Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Enfekte bir günün hikayesi.../ defter



Yeryüzünün en genç sendikacısının anısına...


"Pakistanlı “İkbal Mesih” öldürüldü!" -Haber kısa ve dokunuklaydı. 
 Marks: “Kapitalizm ve gövdesinin her deliğinden, tepeden tırnağa, kan ve enfeksiyon akıyor” yazalı çok oldu. İşte bu sözleri, kimileri sadece okur, kimileri tanıklık edere ve birileri yaşamlarının son anına kadar yaşarlar, kemik iliklerine kadar hissederler. 6 yaşında bir çocuk, ailesi tarafından önce halı dokuma atölyesine satılır. Ailesi bir halıcıdan 12 dolar borç alır, ödeyemez, karşılığında küçük İKBAL işverenin halı atölyesinde zorunlu olarak çalışmaya başlar. O andan sonra ne ücret söz konusudur ne de herhangi bir hak-hukuk. Bir yılın sonunda işveren, çocuğun giyim-gıda masrafı olarak borcu 260 dolara çıkarır. Bir çeşit kölelik sistemi. İkbal, Günde 14 saat, nemli ve insani koşullardan yoksun atölyede çalışır. Aradan iki yıl geçtikten sonra, bir gün yakın akrabası aracılığıyla Lahor kentinde “Ücretsiz Çalıştırılmaya Karşı Mücadele Cephesi”nin varlığını öğrenir, atölyeden kaçar ve ilk toplantısına katılır.Baş vurduğu merkezin genel başkanına (İHSANULLAH HAN) kendini tanıtır, ağır durumunu anlatır, aldığı tavsiye mektubuyla merkezin okulunda eğitime başlar. Dört yıllık okulu 2 yılda bitirir. Küçük yaşına rağmen tüm Pakistan çapında kendi durumundaki çocukların sesi olur. Bu tavrı büyük-orta ölçekli ve ücretsiz çocuk işçi çalıştıranların hoşuna gitmez. Kimliğini gizleyerek onlarca atölyeye işe girer, facia durumda çalıştırılan çocuk işçilerin durumunu yakından gözlemler, raporlar hazırlar, tutanaklar tutar. Yüzlerce çocuğun o koşullardan kurtulması için mücadele eder. Reebok İnsan hakları ödülünü alır, ödülü ciddiye almaz, çünkü o büyük ödülünü çocuklardan almıştı. 16 Nisan 1995 tarihinde ve sadece 12 yaşındayken kalbine isabet eden tek kurşunla ve sömürü düzeninin uşakları tarafından öldürülür. Bir ilkbahar dolusu gibi kısa ama dolu dizgin yaşamı, onurlu duruşu ve ondan sonra yeşeren düşünce fidanları. Onun o unutulmaz sözü yeryüzünün bir yığın yeraltı atölyesinde esir muamelesi görerek çalıştırılan çocuklara sönmez bir yol feneridir: “Artık patrondan korkmuyorum, o benden korksun”. Adı: İkbal, Soyadı: Mesih! Bazı insanların ad-soyadı aslında bir sır gibi kaderini de sırtlar. Hem 'İkbal' hem 'Mesih' olursun kendi dışındaki evrne!  O cesur küçük ellerin sahibi güler yüzlü İKBAL, bil ki fotoğrafını defterin en güzel sayfasına unutulmamak üzere çoktan iliştirdik.

 Borges Defteri


NE YAZIK Kİ...// Engin Turgut




Kardeşim Argos Ahıska için...

İçtenliğimle...
Ne yazık ki dünyanın ne bütün işçileri ne de şairleri birleşemiyor. Sevgisi ve ruhu bedeninden sökülüp alınmış iki yüzlü bir dünyada yaşıyoruz. Herkesi aynı kılmak çabası, herkesi diğer arkadaşına düşman kılma çabası korkunç bir şey. Dünyanın da başı ağrıyor bu yüzden! Dil denilen tanrının ibreleriyle, ayarlarıyla oynandı, kavramlar çarpıtıldı, dünyaya öfke ve zulüm egemen oldu.
Canım yanıyor…
Ne yazık ki dünyadaki her iktidar canavar olmuş. Düşünsenize manyak Koreli adamı, roket fırlatacak ve dünyanın birçok ülkesinde kimyasal silah üretebiliniyor. Irkçılık kışkırtıcılığını ilan ediyor, dünya ağır yaralı, neredeyse sedyeyle yoğun bakıma götürülecek kadar trajik ve ölümcül bir halde zor nefes alıp veriyor. İçinde yaşadığımız bu evimizin, yani dünyamızın talan edildiğini görmüyor musunuz?
Canım acıyor…
Bu kirli savaş elbette uzun sürecek ama farkında değil egemen güçler. Dünyamızın bu kadar çok ömrü kalmamıştır. En büyük ganimet ve nimet doğanın kendisidir. Dünyamız adeta masum insanların ölüm şarkılarına dönüştü ve en büyük isyanı ve o büyük başkaldırıyı doğanın kendisi yapacaktır. İnsanoğlu barışın kıymetini bilmiyor, ne yazık! Birçok ülke kan revan içinde, çocuklar hep ağlıyor, düşlerimizin üzerinden tanklar, terör geçti, insan emeği yabancılaştı, kuğular lirik şarkı söyleyerek ölüyorlar, felsefenin derinliğine uzaklaşıldı, hiçbir diktatör evrensel bir anlamda ve siyasal ve toplumsal tavrında yaşamamış ve sonları “toplama kampından” beter olmuştur.
Bana göre özgürlüğü yasaklayan, suçsuz insanları suçlu ilan eden, iktidara muhalif bir duruş sergileyen herkesi kendi eziklik duygusu içinde ya da hasta ruhları içinde herkesi potansiyel suçlu olarak görür ve intikam almak isterler suçsuz olduklarını bile bile! Çünkü faşizm böyle bir şeydir. Neredeyse canlı olan, kıpırdayan herkesi yok etmek ister. Bilerek ya da bilmeyerek, yıkıcılığının ve canavar bir yanını unutarak yapar bunu! Bu bağlamda Engin Geçtan bile dayanamış ve sözünü esirgemeyip adeta Uruguay Devlet Başkanı sevinciyle konuşmaktan çekinmemiş, dünyada iyi örnek olan yöneticilerin sesini de anlatmıştır.
Canım kanıyor…
İktidar kibir sarhoşluğunu yaşıyor üstelik ayran içerek. İktidar ne zaman “ayyaş” kelimesini kullandı ve halkımız korkusundan sesini çıkaramadı, iktidar ne zaman “biz ve onlar” diyerek halkımızı ayrıştırdı ve hiç Atatürk ve Cumhuriyetin temel dinamiklerinden söz etmedi, iktidar her zaman hileyi, çalmayı, çırpmayı, yalan söylemeyi meşrulaştırdı, iktidar ne zaman kendisine inanılmaz bir 'kuma' buldu ve ciddi bir muhalefetle yüz yüze gelemedi, zaten bu arada unutmayınız, cehaletinden son derece memnun ve cehaletine âşık bir halk da var. Ne yani, iktidarda kalmak için her şeyi mübah gören bir iktidar asla ve asla ahlaksızlıktan korkmaz. Onun için varsa yoksa o koltukta oturmak vardır. Kötülük ruhlarında yuva yapmıştır adeta!
Canım ölüyor…
Dünyanın bütün dillerinde “kahrolsun faşizm” demek istiyorum. Nice insanlarımı öldürdünüz, Lorca’yı kurşuna dizdiniz, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını astınız, Nazım’ı sürgünde öldürdünüz, Sabahattin Ali' yi de. Belki de Neruda’yı zehirlediniz ama her zaman şairlerden korktunuz. Devrimci şairlerden korktunuz, yalaka şairleri, gazeteci ve yazarları paraya boğdunuz ama sevmediklerinizin kalbinden sıkıp boğdunuz. Nice iyi şairlerimiz devlete yanaşmadığı, yüz vermediği ve tavır koyduğu için acından, açlığından ölseler bile iktidara hiçbir zaman ödün vermediler. Nice insanlarımızı aç bırakarak öldürdünüz. Tıpkı Nazım Hikmet’in “Yirminci Asra Dair” şiiri gibi. Düşünen, ülkemiz için araştıran, sorgulayan, yoksulluğun bir kader olmadığını anlatan, kendisi gibi kardeş olanı kardeşine düşman kılan, bu zalim oyunlardan elbette bıktık ve usandık. Uğur Mumcu'yu ve nice devrimci insanlarımızı yok ettiniz güya! Onların hepsi yaşıyor. Bize yeni bir Rönesans bile gerekmiyor. Mustafa Kemal Atatürk anılarda solmadı, tenhada giyindiğim ruhumdur o benim! Hadi benim uçsuz bucaksız rakı kadehimi tazele garson! Bak Mariyya, Fahriye ablam bile ağlıyor. “Hayal Hanım”, Gülten ablam, Zühal ablam üşüyor. “Balzamin” şiiri buz tuttu! Bak bir ağacın daha boynu tutuldu, bak bir haiku daha öldü!
“ Erik
çiçek açtığında
cehennem donar. “
Sahi ne demişti şairim Sina Akyol:
Kışı bekliyorum, nergis çiçeğini.
Onunla ovmak için, seni.
Canım yaşıyor şükürler olsun!
Engin Turgut
Not:
Az önce acele
yazdım, bir kusur
ettimse affola!
İyi ki varsın!



KAOTİKA // ULUS FATİH



Ada yalnızlığın saltanatı gibidir, kimilerine göre acıların... Aradığınız her şey vardır ve ama hiç bir şey bulunmaz, bütün yeryüzünün  küçük bir örneği sanki, minör bir gezegen ve kaçınılmazlıkla üçüncüsü!.. Çünkü güneşe çok yakın olamazdı o, birinciler gibi yanmak istemez; bir ünün, kof ve görkemli bir parıltının, zamansızca sönüp giden bir  yıldızı gibi; geride kalanlara da benzemek istemezdi, bir kategori ya da sıralamanın materyali gibi...
Üçüncülük o kadar iyidir ki, arzın merkezi gibiydi, akkordur ama parlamaz, yanıyordur ama tutuşmaz ve ilginçtir, sönmez, kül olup gitmez. Üçüncünün saltanatından, tahtından her şeyi,  her yeri görebilirsiniz, hem yanınızda parlayıp duran yıldızları, hem de  gerilerde sönüp giden pırıltıları...
Ada'da zaman zaman elektronik iletişim kesilir, yalnızlığın bir kablosu olamayacağına göre, ya kendi kendinizle konuşursunuz artık, ya da cinler, periler imdadınıza yetişir, duvarlarda gölgeler gider gelir, tıpırtılar ürkütücü boyutlara varabilir, anahtar, deliğinde dönebilir, melikeler sorgusuz sualsiz belirebilir.
 Zamanda yolculuk olanaksız denemez, bir gün her şeyin imgeleme yansıyan gölgeler ve yaşamında bir illüzyon, bilinçlerde parıldayıp duran, gelip giden bir 'medcezir' olduğunu anlayacağız. 
Dediklerimize  çokça bel bağlamadan ama, bu sözden vazgeçmeyelim yine de... Ortak günahlarımız var mıdır bilinmez, bildiğim günahların sui generis, kişiye bağlı bir nen, Fussli'ye yakışır bir  'halloween' olduğudur. Günah, şikayete bağlı dizginsiz kederler gibidir anlayacağınız, kimse görmemişse onu ya da kimseyi incitmemişse; günah yok gibidir. Oysa saklanmış balalaykalar, Tebai'deki gizlentiler, açıktakilerden çok daha elim şeylerdir.
Bir düğmeye basarak; Hiroşima'yı yok eden Enola Gay yapayalnız uçuyordu, Paul Tibbets kokpitte ağlıyordu, kim bilebilir...
 Günahlar öyledir ki, dramatize ettiğinizde ölen milyonlar birden istatistiğe dönüşebilir, işi gücü bırakıp artık Tibbets'in kahredici yazgısına ağlamaya başlayabiliriz. Tanrı bu paradoksları cömertçe bağışlamıştır bize, yanına aldığında Tibbets'i, kim bilir   neler soracak ona, laboratuvarımda,  kendinden bekleneni hakkıyla neden veremedin, beni neden mahcup ettin mi diyecek acaba... Ağlayarak beni neden yadsıdın, yok saydın mı diyecek, Penelope'sinden ayrı düşen, Odysseus, o yapayalnız 'Hiç Kimse' gibi...
 Teknolojiden mahrum toplumlar 'Yazı' der bu tür olaylara, kader, alın tuğrası gibi türevlere ayrıştırırlar  üstelik,  bölerek sisleri dağıtır, acılarını azaltıp, sağaltırlar birde. Her şey giderek anlamsızlaşır ve her konu giderek anlaşılmazlaşır insanın benliğinde, bir umar yoktur bu nedenle ve umursuzlukla, korkusuzlukla tanrıyı yaratırlar  birden, yaratırlar; yaratan ve yaratılan yan yanadır artık, tanrı da o kadar gönüllüdür ki bu işe, ansızın yanında belirir kader mahkumunun, gerçekte tanrı, yeteneklerimizin sınırlı, dayanılmaz çaresizliğimizin, katlanılmaz  aczimizin dışa vurumudur belki de, bir saltık belirti!..
 İnsan kendinin tanrısıdır bu yüzden ve ne yaparsa yapsın cezalandırılamayacaktır gerçekte o, kendi canına kıyacaktır, yaşamına son verecektir  belki de, ama o anda bile gördün mü diyecektir, günahkar olmamızın acılarını, cezasını çektik işte, bu denli iki yüzlü bir yaratık  gelmemiştir  yeryüzüne, evrende de yoktur belki, böylesi bir varlık,  ama ne demeliyiz ki, tanrının  mucizesi budur işte!..
 Ada'ya ilişkin öyküler yazma çabası bunlar, işin korkunç tarafını açınlayabildim mi, diyesim bu yaklaşımların amacı, bir öykü yazmak, ciddiye alınmak,  ne söylüyor denilmek veya başkaca amaçların nerede bulunduğuna, nerede durduğuna  ilişkin -vargılara kavuşmak-  siz karar verin artık, böylesi bir  iki yüzlülüğe...
 Her şey iç içe diyorum ben, bu yüzden amaç diye bir şey de yok belki, ben var mıyım peki, bir görüşe göre varım, bir görüşe göre; varlığımı kanıtlayabilirsem varım, bazılarına göre, yok denecek kadar varım, bazılarına göreyse; buna başkaları karar vermelidir, objenin kendisi değil. Kimine göre de Descartes'a sormalıdır zamiri, ustası varken, daha önce bir yola çıkılmışken, araştırılmışken yorulmaya ne gerek var. Kimileri de pek acımasızdır bu konularda anası sağ mı bunun der!..

İşte böyle Ada'da tartışır dururum kendimle, sanal ağa taşırım bazen iç görülerimi, sövgülerimle süslerim, çünkü ben de bir insanım, arazlı, günahkar, kendini bilmez, iflah olmaz ve yola gelmez.
Kim bilebilir ki bütün bunlar, yalnızlığın sorunsalı şeylerdir, affedilir mi peki, hayır onu demek istemedim, herkes gibiyim bende, bazen yanağımı uzatırım, bazen kudurma belirtileri gösterir, bazen bir köşeye çekilir susarım, bazen ağlarım da umarsızlığıma, umarsızlığımıza dersem alınan olabilir çünkü, en iyisi insanın kendi sınırları içinde dolaşıp durmasıdır, değişime katkı diye süslemeler yapabilir bazıları, ama ben buna karşıyım; karşı değilim çünkü, çünkü ben varım, var mıyım, acımayın o zaman, ebeveyni  sağ mı bu adamın!..
 Bu sanal ağda yapılanları deftere yazdım geçen gün, sanal deftere, onları paylaşacağım. Nerede, Ada'nın kuytu yerlerinden birine gideceğim, yaban narı gibi bir şey var orada, açmış bir mayıs günü, açmış gibi parlıyor, ateş renginde, bir günah tacı, tanrım bu güzelliği sen mi yarattın, ah bu nar çiçeği, güneş gibi, mimozalar çoktan soldu, solmadı mı, hala kokuyorlar mı, erguvanı görüyor musun, çukurun içinde leylak rengi parıltılar, hayır o erguvaniler ha, yalnızca ona özgü bir kırmızı, Judas kendini o ağaca asmış, Lazarus değil miydi o, belaları çoğaltma, onun kanıymış işte rengi, ah o zaman bakmayayım, bak canım, İsa efendimizin yerini Romalı subaylara bildiren bir hain o, hain deme, kimin ne olduğunu ancak tanrı bilebilir, iyi de, o zaman hiç bir şeyi bilemeyiz ki zaten, öyle  deme, hayır, aç mıyız ona bile karar veremeyiz ki, her şeyi tanrı bildiğinde, biz ölü sayılmaz mıyız, bak biri geliyor, hayır gelip gelmediğini tanrı bilir, of senin tanrıyla bir alıp veremediğin var, ya buna benzer bir şeyi söylemiştin daha önce, tamam tanrı biziz dediğine göre, her şeye biz karar verebiliriz, bıktım şu belirsizliğe   bel bağlamandan, tanrı var ve her şeye o karar verir mi diyorsun sen, hayır yok dedim ya, az önce her şeye biz karar verebiliriz demiştin, oh buldum, sen delisin!..
 Canan'la yapıyoruz bu atışmaları, içeriksiz tartışmaya atışma diyoruz biliyorsunuz, Canan çok eski günlerden arkadaşımdı, mezhebi geniş, ufku açık, enlemi boylamı çok derlerdi onun için, sarışın, yeşil gözlüydü, bilir bilmez konuşan biriydi, bağırır gibi konuşup da sesi  çıkmayan, yeryüzündeki tek insan, bağırırdı ama sesi kısık, hafif çatallı ve pes perdeden, uyku verir bir melodi gibi yükselirdi, kendini bilmez biriydi, ne istediğine bir türlü karar veremeyen bir tip diyelim, boşanacağını söylerdi sürekli, ama o kadar evcil biriydi ki, şu saatte evde olmazsam üzülürüm, mahvolurum ben derdi, alışkanlıklarından dolayı başkaları etkilensin, problem çıksın ya da kederle dolsun istemezdi aile efradının, garip biri de değildi, yaşamın gereklerini yapıyor gibiydi, geziyor, yiyor, içiyor, kendince eğleniyor ve o meşhur deyimi kullanmama izin verin, çapkınlık yapıyordu...
 İnsanlar bir kitabın sayfaları gibiydi onun için, bugün birini çeviriyor, yarın bir başkasını, sayfada ne çıkarsa karşısına... Bir gün, bir çocuk az, iki çocuk fazla bu dünya da diyen bir adama ne kadar gülmüştük onunla, sonra onunla da arkadaş oldu, yerel bir filozofun kanatlarıyla dünyaya bakmak belki de çok kolay ve yeterince ucuz, belki de kullanışlı bir metottu kim bilebilir...
Canan'la Ada'da dolaştık o gün, çiçek aradık onunla, kır çiçekleri, sonra İman'ı sordu bana, kıskandığı bir kadını, İman o kadar güzeldi ki, güzellik, gönül telinin, hangi mızrap vuruyorsa ona titreyişidir belki de, bilemem ama, İman gerçekten güzeldi, Binbir Gece Masalları'ndan çıkma biri, taşındı sonra bizim yörelerden, esmer, yürüyüşü, yerin ve göğün, ılık, tatlı bir meltemle salınışı demekti. Tanrım bu tarz bir yürüyüş nasıl olabilirdi ki, yere basmıyor gibiydi, ama yer bir beşik gibi sallanıyordu, etekleri belki dar gibiydi, ama etekleri  rüzgarda gibi uçuşuyordu, eğiliyor, üzerinde ah tam da, erguvani bir bluz var, hiç bir yeri görünmüyor ama, tanrım neden bu göğüsler, canlı varlıklar gibi dışarı fışkırıyor, ne istiyorlar tanrım, bu cennetsi kürecikler, ne istiyorlar!..
 Kolları bazen çıplak, odalara gelirdi, bir hiyeroglif yazısı gibi minicik damarlarından kösnül, baygınlık veren bir rayiha yayılırdı havaya, içimden derdim ki, tanrım sarılayım  şuna aniden, bu dünyada yaşadığım sürece başka bir şey istemeyeceğim söz...
Onu hiç kucakladım mı bilemiyorum, sarıp sarmaladım mı, ama onun sarhoşluğu sürüyordur belki de, düşler gerçeklere karışıyor, geçmişte ve gelecekte, ezelde ve ebedde...
 Bir gün kapısını açtı tam geçerken, bana açtı bana, beni bekliyor diye düşündüm acımasızca, şu faturayı verir misin dedi, postacının kıstırdığı bir kağıt, verdim o anda, ama eli elime değmişti artık, ah, hala titriyorum... Yoksa ben değmesi için altın bir fırsatı mı değerlendirmiştim, yoksa parmağını mı tutmuştum onun, günahlarımın ağırlığı altında ezilmekten korkmadan, fütursuzca...Yoksa o mu tanımıştı, bu tanrısal anın gerçekleşmesi için aradığım olanaklar dünyasını, elini fazlaca uzatmıştı belki de, bakın elim yanıyor hala, hala sıcak ve temassız başka dünyalara... Onun sıcaklığı başka bir bağlantının ateş almasına fırsat vermiyor, ben İman'dan elime sıçrayan  kıvılcımla yanıyorum o günden beri; bir elim çolak!..
 Canan'a dedim ki, taşındı o, ne yapacağını bilmiyor o dedi, savruluyor bir oraya bir buraya, neden bilsin ki, gözlerinin içine baktım biz farklı mıyız diye...
 İman'ı anlatmaya doyamam, bir gün evde yalnız konuşuyordum onunla, bir şeyler sormaya gelmiş, adli bir vakiye, adı sanıyla ilgili değil ama... Ama bu kadar güzelliği kim kıskanmaz, kim vehimler yaratıp kahrederek, onu günahkar bir kraliçe saymaz, onu ruhunda öldürmek için fırsat kollamaz, zil çaldı birden, dedim ki içimden, songünüm geldi...
 Nasıl açıklayacaktım onun varlığını, olanaksızdı, çünkü ötekiler için onun varlığı, bir cadılar bayramıydı, bir bağırış, bir çığlık ve bir yok oluş, evliyalar menkıbesinden sayfalar okusam gene de affetmezlerdi beni!..
Şimdi anımsamıyorum ama hiç ilgisiz, bambaşka biriydi gelen, bu kutsal anı gözetleyip, oyunu bozmak ve korku dağıtıp, kıyamete ortak olmak isteyen cennetliğin biriydi belki de... İman'a gel demiştim bir şey yok, ama onda korkunun ve heyecanın en ufak bir izi de yoktu ki, o bu dünyaya bir ulaşılmazlığın hezeyanına tapınsınlar ve bir görseli doyunca yaşasınlar   diye  geldiğini biliyordu...
 Canan'a bir demet çiçek topladım, o kadar güzeldi ki demet, güneşten birer damla gibi duran yüzlerce mimoza, erguvan dalı, kocaman bir ceviz yaprağı, defne açığı, sarhoşluk verici bir kırmızıyla açmış  dikencik, beyaz, narin çiçekli kır bitkileri, menekşeler, akasyalar, bin dallı, adını bile bilmediğim renk şarkıları...
Aralarında daha neler mi vardı, kaya koruğu, turp otu, kazayağı, gelinparmağı, hatmi çiçeği gibi bir meçhul aşkın  otları ve eylülde açacak ruhumun begonvilleriyle, sardunyalar...
 Canan'a, ona bunu dedim, buna şunu dedim gibi bir sürü şey anlattım, dert ettiğim, garip, ama gerçekte pek işe yaramaz şeyleri...
Hiç bir işe yaramaz, çünkü Ada'daysanız, bir çiçek tarlasının ortasında, kırların arasında, kuşlar hafifi hafif ötüyor ve üzülme bu dünya böyle bir şey, bugün bu güzelliği yaşamalısın, yarın başka bir dünya dercesine... O zaman anlıyorsunuz ki gerçekte, ne felsefe, ne bilim, ne din, ne dillerin ayrıştırıcılığı, bir demet kır çiçeğinin birleştiriciliğinin ötesine, bir adım ötesine hiç bir zaman geçmiyor. Bir şey var ki  biz de... Bir şey var içimizde, bir şey var...
 Bir şey, ama ne... Bilemiyorum ve sorulara inanıyorum ben artık...
İnsan seçeneksiz kaldığında, yaptığı her iş gözüne batabilir, bir şeyler karalamada gönüllü de olsa,  başka bir işim yok  diyebilir.  İşte bu yüzden, Canan'a saçıp savurduğum düşüncelerden, bir potpuri aktarabilirim; sunabilirim dersem belki daha güzel olur, güzellik çaba ister iyilik gibi, kötülük bir çabayı gerektirmeyebilir, hareketsiz kalmanız bile yetebilir!.. Yaşam bir öyküdür, bunlarda o öykünün parçaları sayılsaydı, gönüllülük, bir teselliye dönüşebilirdi...
 ''Cesur insanlar gerçekte korkaktır, korkularını yenebilmek için kendilerinin cesur olduklarına ilişkin sürgit öyküler anlatırlar, sürekli korkusuzluklarını  kanıtlamak için eylemler uydururlar.
İnsanları birbirinden ayıran darlıktır, bir aradalıktır, birbirimize sıkı sıkıya sarılmaya çalışmamızdır, oysa genişlik birleştirir bireyleri, toplumları geniş alanlar bir arada tutar. Bu yüzden uçar yuvadan bütün kuşlar. Tanınmak, ünlü olmak arzusu taşıyanlar, kendisiyle çokça ilgili olan insanlardır der psikanaliz, bilinmezlik zırhlarıyla kuşatılmak içimizden gelir...
İnsanları, engin ovalar, esen yeller  platolar, doruklar ve dingin akarsular birleştirir, çünkü doğada herkese yer vardır. Dar alan öyle midir, birbirimizi çiğneriz  durmadan, ezilir, sıkışır alttakiler, üsttekiler sürgit tepinir ne yazık ki... Açılmak iyidir, ufuklara koşmak, düşüncenin hazzıyla savrulmaktır aslolan...
Özgürlük,  uçsuz bucaksız bir koşudur belki de...

Kentsel dönüşüm denli,  köysel dönüşümde  önemlidir de...
 Toledo'da bir aşevine gitmiştik, Kastilya krallığının en güzel boğalarının eti burada sunulurmuş, bizde girdik içeri, ama etin tadı tuzu yok, sanki bir yerlerden tanırmış gibi de duygulanımlarımız, garsonu çağırdık çaresiz, bu ne eti dedik böyle, garson ezilip büzülerek dedi ki, bugün matador kaybetti.
 Bir fotoğrafı paylaşmışlar sanal alemde, bir vincin tepesinde,  konstrüksiyon halinde ev,  boşlukta oturan bir kaç insan, aşağıda uçsuz bucaksız deniz, sanki çay içiyorlar, idiot batı kafası yazdım altına,  doğu bunu rüyasında yapıyor!..
 Katalan mimar, sevimli yankesici Gaudi, Barselona'da  'la sagrada familia' -kutsal aile- katedralini  peri bacalarından esinlenmiş. Hawking dünyayı yüz yılda terk etmeliyiz demiş.
 Dünyanın yaşanmaz hale gelmesinin sorumlusu Hawkinggiller olamaz mı, sayrı filozofları, sağlıksız ermişleriyle,  iki ayaklılara  fetva veren, Elizabeth'in torinolarına  hayranım. Kadınlara düşman, bir sütçü beygirinin boynuna sarılıp ağlayan.
Hawking beyin felci geçirmişse, düşünemeyen biri olabilir de, ama İngiliz entelijansiyası  işini bilir,  gelişmemiş ülkelere, bilge siparişini verirken, sağlıksız olmasına  dikkat edeceksiniz, çünkü yeryüzünde vicdanıyla düşünen toplumlar vardır,  Hawking bu yörelerin depresif imgelemine göre sipariş edilmiş bir bilgi promosyonu olabilir, biz de bir robot heykeli dikildi geçmişte, bütün toplum ayağa kalktı, vicdan yaptılar, dört çarpı dört işler belki de bunlar, bir yerlerden çıkış yapıyor mudur mantarcı hobbitler, ürkütücü, sevimsiz, anlaşılmaz, çocuklar için bir imgelemden yoksun dedikleri robotun yerine, ne koydular biliyor musunuz, devasa bir dinozor, bildiğiniz kertenkele, aydınlarla sönen karanlıklar, karar verdi buna!..
O günden beri toplumun belli kesimleri, benim için 'olağan şüpheli', dinozor  orda duruyor, sayılan gerekçeler bir dinozor için oldukça geçerli, ya robot, geleceğimiz, çağın ötesi, vesaire... Kimi zaman dilimin tutulduğu belli diyorum kendime, egzersiz yaparken yetersiz kaldığım, kompülsif komparsitalara karşı, anlarsınız ya... Toplum vicdan yaptı Canan... Vicdan yaptı orada!..
 Doğu mu böyle, tam bilemiyorum, bu bir klişe, kendine düşman toplumlar, çok acımasız, bir nene körü körüne bağlı kitleler, şeytana eğilimli klanlar desek ve  edebi oyunlar, ne derseniz deyin, vicdanıyla düşünür dedik ya, bilginin, bilişimin dindarları; bunlar aydınlar, akademisyenler,  entelektüel her tür varyasyonlar da olabilir, inanın skolastik beyin yapısına sahip olabiliyor bunlar, robotu dikenler inanmışların solfejiydi, kaldıranlar aydınların keskin tekerleği, ne diyorsunuz şimdi!..
Bütün aydın geçkinler, kazancının yarısını neredeyse sokak kedilerine yatırıyor, birazda ötekilere, cave canemciler de var, ama özellikle Tasmanya canavarları  dizginsiz biçimde çoğalıyor, gecelerimizi onların çığlıkları dolduruyor, inanın depresyon geçiriyorum, yazık bu hayvanlara, vicdan yapıyorlar ya, onların esareti altında inliyor bu hayvanlar, sayısızca çoğalıyor, eşiklerde yaşlılar onlara hormonal sosisler atıyor, yemek artıkları döküyor ve ne mutlu, ne iyiliksever bir korkunç yenge oyunu oynuyorlar, hepsi birer Mary Shelley, yazsalar keşke, bir bulut gibi geçip giderken; kendilerini beyhude oyalamanın peşinde, kediciklere sahip çıkıyorlar, onların anlamsızca yaşamalarına katkıda bulunuyorlar, kendisi olamıyor ki kediler, her yıl ikiye katlanıyorlar, doğada bu olanaksız, bir arada olmak bizi ayıran dedik ya, kediler bir arada ve birbirinin gözalıcı  düşmanlığıyla ömür tüketiyorlar, kedi değil bunlar, boşunalıkların kobayları,  gözlemlerseniz görebilirsiniz bunu, pekala görebilirsiniz...
Vicdanın bilgeleri, her sabah  mama veriyor sayısız kediye, ama düşünmenin eğdikleri, hoyrat ve hırçın insanlar karşı buna, neye yarar, vicdan sahipleri bildiğini yapıyor ve gerekirse saldırıyorlar, haklı olmak onlardan yana meyletmiş bir kavram, seviyorum onları, çünkü yazık değil mi onlara, çünkü aynı insanlar, kapısına bir kimsesiz gelse yüzüne kapatıyor, tanrı ne güne duruyor, boy verdiğin balatalar çözsün sorununu, git çalış dünya kadar iş var meselleri arasında, bir kedi kadar değeri olmayan ve itilip kakılmış özgür insan, yeni çağın 'Homo home'u karşısında, vicdana boyun eğmiş bir denek olmanın kederiyle, yatacak, sığınacak yer arıyor, şu yeryüzünde...
Bizim Kabe'miz 'west machine' diyenler de var, her ikisi de aynı terazinin kefesinde yer alıyorlar.  Kedimsiler, kedi vicdanıyla, insan nasıl insan oldu, zerre kadar umurunda olmayan hoplitler, umutsuzlar!..
Nazım ayrılırken ne söyledi bu dünyadan...
'Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre, / son defa dönüp baktığımızda şehre, / sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz : Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, / çalıştık gücümüzün yettiği kadar / seni bahtiyar / kılalım diye. / Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin, / devam ediyor hayat. / İçimiz rahat, / gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, / gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, / işte geldik gidiyoruz / şen olasın Halep şehri...''
Frenk diyarını görmeden sevdalanan, sevişmeden frengi  olan  bir toplumuz biz... Bu yurtluk yalnızca biçimsellik peşinde, bir görsel kandırmaca, terzilerin savaşı mıydı olan biten anlamış değilim.
'' O topraktan öğrenip / kitapsız bilendir. / Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir. / Ferhad'dır / Kerem'dir / ve Keloğlan'dır. / Yol görünür onun garip serine, / analar, babalar umudu keser, / kahpe felek ona eder oyunu. / Çarşambayı sel alır, / bir yâr sever / el alır, / kanadı kırılır / çöllerde kalır, / ölmeden mezara koyarlar onu. / O, «Yûnusû biçâredir / baştan ayağa yâredir,» / ağu içer su yerine. / Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine / ve bir kerre vakterişip : / «—Gayrık yeter!...» / demesinler. / Ve bir kerre dediler mi : / «İsrafil surunu urur / mahlukat yerinden durur», / toprağın nabzı başlar / onun nabızlarında atmağa. / Ne kendi nefsini korur, / ne düşmanı kayırır, / Dağları yırtıp ayırır, / kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...''
Biz üç kişiyiz ama yalnızca birimiz sihirbaz, onların, arabası, traktörü, tankı, tüfeği, marketi, peyniri, sucuğu, sosisi, kravatı, papyonu, redingotu, barı, pavyonu,  balesi, jölesi, arsası, borsası, W.C  markalı... O nanik dolu  hayvancık, o tavşan kurdeleli. Boşuna savaşmışız biz değer miydi... Elalemin maskarası olacağımıza, keşke cepkenli, fesli, kuşaklı olsaydık da, başımız dik yürüseydik, bizim tarihimizde  esaret dolu kaç yıl var, Bosna'dan Çin'e kadar Türkçe konuşarak yürüyen bir turanın çocukları değil mi onlar,  eller aya, bizse  el kapılarında çalışmaya gönül vermişiz...
Bunu babam söylerdi, şaka yapıyorsun dedi Canan...
Bizi bu halk kurtarmıştı, gene onlar kurtaracak demişti baban!..
 Semazenler balenin öncülleri  değil mi... Şiirimiz neredeyse halkın bilinç yapısından geride, şiir öncelikle, yeni bir dil demektir, sade suya tirit romanlarla, ortak kederlerimize yazılan dizelerle ödüller alabilirsiniz ama sonumuz, Şairi Azam kimdi unuttum demek olabilir, her yenilik kendi dilini beraberinde getirir, eleştirmenlere kulak asmamak gerekir, oryantalizmde, herkes herkesi över ve bu onun biricik göstergesidir, övgülerin belirsiz isim tamlamalarını çözümleyeceğimize, şiir nedir onu öğrenmemiz gerekirdi, ama iyi bir tarafı da var şiirimizin, artık Frenklerin destroyeri ya da Rilke veya Shakespeare  gibi marketinglerle isim yapmaya kalkışmıyorlar, kendi derelerinde boğulmayı göze alıyorlar.
 'Haşin olmalıyız şefkatimizi hiç yitirmeden',  bu o demek, batıdan aşırılan şiirlerle oyalanmıyoruz artık, o tip yazın eri kalmadı, bir kuşaktı kapandı, dönemleri var çarkı feleğin, taklit aslına rücu eder, onları sevindirir, siz kendi şiirinizle çıkamadığınız sürece alanlara,  onlar kendi şiirlerinin  kuklaları gibi bakacaktır size, bu ince bir ayrımdır ama ne yazık ki  böyledir.
 Latin Amerika etkilenmedi, etkiledi, kim bilebilir ki, söz sahibi olmak, değer yürütme böyle bir şeydir, yalpalamıştık biz. Kendi karanlığında hüküm sürmeyi göze alamayan, karanlığını yırtmaya çalışmalı, başkasının ışığıyla aydınlanmayı bırakmalıdır, bu başka krallıkların ancak bir varyantı, türevi olmakla sonuçlanır, çünkü, öyledir de. Katkı dediğimiz bu değildir özünde, katkı, özgün bir bireyselliktedir, tek başına kimliktir ve kamusal bütünlükle yücelebilirse...
 Özümsenmiş taklitçilikte göz boyayabilir, değer oluşturabilir ama tarih bağışlamaz, irdeler, çözümler ve hükmünü verir. Tavus Hint güzelidir, biz horozun efsanesini yaratmak zorundayız, onu tavusa benzetirsek diğerlerine mutlakiyetle gülünç geliriz. Bir düşünce barındıramayan sanat yapıtı, hiç bir şeydir sonuçta, sanat, düşüncenin evreleri ve imgelemin evidir.
İnsanlığın aradığı, sisli bulvarlar kasabası değil, üzerinde güneş batmayan uygarlığın tanrısal kentleridir Canan!..
 Sana bir şiir okuyayım da öyle git Ada'dan, beni anımsaman için bundan başka bir umarım yok benim, öpüyorum seni...
Ben de öptüm...
 ''Ne senin duyumsanır içtenliğin, / ne bir şölende o soycul derinlikli bakışların, / ne de bir inci kuşu gibi süzülür bedeniniz adına, / alabildiğine gizemli, çekingen, ve bir çocuk gibi, yaşamınız / sanki bana doğru geliyordur, / sözcüklerin ya da sessizliğin boyun eğen, karşılaşmalarında / bir armağan ancak böylesine büyüleyici bu denli çekici / albenili gizemlerle yüklü olabilir /  senin uykularında, / düşsel bir görüntü benim sayıklamalarımda / bir tılsımcasına sarıp sarmalayan. / Sonsuzca göz değmeyen, bir tanrısallık, / erinç veren uyku eşliğinde, / kuşkusuz bir tansık şu bağışlayıcı bellekle / kurtarıldı bazı şeyler / sessizlik ve aydınlığın büyüsü gibi / kendi kendimizin sahibi değiliz ki / dönüp seni biryaşamımızın kıyısına bırakacak. / Güzelliğin acılarıyla dökülen yapraklar gibi / Ben ayrımındayım sonuçta / sizin varlığınızda kıyıya çekileceğimin / ve ilk kez bakabilmenin tansığıyla, / belki, varlığında, bir Yaratıcı'yı görüyor olabilmek gibi- / sürükleyici Zaman'ın eni sonu düzen veren kurgusunda, / karşılıksız aşkın kederli, / öznesini yok eden sonsuzluğunda...''
 Teşekkür ederim.



ULUS FATİH


Tılsım // Salih Aydemir



iki ağaç arası bir sessizlik      
hangi gölgenin dudaklarından öpsem
uzaklaşır içimden bir hayat
hangi sesten baksam yüzüme
sırtını döner kapanır ellerim

dokunsam diyorum dillenmemiş sözcüklere
dokunsam aklım kanar diyorum
yaksam tenimin isteklerini kül olup başımı eğsem
bir şarkıyla sözleşse ayaklarım ve çekip gitsem

susmalar vadisinde bu ürpertiler
bu susuşlar ve bu ağrılar ve bu hiçten dalgalar
konuşmak kolaysa ağlamak daha da zor
akıyorsun akıyorsun  içimden
iki ağaç gölgesinde öpüyorum içindeki gürültüyü
dilinin soğuk yüzünü ver dilime
yarılsın kuruyan dudaklarım bir kentin ortasında

kuruyanla susan arasında kalır göz
iki dilden biri kaybeder konuşan kazanır
sırtından öpülür bir gül titrer dokunursun dikenlerine


yerden ve tenimden toplarım dilimi
ağaç toprağa ben üçüne eğilirim

Salih Aydemir 


Yarın // Deniz Gezmiş



Deniz Gezmiş'in kendi el yazısıyla idamından önce kaleme aldığı şiir;

"Yenilmişsem
Elim kolum bağlı
Boynumda yağlı ip
Gelip dayanmışsam
darağacına
Dudaklarımda yarın
Gözlerim yarınlarda
Unutmak mı gerek seni?
Kapılar kapalı
Tutulmuşsa gece
kapkara yollar
Sıcacık bir sevgi
sunmayacak mıyım
insanlara?
Bakmayacak mıyım yarınlara
Seslenmeyecek miyim

insanlara?"        

Deniz Gezmiş                                                                                     


ACININ BELLEĞİ // Şafak Çubukçu



Taşlara düş katan
eski acıların esinleri
sonsuz çileler çekmesem
anlamayacaktım hiçbir şeyi
eğer gövdem ve şu taşı
aynı anda kavramasa
başka bir gövde
ne kolay olurdu kim bilir
yosun kaplı bir fıskiyenin
ansızın biçim değiştirmesi
acıyı görülebilir kılan
acının görülebilir olması
sonsuz çileler çekmesem
anlamayacaktım hiçbir şeyi.

Şafak Çubukçu


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***