Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



'Sevimli yalanlar gitgide azalıyor..' // Doruk Satenay



“ Gördüğüm bulutu,
   Geyiğe benzetmek istiyorum,
  Ama yapamıyorum.
  Sevimli yalanlar gitgide azalıyor."

  Yannis Ritsos
  Yunancadan Çev.D.S



Biriktirdiğim yazı arşivimde her okuduğumda inanılmaz bir huzur duygusu yaşatan defter yazarlarından(S.O) bir yazısı var, muhtemelen çoğu defter okuru okumuştur, kendi kendime düşündüm, bir günüm için bu satırlar yeterlidir:

“ Kadın, yerinden, elini kaleme uzattı ve içindeki için yazmaya başladı, ben odamın camının buğulanmasını bekliyordum o sırada, Edip Cansever’i çözmeye çalışıyordum bir taraftan da… ‘ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli, var eden kendini birincisinden’…Sense kıvırcık bakışlarınla süzüyordun beni usul usul…Cesaret edip de gelemiyordun yanıma…Belki hani şu derya içinde olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf olanlardan korkuyordun…Onlar yasaklamıştı ne de olsa ruhların çırılçıplak yıkanmasını… Ben seni bekliyordum hala..paradigma değiştirilmeden yapılan değişiklikler kısa süreli ve yüzeysel olur, diye yazan bütün kitaplara inat paradigmalarını koruyup, değişmeye çalıştığım şu sıralarda daha fazla ihtiyaç duyuyorum sana…” evet, yazıyı okumayı sürdürüyorum ve bu satırlar karşılıyor beni: “ Kadın kendi sessiz gezegenine sığınmadan önce sorduğu sorunun yanıtını da kendisi verir : ‘ her yanına karanlık çökmüş bir dünyada insan nasıl sevinç çığlığı atabilir? Her sokağın başına, her kapı numarasının önünde ‘yalnızlık’ notu düşülen bir yaşam kesitinde üstelik.. ve işte biz ikimiz şu gördüğün yaprağın altına sığınmışız, yakında onu da yok ederler..”.

Yazının tamamını bitirdim, okuma lambam bir güneş gibi baş ucumda ışıldıyordu, tam o sırada elim Yannis Ritsos’a uzandı, yukarıdaki şiir çıktı karşıma, çeviremeden uyuyamadım. Boş kağıt bulma zahmetine katlanmadan kitabın şiir kenar boşluğuna not düştüm. “Ben bir başkasıdır” denilen bir çağda hangi şair, şiiri sadece kendisi için yazdı? Hugo’nun “ kendi yaşam kesitimden yazdığım zaman aslında sizi anlatmaya çalışıyorum” der. Her yazı, her şiir, yazarına verdiği ilhamdan daha fazlasını okurunda da yaratabilir. Ondan dolayıdır, yazılan şiirler, öykülerin kenar boşlukları devasa sessizliklerle dolup taşar, okur kendini o boşluklarda bulur. “İşlenip anlamlanmayı, işlenmeyi beklemekti kaderin, derinlerde saklanan madenler gibi” diyen Sufi dost ve onun belki de zihnimde silinmez iz bırakan o dizesi ( “bütün şiirler ne güzel bir yalandı…”) beni aldı ta Ritsos’a taşıdı..”Sevimli yalanlar gitgide azalıyor”…

Doruk Satenay






Şair-Yazar ... // Süha Tuğtepe



Süha Tuğtepe'yi "anmak" onu okumak kadar, onu "okumak", anmak kadar hep güzel kalacak... Ölümünden önce defter arşivine bıraktığı yazısını ilk kez sadece defter okurlarıyla paylaşıyoruz..bu kez "Şayir", "Şair", "Yazar" üzerine müthiş güzellikte bir yazı yazmış.. Sürgün mozaiklerin seni hep özleyecek...

defter


ŞAİR-YAZAR



Bir zamanlar ben Teşvikiye denen mutena semtte evlerden eski kitap alıp, yol kenarında kar-kış, yaz-sıcak, yağmur-çamur demeden satarken, aradıkları kitaba rastlarsam haber edeyim diye, bazı kitap müptezelleri üstünde telefonlarının ve adreslerinin de yazılı olduğu “tabelalarını” bırakırlardı. Bunların içinden en ilginçleri “Hikmet Kalemşor, Şair-yazar, Niğde-Bor” misali olanlardı. Böyle bir adrese iadeli taahhütlü ve ödemeli bir kitap gönderdiğimde, yerine de ulaşmıştı. Belki Hikmet Kalemşor’un Bor postanesinde çalışanları her gün uğrayarak canından bezdirmesi, onun ünlenme nedeniydi, belki de Bor kazasında bu zat-ı muhterem gerçekten ünlüydü.

Halk arasında Namık Kemal’in bir trende “gavur” ile giriştiği iddia ziyadesiyle bilinen bir fıkradır... Gavur ne kadar ünlü olduğu üstüne ahkam kestikten sonra, sanki Alain Delon’muş gibi yalnızca adının ve ülkesinin zarf üstüne yazılmasının yeterli olacağı mavalını Namık kemal’in huzurunda, kaval gibi öttürünce, üstat, “Oho!” demiş, “Uzun iş. Ben anama yollayacağım mektubun zarfı üstüne hiçbir şey yazmam, bırak postacıyı, yolda yapakta, dağda bayırda bu mektup kime diye naralanarak herhangi birisine göstersem, anında –Anana! diye yanıt alırım”… Gavur, “küçük at da civcivler de yesin” mealinde buna yandan yandan bakınca, trenin durduğu ilk istasyonda çantasından bir zarf çıkarıp, işaret parmağı ile orta parmağının arasından sırıtan başparmağının kenarına zarfı sıkıştırıp sallarken sormuş, “Bu kime lan kopuk?” Adam anında alev alan çıra gibi parlayıp “Anana! Anana!” diye köpürünce, dönmüş gavura, “Duydun mu?”

 

Tuhaftır ama “Kaşif Yumak, Ankara- Mamak” gibi halk arasında tekerleme halinde dolanan adreslere benzer ve üstünde ad ve soyadından sonra sadece “gazeteci, yazar, şair” gibi mesleği, onun altında da şehir veya kasabası yazan adresleri, Namık Kemal’in dilli eliyle tutup, “Kime!” diye salladığında, “Anana!” diyen gibi bilen postacılar, “geleni” anında ulaştırırlar.

Memlekette şair, yazar, gazeteci olmanın etiketi, o işin icaplarından da önde durur. Şair, yazar, gazeteci olmanın dayattığı yaşama biçimi yerine, ününü yeğleyen, ünlenmek için de her türlü taklayı atan, halkın sevgilisi olmayı başaran, sonra da halkın beğenisi başka yerlere kaydığında, sönmeyi, unutulmayı hazmedemeyen şair, yazar ve gazetecilerin isyanları da içler acısı ve evlere şenliktir.

Ümit Yaşar sağlığında, “Kendilerini Edebiyat Generali sanan bu eleştirmenler, halk kimi seviyorsa ona düşman kesilirler. Benim şiirlerimi de halk sevdi diye beni ne antolojilere alıyorlar, ne de hakkımda iki satır yazı yazıyorlar.” diye daima isyan halinde bir asi gibi dolanırdı.

 

Bir zamanlar binlerce satmış Türkan İldeniz’i de, şiirlerini de bugün kim anımsıyor?

Sözün kısası, sorun bir tercih sorunudur. Ya ünü, etiketi önünüze koyar onun rantını kemirmeyi zevk edinirsiniz, veya şair yazar olmanın dayattığı yaşama biçimini önünüze koyar, etiketi, ünü falan önemsemeden üretir durursunuz ki, bu biraz uzun bir yoldur. Ürününüz gerçekten değerliyse yerini, okurunu bulup, edebiyat denen nehrin içinde kendine bir yer edinmeyi başarır.

Ben şair, yazar olmanın etiketinden hep uzak durdum, sebebi var. Halkım tuhaftır. Örneğin 3,5 aylık kısa dönem “Mehmet Bey” denen askerlik dönemimde, gafilin biri “şairim” deyince, başını çoktan derde soktuydu bile. Çok geçmeden, sabah çayının rezilliğinden usanan ahali “Lan şayir, hep memleketin yüreğini sızlatacak şeyler yazacağına , şu kötü çaya da bir şiir yazıp komutanın yüreğini sızlatsana!” diye namelere başlayıvermişti. 3,5 ay bitip, “şayir” tezkere alana kadar çile çekti. “Şayir şuna bir şiir yaz, buna da yaz!” diye diye canından bezdirdiler zavallıyı.

Basın da, halkımızın hali gibi haller icat etmeye bayılır. Küçük İskender, Futbolcu Emre’ye yazdığı şiiri, günlük ve yüksek tirajlı bir gazete ön sayfadan verince, kıyamet koptuydu. Artık her ikisinin de namı daha çok yürümüş, lakin gerçekten güzel olan o şiir güme gidivermişti... İskender akıl denen yüke yeterince sahip olduğundan, sürdürmedi bu tavrı, hemen geri çekildiydi. Çünkü sürdürürse ve daha çok ünlenirse hem o şiir, hem de o şiiri içine alan kitap çok satsa da, İskender bilir ki, gerçek okuru onlar değildir. Bu nedenle hemen geri çekildiydi. Şiirin dayattığı yaşama biçimi, şair olmanın etiketinden daha önemlidir çünkü.

Bu örnek meramımı yeterince faş ettiğinden, bu konuda gereksiz yere sözcük sarfiyatını artırıp, gereksiz yere kağıt karalayıp, ormandan kütük eksiltmeden, nokta denen lekeyi bu yazının sonuna hem de üç tanesini yan yana kodum gitti…

Süha Tuğtepe


SESSİZLİK..// Ümit İnatçı



İsmet Degirmenci'nin " Sessizlik" adlı sergisi, Mabeyn Gallery’de sanatseverlerle buluşuyor.
İsmet Değirmenci  doğadaki yalnız yürüyüşlerinde iç konuşmalar yaparak; "şehirin yığınsal mimari düzenine karşın, doğanın peyzaj gramerini yani ağaçların bilge sessizliğini sunuyor”.

SESSİZLİK
(ya da söze yaranmadan içe konuşma durumundaki ordo amoris)
Aslında resmetme kılgısının kendisi söze yaranmadan içe konuşma durumudur. Sessiz kalma ya da sessizlik üretme, resim yapma sürecinin en etkin zihinsel pekiştirme istencine tekabül ediyor. Resim bir yandan sesler dünyasını oluşturan varlıkların, nesnelerin fiziksel görünümlerini içselleştirirken, öbür yandan da resmi oluşturan biçimsel sistematiği sese dönüştürme olanağı sunuyor. Bu, dışavurumcu, enformel resimde de böyledir: bu defa, nesnelerin göze aktarılma şekilleri değil resmi oluşturan bedensel hareketlerin şekil ya da şekilsizlikler halinde yüzeye aktarılması söz konusudur. Resmin neyi temsil edip etmediği bir yana, resimdeki modalitenin (ne’lik durumu) bir algı dayanağına dönüşmesi ise bir başka görüngüsel ve tinsel düzlemi işaret ediyor.
Hegelyen fenomenolojinin çekirdeğini oluşturan “Diyalektik Fenomenoloji”ye göre, görüngüler dünyasının arkasında duran mutlak tin’in keşfedilmesi için olay karşısında bir bilinçaltı deneyiminin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Aslında Hegel’in işaret ettiği durum doğanın değişmeyen yasaları ve insan davranışları arasındaki yaşamsal diyalektiktir. Max Scheler iseinsanın doğa-olay karşısında-içinde “dikkat”ten yoksun, edilgen bir algılayıcı konumunda olmasının yetersizliğinden bahsediyor. Görme’nin, tanıklık durumu değil –kendini verme olarak– bir tamamlayıcılık kılgısı olmasını öneriyor. Bununla birlikte olay karşısında olmak yerine, içinde olma durumunun önemine işaret ediyor. Scheler’in olaylara kendini verme ve içinde olma durumu fenomenolojiyi Husserl’in transandantal algısından söküp daha reel bir kapsama taşıyor: Realist Fenomenoloji. Ordo amoris kavramı üzerinden kendine karşılık bulan bu gerçekçi yaklaşım mantık ve duygu arasındaki bağın pekiştirilmesinden yanadır.
Doğa karşısında-içinde olma durumu, yaşamla ilgili bize etik yükümlülüklerimizi hatırlatan bir sınava dönüşür. İşte o anda sevgi ve nefret arasında salınan başıboş duyguların ordo amoris’le (sevgi düzeni) denetim altına alınması varoluşsal bir gereksinime dönüşür. Bu gereksinim sadece şeylerin bilgisi üzerine kurulmuş entelektüel bir yargının değil, aynı zamanda insan doğasında saklı sezgisel güdülerin de ürünüdür. Çağdaş yaşamın, özellikle de metropoliten yaşamın baş döndürücü hızında doğamızda saklı içgüdülerin körelmesi en büyük meselemiz haline geldi. Bu durumda her bireyin bir ordo amoris’e ihtiyacı yok mu? Realist Fenomenolojiye göre “ilgi” ve “kendini verme” insanın doğayı algılamasındaki etkinliğini daha belirgin kılıyor. Ancak insan sadece algılayan değil eyleyen bir varlık da olduğuna göre, karşısında-içinde olduğu doğaya daha nereye kadar kendi arzularının nesnesi muamelesi gösterecek? Yaratıcı bir mesafeye, uzaklığa ihtiyaç yok mu? Kendi suskunluğumuz doğanın sessizliğiyle buluşana dek iflâh olacağa benzemiyor bu hırs, bu hız…
İsmet Değirmenci’nin resimlerine bakınca bunları düşünemeden edemedim. Çünkü bu resimler ressamın kendi derinliğindeki ordo amoris’in haberini veriyor bize, sessizce dipte duran. Yukarıda yaptığımız dolayımlı saptamalardan sonra İsmet Değirmenci’nin resimlerine yakıştırdığı “sessizlik” durumunu kavramaya başlayabiliriz.



Bir sıkıntısı var İsmet Değirmenci’nin. “Sıkıntı” günümüz metropoliten insanının karşısında mağlup olduğu en çetin sorunlardan biridir. Sonluluğa ve hiçliğe ilişkin bu hissiyat durumu akıl daralmalarına neden olurken hangi sözün söyleneceği konusunda da yılgın düşüyor insan. “Sıkıntının insanlık dışılığı, kendi insanlığımız üzerine bir perspektife sahip olmamıza olanak tanır” diyor günümüz filozoflarından Lars Svendsen (Sıkıntı’nın Felsefesi, Bağlam Yayıncılık 2008. Çev. Murat Erşen). İşte bu sıkıntının karşısına kendi ordo amoris’iyle çıkıyor Değirmenci. Resimlerindeki doğa yazısal bir düzeneğe sahiptir. Şehrin yığınsal mimari düzeneğine karşıtlık oluşturan bir peyzaj grameri sunuyor izleyiciye. Şehrin homurtusu yerine ağaçların bilge sessizliğini sunuyor bize. Değirmenci’nin resimlerindeki Zen resim sanatının hızlı, spontane ve saydam geçişlerle inşa ettiği sadelik ve kendiliğindenlik bir rastlantının eseri değil, karşılığını şu sözünü ettiğimiz ordo amoris’de bulan iç evren düzeninin bir yansımasıdır.
Gerek ritmik bir düzeneğe sahip cephesel uzaklık içeren, gerekse de kozmik derinlikler halinde devingen oluşum hallerini yansıtan kompozisyonları hiç şaşmayan bir boşluğun denetimi altındadırlar. Aslında Değirmenci’nin “sessizlik” üzerinden varmaya çalıştığı “uyum” Zen sanatının odaklandığı “boşluk”un ta kendisidir. Boşluk bir yandan devingenliği diğer yandan da dinginliği düzene sokan kozmik bir derinliktir. “Sessizlik” ve “boşluk”un aynı düzlemde bir düzen unsuruna dönüşmesine tanık olduğumuz bu resimlerde Batı ve Uzak Doğu felsefesinin izlerini sürerken bir kez daha sanat ve felsefe ilişkisinin yadsınamaz bir gerçeklik olduğuna tanık oluyoruz. Değirmenci, zihnin ürününe dönüşen sessizliği söze yaranmadan içe konuşma durumuna aktarıyor; sözün değil sezginin aktör olduğu ordo amoris’e evirmeye çalışıyor. Gündelik yaşamın tüm gürültülerinden arınarak iç sesimize kulak vermenin zamanı değil mi?

ÜMİT İNATÇI

Galeri Adresi:
Mabeyn Gallery

Başmabeynci Köşkü
Nüzhetiye Cad. No:63 Beşiktaş/İstanbul




W. Benjamin ve Tarih Kavramı üstüne../ Murat Ertan KARDEŞ



W. Benjamin, tarih biliminin bazı postulatlarının, ezenlerin iktidarının hizmetinde olduğunu düşünür. Böylesi bir kavrayış, insanlığın tarihteki eylemini anlamaktan da uzaklaşır. Bunun için, her tür ürünün gerçek yaratıcısı olan ezilenlerin geleneğine karşılık gelecek yeni bir tarih kavramı ortaya koymak zorunludur.

Ezenlerin tarihinin tarihteki anonim isimlerin varlığını unutturmasına, ezilenlerin geleneğinin yanıtı, bu tarihin kesintiye uğratılması olmalıdır. Böylelikle, W. Benjamin bize, felsefenin geçmişteki ve şimdiki haksızlıkları çözmek gibi bir görevi olduğunu gösterir.

Bu yazı çerçevesinde Walter Benjamin’in 1940 yılında ölümünden önce kaleme aldığı son çalışma olan Tarih Kavramı Üzerine tezlerde dile getirilmiş birçok meseleden bazıları sınırlı bir ölçüde konu edinilecektir. Öncelikle, W. Benjamin’in tarihselci ve pozitivist tarih anlayışlarında eleştirdiği noktalar serimlenecek, ardından W. Benjamin’in geçmiş ve şimdi ilişkisini, şimdinin zamanı (Jetztzeit) nosyonu bağlamında nasıl bir politik projenin felsefî ifadesi olarak ortaya koyduğuna bakılacaktır.

W. Benjamin disiplin olarak tarihin bazı postulatlarının, tarihteki oluşların kavranmasından ziyâde, hakim zihniyetin çıkarlarına hizmet ettiğini savunur. Modern tarih disiplininin, ilk postulatı “geçmişte olanları olduğu haliyle” tasvir etmektir. (2000: 431) [6. tez]. Bu düstur bilimsel olmanın ilk koşulu olarak gösterilir. Bu bağlamda, tarihçiye bir olayı anlatırken tıpkı bir doğa bilimcisinin laboratuvara girerken ceketi vestiyerde bırakıp, beyaz önlük giymesi gibi, önyargılarından sıyrılması öğütlenir.

Dahası, yaşadığı günü silip atmasının ve ele aldığı olgunun ardından gelişen diğer olayları unutmasının zorunluluğundan bahsedilir. İncelediği olgunun Benjamin’in 14. ve 17. tezlerde belirttiği gibi homojen ve boş bir zamanda geçtiğini tasarlamalıdır. Buna göre, birbirinden bağımsız olarak tasavvur edilen olguların –tıpkı hesap makinesini icat etmiş matematikçinin yaşadığı sevince benzer bir sevinçle, bir araya getirilip toplanmasıyla tarihî akışın kavrandığı yanılsamasına kapılınır. W. Benjamin’e göre, tarihselcilik, tespih çeker gibi olguları sıralar, orada saptadığını iddia ettiği nedensellik ilişkileri ile yetinir [Appendice A]. St. Augustinusçu tarih algısı hep iş başındadır. Zira ezelî ve ebedî bir geçmiş sunulur [16. tez]. Tarih biliminin bu tarih anlayışına, insanlığın boş ve homojen zamanda durmaksızın ilerlediği varsayımı da eklenebilir. Bu sonsuz ilerleyişin zamanında, tarihçi kendine doğa bilimlerininki gibi bir laboratuvar yaratmaya çalışır.

Diltheycı Einfühlung (Empathie, duygudaşlık) [7. tez] kavramı bu tarih anlayışının yönteminin kaynağıdır. Dilthey’a göre “ben” kendisini silip, bu yolla ötekinin benini tamamıyla anlama kapasitesine sahiptir. Bu, benin kendisini bağlamsızlaştırabilmesi anlamına gelir. Bununla kasıt, benin kendi önyargılarından, tarihselliğin, geleneğin onun üzerindeki otoritesinden bütünüyle sıyrılabildiğidir. Dilthey’ın giydiği, bu sözde beyaz önlüğün adı empatidir. Ona göre kendisini bağlamsızlaştıran ben, geçmişi yeniden yaşayabilir (Nacherleben). Tarihselciliğin yeniden yaşama kavramı pozitivist tarih biliminin öngördüğü gibi nasıl yaşanmışsa öyle anlayabilmektir .

Geçmiş, şimdi kılınır. Halbuki geçmişin yinelenebilir olması doğa bilimlerinin yöntemidir, amacı da olgular arası yasaları bulmaktır. Tarihte yasalar bulmayı istemek de onu doğa bilimi olarak tasarlamaktır.

W. Benjamin, bu tarz bir empatide insanî etkinliğin tarih içinde yalıtılmış bir içeriğe dönüştürüldüğünü söyler (Tiedemann 1987: 145-46). Bu da onu ölü bir malzemeye dönüştürür. Dilthey, tarihi düşünce ile eşitleyerek sanki tarihte etkinlik yokmuş gibi yapar. Bunun da sonucu tarihin teorik (contemplative) bir kavrayışla anlaşılmaya çalışılmasıdır. Tarih, zihnin nesnesi değildir. Etkinliksiz bir tarih W. Benjamin’in karşısına çıktığı tarih anlayışıdır.

W. Benjamin’in eleştirdiği ikinci nokta bu tarih anlayışının kurtuluş (Erlösung) ümîdini (Hoffnung) imkan olarak kendisine tasa edinmemesidir (Tiedemann 1987: 146). Bu tarih anlayışı, geçmişe yönelme tarzının bir uzantısı olarak şimdiyi değiştirmeye yönelik her tür praksisi kategori olarak saf dışı eder. W. Benjamin’e göre kurtuluş ümîdi taşımayan her tür tarih anlayışı galiplerin zaferini olumlar, sağlamlaştırır.

W. Benjamin’e göre, geçmişin imgesi bir defalıktır; o yakalanamaz, yeniden yaşatılamaz [5. tez]. Kısaca, tarihçinin geçmişi nasıl yaşanmışsa öyle kavrama girişimi kadar, beyhude bir faaliyet olamaz. Her geçmişe yöneliş, belirli koşullanmışlıklar bağlamında gerçekleşir. Kimse benin kendisini paranteze alıp, tarihselliğini iptal edemez. Her okuma bu yüzden zorunlu olarak bugünün okumasıdır.

W. Benjamin’in üzerinde durduğu mesele, gerek tarihselci gerek pozitivist tarih anlayışlarının bilimsellik kaygısıyla oluşturdukları epistemolojilerin, tarihteki etkinliğin kavramsal olarak anlaşılmasından uzaklaşmalarıdır. Bu yüzden tarihin, yeni bir kavramına zorunlu olarak ihtiyacı vardır.

Tarihçinin esas yapması gereken, tarihî sürece içkin çelişkilerin ve toplumsal adaletsizliklerin tanınmasına, ortaya çıkarılmasına yönelik bir faaliyette bulunmaktır (Münster 1996: 78). Önceki dönemlerle, şimdinin zamanı arasında diyalektik bir ilişki kurulmalıdır. Bu ilişkinin nasıl olabileceğinden bahsedebilmek için W. Benjamin’in geçmişten ne anladığı açıklamak gerekir.

Buna göre geçmiş kendisinde insanlığı kurtuluşa yöneltecek gizli bir zaman dizini barındırır [2. tez]. O halde, geçmiş insanlığın ümitlerini taşıyan bir potansiyeldir. Geçmiş, kendisine yönelecek, ondaki potansiyeli fiilî hale getirecek tarihçinin bakışını bekler. Benjamin, bu noktada birçok filozoftan, örneğin Horkheimer’dan farklı düşünür.

Horkheimer’a göre, politikada dün yoktur, politikanın bakması gereken yer sadece gelecektir. Horkheimer için “geçmişteki haksızlıklar geçmişte kalmıştır ve devirler tamamlamışlardır.” (Benjamin, 2002 : 488). Buna karşılık W. Benjamin’e göre geçmiş daha tamamlanmamıştır. Geçmiş bütünüyle geçmemiştir. Geçmiş kuşaklarla, şimdikiler arasında durmaksızın süren bir diyalog vardır [2. tez].

Geçmişin hayaleti, insanlığın hiçbir kuşağını terk etmeyecektir. Geçmiş, şimdinin zamanını rahat bırakmayacaktır. Buna göre tarihte beyaz bir sayfa açıp geleceğe bakabilmek imkânı insanoğlunun elinde olmayan bir imkândır.

W. Benjamin, alışılmış geçmiş-şimdi-gelecek yatay çizgisini tepetaklak eder. Tarihin içkin olarak ilerlediği bir evrim çizgisi yoktur. Benjaminci tarih kavramı bunu iptal eder.

Gelecekte zorunlu olarak olması beklenenlerden bahseden anlayışın düzmece olduğunu imâ eden W. Benjamin’e göre, yaşanmış ve yaşanmakta olan bitmemiş geçmiş, “kurtuluş ümîdini”, mutlak bir gelecek tasavvurundan daha yoğun bir şekilde barındırır. Bir başka deyişle, tarihsel akışın kendisinde, onu yönlendiren bir yasa olduğunu iddia eden ya da böyle bir ilkenin varlığını tanımayıp, sadece insanlığın geleceğe doğru durmaksızın ilerlediği iddiasında bulunan tarih anlayışları, W. Benjamin açısından tarihin ontolojik imkânlarını kavrayamamış yaklaşımlardır. Bu anlayışların politika ve yaşam bağlamlarında karşılığı, geçmişin ve şimdinin gelecekteki bir belirsizlik uğruna fedâ edilmesidir. Şartların olgunlaşmasını beklemek söylemi, tam da bu politikalar tarafından üretilmiş bir görüştür. Bunun evrimci bir politik perspektif barındırdığı aşikârdır, zira sürekliliğin muhafazasına yönelik bir tutum geliştirilmiş olunur. Gelecek beklentisi adına sürekliliği güçlendirilen düzen, aslında her ânında yaşam alanlarının tekil üretkenliklerini baskı altına alır. Hakim zihniyetin rasyonalitesi, geçmişi cansız bir madde olarak tasavvur ettikçe praksis imkânlarını da alıkoymuş olur. Daha da genişletilirse Benjaminci söyleme göre politika hayatı dışlamış olur.

Politikanın anlamı nedir sorusuna verilecek yanıt W. Benjamin açısından geçmiş ve şimdi algısının nasıl ortaya koyulduğuyla bağlantılıdır. Geçmişin çağrısına yanıt verebilmek için anımsamaya (Eingedenken, remémoration) ihtiyaç vardır. W. Benjamin, bu yetinin kapasitesini gerek kendi politik-teolojik-materyalist felsefesinin devamlılık gösteren kavramlarında gerekse de modernlik ve toplumsallık eleştirileri bağlamlarında sorgular. Bu yetinin gücünü yenilemeye çalışır. Zira ona göre modernlik sürecinde en çok yara alan yeti budur (Benjamin 1991: 218-25). Ona göre anımsama tarih bahsini açmaya muktedirdir ve bu bahsin açılmasının yegâne koşuludur.

Geçmişin, zaman dizininde galipler tarafından silinen yazıların okunabilmesi için, şimdinin her ânında yankılanan geçmişin sesini duymak ve onu anımsamak gerekir. Kurtulmamış bir insanlık geçmişine de sahip çıkamaz [3. tez]. Kurtuluşçu düşüncenin, şimdinin zamanındaki faaliyeti, ezilenlerin geleneğini üstlenmesiyle anlamlı hale gelir. Böylelikle mevcut kuşakların da özgürleşme irâdesine katkıda bulunulacaktır. Bu tarz bir kurtarma (Rettung) girişimi insanlığın ümîdinin gerçekleşmesine katkıda bulunup, geçmiş niyetlerini üstlenecektir.

Geçmişin yakalanamaz resmi ancak parıltı (huscht, éclair) [5. tez] olara sezilebilir. Bu sebeple tarihçinin yapması gereken, geçmişin şimdi ile şimdinin de geçmiş ile kurulan diyalektik ilişkisinden ele geçen resimlerin, kurtuluş momenti bağlamında kümelenmesini sağlamaktır. Benjamin buna constellation adını verir. Constellation, geçmiş ve şimdi arasındaki parıldamaları sezebilme kapasitesidir. Bu parıltılar, şimdinin müdahalesiyle geçmişin potansiyellerinin kurtarılmasıdır. Tarihçinin bu perspektifinin güttüğü hedef, kurtarılan potansiyelin fiilî hale getirilmesidir. Böylelikle hem şimdi, hem geçmiş kurtulacaktır.

Diyalektik imgenin constellation’unda yakalanan anı (Andenken) ezilenlerin geleneğinden beslenir (Benjamin 2002: 491). Gelenek (tradition, Überlieferung) kelimesi içinde bir yerden başka yere götürme, aktarılma anlamlarını da içerir. Eğer, bu aktarılan şey kemikleşirse geleneğin kurumsallaşmasıyla son bulur. Bunun anlamı, geleneğin aktardığının olumsuz bir şekilde üstlenilmesidir. W. Benjamin, bu bağlamda, aktarılanın esas anlamını gelenek teriminde karşılayıp ezilenlerin geleneği k a v r a m laştırmasını yaparken, aktarılanın kurumsallaşmasıyla sonuçlanan bir süreci başka bir deyişle aktarılana ihanetle sürdürülen süreci, ezenlerin tarihi olarak adlandırır (Benjamin 1991: 332- 34). Ezenlerin tarihi, bu süreci hep bir süreklilik olarak tasarlar.

Süreklilik fikri aktarılanların niyetlerinin bu süreklilik nâmına sömürülmesiyle sürdürülür. O halde, pozitivist tarihçinin empati kurup galip lehine hizmet ettiği sürecin adı, kültürün ve kültür ürünlerinin aslında birer barbarlık belgesi haline getirilmesi sürecidir.

Tarihte adı anılmayan anonim kişilikler aslında tarihin akışında en çok öneme sahip olanlardır. Onların ürettikleri ürünlerin, eserlerin ve işlerin aidiyeti onların elinden alınmıştır. Örneğin, Mısır piramitlerini yapan yüzlerce kişi yerine firavunun isminin anılması, bir ülkenin kurulmasında sadece generallerden bahsedilmesi, yahut Avrupa’daki sanat tarihi müzelerinde dünyanın dört bir yanından çeşitli yöntemlerle getirilmiş eserlerin o ülkenin kültürel zenginliği sayılması gibi birçok durumda, kültürel ürünler, onu yaratanlardan ve onların geleneğinden yoksun bırakılmıştır. “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda barbarlık belgesi sayılmasın” [7. tez ].

Öyle bir tarih anlatılmalıdır ki, bu haksızlığın hesabını sorsun, ezilenlerin geleneğini sahiplensin. Materyalist tarihçi, ezilenlerin geleneklerine ancak tarihin akışının kesintiye uğratılmasına uygun düşen bir tarih kavramı geliştirerek sahip çıkabilir. Ezilenler ise, tarihin sürekliliğini şimdinin zamanında askıya alır. Şimdinin zamanının, en açık ifadesi tarihsel sürekliliğin parçalanmasıdır. Ezilenlerin geleneği akıntıya karşı yüzmektir.

Tarihçinin yapması gereken tarihin havını tersine taramaktır [7. tez]. Bu tarih kavramına tekabül edecek politika herkesin tek yön gördüğünü, W.Benjamin’in Yıkıcı Karakter yazısında bahsettiği gibi, sonsuz sayıda yola dönüştürecektir. Böylesi bir politika kemikleşmiş olanı kırar, çoğulluğu hayatın içine sokar.

Sonuç olarak, W. Benjamin, burada ancak çok sınırlı bir boyutuyla ele alınan “yeni” tarih kavramıyla, felsefî soruların mekanını Adorno’nun deyişiyle büyük metafizik meselelerden yola çıkan düşünce yerine, toplumsalı somutlaştıran ve ondan hareket eden bir hakikat düşüncesine çevirmeyi başarmıştır. (Adorno 1999: 73) Bunu yapmakla W. Benjamin’in hedeflediği, toplumsal çelişkilerin,felsefenin gündeminin dışına atılamayacağını, bir başka deyişle Marks’a kadar felsefenin arızî nitelik olarak atfettiklerinin artık arka planda kalamayacağını göstermektir.


 Murat Ertan KARDEŞ

Kaynakça

ADORNO Theodor W, Sur Walter Benjamin, trad. C. David, Allia, 1999
BENJAMIN Walter, Paris capitale du XIXe siècle. Le livre des passages, trad. Jean Lacoste,
Paris, le Cerf, 2002
BENJAMIN Walter, Le concept de Critique Esthétique, trad. P. Lacoue-Labarthe et A.-M. Lang,
Paris, Flammarion, 2002
BENJAMIN Walter, Charles Baudelaire, trad. J.Lacoste, Paris, Payot, 2002
BENJAMIN Walter, Œuvres I, trad.Maurice de Gandillac, P.Rusch et Rainer Rochlitz Paris,
Gallimard, Folio Essais, 2000
BENJAMIN Walter, Œuvres II, trad.Maurice de Gandillac, P.Rusch et Rainer Rochlitz Paris,
Gallimard, Folio Essais, 2000
BENJAMIN Walter, Œuvres III, trad.Maurice de Gandillac, P.Rusch et Rainer Rochlitz Paris,
Gallimard, Folio Essais, 2000
BENJAMIN Walter, Origine du drame baroque allemand, trad. S.Muller, Paris, Flammarion,
2000
BENJAMIN Walter, Sens Unique, précédé de Enfance Berlinoise, trad. J.Lacoste, Paris, 10_18
éditions, 2000
BENJAMIN Walter, Je me déballe ma bibliothèque, trad. P.Ivernel, Paris, Rivages, 2000
BENJAMIN Walter, Écrits Français, présentés par J.-M. Monnoyer, Gallimard 1991
BENJAMIN Walter, Correspondance 1-2, éd. T.W.Adorno et G.Scholem, trad. Guy
Petitdemange, Paris, Aubier, 1979
BUCK-MORSS Susan, The Dialectics of Seeing, MIT Press, 1999
DIDI-HUBERMAN Georges, “L’image-malice.Histoire de l’art et Casse-Tête du Temps”, dans
Devant le Temps, Les Éditions de Minuit, 2000
GAGNEBIN Jeanne-Marie, Histoire et Narration,L’Harmattan, 1994
MÜNSTER Arno , Progrès et Histoire, Walter Benjamin et Histoire, Kimé, 1996
LÖWY Michael,Walter Benjamin: Avertissement d’incendie . Une lecture des thèses Sur le
Concept d’Histoire, P.U.F, 2001
RAULET Gérard, Le caractère destructeur : Esthétique, théologie et politique chez Walter
Benjamin, Aubier, 1997
TIEDEMANN Rolf, Études sur la Philosophie de Walter Benjamin, trad. R. Rochlitz Actes Sud,
1987


ÜÇÜNCÜ CUMARTESİ..(ÖYKÜ) / Mustafa Resa Becan



Zoltan lakabıyla da anılan özel dedektif Nurettin Zoltanoğlu, çalışma masasından sıkıntıyla kalktı. Ne zaman bilgisayarı açsa, planladığı işin dışında başka bir sürü gereksiz şeyle uğraşır, sonra da yoğun bir tatminsizlik duygusu ve göz ağrısı eşliğinde yerinden kalkardı. Teşvikiye'den Beşiktaş'a inen dik yokuş üzerindeki eski bir apartman dairesinde yalnız yaşıyordu, yalnızlığına gerekçe olarak da bağımlılık düşüncesinin kendisini bunalıma sürüklediğini ileri sürerdi. Buna karşılık yıllardır aynı evde oturuyor olması, karakterini hayatına yeterince uyarlayamamaktan kaynaklanan garip bir çelişki olarak düşünülebilir. Felsefe eğitimi almış, gençlik yıllarının önemli bir bölümünü dergilere yazı yollayıp sanat ve düşünce çevrelerine takılarak geçirmişti. Dışarıdan oldukça çekici görünen bohem bir hayattı bu. Ama bir gün, felsefenin dünyayı ancak yorumlamaya yettiğini söyleyerek dedektif olmaya karar verdi, eski arkadaşlarıyla da ilişkisini kopardı. Geçiş süreci hakkında elimde yeterli bilgi yok, ayrıca dedektifliği neden felsefenin anti tezi yerine koyduğu da gerçek bir muamma. Bu gibi konularla ilgili sorular sorulduğunda baştan savma yanıtlar vererek sohbeti başka yöne çektiğini biliyorum sadece.




İstanbul'un tipik bol nemli sıcağı kendini hissettirmeye başlamıştı artık, klimanın yapay ve çarpıcı serinliğini fazla sevmediğinden sürekli çalıştırmıyor, fakat bu kez de yoğun nemin bezdirici ağırlığını üzerinde hissediyordu. Pencereye yönelip alışkın olduğu manzarayı izledi bir süre, evinin ön cephesi, içinde bir yüzme havuzunun da bulunduğu sosyal tesislere bakıyordu. Üç hafta hafta kadar önce, kocasıyla kızı arasındaki muhtemel bir yasak ilişkinin varlığından kuşku duyan bir hanım kendisiyle temas kurup gerçeği öğrenmek için hiçbir özveriden kaçınmayacağını söylemişti. Zoltan, önce entrikayı anlamakta güçlük çekti. Ensest vakalarıyla ilgilenmediğini bildirerek kadını geri çevirmenin uygun olacağını düşünüyordu. Fakat adamın kadının ikinci kocası, kızının da eski eşinden olduğunu öğrenince olayı biraz daha makul bulup dolgun bir ücret karşılığı teklifi kabul etti. İlk bakışta iş biraz sıkıcı gelmişti, ama hayat zaten ona hep sıkıcı görünürdü. Gençlik yıllarında yazdığı ve yayınlanmayan bir çalışması, felsefe tarihin en karamsar metinlerinden biridir.



Kimliğini ve kendini gizleyip sadece kocası ve kızıyla ilgili ayrıntılı bilgiler veren bu garip kadının böyle bir saçmalık için bu kadar parayı gözden çıkarmasını zengin şımarıklığı olarak yorumluyordu, azımsanmayacak bir peşinatı da hesabına yollamıştı üstelik. İş, nerdeyse semtin dışına bile çıkmasını gerektirmeyecek kadar kolaydı oysa. Genç kız, yakında ailece çıkılacak tatilde beyaz gözükmemek için yüzme havuzunda geçiriyordu günün büyük bölümünü. Bütün tatil mekanları gibi, hayatın yalnızca neşeden ve erotik gerilimlerden ibaret olduğu hissini veren bu havuza Zoltan da takılırdı ara sıra. Garip ismi, az bulunur mesleği ve karanlık kişiliği nedeniyle hem çevresinde bir miktar gizem duygusu uyandırır, hem de küçümsemeyle karışık alaycı dedikoduların türemesine yol açardı. Selin'i ilk gördüğünde bu izleme işinin tahmininden daha eğlenceli olabileceğini düşündü, kız fotoğraflarda göründüğünden güzeldi. Hayata dair kafasına takılan hiç bir soru yokmuş gibi, son derece programlı ve kararlı bir görünüm çiziyordu. Her gelişinde, havuzun cadde tarafındaki köşesine tereddütsüzce yönelip şezlonglardan birine yerleşir, güneş yağını itinayla sürdükten sonra genç ve yumuşak tenini ışınların yakıcı temasına bırakırdı. Bir saate yakın, çeşitli yatış pozisyonları deneyerek sürdürdüğü bronzlaşma etkinliğinin ardından havuza girer ve yirmi dakika kadar yüzdükten sonra da duş kabinlerinin bulunduğu bölüme giderdi. Bu yürüyüşleri izlemeyi kendince günün en zevkli anlarına dönüştüren Zoltan, onun hangi duş molasından sonra hangi renk bikiniyi giyeceğini ezberlemişti artık. Renklerin sırasını bile değiştirmeye gerek görmeyecek kadar düzene bağlı bir kızın, hiç de çekici sayılamayacak bir üvey babayla yasak ilişki yaşaması pek mantıklı gözükmüyordu açıkçası. Yaklaşık yirmi gündür izlediği halde bu yönde herhangi bir işarete rastlamaması da çıkarımını destekler nitelikteydi. Kızın havuz çıkışlarında neler yaptığını kendine özgü biçimde kayıt altına almıştı. Hafta içi kayıtlarında, eve gitmeden önce tek başına ana caddede vitrin baktığı, bazen de bir mağazaya girip alışveriş yaptığı yazıyordu. Cumartesi günlerinde ise havuzdan biraz daha erken çıkıp arkadaşlarıyla buluşuyor, sonra da semt civarındaki kafelerden birine giriyordu onlarla birlikte. Maaşlı ve güvenilir elemanı Kamil, şüpheli kocanın ders verdiği fakültenin çevresindeydi bütün gün. Oldukça becerikli bir yardımcı olduğundan içeri sızmayı da bir şekilde başarmış, böylelikle hedefini daha yakından izleme fırsatını ele geçirmişti. Ders dönemi sona erdiğinden adam zamanının çoğunu odasında, bilgisayarı ve kitaplarıyla geçiriyordu Kamil'in verdiği rapora göre, hiç aksatmadan her akşam aynı saatte de evde oluyordu. Genç kızla dış mekanlarda bir araya geldiğini bu süre içinde gören olmamıştı. Evin içinde ilişkiye girmeleriyse, evde böyle kuşkucu bir anne varken zaten imkansızdı.



***



Kendini her zamankinden daha sıkıntılı ve tedirgin hissetmesinde bu sonuçsuzluk duygusunun payı büyüktü. Az önce internette yapmaya çalıştığı araştırmayı da hiç ilgisiz başka konulara dalması nedeniyle tamamlayamamıştı. Aslında kadın, ille de bir yasak aşkın varlığının kanıtlanmasını beklemiyordu, tek istediği kaygılarından kurtulmak olduğunu açıklamıştı telefon görüşmesinde. Ortada bir ilişkinin olmadığına dair sonuç onu mutlu etmeye yetecekti. Fakat Zoltan, belki de meslek onuru kavramını biraz yanlış değerlendirmesi nedeniyle hiçlik durumlarına karşı oldukça tepkiliydi. Müşterilerine bir olumsuzluk bildirimiyle geri dönmek istemiyordu. Ayrıca yıllar boyunca geliştirdiği sezgi yeteneği de, eğer ortada kendisine ihtiyaç duyulmasını gerektirecek kadar büyük bir kuşku varsa bunun bir şekilde gerçeğe dönüşeceğine işaret ediyordu. Genç kızı izlemeyi kendi üstlenmişti. Dürüst konuşmak gerekirse havuzun cazibeli ortamının bu tercihinde oynadığı rol pek önemsiz sayılmazdı. Buna karşılık, iş esnasında istencini bütünüyle arzunun egemenliğine bırakacak biri de değildi. Selin’i gözetim altına almayı seçmesinin nedeni, onun daha kolay ulaşılabilir bir mekânda bulunmasından çok, bu vakanın doğal çekim merkezi olduğunu düşünmesiydi.



Bermuda şortunu giyip havuz çantasını alarak evden çıktı, günlerden cumartesiydi, izleme süresi içindeki üçüncü cumartesi günü demekti bu. Üç sayısıyla arasında saplantılı ve dahası sancılı bir ilişki olduğundan bu işi artık bitirmesi gerektiğini düşündü. Bir salınım hareketinin üçüncü periyodu geçmesi durumunda kaotik bir sarmala dönüşeceğini okumuştu bir yerlerden. Gerek bu bilgi, gerekse çocukluğundan beri bu rakamla ilgili dinlediği hurafe ve söylenceler ruhunda kalıcı etki bırakmıştı anlaşılan. Havuz, havanın da iyice ısınmasıyla normalden daha kalabalıktı o gün, yer bulmak biraz zor olacaktı. Erken saatte gelmiş olan Selin, her zamanki yerinde, artık iyice bronzlaşmış tenini daha da yakmak için güneşin altına eflatun bikinisiyle pervasızca uzanıp uykuya dalmış görünüyordu. Zoltan, uygun bir yer bulmak için bakınırken kızın çok yakınındaki bir şezlongun boş olduğunu gördü. Bu hoş bir tesadüftü, belki de kızla konuşma fırsatı yakalayabilirdi. Eski moda barın hoparlöründen bir zamanlar çok sevilen, ama artık pek hatırlayanı kalmayan ünlü bir pop şarkısının ezgileri yükseliyordu. Bu melodi ve ortamın yıllardır korunan alçakgönüllü dekoru, yan taraftaki okulun bahçesiyle havuzu sınırlayan duvarın üstünden süzülen sarmaşıklar, tenis kortunun bulunduğu teras, bir yıllık özlemlerini denetimsiz coşkularıyla gidermeye çalışan çocukların acemi kulaç sesleri, geçmişin sebepsiz mutluluk beklentilerini anımsattı Zoltan’a. Her şeyin gelecekte bugünkünden daha güzel olabileceğini düşünmekten kaynaklanan o saf heyecanın dalgası ruhunun sarp kayalarına birkaç kez vurup geri döndü. O esnada gözü havuzda beliren bir yansıya takılıverdi aniden, Beşiktaş sırtlarındaki terk edilmiş bir binanın suretiydi bu. Yıllardır boş olarak orada öylece duran bu yapının nasıl olup da o kadar mesafeden havuza yansıyabildiğini düşündü. Fizik dersinde öğrendiği optik yasalarını hatırlamaya çalıştı, ama o kadar geride kalmışlardı ki, bilgilerini toparlaması o an için mümkün görünmüyordu. Düzlem aynalarda ışığın yansıma kurallarını, havuz yüzeyinin de bir düzlem ayna görevi üstlendiğini hatırlaması epey zaman alırdı. Normalde belki dikkat bile etmeyeceği bu durumdan rahatsızlık duydu, açıklık getiremediği yeni bir olgu çıkmıştı karşısına. Aslına bakılırsa kafa karışıklığına yol açabilecek bir konu daha vardı: Renkler. Eflatun, Selin’in günün sonunda tercih ettiği renkti, bu saatte üstünde beyaz bikininin olması gerekiyordu. Belki de sıkılıp renk sıralarını değiştirmişti, böyle genç ve güzel bir kız için günleri oldukça tekdüze geçiyordu ne de olsa. Havuza görüntüsü yansıyan binanın silinmeye yüz tutmuş dış boyasının renklerinin de eflatun ve beyazdan oluşması ise çok garip bir eşleşmeydi gerçekten.



Kızla bir diyalog başlatmak için uyanıp kendisinden yana dönmesini beklemek zorundaydı. Yanında getirdiği bir kitabı okumayı denedi beklerken, güneşin altında cümlelere ve anlamlara yoğunlaşmak pek kolay değildi, on dakika kadar çabaladıktan sonra direnmekten vazgeçip bıraktı okumayı. O sırada kızın vücudu hareketlendi, önce bacaklarını oynattı ardından da yatma yönünü değiştirerek yüzünü görünür kıldı. Zoltan neye uğradığını şaşırarak oturduğu yerden fırladı bu yüzü görünce. Yarım saattir Selin zannettiği kız bir başkasıydı. Onun yerinde yatıyordu, vücudu da onunkinin kopyasıydı adeta ama o değildi. Aklına ilk gelen şeyi yapıp adamını aradı, galiba sonunda bugün bir şeyler olacaktı. Fakat aksilik bu ya, Kamil'e ulaşılamıyordu bir türlü. Telefonunu yirmi dört saat açık tutan adamın en gerekli anda kapatacağı tutmuştu, normal değildi bu. Aceleyle çıktı havuzdan, beklentinin dışındaki gelişmeler çevresiyle arasına görünmez bir duvar örerek olan bitene karşı duyarsızlaştırmıştı onu adeta. İnsanları görmüyor, seslerini duymuyordu. Eve gidip havuz çantasını bıraktı, üzerini değiştirdi. Kamil'i sürekli aramayı ihmal etmiyordu bir yandan da, ama sonuç aynıydı. Kadını arayıp kocasıyla kızının nerede olduklarını sormak da mesleği adına utanç verici ve gülünç olurdu, böyle bir şey yaptığı anda dedektifliği bırakması gerekirdi. Ne yapacağını bilmez bir ruh haliyle çıktı evden. Sonra aklına, havuza gölgesi vuran bina geldi, çok önemli bir imge değildi belki ama karmakarışık düşüncelerin arasından öne sıyrılıvermişti birden. Onun bulunduğu sokağa gelince şöyle bir gidip yakınından bakmakta bir sakınca olmayacağını düşündü, nasıl olsa kimselere ulaşamıyordu. Peşinatı iade edip başarısızlığını itiraf etmekten başka çare yoktu, olayın denetimini kaybetmişti ne yazık ki. Hiçlik kavramından nefret eden biri olarak, böyle bomboş, terk edilmiş koca bir yapıyla baş başa kalmak ilginçti doğrusu. Belirsiz bir kader, onu hayatının boşluğunu simgeleyen bu iri ama kof binayla yüzleştirmek ister gibiydi. Metruk binaların davetsiz misafirleriyle karşılaşma riskini fazla önemsemeden, açık duran kapıdan içeri girdi. Sokaktan duyulan zayıf sesler, dış dünyanın kendisi için artık dönülemez bir mesafede kaldığı duygusunu uyandırıyordu. Zemin katın arka taraflarına doğru ilerledikçe o sesler de duyulmaz oldu, her yer varlık öncesi bir sessizliğe büründü ve ortam giderek karardı. Görüş neredeyse sıfırdı. Şansını fazla zorlamaması gerektiğine kendini ikna edip dönmek üzereyken, tuhaf bir titreşim ona orada yalnız olmadığını hissettirdi. Koşarak oradan çıkmak istediğindeyse yerinden kımıldayamadığının farkına vardı. Somut bir nesne ya da nesneler grubu hareketine engel oluyordu. Anlam vermekte daima güçlük çektiği hayatı, olması gerektiği gibi anlamsızca sona erecekti demek ki, her şeyin bir an önce olup bitmesini diledi. O anda bir ışık parladı, sonra bir başkası ve ardından diğerleri. Ortalık aydınlanınca hareketine engel olan nesnelerden birinin yardımcısı Kamil, diğerinin de eski dostlarından ressam Tevfik olduğunu gördü. Tevfik arkadaki birilerine başardık anlamına gelen bir işaret çakınca "İyi ki doğdun Zoltan" diye şarkı söyleyen bir koronun sesi duyuldu. Şaşkınlıktan dona kalan Zoltan gardiyanları tarafından geri döndürüldüğünde eski çevresinden çok sayıda arkadaşını, çeşitli yiyecekler ve büyük bir pastayla süslenmiş geniş masayı gördü. Evet, bugün onun doğum günüydü ama herhangi bir kutlama planı olmadığı gibi hatırlanmayı da beklemiyordu.



Kalabalık arasından biri, kendi gibi bir felsefeci ve eski sevgilisi olan Nevin, yanında gizemli işvereninin profesör kocası, meşhur Selin ve az önce havuzda Selin'in yerinde yatan kız olmak üzere birkaç adım önde duruyordu. Bütün bu görüntüler ona bir rüyanın içinde olduğunu düşündürdü. Çünkü karşısındaki verileri bir gerçeklik zemininde birbiriyle ilintilendirmek pek kolay değildi.

"Planımın tutacağına kimse inanmıyordu. Bunların çoğuyla iddiaya girdim ve sayende bir servet kazanacağım", diyerek yanına geldi Nevin. "Seni tekrar aramızda görmek istiyorduk ama bunu normal yoldan beceremeyeceğimizin farkındaydık. Ne kadar inatçı olduğunu hepimiz biliriz. Sonra benim aklıma bir fikir geldi. Çok riskli bir plandı benimkisi, şu an burada kutlamayı sensiz yapıyor olabilirdik. Ama işte seni ne kadar iyi tanıdığımı herkese kanıtlamış oldum, biraz da şansın yardımıyla seni buraya getirmeyi başardık."



"Ne planından, nasıl bir şanstan söz ediyorsun? Hiç bir şey anlamadım", diyecek oldu Zoltan.

“Önce sana eşim Ekrem’i tanıştırayım”, diye profesörü işaret etti Nevin. “İkinci eşim demek istiyorum tabii. Yirmi yıldır görüşmediğimiz için hayatımda neler olup bittiğini bilmiyorsun, oysa ben seni hep izledim uzaktan. Hala aşık olduğumdan değil, insan olarak değer verdiğim için. Bu benim ikinci evliliğim. Selin benim ilk evliliğimden olan kızım. Ezgi de Selin’in okuldan arkadaşı. Seni tekrar kazanmak için aklıma bu müthiş fikir geldiğinde onların yardımını istedim. Tabii önce senin benim için artık sadece değerli bir dost olarak anlam taşıdığın konusunda Ekrem’i ikna etmek zorunda kaldım. Sonrasını biliyorsun, gizemli kadın rolüne bürünerek seni malum iş için tuttum. Ama bence biraz fazla safsın. Yüz yüze görüşmeden anlaşma yapma insanlarla bir daha.”



Bu cümlesinden sonra bir gülme molası verdi Nevin, büyük başarısını bu tür esprilerle süsleyip zaferinin tadını çıkarmak istiyordu belli ki. Onun bu eğlencesine pek katılmış gözükmeyen Zoltan, “Hala anlayabilmiş değilim, buraya geleceğimi nasıl tahmin ettin?”, diye sordu.

“Çok basit”, dedi Nevin. “Sana zihinsel bir yol döşedim buraya getirmek için. Hiçbir garantisi yoktu ama denemeye değerdi. Seni çok iyi tanımam ve olağanüstü şans halleri bana yardım etti planımı uygularken. Üç sayısıyla ilgili saplantını bildiğim için planın içinde bu rakamı vurgulayan bir imge olmalıydı. Hatırlarsın, seninle birlikteyken cumartesileri bizim günümüz ilan etmiştik. Beyaz renk sevgimizi simgeliyordu, eflatunu ise nedensizce severdik. Eflatun da en etkilendiğimiz filozoftu. Ayrıca senin hiçlik konusundaki hassasiyetini ve bu havuzla geçmişe dayanan bir bağın olduğunu da biliyorum. Doğum gününün bu yıl cumartesiye denk gelmesi kastettiğim olağanüstü şans hallerinden ilkiydi. Havuzu karşıdan gören bu eflatun-beyaz boyalı terk edilmiş binayı keşfetmem de ikincisi oldu. Ufak bir teknik araştırmayla havuza aksinin vurduğunu tespit ettiğim bu bina planımda hiçliği temsil edecekti senin için. Öğünmek için söylemiyorum ama benim zeki olduğumu bilirsin, aynı zamanda biraz sinsi de sayılırım. Oturup bu planı tasarladım, oyuncularımı ve senin adamın Kamil’i ayarlayıp uygulamaya geçtim. Senin bu işe başladığın üçüncü cumartesiye, yani doğum gününe kadar ortalık sakin olacak ve ben bütün silahlarımı bugün devreye sokacaktım. Elbette havuzdaki yansıya dikkat etmeyebilirdin, ama senin kırk beşinci doğum gününde her zamankinden daha hassas olacağını düşündüm. Eflatun-Beyaz çiftine de dikkatini çekmem gerekiyordu, bunu yapmak için bikini renk düzenini kullandım. Selin’le Ezgi’nin yerini değiştirerek üçüncü cumartesi konusunda kafanı iyice karıştırmak istedim. Son olarak da Kamil’e telefonunu kapatmasını söyleyerek seni iyice sıkıştırdım. Bütün bu dolaylı ve dolaysız imgelerin bir araya gelip seni bu binaya iteceğini hesapladım. Tabii sadece güçlü bir sezgiydi bu, gelmeme ihtimalin de çok yüksekti. Belki de hiçbir şeyin farkına varmayacaktın. Arkadaşları organize etmemse fazla güç olmadı, hepsi bana destek verdi sağ olsunlar. Sen gelmesen biz gıyabında kutlayacaktık doğum gününü. Ama işte buradasın! Sanırım bir tebriği hak ettim.”



“Evet gerçekten kutlarım, çok ince ve sinsi bir plan”, dedi Zoltan. Şaşkınlığı sürüyordu, eski sevgilisinin hayatında hala bu kadar önemli bir yer tutmasından gurur duymakla, bu kadar uğraş gerektiren bir hedef olmanın verdiği rahatsız edici duygu arasında gidip geldi. Bunca insana bir teşekkür borçluydu belki, ama başta Nevin olmak üzere onların yakınlıklarına içten bir cevap verecek halde değildi. Artık hiçbiri onun için önem taşımıyor, onlarla birlikte olmak sıkıntıdan başka bir anlam taşımıyordu. Yine de bir süre içeride oyalandı, pastadan yedi. Yarım saat kadar sonra partiye gelenlerin önemli bir bölümü orada bulunuş nedenlerini unutup küçük sohbet grupları oluşturmaya başlamışlardı bile. Bu durumdan yararlanan Zoltan bir yolunu bulup kimseye görünmeden kaçtı binadan. Yokluğunun farkına varmayan davetliler daha uzun bir süre kalarak partiye devam ettiler. İki gün sonra aklına peşinat parası geldi, onu Nevin’e iade etmek zorundaydı. Bu konuyla ilgili aradığında, şu an para düşünecek durumda olmadığını, Ekrem’le Selin’in birlikte ortadan kaybolduklarını söyledi Nevin.

Mustafa  Resa Becan




"Bilmiyorum, pek aklım ermiyor, güç bela seçiyorum,
ama bence şarkısı nemli menekşelerden alır rengini,
toprağa uyumuş menekşelerden
herkes bilir yeşildir ölümün yüzü,
yeşildir ölümün bakışı
bir menekşe yaprağının keskin nemini,
ve hırçın kışın ağır rengini almıştır.."

Pablo Neruda
Çev.Adnan Özer


Öneri..// Leonardo Lorenz / Çev. Doruk Satenay



Öneri

Bir sigara yakıyorsun, elindeki kadehten yudumluyorsun,
Ve artık kendinde saklı o meçhul  mutlu insanın peşinde değilsin,
Sen ki bahtsız birisi değildin,
Sen ki sabırsız da değildin.

Birisi bekleyişte,
Kendini bekleyen birisi
Tam saat altıda, kapalı bir yerde geçecek olan konuşmalar
Ara sıra tanıdık birinin uğradığı bir kaffede,
Ne de olsa dostluk, bir abartıdır, ama dengeli bir nağmedir.
Zihninde ısırılmış  seslere odaklanıyorsun
Kedilerine ve köpeklerine mama alıyorsun
Mia için yazıyorsun,
Boris’e telefon açıyorsun
Sonunda ise realizmi öğreniyorsun,
Ev kiranı, faturalarını, küçümsemeleri, hakaretleri göğüslüyorsun işyerinde,
Ama tüm iş arkadaşların sevimlidir,
Tümü evli ve çocuklu
Bak işte kumral saçlı kız üçüncü  kadehini içiyor.

 

Şiir:Leonardo Lorenz
Çev. Doruk Satenay


Ana Ahmatova Anısına ..// A.Ahıska



I.


Hayır, Ne yabancı kanatlar,
Ne bigane gökyüzü
Hiç birisi korumadı beni
Ben halkımın keder örtüsü altında yaşadım
O zamanlar
O mekanda.


II.

Herkes gitti, kimse dönmedi
Yaprakla örtülü asfalt yolda,
Uzun zaman kimseyi beklemeyeceksin
yine birbirimize varacağız,
Vivaldi’nin Adagio’sunda.
Bir rüyanın sihrinde,
yine mumlar sararıp sönerek karanlığa gömülecekler.
ama Arşe hiç sormayacak
gece yarısı evime nasıl girdiğini
bu anlar da geçecek,
belirsiz ve boğuk inlemeyle,
avuçlarımın içinden okuyacaksın
aynı mucizeleri,
ve kapımdan seni itecek
derin kaderin olan titremelerin
sahile vurmuş
donuk dalgaların dönüşü gibi.

Şiirler:Ana Ahmatova
Rusçadan Çev. Argos Ahıska

Defterin özel notu:
Ana Ahmatova hakkında şu an defter arşivinde 300 sayfayı aşkın bir dosya hazırlanmış durumda, iki arkadaşımızın ortak çabasıyla oluşturulan enfes çalışma, onun geride bıraktığı ve dilimize aktarılmayan düz yazıları ve deneysel yazılarını, onun hakkında dünyanın önemli eleştirmenlerinin görüşlerini vs.. kapsıyor.Tümü ilk kez dilimize aktarıldı. İleriki zaman diliminde muhtemelen çok farklı bir format ve "biçimde" kısmen yayınlamayı düşünüyoruz./ borges defteri


Zizek'ten Mektup Var..







Rusya’nın muhalif Rock  grubu “P-u-ss-y Riot”  üyesi 3 cesur kadın ikişer yıl hapis cezasına çarptırırdılar. Birkaç gün önce   gruba hitaben  filozof  Zizek imzalı bir mektup yayınlandı, ilk kez defter okurlarıyla paylaşıyoruz: 

Rusça yazdığınız mektubunuzu aldım. Rusçayı okuyabiliyorum(Lisede öğrendiğim dildir Rusça) ama üzülerek yazamıyorum,  affınıza sığınarak  yanıtımı İngilizce olarak yazacağım. Sizinle ilişkide olduğum için  nedenli övündüğümü söyleyemem. Aktiviteleriniz ve baskın gücün kesif ve gizli girişimleri, hatta kendi koyduğu kuralları tanımama girişimleri karşısındaki bilinçli tutumunuz herkesçe bilinmektedir.  Bundan da önemlisi sizler hepimize  cesaretle geçtiğiniz yolun bileşenlerini gösterdiniz.  Sizler Post Modernlerin karşısında  politik ve ahlaki değerlere  her zamandan daha çok gereksinim duyduğumuzu gösterdiniz.  Bunun için lütfen düşmanlarınızı ve sahte dostlarınızı boş verin, size sözde  dostça yaklaşarak, “bunlar Punk ve affa maruz kalmalılar” diyenler.  Sizler hor görülmüş  ve merhamete muhtaç birer kurban değilsiniz, sizler dayanışma peşindeki mücadeleci insanlarsınız.  Slovakya’daki öznel deneyimlerimden elde ettiğim sonuca göre Punk performansları her zaman sahte  liberal ve sözde insancıl eylemlerden çok daha etkindir. Umut ediyorum ki  olaylar yatıştıktan sonra birlikte oturup bütün konular hakkında konuşalım.  Hepimiz baskıcı güçlerin pençeleri altında yara almaya adayız, bunu çok iyi biliyorum.  Tam da bunun için size daha fazla yardımcı olamadığım için çok kızgın, kederliyim.  Lütfen, elimden bir şey geliyorsa, yapabileceğim bir şeyler varsa söyleyin. ” Prevert’s Guide to Ideology” adlı   filmi tanıtmak için gelecek hafta Toronto’ya gideceğim, filmi size adayacağım.  Belki biraz gülünç gelebilir sizlere ne de olsa  inanmayan biriyim  ben,  ama sizin için dua edeceğim. Dua edeceğim ki en kısa sürede ailenize, dostlarınıza, çocuklarınıza kavuşasınız.  Dua edeceğim ki içeride tutuklu bulunduğunuz sürece okumak için ve düşünmek için zamanınız olsun.

Slovaj Zizek
Çeviri: Poetic Mind




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***