Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Anayasası İnsanın // Can Yücel


Anayasası İnsanın


kan yasası bu insanın:
üzümden şarap yapacaksın
çakmak taşından ateş
ve öpücüklerden insan!

can yasası bu insanın:
savaşlara yoksulluklara
ve binbir belaya karşın
ille de yaşıyacaksın!

us yasası bu insanın:
suyu şavka döndürüp
düşü gerçeğe çevirip
düşmanı dost kılacaksın!

anayasası bu insanın:
emekleyen çocuktan
uzayda koşana dek
yürürlükte her zaman.

Can Yücel
Radio Poem


Söylendim Durdum // Sait Faik





Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu,çayırlık mı orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli zehirlerle zehirlenmiş  yeşil bir su.Köpek leşi gibi uyuyor şehir: Yok,  değil, öyle değil... Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç  yoksa ölmüş bir köpekte kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır? Koku cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu alabildiğine pis şehir: Bit gezmemiş kanepe, sümük sürülmemiş, tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan.  Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu şehirde düşünülmez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur.Allah'ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avai dini isterler.Ben fukarayı severim dersin, kendi kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız,  edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini; yüzündeki açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi?  Kimdir şu sevdiğin insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız... Ama kim? Kim olacak ? Sensin. Kendi kendisisin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkân yoktur. Hani bazı insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez.o zaman da bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz öyleyiz işte. Bütün iyilikleri, bütün dostlukları , tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlarpandomima, kocaman dedikodu.
Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız. Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında.Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak Allah'ı bir tarafa! O nasıl bizi sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya, yahut büsbütün yoktur deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı?
Sen mi çare düşüneceksin? Gülerim. Ama evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa'dan getireceksin. Sonra gidip Haşet Kütüphanesi'nin vitrinlerindeki üç yüz elli franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder, diye düşüneceksin. Şu J.P.Sartre müthiş adam. İsmini duydun. Okumak istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran bile içemezsin. O bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı, dolandırıcılığı bile bile... Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları. Yap bir güğüm ayran evde. Koy herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayranı sat, sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa öldürtsün. Kestane sat çıkmaz bir sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır, sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış; senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da senden almazlarmış. Varsın almasınlar. Bütün şehirle dost değilsin a! Sen başla bir defa işe. Bir haftaya kalmaz; şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgâra karşı içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın.bunu yapacaksın. Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken , bu böyle sürüp gidecek.

Sait Faik




İki Mektup // Oruç Aruoba





Bir babanın (O.A) kızına yazdığı mektuplar

1

Biraz önce dışarı çıktım, yürüdüm, denize baktım. Pek o kadar hüzün vermedi bana, artık çıkıp gideceğim bu dünya .
Çok garibime gidiyor, sana büyük bir insana söyleyecek sözlerle yazmak; ama kendimi zorluyorum, seni o yaşında görmeğe, sana öyle yazmağa…).


2

Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular.
-Bak, sakın sen de yanlış anlama: Sızlanıyor değilim, hiçbir şeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için; şimdi, sana, yazıyorum-başka kimseye söyleyecek sözüm yok.


Oruç Aruoba



Türkçenin Yabancıları // Ömer Demircan



"Yabancı Dilde Öğretim" adıyla Türkiye de bir
kurul
tay düzenlendiğini hiç duydunuz mu! Demek ki bu özel eğitimden geçme gereği duymayanların verdiği bir eğitim. 1960 yılında kurulan ve Hasan Âli Yücel'in de katıldığı Eğitim Milli Komisyonu'nun raporunda:
yabancı dilde Fen ve Matematik öğretiminin başarılı olmadığı,
düzeltilemezse yeni öyle okulların açılmaması, onların yerine daha
yoğun olarak yabancı dil öğretilen liseler açılması önerilmişti.
Yabancı dilde öğretim üzerine ilk karşı çıkış Sinanoğlu'ndan geldi. En çıplak tanımı da eğitimci Hüsnü Cırıtlı yapmıştı: Yabancı dil öğretmek için yabancı dilde öğretim. Yakında görüş değiştiren Şengör'e göre, "Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi bile İngilizce soru soramıyor; dersi bir de Türkçe dinlemek istiyor." ODTÜ öğrencisi ise İngilizce öğrendiğini sanıyor. Oysa öğrendiği dil bir ODTÜ'ce, yani bir tür 'pidgin' (business'den bozulma), düşünsel edime kapalı, yalnızca ezbere açık bir dil.
Bu üç üniversitede bile bir-iki yıl hazırlık eğitimi üstüne dört yıl
yarım-yamalak İngilizce ile anlatılan alan dersleri öğrenciye
İngilizce ile düşünme yeteneği kazandırmaz. Nitekim, Prof. Dr. Aydın Köksal'ın verdiği bilgiye göre: anadile göre yabancı dilde okuma hızı lisans düzeyinde onda bir, doktora sonrasında dörtte bir. İnsanca eğitim yapılmak isteniyorsa bunun tek yolu eğitimi her düzeyde Türkçe yapmaktır. O zaman yabancı dil daha da ileri düzeyde öğretilebilir.
Osmanlı döneminde Türkçe, eğitime yabancı bir dil olarak kaldı,
Cumhuriyet döneminde bütün çabalara karşın 1950 sonrasında yeniden o sürece sokuldu. 1980'den sonra, Yükseköğretim Kurulu öğretim üyeliğine yükselme kuralları arasında: yurtdışında ve yabancı dilde yayın yapmayı önceledi; bilimsel denetimi yabancı dergi yayın kurullarına bıraktı.
O engellerle yetinildi mi? Devlet kurumlarında bir işe girme, öğrenim sürecinde bir okul türü seçme, yükseköğrenim görme hakkı "okuma" etkinliğini ortadan kaldıran test sınavlarına bağlandı. 1987'de tek yabancı dil düzeyine yükseltilen İngilizce öğretimi için hazırlık sınıflarında öğrenci sayıları 25 dolayında tutulurken, haftada iki saate indirilen Türkçe derslerinde öğrenci sayıları 70-300 dolayına çıkarıldı. Üstelik, alan-derslerinde öğrencinin Türkçesi ile ilgilenilmez, alan dili-Türkçe-Öğretimi’ne hiçbir yer açılmaz.
Türkçenin bir yandan gereğince işlenmesi, öte yandan öğretilmesi
konusunda en duyarlı yorumculardan birisi sayın Soysal'dır. Son
yazısında: İngilizceyi doğru konuşup yazan Türklerin sayısı artarken, Türkçeyi doğru konuşup yazan Türklerin sayısının azaldığı"ndan yakınıyor. Kısacası: yabancı dilde öğretim içeri Türkçe dışarı!
Yabancılaşmış yabancı dilliler: Türkçe sözlüğün ne bilimsel metin
üretimine ne de bilim öğretimine yetmediğini söyler durur. Öylelerini Sayın Şengör tanıtıyor: "İngilizce ders vermek benim çok işime geliyor. Çünkü İngilizce yazıp çizmeye, Türkçe yazıp çizmekten daha çok alışkın olduğum gibi, İngilizceyi, ders verirken Türkçeden çok daha rahat kullanabiliyorum."
Ömrünü Türkçe öğreterek tüketmekte olan Çotuksöken de söz konusu dil yetersizliğine tanıklık etmiş: "Ama bir öbek öğretim elemanı da var ki, bunlar, kendi alanı dışında hiçbir kültür ve sanat dalıyla ilgilenmemekte, ders verme yöntem ve tekniklerinden habersiz olduğu izlenimi vermekte, sözlü ders anlatımlarındaki tatsızlık/ verimsizlik yanında yazı ve kitaplarında da istemediğiniz kadar bol Türkçe yanlışı göze çarpmaktadır. " İngilizce "alan dili" öğretimi alan-dışından öğreticilerle sürerken, Türkçe alandili öğretimi hiç yapılmıyor.
Yükseköğretim Kurumu, 2009-2010 öğretim yılında Yabancıdil
Öğretmenliği Anabilim Dalı dersleri arasına haftada iki saatlik bir
"Yabancı dil Olarak Türkçe Öğretimi" dersi açmış. O kararı alanları
kutlamak gerek. Bir de, o alanı "doçentlik bilim alanı" olarak
onaylasalar ya! Ne kadar üzücü: 2009-ÖSS'ye 1.324.001 kural-içi giriş olmuş, 29.927 aday sıfır-puan almış. Okuduğunu anlama ve genel dil bilgisini ölçen Türkçe testinde başarı yüzde 14.1 düzeyine inmiş.
Yabancı dille öğretimde duygusal olanla bilimsel olan birbirine
karışmıştır. Ne biz kendimizi çocuklar ve gençler yerine koyabiliriz
ne de onlar bizim yerimizde olabilirler. Köksal bunu, eğitimi
bilmeyenlerin gençlere uyguladığı "Çin işkencesi"ne benzetmiş.
Sonradan aymış olan Sayın Şengör de bizden yana geçti: "İngilizce ders vermeye başladıktan sonra anladım ki, bir-iki senelik hazırlık eğitimi ve dört senelik yarım yamalak İngilizcelerle verilen dersler bir öğrenciye İngilizce düşünme yeteneğini vermiyor. ...Boğaziçi
Üniversitesi'nde ... anladım ki, adam gibi eğitim yapmak istiyorsak
bunun tek yolu eğitim dilini Türkçe yapmaktır."
Bilim dilinde yabancılaşmayı sakıncalı bir gelişim olarak duyuran
Sayın Bursalı "Bilim üretmiyoruz ki dilini üretelim, Türkçeleştirelim" gibi dayanaksız açıklama yapan öğretim üyelerini tutarlı olarak eleştirdi. Türkçe kullanımında yetersiz olan, Türkçe öğretim dili geliştirilmesine duyarsız kalan kimi bilim alanlarını açıkladı; öyle yargıları yineleyenlerin Türk halkında aşağılık duygusu yaratmaya çalıştıklarını belirtti. Köksal da, Galatasaray Lisesi'nde bir öğretmenin deneyim sonucunu aktarıyor: "Otuz ya da elli kişilik sınıfta Fransızca ile iyi Fizik, Matematik, Kimya öğrenmeyi başarabilecek bikaç kişi çıkabilir umuduyla bütün sınıfı başarısızlığa ya da ezbere dayalı niteliksiz öğrenmeye gömmek insanlığa sığar mı?"
Üniversitede derslerini İngilizce anlatanlar sınıfın yüzde ikisine
seslenirler, geri kalan öğrenciler için anlatım dilini picinleştirip
yükseköğretim dilini ortaokul düzeyine indirirler. Bilimsel düşünce
ortamdan uçup giderken geriye öğrencilerin ezberlemesi gereken
(picinsel) bir posa kalır. Ana-babalar seçimlerini artık "yabancı
dilde bozuk öğretim"den yana değil, işe-yarar, işlek bir yabancıdil
öğretiminden yana yapmalı; örgütlenerek eğitimde niteliği
denetlemelidir. Yoksa: "yabancı dilde öğretim içeriyse, bilim de
dışarı!"


Ömer Demircan 


EVRENİN ŞUURALTINDAYIM // Bayram Balcı




Birey, yalnızlık demektir, karamsarlık demektir, kasvettir birey. Kişi çoğaltabilir kendini. Mızrap iner tele, susar karanlığı yalnızlığın. Allar morlar bayram bayram dile gelir. Havada kanat kanat eller, söyler bizi. Doğu’da bir kacak mavzer patlar, Batı’da bir zeytin dalı eşlik eder türkümüze. Tarih dile gelir, Yunus’ta örse çekiç iner, Pir Sultan’da ipek ve gül serilir. Kişinin düşleri yaşadığı toprakla beslenir. Karacaoğlan çıkagelir Mut yaylasından, Dadaloğlu toza dumana katar Avşar ellerinde, Mevlana düne ait sözlerin dünle birlikte gittiğini kabul eder. Ah! O derya kuzuları yok mu, derya kuzuları; aysız gecelerde olur ne olursa.

Hangi söz, içinizin yangınını ifade gücüne sahiptir. Öfkenizi sığdırabileceğiniz harflerden yapılmış bir çerçeveniz var mı? “Hayat bir emrin var mi” diyor ya Cezmi, kusura kalmasın, yanlış söylüyor. Hayata teslim olmak, bir hayat sahibi olmak değildir. Hayati general gibi goren emir erlerinin bir hayati olamaz. İnsanın hayata emri olmalı. Ben, kelepir hayatlar içinde giydim, tecrit hırkasını.

Doğumundan başka geleceğim yok; bilmiyorum adimi, yaşımı; her gecen gün daha da çok anneme benziyor yüzüm. Lakin ve elbette, hayati masal olabilecek babaları da sevmeli.

Ben şimdi bir şiir yazarsam, bu aşk biter. Avucumu yakıyor hâlâ, bir veda. Tarumar olmuş sabahın bahçesi, çita yükseliyor, su alçalıyor; tevatür bir havadisim ben. Salonun penceresinden karşıdaki evin bahçesi görünüyor; Evini boşaltıyor bir kadın; anımsatan tüm eşyalardan arındırıyor kendini. Duvarlar yüzlerine benziyor kimi insanların. Artik yarasalar bile gündüz uçabiliyor.

Bu çölde yitirdim ben, karnımdaki kum taneciğini. Her harfin içindeki azap, kurtaramaz kimseyi hiç’lik duygusundan. “İyi şair olay mahallinden ayrılmaz” diye, kendi içime dalmayı deniyorum asırlardır. Kazdığı kuyuya düşen kölelik. Ey şiir, sana kendimi ihtimal ediyor. Kelimeler adlandırdığı şey’in ruhu filan değildir. Kelimeler, söylenemeyeni gizleyendir. Soğandan gül filan çıkmaz (teognis). Çünkü balıkçıların tanrıya ihtiyaçları yoktur. Çünkü, “düşler ne kadar safsalar / o yüksekten düşüp ölürler (Furuğ). Çünkü, her ömrün cebinde, “kaybolan ömürlerden müessesemiz mesul değildir” yazan devlet imzalı bir bildiri var. Adına nüfus cüzdanı filan dendiği de olur. Ağır Ol Bay Düzyazı, hiyerarşi kurma şimdi bana.  Şiir, en anti-hiyerarşik şeydir. İmge, nesnel dünyanın anlaksal algi prizmasından geçerken uğradığı kırılmalarla dizelere yansır; lakin şairin de bu dünyada olup olmadığını bilebilir miyiz?

 

“El-ma’na fi batni’Ş-Şair.” (Şiir Şairin karnındadır.)

Şairin (!) dalgası gemi batırır. “Biliyorsun ben hangi şehirdeysem / Yalnızlığın başkenti orasıdır -C.Süreya.” Tamam da, Herzen neden ağlıyor şimdi? Yol mu kısaldı yoksa, değiştirdiğimiz adresler mi çoğalıyor? İyi ama, insan değiştirdiği adres kadar yaşamıyor mu?

Hımm, insan değiştirdiği adres kadar yaşar.

Cadı parmağının uzayan tırnağını koparıp atim. Burnumu bir cebire sürtüp, alnımdan iz kesiyorum yoksunluğunuza. Duvarlarla insan yüzlerinin ilgisini kurabildim. Çünkü ben bu teknolojik çölde kaybettim, karnımdaki kum taneciğini. Her kuyunun dibindeki Yusuf’um. Çocuklarına masal anlatmayı beceremeyen bir babayım belki de. Kibirdir en kolay öldüren insani. Anladım, mum erisin diye yanar ip.

Karşıaşmalar, rastlamalar, tesadüfler bir kurgu’dur.

Geri dönüşlerin coğalttıp/azalttıkları nedir? Her geri dönüş, “yolu garba düşenler” için ıhlamur kokmaz. Naçizane bir vargı: İnsanlığa; korkuyu, kini, nefreti, kıskançlığı, şiddeti, sava$i erkekler armağan etmişlerdir. Sevgiyi ise kadınlar. 10 milyon yıl önceki insanların hayatlarını düşündüğümde bu vargı bana doğru gibi geliyor.

şiir taslağı gibi dolaşıyorum  evrenin şuuraltında; suya düşen gölgeler gibi ters duruyorum hayata. Kendine ait olmayan pişmanlıklar yaşamaya çalışan  gölge artıkları; acıları ile gülen insanların, acılarını paylaşacakları bir sevgilileri olmaz. Şairler, terk edin alışkanlıklar kurduğunuz mekânları. Şairler, terk edin İstiklal caddesini, Beyoğlu’nu. Habibler semtinde bir taşın üzerine oturup rakı için… “kestim kılıcımla karanlığın dibini/ yakamoz içinde bıraktım suları” Satın beni, rakı için. Ya Sisyphos olacaksınız, ya Prometheus…

Gecen hafta sonu İzmir’de bir dosta ithaf olarak yazdığım bir Şiirden bir/iki dize; Okur herhalde;

“sapan taşıyla vurulmuş ölü bir kuştur arkadaşlık

seninkiler benim gölgemi bile bulamaz

kavga etmek için önce hayata emretmek gerek”


BAYRAM BALCI


 ***

ps: otomat ışıklarıyla sürekli aydınlıklar içindeyiz; ne güzel.

 



Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***