Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kim Düşünür Göç Turnalarını? / Sufi.



" Ayindir bamteli: basmayı unutma,
mabedin olmasa da."


Buz tutmuş ellerim,
Pazartesi
üzerine kar yağar.

“allaha ısmarladık” !

ellerim Pazartesi üzerinden kar topluyor.
‘bütün faziletliler karşısında
suçlu hissediyorum kendimi’.

Yüreğin mülteci gecelerden almış rengini
Konduğun her yer sınır boyudur sana acemaşiran renkli halımız
“ben kendi kederimi bilmem,
aynı tarlada ikinci kez yeşerir su vereceğimiz başaklar sur”.. yaz, şimdi gel yaz.

Sürgün mevsimidir
yurt tuttuğun her iklim sularına hayat akıtırsın
yurdun bu
yurdun burası pirim,
urmiye
istanbul
kibya
telli zaatar..
bir uçtan bir uca,
geç bütün bunları: kalbimdir, kalbimizdir.. yurdun.
“incecik bir kum tanesidir ayaklarımın altında göç yolu sur” !
kardeş topraklara yürürsün..
..
demek istediğim o ki
olduğun, kaldığın yerde güneş bir yelkovan boyu
erken doğar,
çünkü “sevmek” için tüm mesafeleri yok sayarsın.

o o o

Ve bir acının sevince yazgılı sesidir tüm annelerin sesi,
yolumuzu beklyen gözlerin.
Benim de korkularım var
Bir daha göremeyecek diye karda savrulan atkımı.

Ondandır
gölgemizin değdiği duvarlardan
tülden bir esintiyle geçip gitmemiz..

Sufi.


BU KARE NE ANLATIYOR ?!



"Bir avuç üçüncü sesin uzak ve romantikhayalleri/arayışları tarihsel mücadele uğraklarında”boğulup gitti mi acaba?

NLP(Neuro Linguistik Programming)’nin bilime dayanan ayağı ezoterik bilgiyi beyinin mantık güdümlü hücrelerine nasıl dayatabilir, kişisel gelişimdeki başarılarının ilgiyle gözlemcisi olmuşumdur.

İnsan bilinci ve dikkati, neyin üzerine odaklanırsa; öznel değerlerde pozitif veya negatif, onu suptil enerjiyle besler ve dolaysıyla gereğince bir güçlenme sürecinden sonra o reel dünyada somutlaşır. Hiçbir olay,karşılaşma, hadise veya yazgı bunun dışında kalamaz.

Rivayete göre tüm dünya zamanlarında bir avuçluk bir zümre hep yaşarmış.
Onlar değişik, din, dil, soy, ulus ve medeniyetlerden oluşup, kan bağları yokmuş. Tüm coğrafyaların insan kümelerine dağılıp, birbirlerini sezgisel olarak tanırlarmış.

Hiçbir savaş, ortak menfaat, toprak ve mülk birliği, ülke sınırı onları ayırıp veya daha yaklaştıramıyormuş.

Onların inanç sistemleri, salt madde dünyasının yasalarına uymazmış. Kurtarıcı, bilge bir üstada gereksinmeksizin iç görüleri ve sezgileri onları rehberlik edermiş.

Yenidünya felsefe araştırmalarında, zamansız evrensel bilgiden yararlanarak, bu insana özel, tezahür ettirme gücünün dinamiklerini tanımlamaya yönelmişler.

Dışarıda makro kozmos görünenin aslında içteki mikro kozmosun bir yansımasından başka bir temeli olmadığına inanarak, sorumluluğun çeşitli düzeylerini üstlenmişler.

Düş (hayal, imgelem) kuramı , tarihin reel kompozisyonundan daha farklı betimlere dökülmüştür. Tarih rasyonel donanımlarla yazılıp okunur. Düşü en derin tutku yönetir, kalp hisseder, can okur. Onun mazisi, atisi yoktur. O şimdiki anda var edilirse, etkisi tüm zamanlara yayılandır.

YAZARI: Efsane Hoşbaht--------------------------


Onlar İçin


Sinsi iblisin türlü oyununu kendinden saymadı onlar,
vicdanla göz göze geldiler... şaşırdılar...
kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde
başbaşa sarsılarak ağladılar.
Ne var ki kalabalık kararlıydı,
gülüyorlardı ve uygun adım yürüyorlardı.
Kancık karanlığın sivil kurşunları sürdü onları,
ahlakla bakıştılar...yalnızlıkları ve yaralarıyla
bitimsiz bir sürgünde sessiz ağıtlar yaktılar.
Güruh duymadı, duyamazdı
devranın gürültüsüne kurban veriyorlardı.
Sefil sefahat can istedi onlardan,
anlamla fısıldaştılar...kavruldular...
ve ihanetin varoşlarında inadına yaşadılar.
Kitle görmedi, göremezdi
davulları ve zurnalarıyla yolları tutmuşlardı.
Katil bataklık anıtlar dikmedi onlara,
aşkla buluştular...buruldular...
acılarıyla ve hayalleriyle oradan oraya savruldular.
Ne var ki topluluk aymazdı... aldırmazdı
sürgit ikonlaşıyorlardı ve tapınıyorlardı.
Saflar her daim onlarsızdı.
Onlar ki, adsızdılar ve hep azdılar.
Vicdan, ahlak, anlam ve aşk
bir akşamüstü buluşup onları anacak.
YAZARI: Çağlar Tanyeri----------------------



ADSIZburada simetrik dizilmiş sütbeyaz haçlar yok
milimetrik kesilmiş çimenler de
şaşalı törenler bekleme !
yegâne seremoni yanaklardan süzülen
saydam kuru bir hüzün.

al briketten inşa edilmiş Çin Seddini
devir dizlerinin üzerine
göm içine çocukları;
burası o işte !
o kadarız !

burası Airlington Amerikan Ulusal Şehitliği değil;
Felluce
El-Aksa
Dar-üs Selâm Şehitliği.
İnkalardan
Spartaküs'ten beri
kuru bir gözyaşıyla uğurlanıyoruz böyle.

ama hâlâ mümkün.
annem başarmıştı; biz de yapabiliriz
briketlerin içinde çiçek de büyür.
belli mi olur;
saçar tozlarını bir gün : rüzgârda savrulan bir zerre
belki
bir güvercin gribi yayılır gezegene...
YAZARI: Hakan İşcen----------------------




Konuşmama,

ya da şiddetli sanrılar gibiler..
Uzun süredir içinde bulunduğu şu hayatın olması gerektiği gibi olduğunu düşünmüştü hep.
Aslında düşünmemişti bile.
Kim normal miyim yoksa sıradan bir insan değil miyim diye düşünür?
"ben sabahın serinliğim
ben yağmurun vurmasıyım
ben donmuş kar üzerindeki parıltıyım.."
Demir kısımları paslanmış bir banka oturup karşımdaki "kareleri" izliyorum.
Daha mantıklı düşünebilirim diye ..
Düşlerimin üzerinde oluşan küçük dalgacıklar ayaklarımın dibine tekrara bırakıyorlardı kendilerini.
Onların da belirsiz bir ritmi var, ancak benim gibi bir düzen aramıyor hayat, hayatta. Düzen kaostur, kaos us ! Tersi yalan, yalanı sev.
Sevgi yoksa erdem de yoktur.
Sevgi yoksa barışta yoktur, ilişki de yoktur. Bu zihnin yalnızca hakikatin var olduğu boyuta ölçüsüzce ilerlemesinin temelidir.
Gerçek var mıydı?
Bütün hayatımın bir kandırma olduğunu söylememişler miydi yoksa ?
Bir günü yaşar ve onunla birlikte bitersek, bir sonraki güne yeni, taze bir günmüş gibi başlarsak, ölüm korkusu yok olur. Edindiğimiz, bildiğimiz, anımsadığımız, savaştığımız şeylerin hiçbirini öteki güne taşımadan her gün o karelere gitmek! Bunda bir güzellik vardır; bir son olsa bile, yenilenme vardır.
Bir zamanlar gerçek "ben"ini her daim oluşturduğunu, bunun için çabaladığını savunmuştu.
öyleyse bu karelerin izbe bir yerinde dokunulmamış bir ego olmalı diye düşündü.Onu bulmalıydı+m.
Ama eski simasını hatırlayınca gözyaşlarına boğuldu bir sufi.
Kendi gözlerinde "öteki"yi görebiliyordu.

Hiçliğe giden yolun dönüm noktasıyım sanki,
- "Affedersiniz, kırmızı ışıkta geçtim galiba"..

bir türkü söylüyorum usulca,
kimseler duymasın diye
"düşün"
senin tüm insanlar olduğunu
ve
tüm insanların sen olduğunu.
"düşün"
senin bu evren olduğunu
ve
bu evrenin sen olduğunu..

uyan harjo,
uyan..

talik olsun, kufi sevmem :

"sufi idi,
çocukların dostu idi.."

muhabbetle
Sufi.Bu "müthiş" kareyi kim deftere kazandırdıysa kişisel teşekkürümü sunarım, yattığımız yeri bilmemezlikten gelirsek, günlük hayatı uçurtma şenliği sanırız her dem.
Pir, mürşidine günlük olarak bir dirhem verir.
Yazacağı mektuplar karşılığı için değil , koruyuculuğunu yaptığı kitapları için hiç değil..
ona her gün hayat sikkesinin öteki yüzü memat'ı+ölümü hatırlatması için verilirmiş o sikke.sufi.
---------------------



SATOR
AREPO
TENET
OPERA
ROTAS
"Herkes kendi ektiğini biçer" mealinde bir sihirli karedir: Koca ABD 200 bin askeri zor topladı Irak'ı işgal etmek için. Amaçları diktatörlüğe son vermekti hesapta. Caligula'dan beter delilerin işidir bu. Düş kuralım: Kuzey Amerika Eyaletler Devlet'ini işgal etmek ve oradaki diktatörlüğe Amerikan halkının çıkarları için son vermek adına tüm Dünya'dan ne kadar gönüllü toplayabiliriz? ABD'nin oradaki askerlerine en az ikişer, üçerbin dolar maaş ödediğini hesaba katalım ve biz bu eylemimize katılacaklara diş fırçası dahi veremeyeceğimizi baştan belirtelim. Bir çok insan bir araya gelir. Hatta sanırım Amerika'daki eyaletlerde bile kendi imparatorlarının deliliklerinden mustarip bir milyon insan bu savaşa katılacaktır. Gerçi ABD hükümeti kendi vatandaşlarını da Guantanamo'ya tıkıyor ama farklı bir şey tabi bu. Kedi kendi kuyruğunu ısırıyor...demeli. O ülkede yaşadığım yılgınlıklar da bir şeyin açıkça ayrımına varmıştım: Ellerindekilerini kaybedecekleri korkusuyla yaşayanlar çok saldırgan oluyorlar. Herşey beklenir bu mankafalardan. Ben de mi politicus oldum nedir...Mevzu bahis sihirli kareyle ilgili derin açıklama Umberto Eco'nun Can yayınlarından çıkan
"Açık Yapıt" eserindedir.
sevgiler, hürmetler...
Leon Felipe---------------------------

Kendimce:

Ayrılık doğamızda
ince ve görünmez bir çizgi
seninle benim aramda

düşüncelerin diğer kıyıları yıkar
ve sen başka tanrılara hizmet edersin

ama ben seni yinede severim

leblebi tozu aldığımız
simitçiyi hatırla
sonra bir gün elinde tüfeğiyle gelip
bizi tehdit ettiği zamanı
anne diye bağırışlarımızı hatırla
birbirimize sarılışımızı...

sonra duydum ki annenden
sen de gitmişsin uzaklara
kimbilir hangi çocuklar
sarılıyordur
birbirine simdi
namlının ucunda
hangi aşklar doğuyordur

ama
ben seni
yinede severim

II.

Bana kanatlarımı verin
Bir de düşlerimi!

Ki gecenin ümidinde açılan bu pencereden
Savrulayım göğe!

Titrek umudun
Rengi
Ayin suretinde

Çabuk

Plastik sabahlar burada erken olur.
Nilay Akyıldız

"


Meşhur Almanlar.../ Leon Felipe



Alman ari ırkının ne brekisefal bir zırvalık olduğunu biliriz malum, lakin yahudilerin Alman olmasından başka bir tarafı daha vardır bu masalın ki: Bazı yahudiler de kendilerini Alman görmüşlerdir. 1. Dünya savaşında sakat kalanlardan teki de malum
"Genç Hitler" fiilminde John Cusack'ın oynadığı karaktere ilham olmuştur. Bu şahsın ismi Paul Wittgenstein' dır ve savaşta sağ kolunu kaybeden yetenekli bir piyanistti kendisi. Savaşta sağ kolunu kaybetmesine rağmen piyano çalmaya devam etti. Ravel 1931'de " Sol El İçin Konçerto" bestesini Ludwig Wittgenstein'ın abisi Paul Wittgenstein için yaptı. Paul'ün dahi kardeşi Ludwig de 1. Emperyalist Dünya savaşına katılmıştı. Ondan beklenmeyen bir şeydi bu. Viyana'nın en zengin ailelerinden teki olan Wittgenstein'lar aslında yahudi, en azından siyonist yahut kaba tabirle dindar bir aile değildiler. İbrani olmaktansa, İsrailoğullarından olmaktansa demek daha yeğ;
Alman olmayı tercih etmişlerdi. ( Henüz Avustura-Macaristan İmparatorluğu'ydu ülkeleri. Bir İmparatorluk! Bu Wittgenstein ailesi ve diğer yahudi kökenli Almanlar için önemliydi zira İmparatorluğun içinde Hırvat, Çek, Polonya, Macar halkları vardı ve bu halklar Habsburg hanedanının ordusunu oluşturuyordu - İmparatorluğun yıkılması ve ulus devletlerin ortaya çıkması yahudiler için bir dönüm noktasıdır elbette. Bir de Wittgenstein ailesinin üyelerinden Ludwig'in abisi Kurt'un durumu vardır. Savaş sırasında emirlerine itaat etmeyi reddeden farklı milletlere mensup askerler nedeniyle kendini vurdu.)
Wittgenstein ailesindeki ilk intihar vakası bu değildir. Ludwig'in diğer abisi Rudolph
1903'de tiyatrocu olmak için Berlin'de yaşıyordu. İntiharı 1904'de yerel bir gazetede duyurulmuştu. Rudolph bir bara girmiş, içki söylemiş, en sevdiği şarkı " I am lost" un çalınmasını istemiş ve sonra da siyanür içmişti. Ludwig Wittgenstein o sıralarda Adolf Hitler ile aynı okulda okuyordu. Linz'deki Realschule gramer okulundaydı.
Adolf moronu Habsburg İmparatorluğu'nu yozlaşmış bir hanedanlık olarak görmeyi ve Habsburglara sadık olanların ümitsiz hanedancı yurtseverliğini, pan-Cermen hareketi ( Hitler )için daha cazip olan Völkisch milliyetçiliğinden ayırmayı ona ilk öğreten kişi okuldaki tarih öğretmeni Leopold Pötsch'tü.* Wittgenstein ile Adolf Hitler'in
okuldaki eğitimleri yalnızca 1904-1905 yılında ortaklaşmıştı. Hitler daha sonra zayıf notları nedeniyle okulu bıraktı.
Linz'deki bu okulun Adolf ve Wittgenstein, bir ari almancılık budalası ve bir zengin yahudi arasında ortak bir yön çizmesiyle yazıyı bitirelim: Otto Weininger ( Geschlect und Charakter- Sex and Character)
Alıntı yaptığım kitaptan yorumlarımla ve kısaltarak aktarıyorum.
Otto Weininger 4 Ekim 1903 senesinde en büyük dahi saydığı Beethoven'in evinde
ölü bulundu. İntiharının nedeni saçmaydı ama bu kadın, yahudi düşmanı ve modernlikten nefret eden adamın:
"... sanatın acemice resimlerle yetindiği ve esini hilkat garibesi hayvanlarda aradığı bir devir; Adalet ve Devlet'e duyarlılığı olmayan yüzeysel bir anarşi devri; komünist etiğin, en aptalca tarihsel görüşlerin, tarihin materyalistçe yorumlanışının devri; bir kapitalizm ve Marksizim devri; tarih, hayat ve bilimin ekonomi politik ve teknik öğrenimden daha fazlası olmadığı bir devir; dahiliğin bir delilik türü sayıldığı bir devir; büyük sanatçı ve büyük filozofların olmadığı bir devir; orjiinalliğin olmadığı ve yine de orijinallik için en ahmakça şiddetli arzunun duyulduğu devir. ( Weininger, Cinsiyet ve Karakter, s 329-30)"intiharı seçmesi Wittgenstein ve Adolf'u etkilemiştir. Wittgenstein'ın abisi Rudolph'un intiharı da teatral bir havada gerçekleşmişti aynı Otto Weininger'in kendini Beethoven'ın evinde temizlemesi gibi. ( O zamanlar intihar etmek mantıklı bir çözüm olarak görülmüştü çünkü eğer dahi değilsen ölmeli, dahiysen ve yapacaklarını yapmışssan, üretemiyorsan da intihar etmeliydin. Bu kadar basitti.) Wittgenstein
ölene dek bu etkiden sıyrılamamıştır. Adolf'un sonunu biliriz. Kendini öldürmüştür.
Otto Weininger ile ilintili nokta kendisinin de bir yahudi olmasına rağmen anti-semitizmi ve kadın düşmanlığını saplantılaştırmasıdır. En sonunda kendini 4 Ekim 1903 de Beethoven'in Schwarzpanierstrasse'deki evinin zemininde bulmuştur. 23 yaşındayken simgesel bir eylem olarak kafasına kurşun sıkmıştı. Bunu Beethoven'ın evinde yapması da ayrı husustur. Otto Beethoven'i en büyük dahi olarak görüyordu.
" Hitler'in bir keresinde şöyle dediği rivayet edilir: ' Dietrich Eckhart bana bütün hayatı boyunca tanıdığı tek bir iyi yahudi olduğunu söylemişti: Yahudilerin yaşamlarını halkların çürüyüşü üzerine kurduğunu fark etttiği gün kendini öldüren Otto Weininger.'"
( Wittgenstein:Dahinin Görevi. S. 53)
İnsanların saçma sapan nedenlerle kendilerini üstün görmeleri muamma değildir. Bu güç ve yetkeyle ilgili tabi ama dahası var: İnsan parası olan tek varlıktır. Sanatı tüketmeyi de becerebilir zamanı yücelterek parçalara ayırmayı ve vakti daraltmayı da.
Hakan İşcen'in yazdığınca işte 17 yaşındaki bir insan sadece gücünü belirtmek ve elinin her ipe yetişebileceğini ilam etmek isteyen Kenan Kainat ve arkadaşlarınca
idam edilmiştir. Burada ruhunu öldürenlerin kimler olduğunu biliyoruz.
Otto Weininger'in yapıtı ve yaşamı Adolf iktidarı boyunca propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Bir ülkenin( Sadece naziler diyemiyorum) katlettiği yahudileri kendi vatandaşı olarak gösterme cüreti ilginçtir. Kendi vatandaşlarını öldüren ülkeler sıralamasında biz sonlardayız bu arada. İngilizler'in kaç milyon Hintli'yi öldürdüğünü,
Amerikalıların iç savaş ve sonrasındaki Afrika Amerikalılara uyguladıkları sistematik
işkence, tecavüz, ikinci sınıf vatandaş ve yine sistemli olarak katletme uygulamalarının
senatodaki tutanaklarda yer bulduğunu ( Howard Zinn-Peoples History of America)
biliyoruz. Fransızlar'ın ve Hollandalılar'ın Afrika'daki iğrenç soykırımlarını, İspanyollar'ın
Güney Amerika'daki pisliklerini, Japonlar'ın Çin'deki katliamlarını, yine Fransız'ların Kamboçya ve Vietnam'daki savaş dışı suçlarını aklımızda tutmalıyız. Ermenistan Devletinin Karabağ'daki uygulamaları, Bosna-Hersek- Tuzla- Makedonya, Bulgaristan
ve Sovyet Rusya'da yaşanılanları. Sovyet rejiminin Sibirya suçlarını, Çin'in Moğolistan kültürünü yok edişini velhasıl Dünya'nın erdemden zerre kadar nasibini almamış bir yer olduğunu anımsamalıyız.
Bütün bu ırkçılık dolu safsata arasında uygar ( Parası çok olan) ülkelerin bir Rus'u ABD vatandaşı yaparak olimpiyatlarda madalya kazanmasından tutun, akıllı bir Türk'ü
MIT de yahut Princeton'da yüklü paralarla köleleştirerek vatandaşı yapması da matraktır tabi. Bizim de Etiyopya'lı bir koşucumuz vardı sanırım. Her neyse de önemli olan Einstein'ın hala Alman kabul edilmesidir. Hangi Alman'a sorarsanız sorun yanıtı bu olacaktır. Almanca konuşan herkes Alman'dır misali bir şey bu. Ben de bir Alman'ım velhasıl...
Son olarak aklıma düşen bir garip suret: Merkel'in ( Almanya başbalanı bayan) saçını yana tarayarak bir bıyık eklediğinizde filtrum'una kime benzediğini hayal edebilir misiniz?


YAZARI: Leon Felipe


Duygusal Bellek Kaybı / Feryal Tilmaç



Amnesie in litteris (Yazınsal bellek kaybı) çeken okur, okuyarak büyük bir değişime uğradı, ama değiştiğini kendisine söyleyebilecek beynindeki kritik noktalar da değiştiğinden bunu fark etmedi.

Patrick Süskind

Ben bir şehri çözdüm bu gece parmaklarımda nedensiz
Sözün büyüsünün eşyanın mantığını yuttuğu bir gayya kuyusu...Aşk buydu belki, hatırlayabilsem bilirdim kuşkusuz. Düşünüyorum da artık hiçbir şeyden emin olamamamın nedeni o kuyuda dokunduğum her taşın çürüyüp yeşermesinden olmalı parmaklarımın ucunda.

Neden siz? diye bağırdı eli yüzü düzgün bir çocuk aldırmadım
Ben de sordum bunu kendime gecelerce. Tırnaklarını çektim ruhumun, derisini soydum ince ince keskin bir bıçakla, elimden geldiğince özen gösterdim. Ne kadar geç ölse o kadar iyiydi, acının tadına varsın istedim. Bir gün ellerimden uçup gidivermesi tam da taş kesilmeme rastlar. Yoksa tam tersi miydi? Cevabını bilmek istemediği soruları sormamalı insan. Bilmeyi isteyeceğin anda sorunun tüm önemini yitirmesi belki de hiç söylenmemiş bir şiirin konusudur.

Aldırmadım sakladım seni içimde
Niye aldıracaktım ki? Yaşamak denilen yavaş yavaş ölmek değil midir son çözümde? Benim biraz acelem vardı o kadar. Seni hatırlayamamakla gecikiyorum oysa. Aşkın bıraktığı boşlukta sabah akşam bir tedirginlik üretiyor anlamı kaybeden amaçsız beynim. Bulduğu yerde yatan bir sokak serserisine dönüşmesi an meselesi. Bu an çoktan bireysel tarihimin karışık sayfalarında kendine bir yer bulup sonsuz uykusuna geçti de ola ki ben fark etmedim.

Soğuk bisturi beyaz ışık donuk
Üşüyorum ama çok üşüyorum. Bir cadde yürüdükçe uzayabilirmiş öğreniyorum. Sonrası bir hastane odası karanlık. Yanı başımda oturan gölgeye anlatıyorum. Söylediklerime bakılırsa her şeye inancımı kaybetmişim. Senin karşındaki kendimi sevmiyorum. O böyle söylemiş. Öylesine bir cümleymiş işte kandan yapılmış. Onun adını hatırlasaymışım kanama durdurulabilirmiş. Zorluyorum. Üç harfli olduğundan eminim. Tek tek geliyorlar. A. Hah! diyorum. Ş. Buldum sanıyorum. K. Değilmiş. Çaresiz serum bağlıyorlar.

Dokunsun istemedim tenime zamansız
İçimdesin bildiğim bu. Organlarımdan birine tutunup büyüyorsun. Artık onun bir parçasısın. Biliyordum, seni bir türlü belleğimde toparlayamamanın bir sebebi olmalıydı. İnsan iç organlarının nasıl göründüğünü bilemez öyle ya…Ta ki çıkarılıp da bir kavanozun içine konana kadar. Kafanı bir kavanozun içinde gördüğüm gün her şey aydınlığa kavuşacak ve ben bileceğim bir zamanlar kimi sevdiğimi!

Zaman sızısı sen, ben nedensiz
Zamanın durabildiğini biliyor muydun? Ben de yeni fark ettim. Yıllar sonra bir sabah seninle bir gün öncesinde tanıştığım duygusuyla uyandığımda...Yeni tanıdığı biri için bunca acı çeker miydi insan? Kafam karışmıştı, açıp ellerimle düzelttim. Bir de kim için acı çektiğimi bilebilseydim…

Neden biz?
Sahi biz kimiz? Senin kim olduğunu çıkarsam yanıtlayabilirdim. Meğer ki kendimi bir bizin içine koyabilmiş olayım bu seninle olurmuş. Yazdıklarıma bakılırsa enikonu sevmişim. Olmayan yüzün! Kocaman mıydı gözlerin yoksa ben düşlerimde mi büyüttüm? Siyah olmalı. Kurum karası, kuyu karası. Belki de değil!

Hey! Şşştt…Artık susmalı söz
Ben sana hikayeler yazar mıydım? Nereye kaydederdim onları peki? Zihnimin karanlığında delirmiş gibi arıyorum. Yeni bir klasör açmıştım anımsıyorum. Rengi sarıydı, adı biz. Düzen, tümünü seç, silmişim. Tümünü geri dönüşüm kutusuna göndermek istediğinizden emin misiniz? Demek ki eminmişim. Satır aralarında varlığının ipuçlarını yakalayabilseydim... Yine de bir zamanlar bir şeylerden emin olduğumu bilmek güzelmiş!

Aşkın büyüsü, eşyanın mantığı
Kör karanlıkta oturmuş ağlıyorum.

Senin ölümün sevgilim ellerimden olmalı
Seni öldürebilmek için önce varlığını kesinlemeliyim. Öylesine çoksun ki! İşte karşı kaldırımda yürüyen omuzları düşük siyah paltolu adam ve tam yanından geçen kıvırcık saçlı üniversiteli…Aynı anda sensiniz. Bu caddede, şu sokakta, o pasajda yürürken içimde belli belirsiz bir sızı duyuyorum. En azından artık seni hangi semtte aramam gerektiğini biliyorum. Zor, çok zor. Öylesine yoksun ki!

Ol malı sevgilim, el malı sevgilim
Olmalı! Seni hatırlamanın bir yolu olmalı. İnsan bunca sevdiği birini böylesine unutur mu? Küçük küçük başlamalıyım. Kokunu hayalime getirebilir miyim denesem? Yoksa kokusuzluğunu mu demeliydim? Tamam! Sen bir rengi severdin. Siyah olmalı. Kurum karası, kuyu karası. Belki de değil!

Şiirsel soğumaymış dedi yüzü gözü üzgün bir çocuk dinlemedim
Sevdiğimi sandıkça yazıyorum, yazdıkça sevdiğimi sanıyorum. Yazının gücü, kısır döngü. Kıstırmış beni içine dönüyorum. Döndükçe soğuyorum. Önce harflerim saklanıyor sonra sen. Döndükçe soğuyorum. Döndükçe…

Dinlemedim bak her yanım buz
…donuyorum.


YAZARI: Feryal Tilmaç


Antik Lirik Şiir / Platon



Ben Nymphe'lerin dostuyum,
kırmızı şarap yerine serin su sunuyorum.
Hafifçe yürüyün; dikkat edin çocuk uyanmasın
uyku tatlı tatlı sarmışken onu.


Gel, otur bu çamın dibine
Zephyros'un durmadan yapraklarında
ıslık çalarak estiği
Çağlayan suların yanında
uykuyu getirecek flüt
büyülenmiş gözlerine senin

Yaşam her şeyi getirecek: Sonsuz zaman
iyi bilir değiştirmeyi;
isimleri, kaderi ve görüntüleri,
doğayı da değiştirir.

PLATON

Antik Yunancadan çeviren: K. Çetinkaya


Bir düş daha sise dönüşüyor../ Sufi.




Bir düş daha sise dönüşüyor..

Kendi Züvvarı (ziyaretçisi) olanlara
!


Bırakır mihri mah olan o yüz; .. gider..
Ve ayrılırlar..
“Ve adam o an yüreğinden geçirir : “işte bir düş daha sise dönüşüyor.”
Açıyorum Galib’in can defterini, okuyorum dermanım dizeleri..
“seni tedavi etmeye geldim ; ama benimle gelirsen tedavi edeceğim..
senin zayıflığını haber vermişler ona, o uyanık padişah da beni gönderdi”...


(Gitmenin tamamlandığı yer olan gidilen yer, artık belli bir süre sonra sıradanlaşır. Gidilen yerde yeni aşklar yaşanır, yeni birliktelikler kurulur.
Yine sevinir, yine ağlarsın; .. “elsiz kalırsan ayağını işletmeye bak”.
Gidecekleri yere ancak içsel bir yolculukla ulaşılacağını anlamak istemeyen insanlara, anılar acı verir. Ame yine de zaman hiçbir şeye acımaz. Her insan ister istemez, belli bir süre sonra, bir kalmanın içinde bulur kendini. Gitmek, karşıdan bakıldığında bir fotoğrafı, içine girildiğinde ise bir yalnızlığı çağrıştırır bana. Son bakışımı, o son anımı nasıl algılayacağım, geride kalan her şeyin simgesi olan karanlığa doğru bakıyor olacağım. Çünkü suçu yığacağım kimse olmayacak etrafımda, kimsenin de suçu yok üstelik, o an karanlığa küfretmekle yetinmeli..İbrahim’in sanki asırlar ötesinden söylediği gibi “ Sen git yine de.. Gelen olabilir, olacaktır, oldu.”..)

Neden böyle ağlıyor zaman
Böyle küskün böyle isyankar
Krallara inat tanrılara inat
Bir asma dalı venüs
Lahit kapaklarında sanat.

Kuşlar kanatsız Tanrım..
kuşlar Kanatsız ..
Meleklerde çift kanat !

Sular dağıtılmış köpüklü saçlarını
Toplayıp gidiyor zaman çığlıklarını.. Sen beni okurken.

İstersen hiç inanma , şiir’in bu yanık kanat sözlerine ..hiç inanma.

Nasılsa hala burada, ta kalbimde çınlıyor sesin, sahilin hüzünlü, yalnız günbatımında:
“ güller dökülür... bülbül ölür... Hare de kalmaz”.
Biliyorsun “ üstümüze atılmış acımasız çırpınan gökyüzü var..”
Evet, karşılığı olmayan soruları seversin , söyle hadi: “ gideceğim bir yer var mı?
Saydamlık için bir öpücüğe nasıl katlanırsın? Nasıl adarsınız kendinizi?”.
Söyle Hür: “Bu kadar kayıtsız, donuk bir ateşle çevrilmişken neyi öptüğümüzün farkında olabilr miyiz?”..
“O nasıl olacak?” dersin sen şimdi, ben de bilmiyorum, insanlığı yüceltenlere sormalı Hür, Adorno’dan mı sormalı?
“ Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir..” + Theodor Adorno, Minima Moralia +.

Tıpkı Stiner’in Nietzche plagiyatörü gibi duruyor yüzün, anılarımın aynasında !
O bir zamanlar dingin ama tuhaf melal iskelesi olan saklı yüzün.
Pencerelerden, Camdan dışarıyı izleyen kedileri, kedi şiirlerini sırf senin o hınzır tekir’in için severim bilirsin. O kedi şimdi nerede? “ Ahdım” olsun, bulacağım onu Hür.
Hangi Şair, hangi Ressam’ın kedisine dokunsam, içimde senin için ağlarım..
Şimdilerde bir tekno beden gibi hissediyorum kendimi Hür’üm, tenim siberuzayla flört eden kocaman boşluk sanki.
Dün gece, seni anarak “Dogville” filmini tekrar izledim, ilk gençliğini çok sevdiğin Nicole Kidman vardı karşımda.. Yönetmen Lars von Trier bu filmde Nietzsche’nin köle ahlakından türediğini vurguladığı Hristiyan ahlakını eleştirdiği “Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine” incelemesinden etkilenmiş sanırım.. filmin sonuna dayanamadı tenim..
Kırık heykeller arasındayım yine bugünlerde..

- “Nasıl? Anlamadım. Onu ilk kez öpümüyor muydun?”
- “Evet ama, garip bir duygu , yağlı dudaklarımın onun için hiçbir önemi olamayacağını düşündürmüştü nedense bana..” işte böyle bir şeyim şimdilerde Hür.. kimi öpmek istemiş olabilirim? Kim olacak: Yaşamı Hür’üm, hayatımızı, umuduzu, beklentilerimizi, hayal kırıklıklarımızı, bekleyişlerimizi..

Canım Hür; “yanılgı çoğalan bir şey”dir demiştin ..
Şimdi ;
Ben mi yanıldım?
Yaşam mı?
Tenim mi?


Hangimiz?

Cevap verme ne olur..
Suret’imi Heyula’nın makbulü bil şimdilik..
Şimdilik..!

Sufi.


Yeşil Elma düşer defterime:

"sakın ey toprak
ten
topraktan
söz açma !
O temiz aynanın (Ruh)un hikayesinden
Başkasını anlatma bize."
diye yazmışsın "Hamuş" dostum.
Güzel bir dilek .
Ama keşke Cummings’in “My Love” şiirindeki gibi, yaşam da bana haykırsa:

“ my love
thy hair one kingdom
the king where of is darkness
thy forehead is a flight of flowers”..

Hala bekliyorum..
Kalmanın huzurudur tek istediğim.
Sakın yanlış anlama Dünya !

Göz
bilirmiş
menzilini..

Sufi.


Ömer Serdar / II.



Önce işimizi yapmak sandılar

uy dedi, ama uyma
gör dedi ama bakma

Görmedi.
Aynaya baktı
Bir bunaktı.

Ölmeden önce toyluğuna vermese o, öfkeyi kim yaşatacaktı? Sorun yansımalarında.
“Şapkamı önüme koysalar önce onu yerdim… açtım. Ama ah şu kapanın önünde kalan kılıcın körleştirdiği geçitler. Karanlık.” Mehr licht” Goethe. Daha ışık.

Dedi ki; ben sadece her şeyim.

Her şeyim bir, bir “izm” hariç. Bana “izm” lerden bahseden kim? Konuşup duran tüm ölüler o zaman can aldılar. “An” ı kavrayan bir melek hepsini çantasına doldurup yavaşça çekildi sahneden. Melekler de mülkü sevdi.

Kitap ellerimizde kaldı. “Çoğul” Tanrılığa soyunuşu bilmese insan, ondan soyunup çıplak yaşar mıydı? Sonunu siz biliniz. “Çıplak… ölüm bile diyemeyiz” bak, bir iniz artık. İster kal ister çık ama içimizden yık“an”ı ver.

Şifrede, saklı kalan ne var ki? En büyük gerçek en küçük yalan.
“Serinlediğimiz şey ateşin rüzgârı mı” dedi.
Ya battığınız bulanık sular yıkarsa ruhumuzu, ya gömüldüğümüz toprak ki adı bize çok uzak bir ibadetle anılmış bedel ?!

Dedik ki: Çıkını sırtımıza vurup uzaklaştık bir meleğin ardından. Benzerini kaybettiğimiz bir olgunun eni kadar genişleyeceğiz.

gerekli olan sizin sihrinizin lanetidir
yeter ki “sen” olana “siz” seslenirken
biz de vardık “ben” geçidinden
“sürgününü kayaların arasından
sıyırıp büyüten bir gelincikle beraber”
biliniz

Bir domuzla dövüşmeyi göze alan çamuru da sever; “Bize olgumuzu anlatmayın, size bakarken ilkel kalmaktan ürküyoruz.” işte bu sözle: Şimdi bu sözle, öze alınacak herkesin ellerinden zaten öpmüştük.

Konuşup duran tüm ölüler o zaman can kaldılar.
Biz sustuk. İnsanlık öyküsünde, çok olmuştu “biz” de öleli.


YAZARI: Ömer Serdar


Nitokris / Ulus Fatih





B.D ve tüm dostlara...

'Persepolis’ten elimizi siper ederek güneye baktık mı ufukta yükselen Sur Ülkesi’ni görebilirdik. Uzayıp giden çöl ve ufkun bitimsiz griliği Surları karanlık bir duvar gibi algılamamıza yol açar ve babam Kambyses’in soytarısı, sihirci ve çılgın hokkabaz El Dürri, ‘Karanlığın Duvarı’ adını verdiği bu yükseltiye mistik öğeler yükleyerek, dağlı Humbaba’yla, Enlil’lerin karakuşisi, hatta kuyruklu tanrıların, Enkidularla birlikte yaşadığı dev bir Gılgameşler ülkesiymiş gibi anlatırdı. Bundan olacak bizde surların ardında ne var diye ölesiye merak ederdik. Mehtaplı bir gece -işte bu yüzden- siyah İran atlarına binerek kırk kişilik maiyetimizle, güneye doğru açıldık. Bütün gece çılgınca yol almamıza karşın surlar yaklaştıkça uzaklaşan hayaletler gibiydi. Gecenin son yıldızı da çekilmek üzereyken, güç bela surların dibine varabildik. Giz çözülecekti, ürküden ödü kopmuş, sarı safra salgılayan sırtlanlara benziyorduk...Surlara önce babam dokundu, ardından benimde okşamama izin verdi, surun runik harflerle süslü, dokununca içeri çöken, ılık, garip bir duvarı vardı, korkuyla geri çekildiğimi anımsıyorum. Us uçuran kıvrımlarla burgaçlanıp gökyüzünün katlarına doğru yitip gidiyordu. Gücü karşısında ezildiğimi, görkü ve dehşetten başım dönerek sendeleyip muhafızlara sarıldığımı biliyorum. Babam o an kulağıma şunu fısıldadı; ‘Bir gün bu surların içini de göreceğiz...’Ay ışığı tan atımıyla cılız ve soluk pırıltılara dönüşürken, dağ yollarından ve sarp geçitlerden gizlice saraya geldik, kimse o gece bizim El Dürri’nin masallarındaki karanlık duvara dek gidip geldiğimizi anlayamamıştı... Aradan geçen yıllarda babam sözünü tuttu ve surlara karşı içine sinen korkunun verdiği cesaretle, büyük bir sefer düzenledi, amacı sihirdar ve matrakçı Dürri’nin yarattığı heyulayı yenerek surları ele geçirmek ve bana verdiği sözü tutup sağ salim geri dönebilmekti....Yıllar sonra sarayın avlusuna girdiğinde, neredeyse yaşlı ve bitkindi artık. Sefer on bir yıl sürmüş, bende gençliğime adım atmış, çocukluktan kurtulmuştum. Zorluklarla geçmişti sefer, uzun süre surları aşmaya çalışmışlar ve efsanevi kraliçenin ordularını bir türlü dize getirememişlerdi. Bunun hikmeti şuymuş, ordu da, halkı gibi tümüyle kraliçeye aşıkmış, tüm askerler sevgilisiymiş, bir tapınak olan sarayında sandaletli rahiplerden, kölelere dek herkes onun aşkına mazhar olabiliyormuş, öyle ki geceleri, şehrin sefil semtlerinden atlı arabalarla ecelerine kavuşmak için saraya geliyor, gün ağarırken de sırasını savuşturan eros çılgınlarının ardından, kraliçenin yasemin kokulu gövdesine yüz sürüyor ve büyücül kalderasına, vahşice tohumlarını bırakarak karanlığa karışıyorlarmış... Bu nedenle bütün Surlular sevdalıymış kraliçelerine; onun Venüs kokulu saçlarına kavuşup, kobra kıvraklığındaki bedeninde yitip gitmek uğruna!..Sonunda babam; en güvendiği kumandanlardan Diskairon’un burnunu ve kulaklarını keserek surların önüne mahvolmuş bir meczup gibi fırlattığında, Surlular onu içeri almak gibi insani bir incelik göstermekte beis görmemişler. Savaş sürüp gidiyormuş. Zaman tarihlerin ve isimlerin yanıltıcılığına yataklık yapar. Kambyses’in ‘ebedi askerleri’ ilk kez başarısız oluyorlarmış.(Lejyonlar orduda diğerlerinden her zaman daha çok yararlıklar gösterir, Kıpti (Ehramlar Ülkesi) askerler, Pers gönüllülerden daima daha iyi savaşırmış ama erzaklar tükenip açlıktan kalkanların kayışlarını ve kemerlerini kaynatan askerler çoğalınca, savaşın ne zorluklar içinde sürdüğünü anlamışlar. Oysa sırf surlar için Hindistan seferi ertelenmiş ve özellikle Pers satraplarının avladığı yabani eşeklerde tükenince orduda açlık baş göstermişti.)Diskairon babamın despot, dizginsiz bir tiran olduğunu acınası biçimde anlattığında, bu görkünç hain savaşı yönetmeye, yol yordam belirlemeye başlamış. İlk gün iki yüz, ikinci gün dört yüz, üçüncü gün sekiz yüz, dördüncü gün bin altı yüz derken beşinci gün üç bini geçkin Persli öldüğünde, onlarda Diskairon’a sonsuz güven duymaya başlamışlar, altıncı gün ki Talmud’da buyurulduğu üzere yeryüzü altı günde yaratılmış ve yedinci günde bu görkemli yapıt seyredilerek geçirilmişti. İşte altıncı gün Diskairon Surların güneye bakan kapısının açılmasını emretmiş. Cüzamlı’ya sonsuz güven ve inan içinde olan Surlular; bundan da hiç kuşku duymamışlar ne yazık ki...Hazarlar ve Fergana’dan toplanan iki yüz bin Persli içeri dalıp kenti ele geçirdiklerinde yapacak bir şey kalmamış.Çünkü olanların tümünün düzmece, burnu ve kulakları kesilen güvenilir kumandanında oyuna bilerek katlandığı, kötülükler tanrısı Ehrimen’i bile şaşırtacak şeymiş gibide canı gönülden bu işe atıldığı anlaşılmış!.. Garip... “Gücüme bak da ey kudretli, cesaretin kırılsın” diyene hak veresi geliyor insanın!..(Savaşın sonunda Anakraliçe’yi bir kazanda pişirip uterusunu kendisi, kalanı da gönüllülere dilim dilim yedirmişti babam... Ama tanrı katında bu vahşet nasıl kabul görür ey Kambyses diyen orakllara verdiği düş kırıcı yanıtta kulaktan kulağa yayılmıştı: ‘Tanrı aşktan değil, güçten yanadır!..’ Anakraliçe ve sevdalıları yenildiler. Cemşid’in kulaklarını çınlatıp şarap eşliğinde yuğlar düzenleyerek etini yediler ve Surluların; son bir umutla Babilonya’dan getirdikleri grejuva ateşi de yazık ki bir işe yaramamıştı.)Babam geri döndüğünde bütün bunları bir bir anlattı ve en çokta kraliçenin küçük kızı Nitokris’i Sana’ya dek aramalarına karşın bulamadıklarına üzüldüğünü söyledi ve geri dönerken geceleri, özellikle dağ başlarında, orman içlerinde, incecik çığlıklar atan narin bir kız çocuğunun, gölge gibi kendisini izleyip, yalvarıp yakardığını, arkasına baktığında her seferinde bir şey göremediğini, ama sakinlikle yola düzüldüklerinde yine birinin eteklerine yapıştığını ve o günden sonrada bu çığlığın hiç peşini bırakmadığını söyledi....Babam saçlarına ak düşmeden göğüs kafesinden dara düştü ve tacını tahtını bırakıp, tüm dünya dertlerini de bana yükleyerek, bir gece sabaha karşı; inlemelerle, ulumalar arasında çekip gitti. Ölümü Kafkasya’dan Basra’ya dek yeryüzünü titretti. Ne ki mazolesine koyar koymaz bir türlü peşini bırakmayan çığlığı bende duyar oldum. Yine bir gece taraçalardan ovaya bakıyordum ki güney yanda Büyük Duvar’dan ateşler yükseldiğini gördüm ve meleksi, saf bir kızın sanki göklere doğru el açarak çığlıklar attığını, orduların canhıraş naralar ve şakırtılarla birbirine hücum ettiğini, kalkanları siper edip, mancınıklarla birbirlerine tutsaklar fırlatırken, hengamede masum kızın çığlığını kimselerin duymadığını anladım.Kendimi tutamayıp, olan bitene tanık olmak için gece yarısı yola çıktım. Ama kahrolası aksilikler peşimi bırakmadı, atım gece karanlığında, uçurumlardan dört nala giderken tökezleyip canından oldu. O dinmeyen uğultu kulaklarımı çınlatıp, umarsız atımın inlemeleri yüreğimi burkarken gözyaşları arasında veda ettim. Öyle ki; "hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri; uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kuleydi..." Büyük bir ürküyle, kara yazgılarımın peşinden sürüklenerek kendimin de öleceği korkusuna kapıldım. Ve dağlardan, Herakles Sütunları gibi heybetli boğazlardan geçerek surların dibine varabildim. Muhafızlarıma beni beklemelerini ve masum yavrucağın başına geleni anladıktan sonra geri döneceğimi söyledim. Taş basamaklardan, helezoniyle yükselen nice kıvrımları geçerek, kuleleri aştım ve mazgallardan atlayarak, sonsuz bir ürkü ve merakla içeri girdim.Şehirde kimseler yoktu, ölüm sessizliğinde harap bir düzlük, ancak seçilebiliyordu, sağı solu kolaçan ederek, hızla öteki uca ulaştığımda, orada Surlar’ın olmadığını ve ürpertici düzlüğün uzaklarda; çöle doğru akıp gittiğini gördüm. Minik kızcağızın çığlığı peşimi bırakmıyordu, koyu kederlerin katmerlendirdiği, hançersi iniltilerle dolu tiz ses beni çöle çağırıyor, karancıl dehlizlerin ağzından bilinmez dünyalara sürükleniyordum. Bir düşteymiş gibi pırıltılı çöle açılarak, yeşilimsi yağmurların çamurlaştırdığı derelerden, mozarap motifi gibi karışık tepelerden, hiçbir yere açılmayan yerlerden, Garymant ellerinden, cennet öpüşlü, Kril biçemlerle süslü, tatlı tatlı böğüren canlılar ülkesinden geçip, gün ağarırken çelenksi, renkçil demetlerle süslü bir koruluğu aştığımda, birden onunla, ‘Karanlığın Duvarı’yla; gene karşılaştım. Bu Surdu!.. Maiyetim, katırlar, erzaklar ve toz fırtınasından sakınan askerlerle beni bekliyordu....Şimdi anlıyorum ki ‘Karanlığın Duvarı’ bizim içimizdeydi!.. Ne yaparsak yapalım, yüz yıllar ve yüz yıllar geçse de gene Surlar’la karşılaşacağımızı, Surlar’dan kurtulamayacağımızı anlamıştım...Onlar bana ne gördün, Nitokris nerede, savaş sürüyor mu, şehir ne alemde gibi sorular soruyorlardı.“Hiç bir şey göremedim; hiçbir şey, kendimizden başka hiçbir şey!..” diye kekelemişim......Uyandığımda; babamın öldüğünü ve Pers hükümdarı sıfatıyla huzura alınırken, tören alayını da görkemli giysilerle avluda bekleşirken bulduğumu belirtmeliyim...

YAZARI: Ulus Fatih


anlatma - adsız / Şiirler/ Tuncay Takmaz, Ziya Alpay


anlatma ..../ Tuncay Takmaz
1.
ne dert edersin anlamam
bir yerlerden sürüp gidiyor işte
hayat

bendeki
mi
eski ve tanıdık bir korku

haydi giy fırtına geceliğini
sesimizi
koyverdik
gecenin yaprakları arasından

toplan
gidiyoruz

2.
içimizde gerçekleşenler
yanımda müzik dinleyen
adam dan dan
başkasının konuşması
telefon
kum gibi geliveren
kapıyı vurmadan,
annesi ölüyor
o çocuksu akşamın
kollarında
ağlıyor penceredeki rüzgarın
yol parası topluyoruz
tellerle kırbaçlayarak
ceplerimizi

yasaklamak
gerek annelerin ölmesini

3.
hikayeler ve masallar anlatma bana
hiç birini yaşayamadım
dediklerinin

haberin ola
kırık ve şaşkın bakıyorum dinyaya

öyle
anlarda
sana
yabancı


YAZARI: Tuncay Takmaz
--------------------------------------

Adsız... / Ziya Alpay

Saatlerin hiçbir vakti göstermediği bir andaydık
Korkunç bir sessizliğin ardından
Bütün aynalar paramparça oldu
Göyünün rengi turuncuya dönerken
Ay da kayboldu.

O geldi. Elinde bronzdan bir baston vardı
Adım attıkça Tv haberlerinde ölümler oluyordu
Geriye doğru yürüyordu bir kız çocuğu
Yağmur yağıyormuş gibi bütün şemsiyeler açıktı
Roman kahramanları canlanıp sokaklarda
Birbirleriyle tartışıyordu –eyvah yine dünyadayız-
Kediler çöp tenekeleri etrafında toplanmış
O’nun gelişini izliyorlardı.
O:. İmkansızlığın cisimleşmiş hali
O: Umutla umutsuzluğun kesiştiği nokta
O: bilinmeyenlerin ve tutunamayanların tanrısı

Bir müzik sesi: klasik. Bach olmalı
Bilmiyorum belki de Bethoven
Hiç bestelenmemiş ezgilerini çalıyorlar
Öldükçe yeninden yaratılıyoruz
Yeniden yeniden yeniden bunu anlıyorduk
Ya da anlar gibi olmanın garipliğini yaşıyorduk
Ve sesler kesildi. Bütün TV’ler kapandı.
Roman kahramanları gökyüzüne karıştı
Kız çocuğu ileri doğru annesine gidiyordu..
O, durdu. Bir hayalet gibi yavaş yavaş silindi
Boş bir deftere iki satır bir şeyler yazıldı
Kara tahtalı tebeşir kokulu bir sınıfta
“Akşamları yalnız. Gündüzleri insansız”
kapandı defter. O, tamamen kayboldu artık.
Yağmur durdu.Şemsiyeler kapandı.

YAZARI: Ziya Alpay


Kayıp Edebiyatçılar Cenneti / Leon Felipe



Dünyanın yaratıldığına inanan herhangi bir kimse, dillerin uzlaşımsal olduğuna inanırsa, iki tür dil olduğunu da düşünmek zorundadır: İlki Tanrısal dildir, Tanrı ile Adem arasındaki bir anlaşmadan doğmuştur; ikincisi, doğal dildir, Adem, Havva ve onların çocukları arasındaki bir anlaşmaya dayanmaktadır.İkincisi, ilkinden türemiş olup ilkini yalnızca Adem biliyordu ve Şit dışında çocuklarından hiçbirine aktarılmamıştı…Ve böylece gelenek Nuh’a dek ulaştı. Ve dağılma döneminde dillerin karışması yalnızca ikinci tür dil için, doğal dil için geçerli olmuştu.

KAYIP EDEBİYATÇILAR CENNETİA.Kargaşa kulesinin kütüphanesindeki kitapları incelemek istediğimi söylediğimde Ezaphrail “ Budala,” dedi “ bilmediğin bir dildeki tomarları ellerinle yoklayarak sadece zamanı çirkinleştirirsin.”
( Meleklerin, hayvanların ve şeytanların konuşma yetisi yoktur.
Konuşmak zihnimizdeki düşünceleri dışlaştırmak anlamına gelir, oysa meleklerin “ dile dayalı olmayan bir zihinsel yetileri” vardır; bu yeti sayesinde her biri ötekinin düşüncesini anlar, daha doğrusu bütün melekler tanrısal zihinde bütün meleklerin düşüncelerini okur: Şeytanlar karşılıklı olarak birbirlerinin hainlik derecelerini bilirler;
hayvanların ise bireysel duyguları yoktur, yalnızca türlerine özgü duyguları vardır. )*
Ezaphrail yanlış basılmış kutsal kitapları toplardı. Elinde 156 tane vardı bunlardan ve aralarındaki en değerli olanı Aziz Hieronymus’un ibraniceden çevirdiği eski ahiti
sırtındaki keten pelerinin cebinde saklıyordu. Bir gece alıp okumuş ve şaşkınlıkla
Turris Confusionis bölümünü farketmiştim: Kargaşa Kulesi. Bundan neden bahsetmediğini sorduğumda okuduğu kitabın – eski ahit- önemsiz bir şey olduğunu farzetmeyi uygun bulduğunu söyledi “ Neden siz insanlar en eski dili öğrenmeye bu kadar merak duyuyorsunuz? Bak Adem bile unuttu hecelerin aslını.” Doğruydu söylediği.
Adem ve akarabaları unutulmuştular. Bu kendi tercihleri değil zamanın yüceliğiydi. Her şey örtülmüştü. Dante’nin dediğince insanların görenekleri daldaki yapraklar gibidir, biri gider öteki gelir. Kulenin kıvırılan merdivenlerine dayanmış tonozların arasındaki kütüphanede bulabileceğimi sandığım dilin unutulmuş bir dil olmasından ötede koca yapının ustaları da birer birer unutturmuşlardı kendi adlarını kendilerine. İsim aynadan yansıyamaz. Bu insanlar Tanrıya seslendiklerinde kullandıkları sözü çoktan başkasıyla değiştirmişler ve öldükten binlerce yıl sonra hiç konuşmaz olmuşlardı. Geçmiş kadar gelecek de önemsiz kalıyor bir ölü ruh için. Tabi bu adamların ve kadınların yaratıcıya
baş kaldırdıklarını da unutmamalı. Devasa bir kargaşa kurdular göğe ve arzın merkezine uzanan bu kendini beğenmişlik abidesiyle kendilerini de yücelttiler ve birbirleriyle pek iyi anlaştıklarından Şit’in dediklerini işitemediler. Alçakgönüllü olanları birer birer kuleden düşerek öldü ve sadece kibirliler kaldı yerin asık suratlı yüzünde. Tanrı kızdı
onlara yaptıklarından ve lafazanlıklarından bıktığından bir de tabi durmadan bir şeyler
inşa etmelerinden yorulduğundan olacak hepsini cezalandırdı malum. İlk dil ve sonrakiler
birbirlerine karıştılar ama asıl olan yani Tanrı ve Adem arasındaki sözcüklerin sesi
tamamen silindi kulaklardan. Ezaphrail buna memnun oldu, insanlar anlaşamadıklarından
aptalca hatalar yapıyorlardı. Babil kulesi yana yattı zamanla ve en sonunda çöktü.

Kulede ne kadar çok zaman harcadığımı bilmiyor ve umursamıyorum. Mutlaka bulmak için başladığım arayışım şu ana dek sonuçlanmak yerine sıkı keşmekeşe dönüştü.
Ezaphrail arasıra beni yoklamak için geliyor ve her defasında yanında iki duvar ustası oluyor. Kendisine yeni uğraş edindi: confusia linguarum inşasına kaldığı yerden devam edecekmiş. “ Böylece” diyor “ insanların umduklarından daha da beter varlıklar olduğunu kanıtlama fırsatına da kavuşmuş oluyorum. Coğrafya veya jeoloji bilmeden bir bina dikmek büyük salaklık.” Bu eski ruh toplayıcısına, kötü yaradılışlı bencil hayvana bir şey söylemek için ne çok erken ne de çok geç. Yaratılanların çoğunun özünde birden fazla
zırvalık vardır. Bende yeralan ilk dil kuşkusu gibi Ezaphrail’de de yokluk ve işe yaramazlık korkusu var. Kendisinin yokluğa karışmasından kaynaklanmıyor belki bu ama
insanların türettikleri kelimelerden ve ürettikleri zırvalıklardan zevk aldığından hiçbir
şeyin kaybolmasını istemiyor. Zaten Babil kulesinin bir eşini, içindekilerle beraber
buraya yapmasının, yaptırtması için Muazzam Bey’i ikna etmesinin tek nedeni de bu: İnsan hayranı. Hayır felix culpa olarak düşlediği insanın çeşitlemelerini izlemeye tutkun.İnsana hayran değil.

ii.
“ Saçma düşüncelerinin ne olduğunu bilmiyorum Leon! Biraz Türkçe biliyor olsaydım belki de seni anlardım, ama şunu bilmelisin artık; buradaki işin bitti. Cennete dek yolun var ufak kafalı budala. Kulemi terk et ve Muazzam Bey’e de selamımı söyle çünkü saçma sapan işlerinizle benim zamanımı fazlasıyla aldınız. Size hayranlık duymamı beklemeyin benden ne de sevecenlik beslemeliyim narin ellerinizden çıkan fısıltılı yalanlarınıza. Sadece yokolun buradan ve mümkün olduğunca seyrek çıkın karşıma. Hiç karşılaşmamak asıl dileğim elbette fakat bunu kabul edeceğinizden şüphe duyarım.”

( Adem’in Tanrıya ilk seslendiğinde O’na El dediğini biliyorum. İbranice bu. Ama ya ilk dil? Şimdi bu neşeli ölüler diyarı cennette birbirlerinin dilini öğrenmeye pek de can atan insanlar arasında sıkkın oturuyorsam bir dilbilimcinin yaşamının son anlarında hep heyecanla beklediği şu malum karşılaşmanın pek de heves duyulacak bir şey olmadığını bilmemdendir bu. Gözlerim kararmış, kalbim durmuş ve ölmüştüm nihayet. Bana bir şeyler söyleyen kişi ile karşılaşmak keyif verici bir hap yutmuşumcasına neşeli geçmişti. Sonra da hiç yaşamamış ve hiç ölmemişcesine kolay, çabuk, alışık olduğum basit bir bisiklet gezintisi gibi cennette bulmuştum kendimi. Gördüklerime selam veriyor, selam alıyordum. İlk senenin sonunda kendime geldiğimdeyse; ölümü kabullenmekten başka bir çarenin kalmadığını düşünerek ahlayıp vahlamak yerine rahmetli edebiyatçıların peşine düşmüştüm. En iyileri kendilerini asla tanıtmadıklarından sadece bir kaç serseri yazar ve şairle karşılaşmıştım. Burada da ünlülerin saklanması kafamı allak bullak etmişti tabi ama insanlar cennette Elvis Presley’i neden rahat bıraksınlar ki! Kafka karşımda dursa ben onu rahat bırakır mıydım sanki ya da Li Po uzun saçlarını tararken başında belirdiğimde benden rahatsız olmayacak mıydı? Haklıydılar elbette. Fakat bu adamlarla karşılaşmak istiyordum. Canetti’nin bir köşede pipo içip içmediğini merak ediyordum.
Poe’yu arıyordu gözlerim. Canım sıkılıyordu bu milyarlarca ruhla dolu koca diyarda ki
kendime bir iş edindim böylece. Yaşarken incelemeye fırsat bulamadığım dilleri araştırmaya başladım. Karşınızda bir İnka şairini bulmak ve onunla sohbet ederek düğümlerle kurdukları alfabeyi tartışmak çok keyifliydi. Sümerce konuşmak, birisine Hititce “ Merhaba” demek de öyleydi. Fakat tüm bu uğraşımımın İngilizlerce bozguna uğratılması da söz konusuydu. Adamlar dil kursları açmışlardı. Aravak yerlisinin Kolomb’un adamları tarafından nasıl öldürüldüğünü İngilizce anlatmasının
çok garip olduğunu belirtmek zaruretindeyim. Baki’nin Whitman şiirlerini okurken ağlamasının da bana bir acaip geldiğini anlamalısınız. Cennette hala tv seyreden garip insanlar olduğunu ve bazılarının Buffy the Vampire Slayer adlı diziyi sırf anadilinden
seyredebilmek için her gün sekiz saat üşenmeden ingilizce öğrenmesine ya da bir kızla tanışırım umuduyla bu dersliklerde hem ukalalık hem de şaklabanlık yapan ilkokul arkadaşlarımın beni gördükleri an “ Leo oğlum sen şimdi Sümerce’de biliyorsundur. Gel bir gidelim de orada felaket hoş hatunlar varmış” demelerine de alışamadım açıkçası.
Ben burada şiir günleri düzenleneceğini mi umuyordum peki? Evet. Böyle birileri de var.
Böyle şaraplı, peynirli geceler de düzenleniyor ama bir Japon’un yeni yazdığı aşk şiiri yerine ben sıkı bir Ece Ayhan şiirini tercih ederdim. Oysa burada sıkı bir edebiyatçıyla karşılaşmak imkansız. Nedense hiçbiri yok burada ve ben bunun nedeninin ne olduğunu
çok merak ediyorum.)

iii.
Ezaphrail ilk sualimeyanıtı gülerek vermişti, “ Hepsi kütüphanede.”
Tabi ki oradaydılar ama hangisinde? İskenderiye şehrindekinden tutun Babilonya’nın
sarmaşıklar arasında yitmiş, labirentlerde kaybolurken Kien gibi delirerek aşık olanların
kendilerini yaktıkları Trabai kütüphanesine dek hepsinin bir eşi vardı burada. Daha da önemlisi: Onları nasıl tanıyabilirdim? Kafka’nın bir imza günü düzenlemesini beklemek belki hata olurdu ama ya diğerleri? Onlardan üne düşkün olanlar yok muydu sanki! Anglo sakson edebiyatçılar mesela Hemingway yahut Capote, Miller vs. Bu adamlar her daim egolarını Yaratıcıya denk görmemişler miydi?
“ Araman gerekeni Muazzam Bey’e sormalısın?” demişti Ezaphrail, “Beni bu işin içine katmamasını da söyle. Bıktım artık!”
Öyle olmamış, Muazzam Bey Ezaphrail’i kabalacılarından ayırarak yanıma atamıştı. Bütün kütüphaneleri dolaşarak eski elyazmaları, yeni romanlar, doktora tezleri,
araştırma makaleleri taramıştım. Bu seyahatlerim sırasında ne bir yazarla ne de şairle
karşılaşabildim. Ezaphrail’in başta yakın gelen, sonradan derin alaycılıklarla ustaca gizlediği konuşmalarından bütün arayışımın beni kendimden uzaklaştırdığını anladımsa da pes etmedim. Şimdi burada Babilón kulesinden aşağıya atlarken düştüğüm yerin ne olabileceğini kestirmeye uğraşıyorum. Bir delilik mi? Yoksa her dil meraklısının başına gelen suskunluk mu beni bekliyor…İkisi de değil. Byzantium’lu deli bir haham var burada, adı Mercalius Trascaria.

YAZARI: Leon Felipe
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com


" Sen, Sensiz Gel " / Sufi.



Ulus Fatih’in defter sitesine geçtiği bu son şiir’ini çok sevdim, kaleminin mürekkebi bol olsun sevgili dostumuz.
“pencerem

önünde kedi
dışarda müjdeli
bembeyaz bir kar yağıyor
ve ben seni seviyorum ...”

Atom fiziğinde hatırladığım kadarıyla gözlemci soyutlanmış değildir, gözlem yaptığı alanın bir parçasıdır ve gözlemlediği nesneleri etkilemektedir.
O an, “kar”,+o beyaz kristal+, kar olmaktan, kedi kedi olmaktan çıkıyor benim gözlem sınırılarımda.
Doğu mistizminde bu örgünlük, başka bir deyişle “kozmik ağ” her zaman insan bilincini yani “gözlemci”yi de içine alır.
Heisenberg’in tanımıyla “gözlemlediğimiz şey doğanın kendisi değildir, doğanın yönelttiğimiz soruya verdiği yanıttır yalnızca”. Kısa, öz bir şiir, ama neden kuantum kuramı bu öğleden sonranın sakin, dingin zamanında aniden ve bu şiir üzerinde yolumu kesti ? Çünkü kuantum kuramı “gözlemci” kavramı yerine “katılımcı” kavramını getirmiş ve evrenimizin katılımcı bir evren olduğunu açıklamıştır. Yani evinizde, bahçenizde, şiirlerinizde çırpınan bir çift kuş, pencerenizden tüm benliğinizi süzen, gözetleyen bir çift kedi gözü rasgele o kareye yerleştirilmiyor, veya yerleştirmiyorsunuz diyelim ! Kim bilir hangi “başka” iki gözü sevmeniz , okşamanız için sadece birer “bahaneden” ibaretler. Hangi anılara, beklentilere kanat çırpmanız için yaşam tuşlarından bir “pero a mi lado no habia nadie” +Ama kimse yoktu yanımda+ tuşudur..
Bazen bilgi salt “gözlemle” elde edilemeyen, ancak insanın tüm benliğiyle olaya katılması sonucu yaşanan bilgi türüdür.
Bir anlığına duyu ve algı dünyanız aşılır, bilinen nesne yaklaşımı zihninizin kurduğu sofradan uçar gider.
İnsanın kendi yaşam çevresi dışındaki olgularla düşleri bilme çabası olamaz mı bir pencere önündeki sabırlı bekleyişi?
Günü bir kedi huzuru ile tamamlamak !
Sanki “dünya yıklımamış” hiçbir şey olmamış gibi huzurla tütünün gökyüzünüzde çizdiği mavi resmi izlemek. Mutluluğu “kıvamında” timarın dediği gibi “ölçülü tatmak”.
Neden burdayım sorusunu erteleyerek, ele geçirlmeyecek bir tutkunun çekirdeğini düşünün o an.
‘ hüznüm ve ben birlikte şarkı söylediğimizde tüm komşular bizi dinlemek için pencerelere koşuşurlardı’ hatta mitolojiden fırlayan kediler bile ! çünkü ‘ hüzün’ konuştukça
içinizde, çoktan unuttuğunuz türküler konuşup duracak.
ah, dostum unutmam mümkün mü ki o"elif-ba" dediğin ödevimin ilk dizelerini:

“ Haydi ben bensiz geleyim, Sen sensiz gel.
Ne varsa şu ırmağın içinde var,
Bu ırmakta ne ölmek var bize,
Bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert.
Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan , cömertlikten ibaret..”


Sahi, neden Freud “Homo homini lupus” ilkesinde bunca, üstelik ısrarla direnir? Ve insanlık tarihini bu inancının kanıtı olarak gösterir? Ve Horney neden Freud’un en önemli kuramına karşı çıkar?

İnsan varoluşunun tüm imkanları gerçekleştirmek ister, bunun için çaba gösterir, ve sanki, ancak, buna ulaştığında otantik bir yaşam sürdürebilir.
Bu çabayı göstermez ve çevresinin egemenliği altına girerse, otantik olmayan bir varoluşu yaşar. İnsan bu iki tür yaşamdan birini seçer.

Ya kedilerin son gelişen sistemi “süperego”ise, insanlık tümden yandı o zaman..hani jm’nin deseninden ve sırtını bize çevirirerek o bilge gözlerle +pencerelerden+ çevresini “ süzen” o hınzır kara kedilerden söz ediyorum.
O kedilerin ( insanların) nevrozlarıylaı Freud bile baş edemez, jm ne yapabilir ki?

YAZARI: Sufi.


Düş / Ulus Fatih





DÜŞ

pencerem
önünde kedi
dışarda müjdeli
bembeyaz bir kar yağıyor
ve ben seni seviyorum...

kimbilir ilkönce
hangi şair hangi tarihte

pencerem
önünde kedi
dışarda müjdeli
bembeyaz bir kar yağıyor
ve ben seni seviyorum dedi...

YAZARI: Ulus Fatih


MiLAN KUNDERA ATLASI (1) / Ulaş Başar Gezgin



1/ APHORISME
Kırık faylara kurulmuş benliğin kırılma noktası,
Yeni faylarla kırılacak benliğin kurulma noktası.
Tanımlanabildiği an, tanımlanamaz olanlar;
Tanınmaz hale geliyorlar tanım kaldırırlar.
Kırıkları kim dikebilir, kim teşhis edebilir ki o zaman?..


2/ BEAUTE et CONNAISSANCE
Hani başa çıkılmazdı sorunlarıyla dünyanın,
Hani çöreklenirlerdi başımıza, boğarlardı bizi?..
Peki biz birbirlerinden kafası şişenler, kafa patlatanlar,
Niye kamburuzdur niye hep yüklü hep bükük?
Sorunlar büyük olsaydı, kocaman olsaydı,
Dimdik dururduk, vakit kalmazdı kamburlaşmaya.
En güzel insanlar, en bilge insanlar,
Küçük sorunlarıyla kamburlaşanlar.


3/ CARACTERES
Bu harfleri buza yazışım,
Eskimolar'ı düşlemekliğimden.
Bu harfleri kuma yazışım,
Afrika kurağını beklemekliğimden.
Şair: Kurak bir iklimde misket oynar harflerle,
Bir Eskimo.


4/ CHAPEAU
Şapkasızlar utanmasınlar diye,
Çantama gizlediğim nesne.
Kırışır buruşur orada,
Ah edecek yoksullar yerine.
Onlar da şapkasızlıklarını gizleyebilse ya,
Mağdur olmasa, şapka da..



5/ CHEZ SOI/ DOMOW
-Çekoslovak Ulusal Marşı'ndan esinlenerek-
Doğduğum yer mi doyduğum yer mi?
Acıktığım yer, öleceğim yer mi?
Benim yuvam neresi, yuvam neresi?
"Pasaportuna bak" mı diyorsunuz?
"Okyanus derini, dağlar yücesi" yazar
Göçmen kuşların kanadında..
Çalı çırpı toplamadı babam benim, harç karmadı.
Görmedim ki anamın, doğurduğunu beni.
Kardeşim, zeytin dalıyla çıkagelmedi birgün.
"Yuva yapmış" diyorlarsa hakkımda, yalan!
Yuvam, kafeste, göğüs kafesimde.
Soludukça büyür, soludukça küçülür.
Yuvam, buram buram kan gölü yuvam.
Büyür yuvarlandıkça, toparlanmamacasına.
Ne güzel olurdu sıcak bir yuva, dişi bir yuva.
Ama yuvam yok işte; yuvam olsaydı,
Sanır mısınız göçerdim dünyanın öbür ucuna..

YAZARI: Ulaş Başar Gezgin


Gündüz Vassaf'a .../ Cemil Atik



Şimdi zehirliyor ayak bileklerimi korku, artık nasıl yaşanması gerektiğini unuttum belki. ‘’Sana söylemiştim’’ demiştin, hangi düşmanı alt ettik, kimi tehdit ettik, yüzsüzdü, bir soyut/somut makineydi kavgaya tutuştuğumuz. ‘’Söyleyip gideceğim’’ diyorsun, nereye?.. Sözleşmenin sonsuz cümlelerinden alıntılar kulağıma eğilip fısıldadıkların; bozulmuş süt, ekşimiş şarap, şekerlenmiş bal. Tabanı delik kaba su döküyorsun, bana yaramazsa, fayda umar diye belki karıncalar. Deliliğinde kalacağım, çılgınsınız, ne de neşelisiniz; benden size gülmece çıkmaz oysa. Ağustos’u özlüyorum, o özel isim kışta. ‘’Denge’’ mi, nereye konacak diye bana mı soruyorsun denge noktası, çatışmanın eşinden sıyıracaksın sen, ellerinle kanlar içinde. Mutluluğu uzlaşmadan nasıl ayırt edeceksin söyle bana Vassaf ?... Bana mı tüm şiddetin, ben de önermede bulunayım diye. Bir avuç kişiyiz topu topu… Açmalısın sözü, başka sokaklarda, yabancı yağmurlarda ıslandın sen, vazet saf tutup dinleyelim, çünkü önermen uzlaşı içinde. ‘’Kıyamet tellallarını’’ sevmezsin, eskatolojik analojileri içinde çıkar saklıysa. STK kur, kamuoyu oluştur, bilişsel ve bilinçli ‘’doğru’’ düzeyine ulaştır fikri, sat malı sonra. Hemfikirim… Hangi mutluluk söylediğin, benim gönencimi taşır mı bir başkası, nirengi noktası ne ki bunun, cemaat başka, hoca başka. ‘’Söyleyip gideceğim’’, nereye?.. Karşılığı olmayan bir ‘’neşe’’ oyunu, tutturduğun yol, hafta sonu ekinde çıkmaz!.. Soğuk apartman köşelerinde alelacele ötekine söylenip, sıcak kabuğuna içgüdüsel kaçıp gitmek olmaz, ‘’mutluluğun formülü çok açıkken’’ artık. Gizli söyleyip, editör yal korkuyla oynadığını ünleyip nereye?..

Ben sana başka, senin kıyametinden söz açsam, ‘’mutluluk’’ önermenin başkalarının ölüm gerekçesi olduğunu söylesem, tam da istenen bu iken… Kendi düşüncemi alaşağı edip onu test etmek benim işim; oyun saklı anlamıyor musun, ‘’dur, bekle, gözlemle’’, büyük kurgu, ‘’kendini bil’’ başka. Kendi ütopyan bana vazettiğin ki, kabul edilmedi, en şiddetlisinden ret işte!.. Yol’u karıştırmışsın kardeşim, duvara bir ipek vuruyorsun şimdilerde, ne de kreatif… Umut vaat ediyorsan, ‘’o umut yok’’ diyorsan, çarpıyor zeminden önce boşluğa yoyo; çünkü seste hikmet var, çıkmalı sesimiz, bir aç doyurmalısın entelektüel işkembemizden önce. Acımızı hikmete faydaya çeviren bizler, başkaları beceremez bununla karın doyurmayı. İş çıksın istiyorum, göreyim ışıldasın elleriniz, ölümünüz bile işken… Bunun için doyurulduk, acıda neşe bulmak öğretildi bunun için bizlere. Biz başka ‘’neşeleri’’ tatmak, bilmek için eğitildik, bulaştırmalıyız şimdi kimsenin bilmediği yaşamı… Her gün kendini yıkıp bir put gibi, yeni putlar oymalı granitten ki, bilsin ve kendini yıkacağı zamanı beklesin. Çabuklaştırmalı, hızlandırmalı doğayı, savurganlık sadece bize bahşedilmişken tarafından… Çanları gözünde çınlamış, ah, bizler… Ağlarız arkasından Orhan Pamuk’un, Theo Van Goghe’un, hiçbiri arkasında kalmasın yaşamın, düştükleri toprağı bildikten sonra. Kahramanlar ölür yeni ‘’kahramanları’’ var çağın, hani yalan yapmayacaktık, hani aşacaktı tabuları insan. Daha çok coca cola, daha nestle çocuklara. İnsan hasadı, ayrık otu…
Acıyı bitirmek mi, acıda nasıl duracağını bilmek mi, en temel soru, ilki kötülük taşır…

YAZARI: Cemil Atik


Ben Bir "Hiçim" / Sufi





Federico,
Görüyorum işte dünyayı,
Caddeleri, sirkeyi,
istasyonlarda uğurlamaları,
duman kalkınca ve dönünce hissiz tekerlekler
hiçbirşeyin ve kimsenin olmadığı
diyara doğru
ayrılışları, taşları, rayları..
insanlar dert çıkarmadan duramazlar,
kendini koyuvermişler,
endişeden tırnak ağacı olanlar,
onun bunun sırtından geçinen eşkiya eksilmez.
İşte hayat böyle Federico, işte bunlar,
sana dostluğumun delikanlıca kederinden
sunabileceğim şeyler.
Zaten biliyordun bunların nicesini,
ve öğreneceksin zamanla diğerlerini..
Pablo Neruda

Ben bir “hiçim”, zaten az sonra söyleyeceklerimi size bir yaşayan yetişkin söylese inanma ihtimaliniz olmazdı. Çünkü bir yetişkinse ve yaşıyorsa muhtemelen yapacak çok daha önemli işleri vardır.Çalışması gerekir, koşması, kahkaha atması, saatini kontrol etmesi gerekir.
Yalan söylemesi, doğruyumuş gibi yapması gerekir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması – yaşıyormuş gibi yapması – gerekir.
Çünkü yaşıyorsanız meşgulsünüzdür.
Dedim ya ben bir hiçim, yani meşgul olacağım hiçbir şey kalmadı, sahte düzene, sahte gülücüklere, sahte çabalara, suni koşuşturmalara, temelsiz stratejilere dair de bir şey, hiçbir şey söylemeyeceğim artık.
Yitirdiğimiz değerlere, yiten şeylerin ardından kalan boşluğu doldurmak için giriştiğimiz o korkunç ve sonuçsuz feryatlar, figanlar, koşuşturmaca ve karmaşaya , karmaşayı düzenli hale getirmek ve boşluğu unutturmak için kullandığımız ya da üzerimizde uygulanan tüm stratejilere ve bu tiksinti verici “düzenin” kendisine dair de hiçbir şey yazmayacağım : artık.

Ya da bir “ölü” , “ öldürülmüş” olarak, bunu hatırlayıp, haddimi bilip sizin gibi susabilirim..
Esas konuşulması gerekenden bahsetmeye gerek yokmuş gibi ..unutmak için her gün saatlerce çalıştığınız boşluğunuzu size hatırlatmayabilirim! Ben kimim ki?
Susabilirim, ki “ölüler” genelde böyle yapar.. oysa bizim susuşumuz, gerçekten trajik sandığımız trajik değil, yıllarca trajik sandığımızdan kaçmak için yaptıklarımızın trajik olduğunu anlamamızdandır..
ikiyüzlü, üçyüzlü, çok yüzlü hiç olmadım..
Hatırladıklarımın hepsi yalan !
Yetiştirildim, eğitildim ve “s a t ı l d ı m” ! (ironik benlik patladı).
Üzgünüm, hepimiz birer kuklaya dönüştürüldük, hatta Tanrıyı da “öldürdüğünüze” göre iplerimiz yüzlerini bilmediğimiz ama emellerini bildiklerimizin elinde. Masum doğmuş olsanız da her trajiği tadan gibi düzeniinizi kurtramak için insanı ve tanrıyı bile hor görenleri bile bile sadece izliyoruz.
Herşeyi “MIŞ” gibi yapmanın hafifliği sarmalıyor, jm’nin “dekora dönüşmüş ortam, mekanlarda gerçekliğini yitiren, sonra aynı hakikatleri tekrar, bu kez ağır aksak aramaya meyilli bir hayatı tercih eden postmodern, kendi kuyruğunu ısıran balıklar” gibi olduk, topyekün !
Sahte zevk deryasının “meraksız” balıkları olmak? .. sayıları hiç de az değil..
Ama bu naçiz ten der ki, sadece kendiniz için bir şey yapın, böyle bir şey kaldıysa demiyor, diyemiyorum açıkcası ..çünkü asla umutsuz olmadım, öykeleriniz, şiirleriniz, resimleriniz, söz kaleleriniz, o en kutsal yapraklar, kitaplarınız, dergileriniz aydınlık saçan bir şelale gibi akıyor.. Yara, yazının ruhunda açılmış, dermanı sizsiniz..çünkü “Gerçek Sizsiniz, Başkası değil”..Şair: “ gerçek sen bir hiçsin” yazsa da !

Bu güzel yurdumun okuma yazma bilmeyenlerin sayısını tam olarak kim biliyor? Hani o yangın üzerine benzinle gidilen devasa coğrafi bölgemizde sadece “Adını” yazmaktan aciz kaç “yüz+bin” ergen geliyor ardınızdan?
Ücretsiz eğitim, sağlık mı?
Tarihin makus talihlisi bizler için ne büyük bir ütopya bu Tanrım..

YAZARI: Sufi.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***