“Bir vakitler ardışık
olmayan, geçmiş ve geleceği içeren, belirli bir şimdi’nin kaynağı olan bir
zaman vardı. İnsan, bütün bu zamanları kapsayan sonsuzluktan sürülünce,
ölçülebilen zamanın içine düştü ve saatların, takvimlerin kölesi oldu. Zaman
dün, bugün ve yarına, saatlara, dakikalara, saniyelere bölününce, insan zaman
ile, gerçekliğin akışı ile bir olmaktan uzaklaştı.”
Hegel’in
sanatın ölümüne ilişkin tarihsici (historiciste) kehâneti gerçekleşmedi.
Âdemoğlu, tıpkı İbrani’nin sürekli göçü ve kıyametle boy ölçüşmek isteyen
sürgünü gibi, sanatta, boyutlarından kovulduğu ve üçboyutluluğa devrildiği
sonsuzu özlemeyi sürdürdü. Sonsuzluğu istemek, bu isteğin sürekliliğinde yaşama
olanağı olmasa bile, bir başka zamanın gövdesine taşınabilmek olduğu için,
sanat ötekilik koşuluyla “fizik zaman”a karşıkoyma uğraşı oldu: Duyarlığa ve
zihine, duyulara ve ele yönelirken dış zamana karşın iç zamanı, zamanın
düzçizgisel olmayan mantığını gerçekleştirdi. Gene de, sanatçının dış zaman ile
karşıkarşıya oluşunda bir karabasan niteliği buldu zaman: Saatın ve takvimin
sanal birer araç olarak gün ve gece, gün ve mevsim, gün ve yıl biçiminde oluşturup
örgütlediği düzçizgisel zaman, sanatçının ‘ömür’ ile ‘ölüm’ ikilisi önünde
duyduğu, hafiflemek nedir bilmeyen bir ağrıyı: Sonsuz karşısındaki sınır
gerçekliğini, açık ya da örtük, işlemesine yol açtı.
Geçmişin
her bir uygarlığında; bu uygarlıklardan silinerek, eksilerek de olsa bize
ulaşmış her bir insansal sözde bir yaratılış söylencesiyle bir apokalips
söylencesinin izlerini görürüz. Ve insanlık tarihinin bilinçaltına yer etmiş bu
iki durağın arasından sanaterinin her yerde ve her çağda sınırlarının ötesine
taşma güdüsünü beslediğini, imgelemini doğal yapay demeden zorladığını, onu
kendi gücünün neredeyse ötesine ittiğini farkederiz. Blake’in uyarıcılarda,
Verlaine’in absinthe’te, Segalen’in durdurak bilmeyen yolculukta, Kafka’nın bir
düş mahzeninde, Yesenin’in ölümde aradığı, belki de zaman’ın som boyutuydu.
Cézanne resimlerini zamanın içinde bitiremiyordu; Artaud orada yazamıyor,
Borges orada susamıyordu. Zaman, sanatçı için anaizlek, anakonuydu hep. Bu
denemenin girişindeki satırların yazarı Octavio Paz, düz-çizgisel zamanın
tanrısı Khronos’un karşısına içgörenlerin (visionnaire) devrik zamanını diker.
Gerek sanatçıların belli bir bölüğünün, gerekse düşülkecilerin iki ucun arasna
sıkıştırılagelmiş Takvim’e başkaldırışlarının serüvenidir bu. Tarih’e, geçmiş
zamanın bu tılsımlı bilgisine bakarken bile, içgören, düz-çizgi zaman boyutunu
bir kristalin parçalanma ânını durduturmuşçasına algılamayı seçer. Proust’un
“Yitirilmiş Zaman” yolculuğu, paramparça bütünü; bir bakıma yalnızca
kendisinin, o da yalnızca bir defalığına düzenleyebilme tansığını canlandırır.
Bizim coğrafyamızın ağrılı nostaljikleri için de durum uzun uzadıya farklı
değildir aslında: Koca Mustafapaşa’daki şair ile “Bursa’da Zaman”ın kuyumcusu
için zaman, sanki bir sarnıca biriktirilen tanrısal vergidir. Tıpkı Hisar gibi,
kollarına saat takmaz onlar. Bir başka yakada, düne ve yarına kendini kapatan
şair, belli bir bölgede günü doldurur: Yalnızca akşam yaşar Hâşim, Dranas
geceye saplanır, Nâzım’da sabahın büyülü gücü salınır… Dünün ve bugünün
ardından geleceği sınayacaktır şair soyu: Büyük Futuriste depreminin mimarları,
özellikle de Hlebnikov ve Mayakovski yarının nabzını tutarlar. Okyanusun
ötesinden yaşlı Avrupa’ya inen Pound ise saltık bir ardzamanlılığın ardındadır.
Gerçeküstücülükle
birlikte, sonsuzla hesaplaşma canalıcı bir hız alır. Mallarme’nin zaman-dışılık
deneyiminden, Lautreamont ve Rimbaud’nun başkaldırı zamanına yataklık eden
korkunç cüretten yola çıkan gerçeküstücüler, acımasız bir duruşmada sorgularlar
düzçizgi zamanı. Bir bir öteki boyutlara tırmanılır: Düş zamanı, Haşhaş zamanı,
Düşülke zamanı aynı bilince taşınır: Dali’nin yumuşakça saatları, De
Chirico’nun akrep ve yelkovana terkettirdiği ıssız saat kuleleri, Breton’un
sonsuz aritmetiğine sokulduğu “rastlantı zamanı”, Aragon’un saltıkla yüzleşmesi
gerçeküstücülüğün zamanın öteki boyutu’na yaptığı yolculuğun başlıca
duraklarıdır. Başka bir kolda, Hegel’in deyimiyle “dünyanın nesri” olarak
adlandırılabilecek bir dil/bilinç düzleminde, mürekkep zaman çok biçimli bir
dönüşümden geçecektir. Anlatı alanında, özellikle de sinema ve romanda,
düzçizgisel zaman anlayışı bir uçtan ötekine çatlar. Bilinç akışı ile birlikte
zaman zinciri kırılır. Halkalar arasındaki düzen değişmekte, bir halkadan bir
başka halkaya akılsırermez hızsal farklarla geçilmekte, kimi halkalar büyürken
kimileri de toptan yokolmaktadırlar. Bu açılım Faulkner’ın yapıtında doruğuna
ulaşır bir bakıma: Romancı, keskin bir titizlikle bir deste iskambil kağıdını
karıştırır gibi anlatının zamandizinini karıyor, gene de hangi kağıdın nerede
olduğunu bilen bir hile ustası gibi hangi zamansal birimin hangi sıraya
girmesiyle hangi efektin uyanabileceğini, inceden inceye hesaplıyordur artık.
Çağcıl romancının mürekkep zamana yaklaşımı bir örnek değildir. Musil’in
Niteliksiz Adam’ının bir yerden sonra dünü ve yarını kalmaz: Sonsuz Bugün’e
çalışır yazar. Beckett’te zaman ufalarak, Borges’teyse büyüyerek ölçüsüzlüğe
açılır. Nathalie Sarraute ve öteki ‘yeni romancı’lar ile mikroskopik bir
boyutta algılanacaktır. Sinemada ise, bir bakıma ekonomisi aranır zamanın.
Fellini, özellikle de Sekiz Buçuk’ta, hem düzçizgi zamanın ileri geri mantığını
zorlar, hem de, öte yandan, düş ve sanı zamanını devreye sokar. Alain Resnais,
Muriel’den Providence’a doğru, ölçülebilen zamanın algılanış ölçüsüzlüğünde
konaklar, Kubrick’in 2001’i zamanın metafizik ve fizik sorgulanışını aynı
potada eritir.
Ars longa, vita brevis:
Hippokrates “sanat uzun, yaşam kısadır” der. Sanateri kendisine acımasız bir
hisse çıkarmıştır bu kıssadan: Geçmişin kuyusuna, şimdiki zamanın öteki
kuyusuna, geleceğin kalın sisine korkusuzca dalarken bir bakıma yapıtının
cadenza’sını belirler: Doğuda ve Batıda, Güneyde ve Kuzeyde gizleri en çok soru
konusu edilen boyuttur Zaman. Ve Gılgameş’in ölümsüzlük düşü elden ele, geceden
gündüze sonsuz dolaşımını sürdürmektedir.
Tarihi ortaya çıkarmaya gerek yok, o zaten bir gün
kıymık halinde gözlere batacak. Tanığın tarihi yeniden yazması. Bu görev, ona,
tanık olana verilmemiştir. Tanıklığı yüceltmeden, ona anlamlar atfetmeden
önce tanığı iyi tanımalı. Onun felaketle doğrusal bir ilişkisi yoktur. Felaketin
içinden çıkıp tekrar ona mahkum olan bir kişidir. Sonsuza dek sürüp giden bir
hareket. Her dile geldiğinde yeniden kurulan keder
sahnesi. Yasın felaketi "içe" taşıması. Ya felaketi, tanığı
yazmak? Tarihin iki boyutlu bakış açısından kaçınırken edebiyatın estetsize etme
merakına tutulmak.
Tanık, kaderini bu çizgisellikten kurtarmalı.
Gerekirse soyut anlamda felaketi yeniden yaşamalı, yeniden konuşturulmalı. Ya
susuyorsa?
O zaman anlattıklarımızla değil, anlatıl(a)mayanlarla yol almalı.
ilk kim haykırdı: umut var!
ilk kim haykırdı: insan var!
ilkin güvercinler haykırdı: ölüm var!
Evet, dostum,
O uzun Haziran gecesinde, gaz ve plastik mermilerin üzerimize yağmur gibi
yağdığı gezi’deki gecenin sabahında, ömrüm boyunca unutmayacağım sözcükleri
sıralamıştın, hala kulaklarımda, beynimde yankılanıp duruyorlar:
-"
Derler ki: Felaket, yasın ıslandığı yerde başlar".
-
"Ne söyleyebilir ki insan?"
Bu kez,
-Sen dur,
Çözer bu düğümü zaman ve doğa.
Direneceğiz; zamana, yaşamın tüm zorluklarına karşı.
“Uslu dur,
ruhum, uslu;
Gevrektir taşıdığın kollar…”
-Housman
Doruk Satenay
Bahçeydi yaşamım
dedi kadın
onun
sesiyle uyandın
sabahın sisine karışan
soluğundan
uzak
bundan
sürekli değirmen düşü
göçler için
çocukluk
suların taştığı
kırda
çeşme
şimdi ve burada olmanın
yükü
andığın
yorgunsun
sonrasız günlerden
birine uyanmış
yağmurlu gecenin
kuş ve böcek sesleri
evlerin kırında
unutmuş olmalısın
yağmurla ıslanmış
geceliği
o ıslaklık
böyle sabırsız
geçmiş arayışı
görmeyi umduğum yüzün
uysal
sevişmelerin akşamla
bahçede
unutamadığın soluğun
kolların
bahçe ve
unutulmuş
değirmen
düşünde büyüyen
sesinle
dağılan toparlanan
günlük
sahibinden uzak aklın
şimdi
suya inmiş
arıların sesiyle çağırıyorum
düşüme girmiş meleği
gel ve bitir
bende unuttuğun günü
yüz
gözlerimde uyuyan okyanusta
arın ve arıt
yoluma çıkan gizi
sev, acıt
sesime sinen sislerde
bulduğum korkuyu
uzak kaldığım yollara in
bekle
beklediğin yerde bulduğun
polenlere sun
uykunu
seslen
bende çoğalan müziğe...
uyanmalısın
uykun
sende arınmayı öğrensin
çoğalıyor gün
çayı demle
güzellik sensin
duyduğun ses
senin
bilmelisin...