Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Felekleri Feryadımla Doldurursam Mazurum



"Felekleri Feryadımla
Doldurursam Mazurum"
Rumi

Çok nazik olan toplumsal mekanizmanın gevşediği ve şaşladığı kriz anlarındaki kadar şaşkınlığımızı (ardından gelen umut dalgasını ) gösteren hiç bir şey yok. Böyle anlarda öğelerin ne yaptıklarını bilmeksizin ve birbirine bağlanmaksızın hareket ettikleri görülür.
Burada bencil içgüdülerinin baskısı altında toplumsal içgüdülerinin yerlerini bıraktıkları çok öğretici olan hallerden elbet ki söz etmiyoruz.
Vaktiyle aklı, mantığı zorlayacak nice enteresan “krizler”; adalet kavramını, hakkında hüküm verilecek konuya ve genel olarak yetkeye saygıyı, hangi cinsten olursa olsun, hakikat uğrundaki çekilen çileleri, zorunlu uylaşım duygusunu , ülküleştirilmiş büyük soyutlar sevgisini ve hayata arasıra acı imtiyazlar veren gerçekler kaygısını, hepsini birden tehlikeye düşürdüğüne de şahitlik ettik. Biliyoruz ki bu yönsemeleri içlerinde taşıyanlardan her biri kendi vicdanına ve buyuruksal ahlaka baş vuruyordu!
Sevgili Sufi’nin deyimi ile:
“imdi”:
Bu garip, tuhaf, saçma, trajik çarpışmayı nereye oturtacağız?
Hangi “garabet” durumdan mı söz ediyoruz?
Nazım Hikmet’in vatandaşlık “meselesinden” söz ediyoruz!

- “Bizce herhangi bir mani yok, Nazım Hikmet de tekrar Vatandaşlığa kabul edilebilir, fakat bir sorunumuz var, başvurusunu kim yapacak?” !
- Sahiden kim baş vuracak?
-Kendisi mutlaka gelmek isterdi, değil mi?
evet, çok isterdi, ama bizden tek dileği, isteği olan ve altında uyumak istediği o bir “tek” çınar ağacının yerini, patika yolunu her seferinde kaybeden cebimizdeki pusula yüzünden galiba biraz bizlere kırgın!
Peki,bu Bahar mevsiminde o koca Anadolu Çınarını bunca hüzünlere sokmanın ne soyut ne de somut bir nedeni , anlamı var mı ki? O ki yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük ozanıdır...
Onun vatanı zaten burasıdır!
Yeryüzünde kim, hangi şiir okuru Nazım adını andığı an: “ aaa, bir dakika, acaba bu koca şair nereliydi?” diye saçma, sapan bir soruyu sormuyor ki...Belucistan’nın, Türkmen Sahara’nın Kaşkar Dağlarının, Alaska sınırı köy okulu öğrencileri bile onun “aidiyeti” konusunda en ufak bir şüpheleri yok. Nedir bu kuşku, bu şüphe, bu “Oynlar” Allah aşkına? İstanbul, Kars, Mersin, Hakkari onun yeri, yurdu, yuvasıdır, Vatanıdır ! Yeryüzünde soluk alan 140 milyon Türk evladının yüreği (en kestrime yolundan) onun vatanıdır!
Dünyada yayınlanmış tüm ciddi şiir antolojilerinde, seçkilerinde onun adı Türkiye ile eşdeğerdir! Dünya onu “vatansız”! bilmiyor...Vatanların en güzeli, en sermest edicisi, en çılgını, dirençlisi, raufu, sarmalayıcı ruhu, Kuvayı Milliye, Bedreddin destanın, Rumi ocağı, Süleymaniye, Selimiye külliyesi onun yurdu, onun Vatanıdır...

Bazı hallerde toplumsal içgüdü kendi eksik kaldığı yanları da açıklar, ama o bile biraz müphemce olan genelliği içinde belirir ve yalnız kalır.
Fakat, toplumsal ruh, toplumsal içgüdü - ki o içimizdeki gerçekten ciddi biçimde kıpırdar- ve bunu karşılayan bütün duygular ruhbilimin, garip bir surette birleştirmiş olduğu, çok karmaşık ve çok değişik bir bütünü olarak çıkar karşımıza.
İşte belki birçok nedenden dolayıdır ki vicdanımızda “başkaları” da kendi aralarında çarpışırlar...
Peki tüm bu girift, tuhaf, garip, bazen aşikar çoğu zaman pinhan iç çarpışmalarımız bizi neye çağırır ki? Sorun Nazım Hikmet olsun örneğin!
Bizim (Nazım Hikmet dahil) bir bütüne ait olduğumuz gerçeği olanca gücüyle binlerce yıldır karşımızda zaten, bu bütünün gücü, ürettikleri, aksettirdiği sesler, renkleriyle, bizi aştığına dair izlenimlerimiz de vardır.O zaman biliriz ki o , bütün bizden şunu veya bunu istiyor ve o zaman biz o bütünün açtığı yola çağrıldığımızı duyarız. İşte bu hal toplumsal içgüdünün genel ve soyut şekillerinden biridir.
Bu gerçeği bugüne kadar ve olanca gücüyle kimse ortaya koymadı, doğrusunu söylemek gerekiyorsa “D” takımlarının politik-kültürel vizyonları bazen toplumun “belleği”nden çok gerilerde kalıyor.
Yoksa durduk yerde ülkenin, yurdun gelmiş geçmiş en büyük Şairinin büyük anısı kimi muhterem beylerin canlarının çektiği zaman böylesi ucuz çereze çevrilmezdi.
Ödevin yalınç ve olumlu anlamını yukarıda gördük:
Ödev, bir ereklik (finalité) ve uygunluk ilişkisi kabul eder.
Yapmıyorsanız, en azından yüzünüze gözünüze bulaştırmayın lütfen o koca şair’in, Yunus, Rumi ve Şeyh Bedreddin, Anadolu´nun , geniş bozkırların, fabrikaların isine, toprağına aşık o
sözcüklerin asalet - yer yer itiraz renklerini , kokusunu , sevgisini ve nihayetinde varoluşunu...
Mahir, hatta çok usta birer ressam olmadığınızı da biliyoruz, ama en azından geldiğimiz, beslendiğimiz o gelenek nehirlerinden dolayı “musavvar”(yaratan,tasvir eden) ve de “essebur”(sabırlı) sözcüğünün ne anlama geldiğini çok iyi bilmeniz gerekiyor.
Zorlamayın “zor” olmayan han kapılarını...
“ey gönül ! eğer merd isen işte sen.
İşte o sevgilinin derdi.
Eğer derdin varsa, can senin kölendir.
Eğer onun derdi yüzünden bir yudum tortu içebilseydin ,
yüzlerce katıksız saltanatı bir arpaya bile değişmezdin.” / Mevlana

Ey Nazım,
Sen Ay’ın , Yıldız’ın harmanı içindesin,
“çenenin çukurunda nice güzellik yusufları var,
o yusufların kovası sensin, ama hala kuyuyu veyusufu arıyorsun”!


Sevgili dostlarımız orta yerde bir saat var ve üzerinde bir şairin resmi duruyor.
Saati kurmaya mecbursunuz diyelim... o pür nur yüreği bu “çileden” kurtaralım: Toplumsal hafızanın paslanmaması için, olması hatta çoktan olması gereken işlevselliği için o saat kurulmalıdır beyler, hanım efendiler: öyle ya da böyle !

Saygılarımızla,
Borges Defteri
Borges Defteri: Rüzgarın Savurduğu Zerredir!...
İletişim: borgesdefteri@yahoo.com





iki cihan dostlarım: sufi, şafak için;
jm /2006/hasret deminden...




defter arşivinde yayınlanan
ve genç yaşta , en üretken çağında
yeryüzünü kendi isteğiyle terk eden
Güzel insan Şair Özge Dirik için (22 Agu. 2005)gelen şiir:

Özge Dirik için kırık bir Şiir,
... işte bazı sebeplerden dolayı onun "gitme" tercihini bir türlü sindiremiyorum, keşke kalsaydı ve üretmeye devam etseydi, direnmeliydi, oysa en kolay ( ya da en zor) yolu : gitmeyi tercih etmek! iş değil..

Kırık Şiir

incinen mühür kimin elinde ?
Aşksız bir dünyanın aşk halidir ,
akıp giderler hüzne
Ağır külçeler düşer adımlarının gölgesine
Ulu hükümselleri bilim olmaklığın istatistiksel matematiksel
Buyurur ve dahi kitapta yeri var ki:
her an akan bir nehirdir göçleri

kendilerine
yürüdükçe
su olur, suyun ruhuna karışırlar.

Sufi.




Ben Sverdlov

Ben sverdlov partinin göz bebeği
Fabrika çıkışlarında bora ayanoğlu ve 1960 ların taşrasında ikinci evliliğini yapan bir
bahriyelinin ikinci karısının çocuğunun arkadaşı.
Ben sverdlov barakalardan evcikler ve kadın – kuaförleri
Annesi apendist ameliyatı olmuş sıranın en önündeki yavru – kurt.
Mavi ışıklar leoparlar goben ve breslau.
İkmal yolları kesmiş.riyaziye külliyen zayıf.
İlk bisikletiyle evinden kaçan çocuk


Ben sverdlov partinin gözbebeği
Okul çıkışlarında evine gitmek istemeyen tembel
Kırmızı kurdelası sararmış güneşten
Kalem –ucunda lastikli tayyareyi ikide bir gözüne sokan

Ben svedlov ismini garnizonda her gece değiştirip
Geceleri gizlice bütün karıların evine giden.

Ben sverdlov
Arkadaşım c. troçki.


Bugün öğleden sonra.bolşevik devrimine bir duygu –kaçağı.


Yazarı:Şafak Çubukçu


"kalbim hep doğulu kaldı..." / balkan naci islimyeli




Ressam Balkan Naci İslimyeli ile Söyleşi
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Erkan Doğanay


Türk sanatının modernleşmesinde önemli katkıları olan bir sanatçımız olarak geldiğiniz noktayı anlatır mısınız?

Türk resmini, cumhuriyetle sınırlandırmak yanlış olur. Ben sanat üretirken cumhuriyet tarihiyle yetinmedim.dünya imparatorluğu kurmuş bir yapının varisleriyiz.çok daha gerisi var. Zengin bir referans alanı var. Cumhuriyet alanı modernist bir harekettir. Ama bir diğer yanı ile geçmişle bağını koparmaya yönelik travmatik bir yanı vardır.Yorumlayan siyasetçilere baktığınızda bunu görüyoruz, Mustafa Kemal asla böyle düşünmüyordu onun izini devam ettirdiğini, misyonunu sürdürdüğünü zanneden eller geçmişi harcadılar. Dolayısıyla bugün çağdaş sanat yapan büyük ustalara baktığınız zaman yapıtlarında yakın ve uzak tarihlerinin izini görürsünüz. Belleksiz sanat yapılmaz. Bellek bizim avantajımız. Çok zengin bir perspektifimiz var. Türkiye’de cumhuriyet sonrası kuşaklar sınırlandırıldı. 50 ila 60 sene arası bir tarihle sınırlandırıldı, hatta yakın tarihlerini bile bilmiyor gençler. Tamamen politik alandan ve daha pek çok şeyden uzaklaştırılmış bir kuşak var karşımızda. Şimdi biz bu kuşaktan sanat yapmalarını bekliyoruz. Kendi geçmişlerine bakmadan bir trende, eğilime, dünya modası, sanat modasının verilerinden kalkış yapıyorlar. Ne kendi hikayelerinden, ne de kendi hayatlarından esinlenmeden, genelde evrensellikmiş gibi görünen bir takım temaları kurcalayarak başka kaynaklardan fışkırmış, bizimle hiç alakası olmayan şeyleri kullanarak McDonald’s hamburgeri yer gibi amerikan kültürünü yemekle meşguller. Zaten network ağının dünyaya empoze ettiği şey bu. Hamburgerinde de bunu yapıyor sanatında da bunu yapıyor.

Peki siz bu savaşın neresinde bulunuyorsunuz?

Benim esas mücadelem bu rüzgara direnmek oldu. Yaptığım her şeyde geçmişin, tarihin, benim öznel tarihimin izleri olsun istedim. Böyle bir sanatı savundum hep. Bu davranışımın bir perspektif getirdiğini düşünüyorum Türk resmine. Hem bütün zamanları kucaklayan, onlara açık hem de modern olabilmenin mümkün olduğunu kanıtlamaya çalıştım. Bunu başardığıma inanıyorum. Başardıysam eğer, benim asıl başarım, ayrıcalığım işte budur.

İlk resme başladığınızda böyle bir perspektifiniz var mıydı?

Bu, belki de göçmen olmakla ilgili bir şey. Kaynaklarına bağlı kalmak, kökler konusundaki hassasiyet göçmenlik ruhuyla ilgili. Dedimin babası, şimdiki adıyla İslimye ,
geçmişteki adıyla Siliven olan Bulgaristan’ın bir bölgesinden. Fatih ,Evlad-ı Fatihan denilen seçkin aileler yerleştirmiş bu bölgeye. İşte İmparatorluğun oralarda temsil edilmek ve kültürünü yaymak için gönderdiği ailelerden birine uzanır benim köklerim. Tıp tahsili için buralara göç ediyor ve Leman hanımla evleniyor. Leman hanım saraylı bir kadın.Esas tarihe olan ilgim şuradan kaynaklanıyor; Türkiye’nin ilk tarihçilerinden babamın dayısı, Enver Behnan’ın
bütün kitaplarını okuyarak büyüdüm. Sanatçı olmamla birlikte, toplumda ki belleksizliği fark etmem böyle bir boyut kazandırdı.

Adınız da tasarım gibi. Herhangi bir hikayesi var mı?

Kızılderili adı gibi değil mi?..hikayesi yine köklerle ilgili. Soyadımdaki İslimyeli geldiğimiz bölgeden adımda zaten Balkanları temsil etsin diye konmuş. Biraz fazla uzun….

Batıyla doğuyu buluşturmaktan daha çok biraz Ortadoğu’yu içine alan egzotizm dışı bir hava var sanki sizin sanatınızda.

Aslında genetik olarak devraldığım bir şey herhalde batıda yerleşmiş ama doğudan aldığı değerleri batıya götürerek oraya yerleşmiş gerçek bir batılı değil ama doğunun batısına doğuyu götürmek için seçilmiş ailelerden oluşumuzdan belki böyle bir misyon taşıma sorumluluğuna girmiş bulunuyorum. İnsanın genetik yapısına da sızıyor olabilir. Bir de bizde doğu batı ikilemi bizde çağdaş sanatçıları çok zorlayan arada bırakan bir sorun bir yara gibi görülen bir şey. ben de bunun hep aksini savundum, bunun bir şans olduğunu, her ikisinden de alabilecek bir şeyler olduğunu anlatmaya çalıştım. İki yana da açılan avuçlarınızın olması bir sorun, bir şizofrenik bölünme nedeni değil gerçekte bir imkan. Onun için ben batının yöntemini, tekniğini, bilimsel kafasını takdir ettim ve işlerimde hep kullandım ama, kalbim hep doğulu kaldı.İnsana bakışım hep doğuludur. Böyle bir sentezin mümkün olabileceğini kanıtlamaya çalıştım.

Doğulu olmakla neyi kastediyorsunuz? Doğulu olmak nedir? Nasıl bir şeydir?

İnsana bakışım, figürü yorumlayışım, zenginlik olarak figürü konumlandırışımda duyarlı bir yan vardır. Dünya sorunsalı olarak da figüre bakışımda doğulu bir yandır bu.

Kaderci bir doğululuk mu?

Zaman diyelim buna, çünkü benim resimlerimin esas problemlerinden birisi zamandır. Döngüsel zamanı kullanırım resimlerimde, zaman cereyan eder, resmin kadrajlarını aşan bir kavramdır. Mesela, Özdemir Altan çok güzel bir saptama yapmıştı ilk resimlerimle ilgili olarak;“Balkan Naci’nin resimlerinde sessizlik plastik bir element olur.”diye yazmıştı. Çok güzel bir saptama. İşte bu doğulu bir ruhtur aslında . Resmin ruhu, aurası. Dinginlik doğuda bulabileceğiniz bir yaklaşımdır. Batı resmi kargaşa, kavga, çelişki, kontraslar üzerine kurulu bir dinamizm taşır. O enerji bir değer değil benim için o yırtıcı bir kavganın görüntüsü hem de endüstriyel devrimin mekanik dünyanın bir tasviri, batıda toplumsal hareketlerden çıkış yapıyor atomun parçalanması nesnenin parçalanması analitik kübizmde ortaya çıkıyor. Picasso bilimin önerdiğini biçimde deniyor, nesneler üzerinde deneyebiliyor. Doğuda öyle bir ruh yok. Doğu daima insan bakıyor,insanı hedefliyor. Mekanı tasvir ederken bile onu sahiplenme, bir güç olarak kullanma amacıyla değil de boşlukta resmedebiliyor.Yani tanrısal bir eşitlik alanında değerlendiriyor. Bu tasavvufi boyut çok modern bugün batınında endüstri sonrası krizlerinden etkilenen kuşakların sığındığı doğu ruhu gibi imrenilecek oldukça insani yanı var. Batı bugün bunu derin sıkıntılarından sonra rahatlamak için kullanıyor. İlaç olarak doğuyu kullanıyor batı.









Chaos!.../ Performans


Performans:

Special Thanks:
Pilar Caetti,
M.Yumi Miura
Cristina Botta,
and: moon82

Metin / kurgu:Borges Defteri Moderasyon Grubu
Can Sufi'mizin direncine ithaf ediyoruz!...
" kayıp satırların arasından aniden çıka gel" : Sufi (nisan 2005, defter arşivi)


Yabanıl tohumlar nerde saklanıyor?
-"içimizde"
Doğmayı bekliyorlar. Hayal Edilmeyi.
Bay Ryokan rüzgarın sesini iyi dinle,
Bütün düşünceler tüketildiğinde,
ağaçların içerisinde serbest kalırım
Ve çoban çantasının yığınını toplarım,
"GÖRDÜĞÜN BİR KURBAĞA DEĞİL".
Yosunlu çatlaklar içinden
kendi yolu yapan
Küçük bir akarsu gibi
Ben, de, sessizce (yavaşça)
Temiz ve berrağa dönüyorum: "gördüğün bir "el" değildir"...


gece rüzgarı boyunca, temenni gibi...




Can Sur'a ve onun Barış, kardeşlik tutkusuna ithafen,

'Sessizlikte, senin kutsal yerine yürürüm
Huş ve çam ağaçlarının büyük dalların altında,
Cesaretle koruduğun dünyaya
Benimkinden çok uzaklardaki


Tetikteki dik bakışlarında bilgelik var,
Benim küstahça ve uzun bakışlarım yanında çok cesur
Dikilirsin,
Ruhundan yankılanan gerçek ile
Gece rüzgarları boyunca, temenni(dua) gibi
Yakınlarda çoğalan adımlarımı sezinlersin
Ve soru, Değişmeyip olduğu gibi kalmalı mısın?
Senin yerine davet ederim
Ve seni yavaş yavaş terk eder gibi ağlarım
Ruhunun yalvarışından bir çağrı ile,
“Özgür kalbimin özgürce atmasına izin verin”. '

Bizler bir avuç yazar, okur, çizer olarak bölgemizin atmosferine sinmiş olan savaş ruhunun bir an önce esenlik, kardeşlik ve barışa yol vermesini temenni ediyoruz. Savaşın her türlüsüne, ister etnik olsun ister petrol ve energi çıkarları uğruna yapılsın, tümüne karşıyız.
“Yurtta Barış, Cihanda Barış” diyoruz ve izleyeceğiniz filmi tüm Barış ve Kardeşlikten yana tavır koyanlara ithaf ediyoruz. Aynı “utanç ve perişanlık” karelerinin bir daha yaşanmaması adına, tüm nükleer silahlanma yönelimlerini şiddetle kınayarak insanlığa , insana ve ona ait ne varsa ona yönelik “yokedici” o tahrip gücünü görebilmeniz için bu film hazırlandı.
Kendi doğrudan deneyimlerine güvenmek bütün bu iyileşmenin altın anahtarıdır.
Sana, seni sadece “bizim” gittiğimiz yola- senin gitmen gereken yola değil- yöneltecek şeyler söylemenin bir anlamı yok.
- ‘ hepisi aynı , zihinde bu tehlikeleri taşır, burada biz sadece bazı fikirleri söyleriz ...’
“ kendini saf, kirlenmemiş doğaya daldır, yaşama, paylaşıma, dostluğa, kardeşliğe, kesif durumla karşılaştığında onu red etmeye hazırlan, hakikate yönel,oturmak için, yürümek için, uyumak için dingin bir düş tarlan olsun...
o an şeyler aydınlığa kavuşacak... ve bu gördüğün “çirkin” karelerden eser kalmayacak...
uygarlaşmış öyküler bizi bu karelere vardırdı, farklı nağmelere gönlünü aç...

Kendimiz için , düş zenginliğimiz için, barış ve kardeşlik için sorumluluk alalım...

Saygılarımızla

Borges Defteri Moderasyon Grubu











Collected Fictions
Borges Toplu Öyküler
Kitabı Üzerine Eric Charlson

kaleminden bir değerlendirme yazısı,
Kaynak:Boston Book Review

Çeviri:C.Civan

Borges, diğer kişiliği ile her zaman iyi anlaşıyordu. …taki kişilik, rahat ve engin bilgililiği, ara sıra ortaya çıkan acemiliği ile yarım yüzyıl boyunca hikâyelerin ve yazıların sesi oldu. Bu, şımartılmış ve ihtiyar bir şöhrete yakışır bir biçimde ders salonları ile Amerikan Üniversitelerinde kibarca onore edilen Borges tarafından, ünü günlük hayatta akseden bir roldü. O günümüzün Milton 'u olarak övüldü. Fakat Borges, körlüğü, mütevazılığı ve kibar humor 'u kadar iki küçük hacimli kitabıyla ünlendi: Kurgular ve Alef. Yazarın görgülü arkadaş imajı, kibar ironisi; keşfedilmeze ve hayatın ana gerçeklerine dair sıkıntı veren ısrarı ve edebiyat onu konuşmacılara, biyograflara ve okurlara sevdirdi. Ayrıca, hikâyelerinde Borges dediği diğer kişiliğin hatırlanmak istediğini biliyordu. Ağırbaşlı bir mizahla yavaş yavaş diyordu, her şeyimi ona teslim ediyorum.Bu nedenle Toplu Hikâyeler 'in diğer kişiliğin bir retrospektivi olması hiç de şaşırtıcı değil. Kitaptaki 101 hikâye boyunca anlatıcının sesi ölümsüzlerin mağaralarına ve keşfedilmemiş önemli rahiplerin tutulduğu kafeslere giriyor; antik Müslüman ilâhiyatçılarla akşamlar geçiriyor, "anlatılana göre, zamandaki bir çatallaşmadan dolayı" Arjantinli bir çiftçinin unutulmuş ölümü üzerine teoriler oluşturuyor, hiçbir şey unutamayan bir çocuğun kısa süreli azaplarını kaydediyor. Bütün bir hikâye bir kişinin hayal dünyası ya da hezeyanlarında geçebilir. Dayanakları kitaplarla hafızadır ve bir sikkenin yok oluşu ya da zamandaki bir kırılma geleneksel gerçekçilikteki bir gönül hikâyesi ya da bir akrabanın ölümü kadar önemlidir. Rüyalar da tıpkı masalar ya da ağaçlar gibidir: katı ve onları hayal edeni var olduklarına inandıran sezgisel kanıtlar. Günlük hayatta, hayal kurmanın genellikle panzehir olduğu düşünülür (etrafımızdaki, tamamen zararsız öğelerden biri). Oysa bir Borges hikayesinde, zehirleyici, anıları hatırlatıcı ve yok edici olabilir. Toplu Hikâyeler, kendi hayal dünyasından oluşturduğu kariyeri ile âşina sesi ve sürekli varisi haline gelmiş, kurguların "Borges" ine materyalizmi onaylatmayarak geçirdiği ömrü gösteriyor.Yazarlar ölünce, der Borges, kitap olurlar. Bu da Borges 'in bütün hayatı boyunca hazırlanır göründüğü bir diriliş gibiydi. Üngiliz kütüphanesiyle büyüdü, çocukluğuna ait ilk hatıralarında kitaplar var ve dokuz yaşında, yerel bir gazetede Oscar Wilde 'İn "Mutlu Prens" çevirisini yayınlatıyor. Eski bir alçak gönüllü kibar Arjantin ailesinde doğdu ve babası tarafından yazar olması kaderi haline geliyor. İlk başlarda, İ diye yazacak daha sonraları, hareket adamı değil de kitap-adam olduğumdan utanç duyuyordum. 30 yaşlarımda falan bu duyguyu attım. Bundan sonra Fervor de Buenos Aires 'i ve daha sonra ilk hikâyelerini yayınlattı. 30 'ların sonu ve 40 'ların başlarında en bilinen kısa hikayelerini yazmaya başladı. 1941 'de biten "Quixote 'un Yazarı Pierre Menard" ile "Döngüsel Tapınağın Kalıntıları" Borges 'i Borges yapan ve hikâyelerini tanıtan absürd sofistikeliğin ve dramatik humor 'un mühürleridir.Borges kendine has bir tarzı olmasına rağmen hiçbir zaman bir estetik anlayışı oluşturmak için can atmadı. Ve bu da yazarın tadları ve alışkanlıklarının bir tema ya da mesaj kadar önemli olduğu hikâyelerdeki ßeffaf kişiliğe övgü. Marcel Proust 'a göre büyük romancılar, değişik değişik kitapları değil, bir tek kitabı durmadan yazmakla uğraşırlar. Bu da neden 101 hikâye boyunca bir süre önce okumaya başladığınız hikâyeyi okuyup durduğunuz fikrine ya da en azından, Borges 'in yıllar ve sayfalar önce yazdığı bir hikâyenin hâlâ taslağını çıkaramadığınız hissine kapılmanızı açıklar. Nadiren bir hikâyenin 10 sayfayı geçtiği oluyor. Çoğu bize benzer tuhaflıklar listeleri sunuyor; sapkınlarla tarihi serseriler, kayıp kitaplar, kutsal metinlerle çalınmış elyazmaları, sikkelerle geçmişten pencereler.Muhtelif hikâyelerdeki genel monoton havaya kısa ve özlü oluş, ilham dolu izlerin nitelikliliği ve epeyce humor eşlik ediyor.Zaman, yine de "bana birkaç oyun öğretti" diyor Gölgeye Övgünün önsözünde ve onları okurken tanıyabilsek de onlar anlatımda yazarı zayıflatmıyor. Bunlar büyük bir yazarın tarzıdır: "Hispanicizmin ve Arjantinizmin" ölçülü sakınımı, günlük hayatın dilinin kullanımı ve hallerin ayrıntılarındaki stress. Borges muazzam etkili bir yazar. Genellikle önemsemediğimiz detaylara kayıtsızca yaklaşıyormuş gibi yaparak belirsizliği yaymak için onların üstünde uzun uzun durur. Rastlantı ve şans olaylara farklı bir ritm sağlar: şeyleri çoğunlukla tekrar etmeyen esrarlı bir dünyanın düzenini öne sürerler. Ve Borges, olayları anlamıyormuş gibi yaparak (bu Kipling 'den ve İzlandalı saga 'lardan öğrendiğim) bizi onların içine sürer. Cehaleti içeri almak için merakın kapısını açar. Borges hikâyesi bir sembol haline gelmiş stil olarak karakterize edilemez. Labirentler, kılıç dövüşleri ve mistik kütüphaneler Borges 'in ticari markaları, ünlü imajları olmuştur. Borges için imajın tekrarlanması imajın etkisini azaltmaz; tam tersine imajın aşırı kullanılmasİ çoğu kez bir imaj ya da söz bütününü derinleştirir ya da parlatır ve bir hikâyenin dili bu nedenle bir başkası için de birbirinin yerine geçer hale gelir. Tedbirli sšzler kitabın eşitsiz parçalarını birleştirir, saklı tekrarlar "suyun bir taşı pürüsüzlerinden kurtarmasİ ve cilalanması ya da insanlığın bir atasözünü parlatması gibi" çalışır. Bu imajlar, sözler ve semboller hikayelerin dokusunu oluşturur.Düşüncenin tarihini bir düzine ya da buna yakın sayıda kitapla anlatmak dikkate değer bir şeydir ama bunu, üstelik kurgulardaki derinliği, ilginçliği hiç kaybetmeden anlatmak takdire şayandır.İlk eseri Alçaklığın Evrensel Tarihi 'ndeki hikâyeleri hariç tutarsak, diğerlerinin yapısı ani ve zarif bir şaşkınlıkla patlar. Kitabın özünde yatan birkaç nosyon: "Babil Kitaplığı 'nın" sonsuz ve münzevi doğasındaki aklın reddi ya da "Tanrının, her şeyi modlar, anlar ya da yansımalar olan bir öz olduğu inancını anlatan" "Alef" ve "Tanrının El Yazması" 'ndaki panteizm. Kavranamayan zaman; sonsuzluk, netice ve rastlantıyla hareket eden hikâyelere düşkünlüğü gibi Borges 'in ana teması olmuştur ("çünkü zaman hafızadan oluşmuştur Ve hafıza da unutuştan meydana gelmiştir").Bu hikâyelerdeki enerji kendisini, okuru şu ya da bu fikre inandırmak zorunluluğu ile ortaya çıkarmaz. (Retorik bunun için bir araçtır.) Daha doğrusu, Borges hikâyeleri hayal dünyası için misaller yaratırlar. Rüyalar düzeni hakikati çarpıtabilir ve dünyaya anlam verenin bellek olduğu inancından dolayı, doğruluk ve hayaller hakikat olabilir.Eliot "şairin kendisini dışa vuracak bir kişiliği" değil, (sadece araç olan, kişilik olmayan) izlenim ve deneyimlerin kendilerine has ve beklenmedik yollarla birleştiği özel bir aracı vardır diye yazmıştır. Borges kısa hikâyeleri ile bu hikâyeleri sadece biçimlendirip, sıkıştırarak değil; türün kendisini değiştire değiştire yazarak geçirdiği yıllarla da hatırlanacak.


Sn.İlber Ortaylı Defter'in Konuğu



İstanbul'u kültür
Başkenti yapmamak
Kimsenin haddine değildir!...

Prof.İlber Ortaylı

2010 yılında Avrupa'nın kültür başkenti olmak bizi çok çarpan bir statü; oysa İstanbul'u kültür başkenti yapmamak kimsenin haddine değildir. İstanbul Roma ile birlikte Avrupa'yı yaratan iki şehirdir, yani Murat Bardakçı'nın da bu hafta belirttiği gibi "Metropolis mundi-Dünya başkenti"dir.İstanbul'un nüfusu ortaçağlarda gayet kozmopolit birkaç yüz bin kişiden oluşurken, Avrupa'da 5-10 bin kişilik şehirler mühim sayılırdı ve ancak 18'inci yüzyıl sonunda İstanbul'un nüfusunu geçen metropoller ortaya çıktı. 2000 yıllık imparatorluk başkenti olarak İstanbul ulaşılmaz abidelerin şehri. Soğuk Savaş sona erdikten sonra İstanbul yine Balkanlar'ın, Kafkaslar'ın, Güney Rusya'nın tabii merkezi oldu. Ortadoğu dünyasının ise Kahire'den sonra ve kuşkusuz çok daha düzgün ve imkanlar bahşeden başkentidir. Okumuşu, sıradan insanı, paralısı parasızı ile İranlılar İstanbul'da nefes alıyor, eski sosyalist ülkelerin halkı burada alışverişe doyuyor.Birçok kişinin sandığının aksine İstanbul dünyanın kültür başkentlerinden biri. Dünyanın dört bir yanından gelen orkestralar, ünlü solistlerin konser ve resitalleri, tiyatro gruplarının yanında mesela dini müzik grupları veya "Türk dünyası sinema festivali", hatta "tarihi filmler festivali" gibi ilginç ve özgün düzenlemeler de var. Artan nüfusla yarışırcasına temizlik hizmetleri ve ulaşım yatırımları artıyor. 12 milyonluk bir şehirde görülmeyecek bir şekilde bahçe ve parkların düzenlenmesi her belediyenin ortak çabası. Bütün bu saydığım yönler İstanbul'un artık bir üçüncü dünya şehri olmaktan çıktığını gösterir. Pek çok sinema festivalinin yanında müzik festivali genç nüfusu yetiştiriyor. İstanbul halkı sadece turist ağırlayan değil, dünyayı gezen bir nüfus. Bir çelişki olarak bulunduğu varoştan dışarı çıkmayan yığınların yanında, her bayram şehri boşaltan sadece Akdeniz sahillerini değil, dış ülkelere giden uçakları dolduran nüfus da İstanbullu. Çarşıda pazarda sadece turist rehberlerinin değil, esnafın dahi muhtelif diller konuştuğuna şahit olursunuz.İstanbul zaten bir kültür başkenti, şehrimizi küçümsemeyelim; ancak bu durum 2010'a kadarki üç yıl içinde halletmemiz gereken birçok noksanın varlığını görmemize engel olmamalı.Affedilemeyecek manzaralarBütün bir şehri kültür başkenti olduk diye üç-beş gün içinde düzene sokmamız ve restore etmemiz düşünülemez. Lakin bir kültür başkenti için tarih bilinçsizliğini ve zevksizliği bağıra bağıra gösteren manzaralar da affedilemez; nitekim dünya zenginlikleri içinde yer alan Süleymaniye Camii'nin etrafı, onun Haliç'ten görünümüne el atmak zor iş değildir. Eminönü mıntıkasındaki kaçak yapıları da temizlemek, "kültür başkenti" havası içinde çözülebilecek bir sorundur.Mimar Sinan'ın büyük eseri Kasımpaşa'daki Piyale Paşa Camii gibisine dünyada kaç milletin zenginliği içinde rastlanır? O takdirde onun etrafındaki inşaat depolarını, kaçak yapıları yıkmak ve alanı düzenlemek gerekir. Ayvansaray bölgesinde surların üstündeki Hacı İvaz Paşa Camii civarındaki çirkin binalar da öyledir. Sorunların da mali yönden çok, birtakım nüfuz ilişkilerinden dolayı çözüm sağlanamadığı bir gerçek; oysa şimdi hava uygun, belediyemiz vaat ettiği yıkımları gerçekleştirsin yeter. Seçimler bir fırsatŞimdiden İstanbul sergi akınına uğruyor, bizim müze başta olmak üzere Avrupa'nın ünlü sanatçıları sergi açmak istiyor. Bunların bir düzene bağlanması gerekir ve hiç de pahalıya mal olmayacak çok sayıda sergi salonu düzenlenmelidir. Şehrin tiyatro sayısı azdır, Muammer Karaca gibi birçokları ise atıl yatıyor. İrili ufaklı tiyatro ve gösteri salonlarının düzenlenmesi ve 2010 yılı için beklenen büyük opera ve konser salonlarının temelinin atılması lazım. Bazı işler için bu gibi seçimler yararlı oluyor ve fırsat teşkil ediyor. Avrupa tarihi ve sanatıyla ilgili sergiler, konferanslar, yayınlar dört tarafı sarmalı, bu vesile ile Avrupa filmleri, tiyatro toplulukları, orkestra ve solistleri İstanbulluların günlerini ve gecelerini doldurmalıdır. Bunlar çok pahalı ve imkansız etkinlikler değildir, aslında bunları gerçekleştirme imkanlarımız ve alışkanlıklarımız vardır. Hareketi sağlayacak örgütlenme önemlidir. Galiba özel sektör ve medya cephesinde Nuri Çolakoğlu gibi becerikli adamların bu işe el atmaları ümitlendirici görünüyor. Üniversiteler ve devletin de bu planlamaya katılması lazım.




AB Kimin Projesi?
Dr. Haldun Çancı

Borges Defteri Üyesi Değerli Siyasal-Kültürel Alan Araştırmacısı. Öğretim Üyesi.

Üyelik garantisi olmamasına rağmen, içerisinde bulunduğumuz AB süreci, Türk toplumu için gönüllü bir süreç midir, yoksa, dayatılan bir süreç midir?
Bu sorunun yanıtı, şu anda, ülkece takip etmekte olduğumuz yolun, ne derece sağlıklı olduğunu belirlemek açısından önem taşımaktadır.
Siyasal iktidarlarımızın, kırk küsur yıldır, Avrupa kapılarında takındıkları, heveskâr ve tavizkâr tutum, toplumun taleplerini ne ölçüde yansıtmaktadır?
İktidar partilerinin, AB konusundaki gayretkeşlikleri ve toplum adına, içine girdikleri bağlayıcı yükümlülükler, halk iradesini ne derece temsil etmektedir?
Kısacası, Türkiye’deki AB projesi, toplumsal bir mutabakata mı dayanmaktadır, yoksa, dış dayatmalar yüzünden, siyasal iktidarların yürütmekte oldukları ve halka rağmen yürürlükte olan bir proje midir?
Bize göre, ikinci seçenek, gerçeği daha çok yansıtmaktadır. Daha doğrusu, birinci seçeneğin doğru olduğunu kanıtlayan güçlü verilere henüz rastlanmamıştır.
Ortada, sorunlu boyutları özenle gizlenmiş ve koskocaman bir üyelik yalanı üzerine kurulmuş olan sürecin, her türlü kanal kullanılarak halka şirin gösterilmesinden başka bir şey yoktur.
Kerameti kendinden menkul bir takım anketler vasıtasıyla, gerçek yüzü ve niyeti başarılı bir biçimde gizlenmiş olan AB süreci hakkında, Türk halkının olumlu düşüncelere sahip olduğu iddiası, kelimenin tam anlamı ile, koca bir kandırmacadan ibarettir.
Sürecin sonunda onaylarına muhtaç olduğumuz AB kamuoylarının, Türkiye’nin üyeliği konusunda, daha bugünden sahip olduğu retçi tutumun görmezlikten gelinmesinde de, aynı çarpıtma ve yönlendirmelere başvurulmaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye’nin, AB üyeliğinin arkasında, ne Avrupa, ne de Türkiye kamuoyları vardır.
Pekiyi, o zaman, bu işi kimler, ne adına yürütmektedir? Bu, olmayacak işi, olacakmış gibi gösterenlerin arkasında hangi güçler vardır ve kimlerin çıkarlarına hizmet edilmektedir?
Kimse, “toplum adına iyi olan bu işi, topluma rağmen sürdürüyoruz” demesin. Çünkü, bu tür bir jakoben söylem, “biz, demokrasi adına AB üyeliğini istiyoruz” sözü ile, yine demokratik açıdan çelişki oluşturacaktır.
Bu işin arkasında, bizzat AB’nin kendisi vardır. Yani, Türkiye’nin sözde üyelik sürecini destekleyen ve Türkiye’nin bu süreçten uzaklaşmasını asla istemeyen güç, bizzat AB’nin kendisidir.
“Yüce” AB üyeliği için, her türlü tavizi vermeye hazır çevreler, bu gerçeği herkesten daha iyi bilmektedirler. Ne var ki, ipe sapa gelmez dayatmaları yerine getirmezsek, AB’nin, üyeliğimizi engelleyeceği, bunun da bizim için büyük bir felaket olacağı yalanını sürekli tekrarlamaktadırlar. Türkiye’yi, talep eden, AB’yi ise, bu talebi lütfen karşılayacak taraf olarak göstermektedirler.
Oysa, gerçekte, durum böyle değildir.
Türkiye, bu işten bir gün vazgeçecek olsa, buna, en önce AB karşı çıkar ve engel olmaya çalışır.
Çünkü, üyelik aldatmacası ile maruz kaldığımız süreç, aslında, AB’nin işine yaramaktadır. AB, bu yararın ortadan kalkmasını asla istemez.
Bu yüzdendir ki, içimizdeki bir takım kuruluşlara, milyonlarca euro akıtarak, ülkemizde, bir AB lobisi yaratmakta ve söz konusu süreci ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla, “eğer, ev ödevlerimizi yapmazsak, felaket olur” söyleminin, gerçekle, uzaktan yakından bir alakası yoktur.
Ev ödevlerimizi ister yapalım, ister yapmayalım, hiçbir şey değişmeyecek, iplerin kopmasına, AB, asla izin vermeyecektir.
Bu kıskaca nasıl girdik?
Her geri bıraktırılan toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da, içerisinde bulunulan yapıya dair belli bir bezginlik ve umutsuzluk oluşmuştur. Çeşitli psikolojik savaş yöntemleri ile beslenen bu bezginlik ve umutsuzluk, topluma ve devlete yönelik bir inançsızlığın gelişmesinde kaynak olarak kullanılmıştır. Kimi devlet seçkinlerinin, halktan kopuk, onlara tepeden bakan, devleti kendi mülkü gibi gören tavırları da, bu süreci destekleyici bir etki yapmıştır.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak da, toplumda, belli bir değişim talebi ortaya çıkmıştır. Ancak, işin doğal olmayan tarafı, son yıllarda, söz konusu zorunlu değişim arayışının biricik ve kaçınılamaz odağı olarak AB’nin gösterilmesidir.
Sözde AB üyelik süreci, yukarıda da anlatıldığı üzere, dışsal bir dayatmanın eseridir.
AB’nin ortaya koyduğu dayatmaların, bir değişim sürecini içerdiği kesindir. Ancak, bunun, Türk toplumun istediği ve gereksinimini duyduğu yönde bir değişim olmadığı ve olmayacağı da ortadadır.
Örneğin, biz, bölünmek, topraklarımızı yitirmek, ulusal kimliğimizi ve egemenliğimizi kaybetmek, iyice sömürge olmak, başkaları tarafından yönetilmek istemiyoruz. Bu saydıklarımızın hiçbiri, herhangi bir değişim talebimizin, doğal bir sonucu ya da bedeli olamaz.
Hiçbir toplumun, en masum kalkınma arzusu, mutlu ve müreffeh olma istemi, bu tür felaketlerin aracı haline getirilemez.

AB, nasıl bir dayatmadır?

Nihai hedefine ulaşmak için tavizler vermemiz, çaba göstermemiz gereken ve yüce bir ideal olarak gösterilen, AB üyeliği sürecinin devamlılığı, siyasal iktidarlar için de, iktidarda kalabilmenin bir ön koşulu haline gelmiştir.
Mekanizma, siyasal partilerimizin, “evde doğru söyler, mahkemede şaşar” misali, iktidara geldiklerinde, muhalefette iken söyledikleri doğruları unutup, İMF, ABD ve AB’nin dümen suyunda icraatlarda bulunmaları biçiminde işlemektedir.
Bu dümen sularının dışına çıkacak bir siyasal parti, ya, iktidara getirilmez, ya da, iktidarda uzun süre durdurulmaz.
Yerli-yabancı sermaye lobileri, medya, borsa, ekonomik kriz, yabancı yatırım ve krediler, dış borç ödemeleri, toplumsal ve siyasal sorunlar ve daha akla gelmedik, bin türlü mekanizma ve konu, birer şantaj ve baskı aracı olarak kullanılır.
Ülkemiz üzerinde, bu tezgahın kurulmasında, çoğu gafilin, “büyük transformasyon” olarak adlandıkları ve bugünkü iktidar sahiplerinin, takipçisi olduklarını beyan ettikleri, Özal dönemi uygulamalarının çok büyük rolü vardır.
Türkiye’de iktidar olmanın ilk ve en önemli koşulu olan “dış desteği” elde etmenin ve sürekli kılmanın da belli şartları vardır.
İşte, başından beri üzerinde durduğumuz, Türkiye’nin, sözde AB üyelik sürecinin devamı da, bu şartlardan birisidir.
AB, iktidar olacak siyasal partilere sağlayacağı “dış desteğe” karşılık, onlara, Türkiye’nin, AB sürecine, körü kürüne bağlı kalmasını şart koşmaktadır.
Bu nedenle, Türkiye’nin AB süreci, yerli bir proje değil, AB’nin çıkarları doğrultusunda işleyen, bir AB projesidir. ABD de bu projeye dışarıdan destek vermektedir. Çünkü, AB’nin bizzat kendisi de, bir, ABD projesidir. Türkiye gibi ülkelerin, Batı medeniyetinin kenarında yer almaları, büyük bir asker deposu ve geniş bir pazar olarak kalmaları, Batı medeniyetinin ortak çıkarlarına uygundur.
Başının üzerinde sallanan, şantaj ve tehdit kılıcı yüzünden hiçbir siyasal iktidar bu kıskaçtan kurtulamaz.
Dolayısıyla, bu süreci devam ettirmenin ötesinde, bir siyasal iktidardan istenen şey, verilen emirleri yerine getirmesi ve halkın gözünden gerçekleri, yerli-yabancı medyanın yardımları eşliğinde kaçırmasıdır. Bu arada da, elinde bulunan iktidar nimetlerinden sınırsız yararlanabilir.
Ancak bu süreçte yırtılan, Hacı Bekir’in yakasıdır. Yok olan, koskoca bir ulus ve onun kaynaklarıdır.
Türkiye’nin, özelde, AB ile, genelde de, Batı ile ilişkileri, ülkenin genel çıkarları ilkesi üzerine değil, siyasal iktidar çevrelerinin özel çıkarları esası üzerine kurulmuştur.
Bu durum, bugünkü siyasal iktidar ve onun dış güçlerle olan ilişkileri açısından, geçmiş dönemlere oranla, daha da nettir. Çünkü, mevcut iktidar, normal bir siyasal iktidarın ötesinde, siyasal sistem karşısında sahip olduğu meşruiyet sorununu da, yukarıda bahsedilen “dış destek” çerçevesinde çözmeye çalışmaktadır. Bu yüzden, mevcut iktidar döneminde, söz konusu Batı dayatmaları, daha da vahim bir hal almıştır. Kaybeden, ülke ve ulus olmaktadır.

Sonuç

Türkiye’de ulusal bir mutabakata dayanmayan, halkın tamamının arkasında olmadığı, türlü maniplasyonlar eşliğinde, salt bir Batı projesi olarak yürütülen, ülkenin çıkarına olmadığı gibi, bilakis, zararına işleyen, hatta, bir şantaj ve baskı mekanizmasına dönüşen, bu AB sürecini, mevcut iktidar kadroları, daha nereye kadar sürdürebilirler? Sürdürmeleri durumunda, doğru bir iş yapmış olurlar mı?
Bu iki önemli sorunun, bize göre yanıtı, olumsuzdur.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, gerçek bir beka kaygısı yaşamakta olan toplumumuz adına, biz bu sürecin durdurulmasını istiyoruz.
Bu sürecin, bizim ve bizim gibi düşünen milyonlarca vatandaşımızın iradesi dışında başlamış bir süreç olduğunu ve bu hali ile sürdürülmemesi gerektiğini ilan ediyoruz.
Bu çerçevede, mevcut iktidardan bile, bugüne kadar sergilediği aksi yöndeki tutumuna ve bu yüzden ortaya çıkan umutsuzluğumuza rağmen, bir talebimiz var.
Siyasal iktidar, iktidardan düşürülme ve Batılıların türlü oyunlarına maruz kalma riski pahasına, bu konuda bir irade göstermelidir. Halka gerçekleri açıklayıp, ülkenin nasıl bir kıskacın içerisinde olduğunu ilan edip, toplumsal desteği arkasına almalı, yeni bir kurtuluş mücadelesini başlatmalı ve bu oyunu bozmalıdır. Bugün, gerçek vatanseverliğin ve ülkeye hizmetin yolu budur.
Ülke elden giderken, siyasal rejimi, AB sürecinde yeniden şekillendirme çabasının hiçbir meşruiyeti ve mantığı yoktur. Hiçbir zümresel beklentinin bedeli, toplumsal anlamda bu kadar ağır olamaz.
Mevcut iktidar, söz konusu iradeyi göster(e)meyecek ise, halktan özür dileyip affını istemeli ve derhal istifa etmelidir. Bu iradeyi ortaya koyabilecek iktidarlara kapı açmalıdır.
Tüm bunları, kimilerinin iddia edecek olduğu üzere, “statükocu”, “marjinal”, “dinozor”, “gerici” olduğumuz için söylemiyoruz. Sıradan bireyler, toplumun içinden çıkan sesler olarak söylüyoruz.
Değişimden korkumuz da yok. Ancak, değişim adına başkalaşmaya, yozlaşmaya, çürümeye ve yok olmaya da karşıyız.
Mevcut AB süreci, yukarıda bahsettiğimiz ve herkesle ortak bölüştüğümüz, ulusal çıkarların dışında, hiçbir şahsi çıkarımıza da zarar vermemektedir. Yani, herhangi bir şahsi çıkarımız zedelendiği için böyle düşünüyor da değiliz.
Ayrıca, çağdaşlıktan, demokrasiden, çok çalışmaktan, zenginlikten korktuğumuz falan da yok. Aksine, bu değerlere ulaşmanın, söz konusu süreçle olamayacağını gördüğümüz için, biz, bu işe karşıyız.
Yani, aklı başında, hiçbir gizli niyeti olmayan, gayet sıradan ve düzgün insanlar olarak ortaya koyuyoruz bu düşünceleri.

Olmayacak duaya amin dememek adına ve görünen köy, kılavuz istemediği için.


Yazarı: Dr. Haldun Çancı





OLUMSUZLAMALAR

-1-
bir anıdan diğerlerine
pay ayırmadan olmaz

kumkuması[1] kırık uzun tümceler dizmiyorum kışlaya
aradığın şeyi sürüye çekme çoban
elbet katılmışlık ederim
kurda bıraktığın vergiye isyan

kumkuması dağınık uzun tümceler dizmiyorum
bulduğum gücü doping savuruyorsun
ama istersen bir daha düşün
ilacı bana içirmeden

kumkuması dağınık uzun tümceler
contası çürümüş su kaçırmalar
ve daha neler neler

kumkuması dağınık uzun
hani ibriği kısa kesik
küçük testiler

kırık

kumkuması dağınık
kâh oraya kâh buraya
her yana saçılmış ibrik

-neden bu çaba
neden bu gezginlik

kumkuması
tuz buz her yer
kiremit kırmızı

-yağmuru sessizce içerek
dağılıyor “seksek ” alanı

-2-

balkonuna çıktığımız manzaralar mıydı yüksekliğimiz
saçlarımızı okşayan rüzgârlar mı
saçlarımızı ok sayan
üreme zincirlerinde miyiz

derece: tarih sürecinde seviyelere bölünmüş zaviye
artık yadsınamaz

sen

kamikaze köpeklerin bana saldırdığı
dağ yollarını seçerek
yabancılığımı yüreğimle yürüdüğümde
sürülerinin üzerine benimle ant iç
yabanıl bir cesaret yapalım hoşgörülere

bilindiği sanılan cüce geçitlere
o darlıklarda parçaladığın cesaret
kalıntılarını da “sen” içer yaban

-3-
biz
güzelliklerden söz edelim
türlü türlü güzelliklerden

önerme; siz sizsiniz bense ben
olmaz böyle
küçük bir değişiklikle yürüyelim sizliğe
ben ben olmayayım

bir dalgaya tutunun siz, ben batayım
bir hiç gibi kavrayın beni
ve sizi saran serin rüzgar esintileriyle
sarmış olsun benim hiçliğim de sizi
böyle bir varoluşma ile anlatalım birbirimize
ateşin dağlayan yanını
külün korlara çizdiği acısız
nakış güzelliğinde

umursamıyoruz hiçbir şeyi
sabaha karşıyız kimi zaman

kimi zaman doğruluyoruz
çiğ sargını yaprak yüzeylerde

aynı seslerin yankılarıyız
aynı güzlerin renkleri

karşılık aramayın
bir siz diyorum anlamını sezdiyseniz
biliniz karışıp gittiğimi
geldiğiniz her yerde “bir siz” var edeceğinize

anlıyorsunuz
bir siz
içimizde hınzır bir rapsodi
bir de...

-4-

o da ne
mermi namluya sürülünce patlama anidenliğini korudu
satır başı
kapılar çalınmadan açılmadı
kilit bunun garantisiydi
türlü çeşitleri var kilitlerin
öğretildim mıh gibi çarçur edilmiş olumsuzlaşmalara
kilidim yok kapanamam ki çalınmadan açılamam da
huyum bir mührü oyar kalbime

geç saatlerde ıssız bir sokakta bütün girişleri tutmuş insanlık
zaptiyelikte kol geziyor benliğim ama neden

belki:

ne bir kapı çaldım ne de çalındı kapım bu bağlamda
kalıntı mürekkebim
kullanılamam ki bir bildikleri var benim bilemediğim

havaya bir el ateş edildi kim bu sorumsuz

vuruldu nokta

-5-

öfkeyi ödünç alışım
içi boş değer yaratılarından allanmış pullanmış sözde
güzelliklerden rek lam laaar

gözüne gözüne yalanla
özüne özüne tersleştirilmiş kurgular
bir yağmuru içerce toprak bir ormanı kapsarca dağ
oysa yok bir ilgisi

bulanışım öfkemin tozuna
şartlı refleks bileğimdeki seğirme

coşkuyu ödünç alışım
bebeğin ilk çığlığı
frida’ nın fırçayı tutuşu
bir alışkanlığın us çemberinde tutuklanışı
bir daha tekrarlanmayışı

kozmetik yargıları talan edişim sineği avcuma kıstırıp
pencereden bırakışım aniden güvercine davranışı kanatların
itiraz edişim vızıldanışa güvercini coşkuya saklayışım
nesnel
gizlenişim
bir mutasyon
bir çoğalış
bir sinek

hüznü ödünç alışım
doğum-ölüm çemberinde yazıklanışım büyüyerek
yıl bu ay bu gün bu saat bu an bu
unutuşun hafızasına güvenmeyişim
anımsadıkça
ne gelir elden evrim yolumu keserse

öfke coşku hüzün

ben bu değirmenin çarkındaki üçlü burgaç
ben bu dönüşümdeki geçici yel
aldığım ödünçleri özenle biriktirip topluyorum özüme
dağılana dek sevgim aymaz ütopya

-6-

diyordum ki

geçenlerde bir gün neler oldu neler
iki gün müydü yoksa bilemiyorum
sayıları unuttuğum bir gündü
geçenlerde sayıları unuttuğum bir gündü

kalabalığa karıştım
kalabalık mı “ben”i karıştı bilmiyorum
benzemeye giriştim hemen
bir ön yargıdan ibarettim

biri aşk acısı çekse benim başıma ağrı düşüyor
biri bir suç işlese ben firar ediyordum
giyindim
giyindim... bedenimi devekuşu mantığıyla

defteri- i kebir’ de tüm yargılar sonuçtan ibaretti
sonuçlar yetmedi başından başladım her şeyin
değerler okyanusuna aldım başımı açıldım
dönülmeze gittim bazı geceler en parlak yıldızlara
bakıp sordum harita adresimi

yıldızlar ama anlaşılır gibi değillerdi
gözlerime varmışlardı oysa
binlerce ışık yılını katetmişlerdi ya
eskiydi dilleri nasıl anlayabilirdim ki

Derken, henüz istila edilmemiş bir kıyıya vardım. Bilezik koyları, hareli suları, gizemli girdapları, turkuvaz mercanları vardı. Henüz “istila edilmemiş” olduğuna karar verdim. Bilmem neden... belki de bir ön yargıydı bu da. Bütün ön yargılar gibi bencil ve kendi alt seviyesinde. Evet, çıt yoktu tropik rüzgârdan başka, sahilin küçük dalgacıkları, öpüş sesleri şıkır şıkırdı bir de. O an bütün uzak yollara estim, bütün yolcuları kavradı keşfim ve onları hasretle öptüm. Sonra olanlar oldu.

bir kıvamda bozulduk
bir makamda çatladı çoğulcu demokrat eylemimiz
gemi azıya aldı şahlanıp savuran at iki parça bizleri
yere vuruldukça biz kuzu kurt boğdu
aslına sadık kalmayan öyküler gibiydik
yargılar karaya vururken bir gittik bir geldik
görünüşe göre artık hayattaydık
istila gerdeğinde kalmış
artık bir hayattaydık

ben birini seçtim biri de seni
şimdi hangi kuşu görsem o uçar
şimdi hangi denizden geçsem o mavi
hiç değişmeyecek bu ben
gitsem de
o kalacak çünkü kural bu, “bir” den başlanacak hep

geçenlerde bir gündü
gün gibi geçti her şey
saymayı anımsadım bu bir
abaküs tuttum çocukça ellerinde bu iki
o kaldı bu üç

-7-

artık

geç... ağustos böcekleri zamanındayız
iki anlamın tam ortası
bu yazın son kuşağı onlar... geç
birkaç nesil geride bırakmışlar
yazı bitik bir neslin şarkılarını

erken sonbahar zamanındayız
bir yandan geçip gitmiş yaz
hafif ayaz var arada
kalan bir an’ ın şölenindeyiz
kutsamaktayız tüm rüzgârları

“ol” esintiler bize doğru yavaş yavaş salınıyor
yaklaştıklarında gözlerini görüyoruz
menekşe

ezgilerinden seyrek notalar toplamaktayız mevsimin
gelmiş ve geçmişi kapsayan dehlizler içinde
doğrulmaktayız güze

merhaba dirimin uykuya düştüğü zaman
merhaba beyaz mevsiminin öncüsü
ne kadar da benzedik birbirimize


Yazarı :Ömer Serdar

[1] Kil testi ibriği


Edebiyat, Sanat, Mimari ve Fantastik İzler / A.Ahıska





Edebiyat, Sanat, Mimari ve Fantastik İzler


Geçtiğimiz günlerde defter’de şiir üzerine kaleme alınan bazı yazılarda belirli açıları gözetleyerek eleştirel bakış denemeleri yapıldı. Şiirsel imgelerin geçişimsizliği üzerine de birkaç yazı çıkmıştı defter’de. Özellikle dostmun bu konu hakkında sergilediği bakış açısı çağdaş eleştiriye denk gelmesi açısından önemliydi. İmgelerin geçişimsizliği üzerine kurulan bir çatı her zaman yağmur ve rüzgara karşı daha sağlıklı gibi geliyor bana.
Bugün şiirsel imgelerin betimsel olmadığı, göndermeleri değil oluşturdukları söz zinciri düzeyinde, kendi edebilikleri çerçevesinde okunması gerektiği kabul ediliyor. Şiirsel imge bir söz bileşmesidir, nesneler bileşmesi değil, ve bir “işe yaramaz”. Daha açıkcası böylesine bir bileşimi duyumsal terimlere çevirmek pek yararlı olmaya bilir.
Peki, şiirde fantastik durum diye birşey var mı?
Fantastik ne zaman ortaya çıkar?
Ya da ne zaman çıkmaz? Eğer bir metni okurken her türlü temsili dışlarsak ve her tümceyi kendi başına anlamsal bir bileşimolarak algılarsak fantastik asla ortya çıkmaz.
Fantastik yalnızca kurmaca biçiminde varolabilir.
Şiirde fantastik aramak, saharada su aramaya benzer. Fantastik şiir antolojilerini itinayla çöpe atın lütfen. İfade etmeliyim ki son dönemlerde ciddi bir gecikmeyle de olsa bir zaman defter’de dostlar arasında süre giden “Gotik Roman” tartışması ilgimi çekmeye başladı.
Tıpkı bir dönem “şenlikli muhalefet” hakkındaki yazılar gibi. Sonra içten içe bir tuhaf hissedişin girdabına tutunuyor zihnim. Ülkemizde bu konular hakkında (genel) ve de Roman sorunları (özel) çevresinde çeyrek tur atmayan kimi düş fakirlerinin Roman yazmaya kalkışmaları gibi. Hem kimileri fantastik olmadan dem vuruyorlar!
Anlamakta güçlük çekiyorum hangi farklılığı “olağandan farklı”, “olağandışı” ne yaratıyorlar ki fantastik oluyorlar? Conradas ve Sperlich’in dertleri neydi ki bu alanda onca dirsek çürüttüler? “fantasy” nedir onlara göre?
Örneğin Kafka mekanlarında bunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
Onun bütün yapıtlarında ve bu yapıtlarda betimlenen mekanların hemen hemen hepsinde, şu ya da bu ölçüde görülen çok genel ve yaygın bir özelliktir.
Böyle, “olağandan farklılık” açısından bakıldığında, kanatlı meleklerin, üç başlı, dokuz başlı canavar yaratıkların, gerçeküstücü ressam Rene Margritte’in boşlukta duran kayalarının, başka bir gerçeküstücü ressam Giorgio de Chirico’nun ıssız, çarpık boyutlu yapıtlarının, meydanlarının, Afrika toplumlarının dinsel törenlerdeki danslarının ve yüzlerine taktıkları maskelerin, ( hiç değilse bizler için) fantastik şeyler oldukları söylenebilir.
Çin Seddi’nden Artemis Tapınağına kadar eski dünyanın yapıtları, Reims Katedralinin; Kamboçya’da Kimmer’lerden kalma Angkor Vat tapınağının, Fransa’da (hiç bir eğitim görmemiş olan bir postacının(F.Cheval) yapıtı) Hauterives’de 1879dan 1912ye kadar 33 yıl çalışarak inşa ettiği “Palais Ideal”inin, Ledoux’un Mendelsohn’nun, Buruno Taut’un, ve daha başka ünlülerin çizim veyapıtlarının, bu arada Wright’ın Guggenheim müzesinin bile fantastik mimarinin örneklerinden olduğu söylenebilir.
Yazınsal mimari mekanların en fantastik örneklerini, korkuyu işleyen yapıtlarda ve bilim-kurgu romanlarında buluyoruz.
Bizler her ne kadar gizemli desenler de oluştursak, bir ayrıntıyı asla gözden kaçırmamalıyız.
Bu tarz üretimlerin barındırdığı determinizmi unutmamalıyız.
Pandeterminizmden söz ediyorum : Her şeyin tam anlamıyla bir nedeni olmalıdır, olağandan farklı ve doğaüstü de olsa!
Yazarı: Argos .a




Suskunluğun Melodisi
Dün geceydi,
Herkes bir şeyler söylüyor,
Kimse gerçekten birbirini
Dinlemiyordu...
Anlayamıyordum onları.
Sustum.
Bu zamana kadar çok şey söylemiştim.
Bu zamana kadar çok şey dinlemiştim.
Sözcüklerle suskunluğumu nasıl anlatabilirdim.
Anlayamıyorlardı ki beni. Sustum.

Dün geceydi ve ben sustum.
Bilincimin altından geçenler de sustu.
Yağmurdan kaçanlar da.
Dışarıya açılan bütün pencereleri açtım
( içeriye yıldızlar dolsun diye.)
-İnancını yitirme geç kalmış olabilirsin, inancını yitirme çok yorulmuş olabilirsin,
İnancını yitirme çok suskun durabilirsin.
Nedendir bilmem ay da sustu.
Bir çok suskunluk sanki biribiriyle konuşuyordu da
Onları dinliyordum ben.

Dün geceydi susmuşlardı.
Olmayanlar için bir dakikalık saygı duruşuna geçildi.
Olanlar için görünmez ağlar çekildi .
Sürekli semah dönen "can"larda suskundu...
Siyah bir kapı açıldı çocukluğum içeri girdi
Bana bir şeyler söyleyecek sandım.
Ama o da sustu.
Soramadım ona, hiç birşey soramadım.
"Ne oldu sana"diyemeden zaman da geçti.... Gitti.

Dün geceydi herşey anlamını yitirmişçesine sustu.
Bir yerlerde, çok uzaklarda olabilirmiş,
Neden olmasınmış.
Seversem mümkünmüş.
Düşersem kalkarmışım,
Ölürsem de yeniden doğarmışım
Sözcüklerle oynayıp durmamalıymışım
Aldanırsam da, kimseyi aldatmamalıymışım.
Kusura bakmamalıymışım,
Dönüp de kaçmamalıymışım...
Bu kadarı yeterliydi. Sustum.

Dün geceydi hep beraber susuyorduk,
sokak araları ve apartman boşluklarıda bize katıldılar.
Yan yana yürüyerek uzun suskunluk tünellerinden geçtik.
göstermelik yalanlar söyledik içimize ve geçmişimize.
Sonra yaşanmalık anlar vaadettik geleceğimize,
Fakat gizemini anlayamayınca yazgılarımızın
Dayanamadı
Gece.
Ve sustu.
Sende sus,
Anlatma, sakın kimseye bir şey anlatma, diyecektim ki...
Aramıza bir uzun suskunluk girdi.


Yazarı: Ziya Alpay




( Defter'den Açıklama: Sufi'nin bu yazısı ilk kez 16 Mart
tarihinde yayınlandı, sitede ise ilk defa yayınlanıyor)

Ressam, Sitem, Çalınan Düşler..



“ En doğru felsefe en büyük şair için en iyi malzemedir” (T.S. Eliot)

Sadece bir kere senin resimlerini görme şansım oldu, Hüsrev Gerede caddesi üzerindeki Sanat Galerisinde açtığın kişisel resim serginde..sonra hemen yakınlığında bulunan jm’nin atölyesine geçtim, o dönemlerde senin atölyenin nerede olduğunu bilmiyordum, resimlerini, o çocuksu dünyanı ve içimizde gebertemediğimiz çocukluk anılarının karelerini sevdim.. geldim oturdum tek tek anlattım.
Sonra hastalık, yolculuklar,.. girdi araya, ama ne seni ne resimlerini ne de “ İstanbul’da kalacak yerin yoksa evim senin evindir” teklifini hiç unutmadım.
Merak etmiyoruz, görmek, gitmek istemiyoruz, çok satanlar dışında bir şey okumak istemiyoruz. Şiir yazanların pek çoğu şiir okumuyor, ressam resim ve sanat galerilerinde olup biteni takip etmiyor +genelde ve de özelde+. Hangi Şarimizin kitabı tek vuruşta bir beş bin adet baskı yaptı ve sattı? Şükür eden şakir, Zikr eden zakir mi olduk yoksa dön denildiğinde dönen mi? Bilemem. Ben bir şeyi iyi bilirim başka da bir marifetim yok: hu dedikçe hu derim!
Ama inlemem, serinlemem, bir fakir pervanedir cismim. O da ha gitti, haaa gidecek galiba.. yapma diyorum, ellerim yara bere içinde kaldı, kime anlatıyorum..
Kendinizi büyük bir çoğunluk tarafından doğru kabul edilen bir şeye “ ne kadar da saçma” derken buldunuz mu hiç?
İnandığınızı düşündüğünüz doğrular hakkında ne kadar bilginiz var? Bunlar bir yana en çok bilmemiz gereken şeyi; kendimizi ne kadar tanıyoruz? Amma çok şey istiyoruz!
Sevgili ressam “ Komprime kültür tableti” diyordu jm, bizim dilimizde ya da Türkçesi “armut piş ağzıma düş” gibi bir şey işte! Pişmiyor. Düşmüyor. Emek vermedikçe olmuyor, olmuyor, işte çapımız bu, ortada neyi abartıyoruz? Durun Papyounuzu düzelteyim sonra küsersiniz bana!
Zaman akıp bizi sürüklüyor ve kendimizi yelkenlerimizden mahrum bıraktığımız için yönü bulamıyoruz. Belki de her şey madde, maddi olanla ilintilidir.Çoğu parası olanın sanat, gerçek sanat dışında her şeye gönül ferahlığıyla harcamaya yeterli zamanı , mekanı, akçesi var, ama kent içinde çift bilet tarifeli halk otobuslarına binemez duruma düşürülen nice “aşıklar” var, ilan edilmemiş sokağa çıkma yasağında kahr olup gidiyorlar: işte canım memleketimden insan manzaraları, sitem etme ressamım yalvarıyorum, gösterilenle, görünen arasındaki uçurumu en iyi sen gören, anlayansın.

Düşlerimiz çalındı sevgili ressam, endişler, yarının telaşı, şimdinin abesliği tutuşturuldu ellerimize. İstedikleri, arzu ettikleri oluyor işte daha ne olsun..
Yaşayan, soluk alan, yürüyen, donuk suratlarla küçük kutularının esiri olmuş bir toplum
Yaratılmak isteniyordu, yaratıldı..ekdikleri fidanlar kocaman boş yekün ormanlar oldu!

Ne evinizde, ne sokak ortasında huzurunuz kalmayacak, yürürken bir şizofren, paranoyak edasıyla sağınıza, solunuza bakacaksınız, her an “şişlenmemek” , “ gaspa” kurban gitmemek için.. işte yaratılan şahesr bu oldu. Gözün aydın at ressamı “nitekimli” büyük şahsiyet, atamıyoruz bir türlü derimize sindirdiğiniz korkuyu, belayı! Ölüler yurduna çevirdiniz, işbirlikçi neo liberal öteki “şahsiyetlerinizle”.. Dünya Dolar Milayarderliği sıralamsında ilk 8. sıraya yerleştik ülke olarak: tekrar gözümüz aydın! düşümanlık yapmayın beyler, ölüler kentinin kurallarına yakışmaz.
Bir ölüden daha yalnız ne olabilir.. ve daha hoşgörülü?
Daha hareketsiz.. ve daha sevecen?
İşlevine daha iyi uyum sağlayan, tüm endişelerden daha özgür?
Bir ölü .. iyidir.
Kusursuzdur.
Hafızası yoktur.
Bitmiştir,
Ölü değilsen kusursuz da değilsin.
Ölüyorum o zaman,
Bir sigara daha yakıyorum,
Kurtuluşun krallığına hoş geldimmmmm, diyorum.
Siz değil.
Siz henüz bir ölü değilsiniz
Acele etmeyin.

Acele etmeyin,
Dünya işleri sıralamasını unutmayın,
Koşmayın:
YORULURSUNUZ.

Yazarı: Sufi.




Zambak Boyunlu Kız

öpüştü, sesti, dudaktı,
zambak boyunlu kızın
ayasındaki sözdü: tutulunca
aşk, üflediğinde kadın

dildi, yanaktı, boyun.
suya gitti kadın
sesine zambağın

yoldu, anneydi, baba
gözdü, göze kaçan toz
servi boylu şiirlerden
çekilip seçilen pozdu
yanaklarda emilen tuz

bir dik bir açılı
gölgeydi kuma çakılı
aşağı giden su, yukarı ateş
göktü yüzü, sarıydı kız

biri çok, biri kısa andı
sevişmekti, sevilmekti,
sevmek: sonrası dalgalı

denizdi, derindi, dere.



Deniz Dili ve Edebiyatı V

gül döndü. Gülsün güne bakanlar.

dalına bağladım mektubum açık
yıldızlar okusun ay okusun
sabah ola aşk ola
denize bırakacağım mürekkebimi
yağmur yalamış puluyla

derim değişiyor: pul pul
parça parça dökülüyor yüzüm
seviniyor içimdeki gemiler
su çırpınıyor orada, rüzgâr deli
göğüm gök, kuyularım da mavi

değiştikçe karşıma çıkan aynı yol
yolun aynı başı, gene onca sancı
adı acı, kokusu tatlı: oysa sırım
kendi aynamda, yansıdığım aynı

saatimin çalıştığı yön güldür
işlediği yaprağıdır tam aşkın: neden
yerin yüzüne yürümekteyim
diyen kalbime yanıttır: yeryüzünde
döküle döküle yürümekteyim neden

yayıldığım hava dar, mekân kopuk
elimi daldırıp sol yanıma: yaram açık
kendim okşuyorum kalbimi
temiz kan içeri, kan dışarı.

Şiirler: Nurduran Duman

Nurduran Duman,
Borges Defteri üyesi çok değerli bir Şairimiz:
Denize olan tutkusundan dolayı gittiği İstanbul Teknik Üniversitesi Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesinden “Gemi İnşaatı Mühendisi ve Deniz Mühendisi” olarak mezun oldu. Şiirleri ve poetik yazıları ve şiir çevirileri Papirüs, Budala, Varlık, Yasakmeyve, Edebiyat ve Eleştiri, Bahçe, Üç Nokta Edebiyat, Öteki-siz, Yom, Şiiri Özlüyorum, Heves Şiir Eleştiri, Le poéte travaille, İmlasız, Kavram ve Karmaşa, Kum, Ağırol Bay Düzyazı, Kitap-lık, Cumhuriyet Kitap vb. dergilerde yayınlandı. ‘Yenilgi Oyunu’ adlı şiir dosyası 2005 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Jüri Özel Ödülü’ne değer bulundu




Defter kaybolalı bir hafta oldu ve bugün ortaya çıktığında başka bir çift el tutuyordu onu. Okunmuş olması bir yana soğuğun içinde kayıplara karışan bir paltonun asal cebinde saklıydı arsızca. Ne oldu da yine döngüsel tutamaklar bir kapının kulpunda belirdi? İlginç olan ayasız Atay vari bir paltoydu bu; Oğuz’un Brötönler’in bin yıldır fethedilmemiş adasında güneşsiz hastane odasında beklediği ölüm bir türlü gelmezken o zamanların yazkosunda yayınlanmıştı ‘Palto’ öyküsü: İstanbullu bir meczubun sımsıcak yaz gününde O’nunla dalga geçen mağaza sahibinin üstüne giyindirttiği paltoyla ( İngiliz malıydı kumaşı)
Denizde adım adım yiterek kaybolmasını anlatıyordu. Oysa kel anton yoktur. Ve benim palto her ne kadar İngiliz malı olsa da evvelcesinde tuhaf bir ölünün sırtıma bırakılmış haliydi. Yüklü bir tazminatıydı ağır gelmiş yaşama verilen; acemice emekli ikramiyesi, sıradan kişilik bunalımı, derinlemesine yalnızlık, acaip askerlik anıları ve çok garip tesadüfler toplamı; kareli, minik karelerin kocaman adam sırtına dişi düğmelerle önü iliklenen, zayıflıkları örten fiyakalı sahtecilik kıyafeti ölgün yüzümdeki zaafları açığa çıkarmadan kamburum yapıyordu. Paltomun cebinde kalemkeş bir mürekkeb sızlatan mahalukallah dolmakalem de vardı. İntiharımı engelleyen nedenler bütünü sicim ve yolumu bulmamı sağlayan kerteriz ellerim. Ellerim o paltonun ceplerinde yerlerini buluyorlardı. İç cepleri kalın defterimin sığabileceği denli geniş dikilmişti ki
Ciltli kitaplar da sığabilsin ve daim en önemlisi ben içindeydim. Şimdi palto, defter, kalem karmakarışık seyahatlerine bensiz devam ettikleri andan itibaren bir cekete; pederimin kullanmadığı çizgili kadife kumaşlı, kahverengi sanı işi korkuluk kıyafetine bulaşmış yüzümle aynı meyhanede bu kez medium, plastik sapkın bir zevksizlik sonucunda tüketimin bakkallar için türetilmişi iğrenç şeffaf kalemi ve atık kağıtların binlerce defa dönüşüp, tekrar dolup tekrar boşaldığı defter bozuğuyla berabere kaldım. Yokluğumu kendime atfederek başkalarına benzemeyen beni affedebilecek bir kadını boşuna aramanın bedelini küçümsenemeyecek cezayla ödediğimi bilerek; bakışları bunu arayanların içlendiremeyecekleri cefayla katlediyorum kendimi. Ötedekilerim, tanışlarım ve seslerini işittiklerim sıfatımın neşe içinde daim olduğunu zannederlerken ben her an bir olmayan güzelliğin yozluğun dibinde saklanıyorum.
Keşmekeş dahilinde olmamın sebebi eşsizlik. Bu her anlama gelebilir: Yaşamın farkında olmamın bana dair gerçekleri savsaklayarak büsbütün red edişimin ta kendisidir yalnız kalma arzum. Öte yandan tavrım ölümsüzlük tutkusudur ki bunun saçmalığıyla yığıldığım kitaplar kalabalığında tahayyülümü derbeder ederek erdemin Mevlana gibi döne dura aynı noktaya gelmek ve puntonun, merkezin dışında süreğen artışla içimdeki hiçi açığa çıkarıp benzerini aramak olduğunu üzülerek anladım: Seçkin bir diktatörün mesleki zorunluluğundan arındırarak kendisini başkasına vermesi midir bu?
Başka dillerde şarkılar söyleyen insanların müzisyen olmadığı inancının benim içimde var kılınması mümkün olamıyor bu nedenle. Seslerin ünlemli haykırışlarla ortak korkuları izlere dönüştürdüğünü bile bile doğruyla, dğrusal iddia taşıyan tarih bilmecelerini sırlara hizmet etmeye uğraştıran kişilik sapkınlıkları yeniden keşmekeşe sürüklerken insanlık edebiyatını dilin kemiksiz doğurgan yapısının yerini demir sözcük kalıpları alıyor ve şiir duygular yerine uğradığı savunulan sonradan üretme, saçma bir toplumsal terim olan “ Birey” in yıkımını sağlıyor: sağlamlanlandırıyor. Şiiri; var edilen varoluşu denklemlerle tutarlı, surlarla yaşamsal hale dönüştüren, sıraiçi işlevsel yanı olan bir birey köstekleyemediği kadar, şiirin oluşumunda yada yoklaşmasında etkili de olamıyor. Artık insanın duyguda çakıltaşı kadar değeri kalmadı. Çalı çırpı tutuşturamayacak kadar ürkek, şimşekten çekinmesine neden kalmayacak kadar cesur, düşen uçakta ölenlere; yanarak can verenlerin acısına umursamaz eda ve tanrının suskun varlığına karanlıkçı tavırlarıyla din(dar)ken bir ey, şiir: Olduğu sanılan İnsan için hepten kötümserlik kaynağına döndürüyor yüzünü. Şairler insanların ihtiyaçlarının farkında olduklarından, teorik bilgiye, tarihsel şarlatanlığa, avamın karabasan düşkünlüklerine yalın bilgilendirme yoluyla giriyorlar. Güzel yüzleri dişi kimlikli yargıcı kadılar türedi.Doğadaki çizgi sertçe ayrıldı. Kendi tüketimine hizmet eden üretimde sağlığın yerini geciktirilmiş ölüm; gazetelerde 107 yaşına kadar yaşamış teknoloji devi Japonya’daki her gün balık yiyen kadın aldı gerçeğin defterini ve ben katladığım kağıtlarda origamik hayvanlara baktım.
Minik kanatlı uçamaz hayvanat penguenler rüyalarıma girdiler. Saçma dergilerde salaklıklarıyla insanı andıran bu hayvanlardan bıktığımdan değil! Tam tersine onların salaklıklarına, doğalarına hayran kaldığımdan hep kalabalıklara karış karış girdim. Beni tanımayanları umursamazlığım nedeniyle ezik kalmanın hummalı sıtmasındaysa titriyorum şimdi. Oysa ucu elime alışmış dolmakalem gibi korkularımı altederek bırakıverseydim kendimi şimdi ta zurnası olacaktım düğüm alaylarının. Kendi kabilelerinde yuvalanan çılgın aldanışları notalarla bildirecektim, samanlıkta, söğüt gölgesinde işvelenen darmadağın bedenlerin sonlarına ağıt olan ve kendi kendine güreşen davul zurnasıyla mülkiyeli bir kaymakamın yenik düşmesini ilan edecektim. Şimdiyse matkabın duvar yerine kafatasımda bir delik açacağı duvaksız eve dönüyorum her gece. Uykuyu barındırmayan zihnim taşıyor yastığın üstünde, her sabah kan revan içinde uyanıyor ve asabi suretimin orta yerinden kıvranarak sarkan, buruş buruş dilim zevzekçe gülümseyen yanaklarımdaki izlerin aralığından başını uzatıyor.
Paltom kaybolalı beri, koca ceplerindeki defterim, dolmakalemimle beraber ben de yavaşça suyun içinde yitiyorum anlaşılan. Uygarlıklar yıkılırlarken olur böyle şeyler. Bir şeyler kaybolur gözümüzün önünde. İngiliz malı çarşaflarda ölümü bekleyen tutamaklı bir adamın söylediği gibi yine de: “ Yırtarak yazacağımız çok gerçek var.”


Yazarı: Leon Felipe


Kinkırmızı Kankara / Feryal Tilmaç



Şeytan sırıttı olmayan dişlerini göstererek
Sağ kolunu uzatıp, sol eli ile siyah kırmızı
alacalı tüylerini okşayarak. Öyle çirkindi
ki hani akıllara zarar cinsten. Bir o kadar
da sevimli ve içten. Gelsene, gel yaklaş dedi
Belli ki bunalmışsın! Kim takıyormuş karısını
çocuklarını da sen takacaksın? Yalan mı yani?
diye üsteledi. Gözlerinde görene kadar
o garip kabullenişi. İki saat, rahat bir otel odası
Genç güzel bir kadın. Kimbilir kaç zamandır
ağız tadıyla sevişmedin. Karısının yüzü belirdi
ve kayboldu aynı hızla. Belirsiz imgeleriydi
küçük kızlarının geriye kalan. Kırmızı tüylü eller
Onları da çekip aldı önünden. Büyüyünce seni mi
düşünecekler? Gezecekler, tozacaklar, sevişecekler
Sen bir köşede büzüşmüş oturan mutsuz ihtiyar
Gel hadi gel, otur şöyle, önce karını arayalım
İş toplantını bildirelim. Aşk da bir iştir kimi zaman
Yalan ise söylemeyelim. Nasıl mı bakacaksın
yüzlerine sonra? İlahi, bir sen bileceksin, bir ben
bir de Tamara. Çok da iyiyimiş duymadın mı
arkadaşını. Durma haber ver, çok az zamanın
var. Trafik de açıktır, şanslısın, ordayız yarım
saate kadar. Şeytan döndü kendi etrafında iki tur
Koptu da adamın burnuna kaçtı tüylerinden iki tüy
Arabanı bir gören olursa mı? Hesap buna kaldıysa!
Kolay, bineriz bir taksiye. Hadisene, hadi, hadi, hadi!
Kendine ait bir anın olsun. Aile toplantılarında
anımsayıp gizlice gülümsersin. Erkekliğine mi
güvenemiyorsun yoksa, nedir derdin? Al telefonu!
Durağın numarasını çevir, aferin! Bir saraydır bu
bir otel, gençsin adını sen getir. Açıktır demedim mi
yol ben sana, işte geldik bile. Resepsiyon sol tarafta
Git sakince anahtarı iste. Kaçmış odanın numarası?
Altı yüz atmış altı. Ne güzel! Altıncı katta besbelli
Çabuk asansörü çağır. Bakıyorum da hafiften kızardın!
İlk seferde olur böyle. Zaman tanı kendine, gitgide alışırsın
Ne serin değil mi? Sessiz, dingin. Duvarlardaki tabloları
gördün mü? Bak bir kapı açılıyor, tek sen misin sanki?
Adam dostum da kadını pek çıkaramadım. Ne! Karın mı?
Durmasana öyle, hesap sormalısın. Silahın ofiste ama
sustalın var ya yanında. Ahhahhhahhhaaa! Gülerim tabii
Biraz eğlenmeye yok mu benim de hakkım? Bunca
işimin arasında. Sessizce ilerle, fark etmesinler seni
O dehşetli bakışları görecek kadar yaklaş ama ki tadı çıksın
Melek yüzlü kızların annesi bu mu, yazık! Çıkar bıçağını!
Daha ne bekliyorsun? Sapla, sapla, sapla, sapla, sapla…
Ah kan, ne muhteşem bir sıvı! Keşke bende de olsa
Kalmak isterdim inan dostum, fakat ne yazık ki
artık gitmeliyim. Dünya kadar yaşlı bir adamım ben
derdi başından aşkın. Döndü yine kendi etrafında şeytan
Sır oldu içinde karanlığın. Adam çöktü dizlerinin üstüne
koridorda boş, bomboş. İki geçmiş hayat, iki beden ile
yanıbaşında uzanmış. Hava ağır şimdi, kütleli, durgun
Kötülüğün küf kokulu, kıvamlı kırmızısına boyanmış.

Yazarı: Feryal Tilmaç





(10 ocak 2006- daha önce yayınlanmamış şiirlerinden- defter arşivi)

Nedir gitmek?
Nereye gidiyor,
Gitmek istiyor,
ten gitmekten yana olmadıktan sonra.
Yön olur her taraf; gitmek isterken.
Nerede, nereden durup bakmalıyız?
Yön üzerinden atladığın an
yol bile şaşırır,
yön, bilmiyor ki nereye varacağını.
Neresi?
Nereye gidiyordu?
Neresi?
Nereye varmak istiyordu?
Başlangıcını sona ekler
Sonu ise bir sonraki an’a..
Neresi?
Nereyi başlangıç olarak seçti?


Burası, bu anda kopuyor.
Bilir düşeceği yeri.
Orası dünyanın son çıkmazıdır.
Başlangıcın bitişi.
Tamamın Tamamı Tam anı..
Başlangıç?
O da neresi?
Neresi?
O YER NERESİ?


Sufi.


Maksud Eserse



Alışık olduğumuz sesin ötesinde, farklı bir fortmatta ve adeta tadımlık olarak
kaleme alınmış kısa-öz ve “sarmalayan” başka bir "edebi tadı" barındıran metinler toplamıdır Sufi'nin yazıları ve okuduklarımız.
“Taş” adlı metnin temel hareket noktası bir taş fotoğrafı ve üzerindeki yazının adeta “anlatılmayan”öyküsüdür, gösterilen ile yazılmayanın müphem mesafesinde bitiyor yazı.
“taşın fotoğrafını niye çektim?” sorusu yanıtsız mı kalıyor yazı aralığında? Güncel olanın raiyiç bedelini başka ellere ödetiyor, onlar ki bu “bedeli” er geç ödeyecekler. O anda kendi girdabından başka bir çeşme kaynağına mütemadi kazmasını vuruyor.

Su mu? Çok uzakta, bunun farkında ama yine de yılmıyor... bu ses Pasolini’yi ve onun “edebiyatla resim dışında? Ne anlama geliyor bu da” sorusuna yönlendiriyor medhuş zihni.
Onun “Pencere adlı şiirinde olduğu gibi aniden bir “kare”nin sır kapıları aralanıyor, seziliyor, oysa sıkı ve tuhaf örtülü sessizlik içinden fışkırıyor hurufat.Artık ne “evin” boşluğu ne de “ev”(can-ten) fazla umurunda, gitmeyi kabullenmeyen ten kalmanın rehavetini kavrayamaz gibi. “ev boş, boş, boştu” (sufi-pencere şiirinden), ah sufi, koca şair Galip gibi “ anlasam bari bidayet mi, nihayet mi nedir?”sitemini neden dile getiriyorsun? Bu gamhane devranda.
İbraniler bile kavrayamadılar o soruyu “çöle koyuldular” ve ne garip ki gün boyu çöl hep aynı kaldı!
Aramızda konuştuğumzda Enis Batur şiir dilinin kuzey, daha neşeli koordinatlarından söz ederdi belki de ilk defa bir şair ve onun hakkında bir ifadeyi yüz kez yinelemenin keyfi ve her çeşit geleneğe başkaldırmanın
kuzey-enlem övüncü içinde yaklaşıyordu. O mu? kendi ilk yaz cesaretinin çocuksu ürpertisi içinde tebessüm eder...edecek.
“Taş” ötesinden bir ses: saydam bir kule mi?
Sert ve keskin bir yakarışın izi var bu “duvar yazısında”.
Belki de onu anlatan söz: “ kalbimin derinliğine yerleşen bu kederi yok et, artık dayanamıyorum” oldu.
Şubat 2006 tarihinde ilk önce “Pencere” şiiri, ardından “Taş” denemesi geliyor.

“eğer maksud eserse,
mısra-ı berceste kafidir” misali,
ve mutriba , “ey mutriba sen aşka dair bir hava bilmez misin?” sorusunun yalın cevabıdır
onun her harfi...
biliriz, ‘erişir menzil-i maksuda aheste gidenler’ oysa biz sadece “aheste uyansın” diyor...
O tiz- reftar Tutiye pür güher dostu istiyoruz...‘Fark eylemeyen cehvehri sarraf’ olamaz diyerek.
Unutma ey dost: “gören sanır sefadan sema-ı rah (yol) ettin...Çeşm-i insaf ey pervane, yetmez mi temaşa-yı Cihan ..ve de söyle, yine gel söyle: “cümle esatir-i (mitoloji) eflatun hezeyandır”, huni dil nuş ederiz, bade kırarız ... sen "bin merhaba" dedikçe...

Borges Defteri


1.

( ilk kez 9 Şubat 2006 tarinde kendi sitesinde yayınlandı.)

Taş
Sanırım en büyük sorunum her şeyi fazlasıyla düşünmem, üstüne gitmemdir.
Belki de birçok şey gibi fazlalık gelebilir.
Anladığım an önce kendim ikna olacağım.
Şimdilik doktorumu dinlemeliyim,
Az sigara içmeliyim, ama nasıl? Bunca olay, kışkırtma, adilik karşısında yeterince serinkanlı olamıyorum, bizden istedikleri ise ortada. Yüzyıllar boyunca süre giden kazanımları bile algılamak istemeyen kurak, taş kafa bir zihniyet var karşımızda.
Az sigara içmeliyim, ilaçlarımı zamanında ve kesintisiz almalıyım.
Geçen gün ara sokakta yürürken bir taş parçası dikkatimi çekti, elbet ki üzerine yazılan yazıdan söz ediyorum.
Ağrılarım bazen soluğumu kesiyor, belki de düşüncelerim ağrıyor, tenim değil!

Taş’ın fotoğrafını niye çektim?
Cuma Yağmur,
Cumartesi Kar,
Pazar günü ise her şey donacak! (Taş haricinde..)
Kalbimiz donmasın,
Gerisi kolay nasılsa.

Sufi.

2.

Pencere
(07 Şubat 2006 tarihinde ilk kez kendi sitesinde yayınlandı)

Pencereleri açıktı,
Kimse perdeleri kapatmamıştı
ev boş, boş , boştu..
ama o küçük pencereden komşu avlusundaki ağacı izleyebiliyordum.
ev boştu,
her zamankinden daha boş
boş, boş, boş..
evin boşluğu kederlere boğmadı beni
yüreğim bilinmeyen, tarifsiz bir şeylerle doldu, doldu, taştı.
Güldüm.
Sonra döndüm:
bir sigara yaktım.

Sufi.



"Aheste Uyan"



Seng üzre gösterir zer-i kamil ayarını.
Seng(taş) olmadın, neng olmadın,
cümle perişan nehengler arasında.
Dilin bend oldu, ey bendeyi harf, hurufat harabatının kapı kulu.
Mecnun ki (bilirsin) iki fena deştini seyr etti ser-a-ser... olmadan ki ser bi ser, değilsin sen YALNIZ.
Duyduk çok sesini: Bir “o” dedin, bir de “hiç”, “uyursam bu zerre, toz altında uyurum ancak.”
Kalk koş, ol zehri bela, “Behan” çok ağırdır : bilesin, bilmelisin.

Aşk imiş Sufi’miz her ne varsa alemde” ilim bir kil ü kal imiş ancak”.
Dar-ı dünya pak tiynet, saf niyet, hür güzeşt eyyam ola “kaal” değil “hal” ehli ile.
Harfsiz, öyküsüz; birde ne cihan olsa,ne can olsa, ne hicran olsa...

Herkese gitmez bela canSufi’miz, “erbab-ı istihkak arar”!
Canımıza “bir merhaba, bin merhaba” kıldı ezelde çeşm-i dost.

“Viran olacak kasra bir ziynet çoktur “ dersin, doğrudur, kasrımız yok, mülkümüz:hiç!
tümden “zerreyiz”...
Kal , Kal ki cümle pakan harfine, hem öyküne dil-bestedir.

Dostumuz, Canımız...Borges Defteri kurucu üyesi, Sufi’ye çok geçmiş olsun.
Tek dileğimiz, umudumuz, temennimiz, bir an önce eski sağlıklı, coşkulu “EYYAMA” dönmesidir.
Gelirsen bir kalem getir, bir de bir avuç “sözcük”, vefasız devrana belki derman ola.


“bu da geçer” ...


Borges Defteri Moderasyon Grubu


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***