“Yürümek” sözcüğünü, (genellikle) ilerlemek, bir zemin
üzerinde “zaman”la hasbihal etmek gibi algılarız. Zemin dediğimizde de
elimizdeki kavram “yol”dur. Zaten zamanın geriye işleyen bir şey olup
olmadığını henüz bilmiyoruz. Teorik fizikçilerin solipsizmi yasalaştırmaya bu
denli yakın olduğu bir “zaman”da, geriye işleyen bir zaman fikri çok da
şaşırtıcı gelmeyecektir bana.
Dikkat edilmesi gereken konu ise zamanın “dönmesi”
değil, sıfır noktasından eşsüremli iki yöne ilerlemesidir. Geçmişe yolculuk
yapmayacağız, bunu mütemadiyen hafıza dediğimiz araç ve onun irinli belgeliği
içinde yeterince yapıyoruz.
Eşdüremliliğin; iki ya da daha fazla çekirdeğe sahip
bir işlemci gibi zamanı, kendi üzerine katladığını düşünebiliriz. Birbiriyle
ilişkili ama birbirinden bağımsız görünen iki eş işlem... Kuantum mekaniğinde
sanırım buna “dolaşıklık” diyorlar. Her ne kadar, Einstein tanrının zar
atmasını istemese de o zar boşluğa çoktan bırakılmışa benziyor.
İşte rüyalarıma giren de tam olarak bu
eşleşme/dolaşıklık durumu... Nasıl ki yürümek dediğimizde “yol”u çağırıyorsak,
yol dediğimizde de kendini çelişme olarak kurgulamış kısıtlı bir mekanı (fanus)
çağırıyor olabiliriz. Hatta, klasik zaman algımıza bağlı olarak hem ileriye
yönelebilir hem de attığımız her adım bir sarmalın içindeymişçesine bizi ilk
noktaya yeniden taşıyabilir. Bu bir geriye dönüş değildir. Eylemliliğin ya da
düşüncenin eşsüremli iki ya da fazla sonuç üretmesidir.
Buradan itibaren ruhbilimin dahası psikanalizin alanı
görünürleşmeye başlıyor. Yürümek, salt bir ilerlememe midir? İnsan tekinin
ilerlemesi, bir sağaltım mıdır? Soruların başı taşın altında kalsın, ben
yürümek sözcüğünden, bir deyime “yol almak” istiyorum:
Bir kadına/adama yürümek... bu deyimin içinde, hem hamartia
hem de mizah barındırdığını düşünenlerdenim. Bu düşüncenin doğruluğunu peşin
hüküm haline getirirsem, kadına/adama yürümenin traji-komedi olduğunu da
söyleyebilirim.
Yürümek eylemi, sonu(nu) hazırlayan bir trajik hatadır
ama seni öldürmez, bir şekilde ayakta tutar ölmekten daha zalim bir italyan
sahnede çırılçıplak ve gülünç bırakabilir. (İtalyan sahne, göstermenin
faşizmidir. Mekanı üç duvarla örmek, gözün tek bir bakış açısına sahip olmasına
neden olur. Bu da sanatın alımlayan üzerindeki iktidarıdır. Bu yüzden deneysel
ya da avand-garde işler genelde mekanın yapısını bozup onu daha adilce yeniden
kurmakla başlar.)
Komik ya da trajik olanın ahlakla yakın bir ilişkisi yok.
Yakın olmayan ilişki, insanın kendinde bina ettiği etiğe sorular sormasıdır. Bu
sorular ise içinde pek türlü ayıbı,sakıncayı,kendilik duvarını, marquis de
sade'ı “filan” barındırabilir. Yanıtlar, soranda kalsın şimdilik.
Yakın ilişki ne olabilir öyleyse? Elbetteki eşsüremli
hareket ve sonucunda ortaya çıkan şeyin hareketsiz/durağan oluşudur, yakın
ilişki... Kafka, “Belli bir noktanın ötesinde, artık geri dönüş yoktur; işte o
noktaya ilerlemek gerekir” diye yazmış ve ben de bu satırı 20'li yaşların başında
okumuştum. Ve ömrün bir rol modeli varsa o da bu cümledir diye kabullenmiştim.
Oysa kesinlikten uzak bir yargı daha var elimde: Öyle bir noktanın varlığı,
öyle bir noktaya inanmakla başlar (Düşüncenin dolaşıklığına bir örnek daha)!.
Bu inanç hiç oluşmazsa, yol da oluşmamış olur. Bazen, Kafka'nın, Kafka'yı
(ziyadesiyle) yanlış anladığını düşünüyorum. Benim, Kafka'dan beklediğim yolun
sonuç üretme yeteneğini değil de yol ve sarmal ilerlemenin
özdeşliğini/dolaşıklığını vurgulamasıdır. Sanırım yakın ilişki için de
birşeyler belirginleşmeye başladı. Eğer ki görüntü kendini eleveriyorsa, şu
andan itibaren susmam gerekir. Zira buradan itibaren, düşüncenizi “daha da”
belirgin kılacak bir tuzağa düşebilir ve size oradan seslenebilirim...
Son cümle şu olsun: bir kadına/adama yürümek aslında
insanın kendisine yürümesidir: düşüncenin durağanlığıdır bu da!
Kemal Çubuk