalığıdır. Hiçbir şey öğrenemeden, bir bakmışsınız kapıdasınız.

İdeolojinin şaşmaz yazgısı, eninde sonunda otoritenin bayrağı olmaktır. Otorite ise, insanın öz benliğinin en büyük düşmanıdır. İnsan, artık sadece otoritenin söylemlerinin tam zıttını yaparak, kendi için kurtuluş umar noktaya gelmiştir.

Aklın aydınlanması, bize büyük yalan’ı görmemiz için ufuk açar. Onu kavrarsak, üzerine aklın yengisini inşa edecek kapıyı aralayabiliriz.
Ben diye sayıklayan uygarlık arsızı bela yok edildiği zaman, gelecek kurtarılmış olacak.
Çünkü insan, uygarlığı ‘biz’ olmanın altına imza atarak kurdu.

Öyleyse ya doğal yaşama dönüp tekrar ‘ben’ olacak, ya da ‘biz’ olmanın dayanılmaz ağırlığını akılla çözecek.

Ve ne komik ki, kurduğu uygarlıktan yılgınlığa düşmüş, çaresizce çırpınırken yazdığı, ardından kendi eliyle kendi katili otoritenin kucağına attığı, böylece sermayenin gelecek binyıllarını da sağlama aldığı kitabın, insan aklının ilk haykırışlarının sayfalarını hatırlayarak ;

Öldürmeyeceksin, ne olursa olsun öldürmeyeceksin.

Ne kadar akla yakın görülüyor değil mi ?

Oysa öldürmemek için paylaşmak zorundasın, paylaşmak için tersi durumda alacağın zararı hesaplamak zorundasın, zarar almamak için yeni kaynaklar yaratmak zorundasın, yeni kaynak için üretmek zorundasın, üretmek için işbirliği yapmak zorundasın, kıt günleri atlatmak için
işbirliği yaptıklarınla son lokmayı bölüşmek zorundasın, son lokmayı büyütmek için biriktirmek zorundasın, biriktirmek için ürettiğinin bir kısmını saklamak zorundasın, saklamak için onu korumak zorundasın, korumak için ordu yaratmak zorundasın, bütün bunları organize etmek için de bir otorite kurmak ve ona güvenmek zorundasın.

Sonrasında o senin en büyük düşmanın olacaktır, senin öz benliğini çalacak, senin üretimini kendine mal edecek, bunu sağlamlaştırmak içinse sayende göksel bir kimliğe bürünecektir. Üstelik senin bulduğun bütün yolları kendi için kullanarak sana çevrili yeni silahlar yaratacaktır.

Kurduğun uygarlık, seni kendi bedenine yabancılaştıracak, ilk iş koynuna girdiğin bedenden sonsuza kadar soğumanı ayarlayacak, özellikle senden esirgediğini marazi bir ben hastalığı olarak çocuklarının sırtına yüklemen için seni kullanacak, kapı komşunla seni düşman edecek,
işkence odalarında, cadı ateşlerinde, hain pusularda salyalarını akıtabilmen için elinden geleni ardına koymayacak, seni seninle birlikte kurmuş gözüktüğü demokrasi yalanının haşa efendisi olarak maaşlandıracaktır.

İnsan, akıl sahibi varlık olduğu için paylaşmayı seçmiş, ama paylaşmanın yolculuğunda paylaşamamanın kuyusuna gömülmüştür.

Bu kuyudan hangi iple çıkacak ?


Kuyuyu ören çıkış yolunu bilir!

Yazarı: Nefise Pınar / İstanbul 2007


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***