Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Ahmet Haşim ve Yahya Kemal Dostluğu / Argos



Her okur, yazarın saplantıları var, kendi sonsuz girdaplar, gölgenizin etrafında döner, döner yine o çınarın küçük bir dalına tutkuyla bağlarsınız ellerinizi. Daha önce Ahmet Haşim ve melal konusuna değinmiştim defter sayfalarında. Haşim o güzelim mısraları hep yanında taşıdığı defterine geçerken, birkaç sokak ötesinde bulunan Yakup Kadri ve Şekip efendi( Tunç) merak içinde yine acaba bizim üstadı azam ne “döktürdüler” diye kendilerini hoş bir sevinçe kaptırarak, hasadı toplamak için beklerlerdi.

Tam da böylesi bir merak faslında Ahmet Haşim’in “muamma” ( elbet ki şiirin adı değil) Sayılabilecek mısraları ortalıkta dolaşmaya başlardı.


2007 yılındayız ve kimse başka bir şairin yeni yazılmış bir “kasidesinden” tek bir dize ezbere okumuyor, okumaz! Çünkü edebiyat ortamı “ağaç kakan” kültürüne teslim olmuş bulunmaktadır, herkes herkesin sadece gözünü değil şiirini de oymakla meşgul. Sıradan, denaet kokusuna saplanmış bir asabiyet var gencinden, yaşlısına kadar büyük bir kesimde. Şiir, Şair eleştirileri de artık çok sıradan, yavan, basit geliyor bana. Haşim’in söylediği gibi “alelade rüyalar” ile haberci rüyaları ayırt edemeyecek türden kalıp ifadelerden ibarettir bir "yığın" sözde eleştiri metinleri. Peki, iyi, sıkı yazılar hiç mi çıkmıyor? Nasıl çıkmaz, herkes o denli kendi sermest dünyasına "gark" olmuş ki 90 dercelik bir açı değil(tepe-taklak olunur) 10 derecelik bir dirhem yeterlidir olup biteni kavramak için. Bunun dışında kalanlarda ise tanımlamakta cidden zorluk çektiğim bir tür tahripkar asabiyeti var. Hele ki bu son durakta bekleyenlerin çoğunluğunu orta kuşağın biraz altındaki yaş grubu yazar, çizerlerin oluşturması esef vericidir ve örneğini yukarıda verdiğim “dostluklardan” da iz bırakmayacak bir kuru gürültü-patırtının habercisidir. Sufi'nin mizahi deyimi ile herkes kendini "allameye cihan" sanıyor! Enis Batur'un yaklaşımıyla sorunu irdelersek durum facianın da ötesinde, çünkü Batur'a göre daha birçok edebiyat okulu öğretim üyesi henüz Borges'in adını bile bilmiyor!


Ahmet Haşim ve söz konusu şiire dönersek:

“ Altın kulelerden yine kuşlar,
Tekrarını ömrün eder ilan
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam,
Alemlerimizden sefer eyler?”

Ahmet Haşim

İşte Ahmet Haşim sübjektivitesi ve “kozmik zamanı”.
Haşim'in tılsım barındıran dizelerindendir ("Bir günün sonunda arzu" adlı şiirinden). Bu dizeleri okurken hep şunu sordum, acaba Nihilizmin bu pek tuhaf girdabına kaç şair böylesine muazzam bir estetik dille yaklaşmıştır. Sadece bizim edebiyatımızda değil, dünya edebiyatındaki örneklerine merak sardım. Haşim hakkında ilginç bir rivayet vardı, o da o ilk karşılaştığınız Haşim'in çetin ceviz birisi olduğu idi. Peltekis’te “giyinen”, genelde öğlen yemeklerini Pandelide yiyen, Pandeli’ye küskün olduğu günlerde ise kederli bir ruh halinde dolaşırdı.
Haşim, inanılmaz derecede şık, kibar, ve neredeyse Edebiyat-i Cedidi’nin titiz canlı ruhu gibi dolaşırdı.
Haşim’in de hiddetli ruh “halleri” vardı, ama o bu hiddeti kendi yaratıclığını kamçılamak için hep kullandı, başka bir şairi rencide etmek için değil. Sonra onun ses tonu Dergah’ın 3. numerusunda yayımlanan “Müslüman Saati” ve “ Gurabahanei Laklakan” ( 1928 de yayımlanmış) adlı eserlerindeki “emsalsiz” tona yükselirdi. Sonrası ise”Göl Saatleri”(1921).
Göl Saati vardı Haşim’in, kendine özgü saatleri vardı. Tıpkı günün belli saatlerini Yahya Kemal’le buluştuğu gibi. İkilinin İkbal kıraathanesindeki muhabbetleri döneme damgasını vuran ender “edebi” vakalarımızdandır, çünkü etrafları bir anda sarılıyormuş ve herkes pür dikkat her şeyi ciddiye alan ve ciddiyeti ile ün salmış Yahya Kemal ve o dönemin uslanmaz “Avangardı” Haşim’i dinlerlerdi. Klasiğin doruklarında geziyordu, ve Haşim ona göre henüz primitifti! Ve o dönemin edebiyat dergilerini incelediğimizde şunu öğreniyoruz.
Yahya Kemal “Göl Saatleri” için hiç görüş belirtmez.
Ama bir başka gerçeği de öğreniyoruz, Yahya Kemal’e göre Ahmet Haşim edebiyatımızda ilk defa “dar sembolizmi” bir kenara iten ilk şairlerimizdendir.

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlıyarak..”

Ahmet Haşim

Sözcüklerin eşsiz bestecisi Ahmet Haşim; Halit Ziya’ya göre zamanının yazarları arasında eşine az rastlanacak kadar bilgili ve devrini takip eden bir şairdi.
Tıpkı “Bir taraf bahçe, bir taraf dere” (Haşim-Sonbahar Şiiri) olarak algıladığı gibi baktı, düşündü, yazdı. Ruskin’in dediği gibi “hayal dünyasına” fazla iş bırakmadan gerçeğin peşine düştü.

düşünüz bol olsun,
Yazarı: Argos


Taksim Sanat Galerisi: YIKILIYOR!



Taksim Sanat Galerisi: YIKILIYOR!

İstanbul’un merkezi bölgesinde yer alan “Taksim Sanat Galersi” 1960’lı yıllarda kente kazandırıldı, ( 1965 yılında Taksim Sanat Galerisinde gerçekleşen Devrim Erbil resim sergisini anımsayalım) ve 1990 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Sn.Nurettin Sözen döneminde kapsamlı bir onarım geçirerek yenilendi ve bugünkü mimari biçimini aldı. Galeri mekanı bugüne kadar yüzlerce sanatçıyı ve milyonlarca sanat severi ağırlamış İstanbul’un en önemli sanat mekanlarından birisidir. Bu mekanın başka çok başka bir “kutsaniyeti”, “dokunulmazlığı” var tüm Sanatçılar arasında. Zaman zaman kimi yönetsel aksaklıklar yüzünden sessiz, sakince Taksim Gezi parkının en güzel köşesinden önünden geçen insanlara tebessüm etti, kimi zaman coşkun dalgalar gibi binlerce sanat severi ağırladı. Bugün Türk Plastik Sanatlar tarihinde Çağdaş Türk Sanatçısı olarak bildiğimiz, tanıdığımız isimlerin, imzaların pek çoğu defalarca bu eski ve köklü mekandan yapıtlarıyla beraber geçmişlerdir.
Üniversite ve tüm okul öğrencilerinin ilk başvuru kaynağı olmuştur. Sanat sevgisini ilk aşılayan en önemli kurumlardan bir tanesidir.
Edindiğimiz üzücü bilgilere göre İstanbul Büyük Şehir Belediyesi bu çok büyük bir manevi değere de sahip mekan için yıkım kararı almıştır.
Sessiz, sedasız biçimde alınan bu yıkım kararı hepimizi fazlasıyla üzüntüye gark ederek, bu güzel mekanı kar-ticari rant uğruna feda etmemek için İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Sn.Kadir Topbaş’a sesleniyoruz:

Sn. Başkan,
Edindiğiniz Mimarlık eğitimi ve bu alanda aldığınız Doktora diplomanız, disiplin olarak Plastik Sanatlara da çok yakın bir mesafeden baktığınızı gösteriyor.
Şunu asla unutmayın, bu önemli sanat merkezini yıktığınız takdirde SANAT TARİHİMİZDE çok farklı biçimde hep ama hep hatırlanacaksınız! Hiç kimse sizin hangi geçidi , hangi kavşağı, yolu yaptığınızı hatırlamayacak ama : TAKSİM SANAT GALERİSİ İÇİN YIKIM KARARI ALAN bir “dönem” olarak sanat “belleğinde” yer edinecek bu girişim.

Aynı paftada yer alan noktalara dilediğiniz müdahaleyi yapma hakkınsa sahipsiniz! Ama bu sanat abidesine en ufak bir kazma darbesi geldiği an sanat ortamı bu vuruşu kendi benliğine, kişiliğine, vicdanına, tarihine vurulmuş gibi algılayacak. Büyük Şehir Belediye Başkanlığı görevi, sorumluluğu kent sınırları içersinde yaşayan, tek tek tüm vatandaşlarımızın haklarını daha güzel yaşam alanları yaratmak adına korumaya almak demektir. Kamuya mal olmuş bir noktadır, üstelik Taksim Meydanı civarında AKM ile birlikte en önemli mekanlarımızdan olan Taksim Sanat Galerisi sanat tarihimizin bir parçası, belleği, geçmişidir. Avni Abraş, Burhan Uygur, Abidin Dino, Devrim Erbil, …sayıları buraya sığmayacak genişlikte bir sanatçının ayak tozunu barındırıyor o mekan. Kısaca: “Sıradan ve varlığıyla-yokluğu arasında bir fark yoktur” mantığı bu mekan için işlemez, işlemediğini hep beraber yaşayarak göreceğiz!
Bu konulardaki duyarlılığınıza vakıf olduğumuz için ve son yıllarda kentin değişik noktalarındaki bazı mekanları sanat fuarlarına tahsis etmek konusundaki hassasiyetinizi bildiğimiz için, bu yanlış kararın düzeltilmesi için de gereken şayesteliği, duyarlılığı göstermenizi beklememiz çok doğaldır, umutlarımızın boşa gitmesini önlemek için gereken tüm yasal yetkilerinizi kullanmanızı önce rica sonra istirham ederek, nalan ve gamlı bir haleti ruhiye ile bu kadim diyarın, deri saadet olan kapılarından ve ehemmiyetli makamı şehr eminimizden bir peymaneye konulan gök kubbenin dingin bir anısı gibi talep ediyoruz.

Bu çok önemli konu ilk kez Borges Defteri tarafından kamuya duyurulmaktadır.

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, tüm mesleki kurum, kuruluş, sanatçılarımızdan
Değerli basın dünyamızın etkin isimlerinden ricamız, konuyu geniş tartışma zeminleri ve platformuna taşıyarak. İstanbul’umuzun bu çok önemli sanat merkezinin akıbetiyle yakından ilgilenmelerini yalvararak talep ediyoruz.

Saygılarımızla
Borges Defteri Moderasyon Grubu
İletişim: defterposta@yahoo.com


Sahne / Özge Dirik (1978-2004)


Free Image Hosting at allyoucanupload.com
Gıpta zamanlardan bir yaşam sırrı.
Devasa yalnızlıklara açılan kapılarda,
Tanrı misafiri umutlarınızla beraber,
Zilinizi de çalıp kaçıyor afacan çocuklar.

Safrasını bırakıyor gökyüzü üzerinize,
Yıldızınız dahi yok geceleri hüznünüze ortak.
Bir memurun masa örtüsünün altından çalınan kirası gibi,
Artık bakire değil gecenizin mavisi.

Savunmasız, açık kentleri ele geçiriyor ancak,
Engin tutkularınız, tutuklu kalmışlığı yarınlarınızın.
Ne zaman bir çiçek dalında kurusa,
Bir sevgilinin daha çok üzülmüşlüğü uzanıyor başucunuza.

Uykuya dalarken annesinin mutlu masallarıyla,
Uyanırken babasının acı öyküleriyle büyüyen çocukluğunuz için,
Şimdilerde aşk;
Kanamalı bir hasta için yara bandı yalnızca.

Hayatını cehaletin tanrılarına sıvazlarcasına,
Aşıdan habersiz bir annenin secdeye varışı gibi,
Yormuyor çocuğunuzun tanrıya yolculuğu.

Devşirilmiş devirlerden kalma hesap tabağı artıkları hayat.
Hangi şapka alkışa kaldırılsa içinde ölü bir tavşan.
Ve çok eskilerden bir sahne gözünüzün önünde,
Münir Özkul affetmeden, nefretle terkediyor çocukluğunuzu...
Şiir: Özge Dirik


Öykü-KARAPAŞA / Ulus Fatih



Kariye müzesine gitmek isterken, Fener semtinin çıkmazlarında yolumu şaşırdım, Draman'daki,, Karagümrük'teki sapakların içinden bilisizce yürüdüm, her yolunu şaşıranın başına geldiği gibi, köşe başlarından süzülen kara gölgeler sanki beni izliyordu. İnsan yolunu yitirmeye görsün, tuhaf bir boşluğa, bitimsiz bir umarsızlığa sürüklenircesine köklerinden kopar ve yaşamı anlamsızlaşır.

Haliç'in karşı tarafına, Hasköy'e geçmek için, sırf bundan ötürü, bilinci bulanmış sarhoş, yerinden, yurdundan olmuş bir heimatlos gibi, köprünün dibindeki varyantlara gelince, hangi viyadüğe girmeliyim derken, (Amacım karşı yakada, büyük suyun üstünde bekleyen devasa canavar, Gerçek Kara Gölge, düşlerimin o görkünç Nautilus'unu görmekti. Çocukluğumda, 'Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'ı okumuş, Kaptan Nemo'nun kuzeyde, buzullar arasında, uğursuz denizaltısıyla yitip gidişini bir karabasan gibi yıllar boyu düşlerimde taşımıştım.) tam ayaklara geldiğim sırada, düşlediğim karakoncolos bu kez gerçek oldu ve gönlünden ne koparsa diye boğuk sesler çıkarıp, boynuma sarılarak -civar yatırlardan türemiş hortlakcasına- bir kumpasla önümü kesti...
Ketempereci sarhoşmuş. Şarap alacakmış. Bu durumda her zaman ki yaptığımı yaptım, onlardan biri gibi davranarak; adamı lafa tuttum. Sonra işte değeri bilinmemiş bir veli, bir kethüda olup çıktı ve parayı unutarak komparsitaya başladı. Kendini alıcı kuş gibi dinleyen ademoğlu karşısında mesellere girişti, anlağında bozuma uğramış, deli saçması kıssalardan dem vurdu ve düşte gezer olmadık şeyler uydurup, sözü dolandırarak, gariplik dolu anekdotlar aktardı.
...
Osmanlıda cellatlar ya çingene ya da Hırvat olurmuş. Arap (yolkesenin lâkabı), Viyana Kuşatması'nda Calût adında bir cellatın da sefere katıldığını ve olayların atası olduğunu söylediği, asesbaşılık, çorbacılık yapmış, bu düşmüşten yana, kulaktan kulağa geldiğini söyledi. Arada Suleyman diyor sonra gülünç bir aksanla Sobieski demeye çalışıyor, posta tatarı gibi laflar karıştırıp, kanımca olanları birbirine ulamaya çalışıyordu.
...
Bazı kuşatım heveslisi ve yeryüzünün günümüzde bile fütühat diyarı olduğunu sanmakla; soyumuzu yüceltmek arasında bağ kuran nice dostlarımız, usa düştükçe, yüzyıllar önceki Viyana Kuşatması üzerine serzenişte bulunurlar. Viyana alınabilseydi, Avrupa bir Osmanlı eyaleti, yeni bir Türk yurtlağı ya da devasa bir Anadolu olacaktı, Kıptilerden ve Andaluzya yakasından kıskaca alınmış Afrika'ya tümüyle inilecek, Kuzey kutbuna ulaşan onurlu tebamızdan bir Çelebi sancağımızı buzullara dikecek, Napolyon doğmayacak, Hitler olmayacak, İsevilik yeryüzünden silinecek gibisinden filân feşmekânlar... Ama bunlar Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Florida'ya kar yağar öngörüsünden beterdir sanırım, çünkü küçük bir dokuncanın tarihin seyrini kökünden değiştirebileceğini ve kendilerinin de yaşıyor olmayabileceği bir yana, soyumuz bireylerinin bu kez başka varsayımlar üreterek oyalanacağını pek düşünmezler.

Bu bakımdan tarihte savaş ve kuşatımlar hiçbir zaman bir işe yaramamıştır, geceler boyu yazgılarına göz billûru akıtarak, Kronos'a yakaran Demeter (süt tanrıçaları) bolluğuyla, aşağılanmışlığını bir monarka yakışır kindarlıkla yüceltmek isteyen öksüzler kalabalığından başka... Ocak söndürmenin, ten sahibine Jüpiter hırsı aşılamak ve iman tahtasını öç duygusuyla doldurmaktan gayrı bir işe yaramadığını tarih her baş vurulduğunda söylemiştir.
Viyana Seferi'yle ilgili Calût'tan kaldığı söylenen ve daldan dala geçerek, artık bölük pörçüklüğü bile ileri sürülemeyecek anılar birikintisi aşağıdadır...

Kuşatma kış günlerine yaklaşıyor ve başarıyla sürüp gidiyorken, ordunun konakladığı düzlüğün kuzeyinde ki karaormanlardan, Kordelia adlı bir soylu kadın, yanında birkaç lûtiyle, lando-kupa araba içinde, kente doğru gidiyormuş, o gün öylesine bir alışkanlıkla, devşirmelere komuta eden Karapaşa'nın (yeniçeriler, Merzifonlu Karamustafa Paşa'ya böyle dermiş) sipahilerinden bir bölüğü ormanda avlanasıymış, (belki de Avcı Mehmet'e yaranmak için) ürkütücü sessizliği, kuşbazların dallara sürtünüşü ve tepedeki bir ağaçkakanın kulak çınlatan ötüşü bozarken, birden altyolda majestelerin Kordelia'sı, sanki peçesiz ve yarı üryan peydah olunca; anda peşlerine düşmüşler. Delice kırbaçlanan atlar, orman içinde süren kısa bir kovalamacadan sonra yollarını şaşırınca, arabayı devirmişler, vakanın eni sonu ise; sürücünün boynu kırılasıymış, peçesiz ahunun omuzunun çıktığı, arkebüzlü haçlılardan birinin, atının altında kaldığı, arboletli bir çaylağınsa ağaçta yakalandığı ve sonuçta tekmilinin zayi olduğu belirtilmiş ve de Kordelia'nın Lehçe konuşur iki nedimesi baygın olası, Prusya armalı küçük bir sandık bulunasıymış.

Olan bitene tanık olan bölükle, küfre bulanmış imansızlar karargâha doğru yola çıkmışlar. Kordelia, Karapaşa'nın huzuruna varmış. Nemçe topraklarında vukubulan ve tarihin asla sözetmediği (potansiyel olarak çingeneler, sarhoşlar ve tüm azınlıklar resmi tarihin söz etmediği bu tür gizlerle kavmin üzerinde tartışmasız bir monopol oluştururlar) bu olaydan sonra kimsenin bilmediği üzere Karapaşa, Kordelia'ya tutulmuş ve o andan sonra da kuşatmada bir (ilerde tüm bunların bilinçli birer eylem olduğu anlaşılacak) yavaşlama hatta gerileme olmuş ve dillere destan huruç; cebeciyle, dizdarların şiddetle şikayet ettiği üzere maliyede büyük açıklara ve masraflara yolaçacak, defterdarın başını yakacak fuzuli bir saldırıya dönüşmüş.

Sertçilliğiyle ünlü ve gözü pek oluşuyla nam salmış Karapaşa, Kordelia'ya vurulduktan sonra ona Ruhşah adını koyasıymış, ruhumun şahı yani... O andan sonra da, çadırından pek az çıkmaya başlayan paşa adına denilebilir ki, seferin ve kuşatmanın gidişatı bilindiği ve beklenildiği üzere sizlere ömür... Fettanlığı bir yana Frenk diyarından sarışın bir güzelle yaşamında hiç karşılaşmayan, benliğinin derinliklerinde bunun karanlık zulmetiyle, uhdeye dönüşmüş kompleksini taşıyan paşa, kumandan olması sıfatıyla uyarıları dinlemez ve kendi ölümüne giden yolları açar sonunda, görünüşte aşk yine üstün gelmiş, asıl yengiyi o sağlamıştır. Ruhlar şahı, hükümranlık ve zemzem suyuyla arınan atlıların nallarıyla çiğnenen topraklar ve ganimetler demek değilmiş demek ki... Demek ki aşkın gücü, savaşan utkuyla, insanlık tarihi boyunca sürüp giden vandallığın üstündeymiş.

Demek ki...
(çarşambanın sessizliği / bir kuşun çığlığı / Isfahan'da, / Melikşah'ın gözlemevinde / bir adamın dinlediği ) Khaled'in kehanetiydi ha...

Şu dünyada aşktan nasibini alan kaç kişi var ki?.. Haremi olan koskoca padişahlar çelimsiz bir cariyenin kulu kölesi olur, nice imparatorlar bir kumpanyanın varyeteci kızına tutulur-tacını tahtını terkeder, keşaneye, viraneye dönüşür, nice krallar herkesin burun kıvırdığı bir Astarte yüzünden hercümerç olur. Harakiri yapanlar, saltanatı bırakanlar, yay kirişiyle boğulanlar, karasevi yolunda kavrulanlar, adembabalar taifesine karışıp, imi timi bellisiz olanlar, kabilesini, kafilesini unutanlar... Platon boşuna söylememiş, insan öbür yarısını arıyor bir yaşam boyu, bazen de buluyor ya da bulduğunu sanıyor, işte o zamanda ortalık karışıyor, yer yarılıyor ve her şey birbirine giriyor.

Şimdi Kordelia'nın Karaorman'lardan kasıtlı olarak geçirildiğini, her şeyin bilinçli olarak; Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri'nce tasarlanıp, düzenlendiğini söyleyelim mi, o gün Viyana kuşatılmışken, Osmanlı ordularının dizi dibinden neden bir fettan ahu geçirilsin ki, göz göre göre bir kupa arabayla orman içinden, neden sipahilerin üstüne gidilsin ki... Karapaşa'nın o güne dek yalnızca kuşatmayla uğraşan izanı, o günden sonra ikiye bölündü, bir yanıyla Ruhşah'ını düşünürken, diğer yanıyla ...
Ardından beklenen başarısızlık ve Nemçe diyarında vukubulan sergüzeştin, çok sonra, ayrıntıları bir köprü ayağında fısıldanacak görkünç trajedisi.
...
Sonunda padişaha jurnallenen Karapaşa öldürülüyor. Başı kesilerek. Beyazşehir civarına gövdesi gömüldüyse de, başı Asitane'ye gönderildi. Meşin kırbada bala bulanmış, gümüş tepside sunulan başta duran kıpkırmızı gözleri; hâlâ altın saçlı Salome'sine doymamışlıkla, başdöndüren kokuların ve çıldırtıcı dokunuların özlemiyle yanıyordu ve de en küçük bir pişmanlık izi görünmüyordu.
Sonunda sağır ve dilsiz bir cellatın insafına kalan baş; Haliç'in dibini boyladı...
Belgrat'ta gövdesi için, Edirne'de gözleri için, payitahtta sözleri için bir mezarı var deniyor.

Aşkı için öldü paşa... Nereden bilebiliriz ki; belki de mutluluğun resmi budur. Uskumru gözlü Kordelia ise Arşidük oyunlarının parçası olmanın ve tasarlanmış bir gönül ilişkisini pahasıyla satmanın cezasını çok ağır ödedi, paramparça edildi ve eti sıcak sıcak köpeklere yedirildi. Yalnızca Efşan Bahçeleri'nin nice sülüslü betimine benzer urbaları toprağa verildi ve böyle birinin yaşadığından yüzyıllar sonra ancak bugün söz edilebildi. Kapıkulu askerleri, ziynet ve takılarını, kılıç ve kalkanlarına süsle, siper ettiler. Saçlarından sancak tuğu yapıldı, kaval kemiğinden kös vuramacı, aya eklemlerinden de remil taşı yapıldığı söylenir...

Yine de diyelim ki, kaftanı Levni'ye taş çıkartan (çok renkli demekmiş Levni) şimşirlikte (kafeste) yetişmiş nice bahtsız şehzadeyle, sayısız cariyenin yazgısı, inanın onlarınkinden çok daha iyidir. Çünkü söylemesi mekruh mu bilemem, Ruhşah ile Paşa'nın ferç ile zekerinin de padişaha yollandığı söylenir, böylesi ilk ve tektir.
...
Hanedan ailesi kutsal sayıldığı için kanı akmamalıdır. Karapaşa bir devşirme değilse de, Bağdat'ta şehit düşenin oğluydu ve saraydan olmamakla başı uçurulabilirdi. Cellatlar şehzadeleri öldürürken yağlı bir sicim kullanırdı ama bu Paşa'ya; değil Kartezyen bir kılıç, bir Yemen palası veya Roma orağı bile yeterse de, saraydan olupta, bir köprü başında, sırf kanı akmasın deyi keçeye sarılarak, gece karanlığında dört nala giden atlılarca çiğnenmekten yine de iyidir böylesi bir ölüm.

Eflak prensi Konstantin Hangerli nasıl öldürüldü, aşırı vergi koyan prensin (soylu, köylü ve büyük sürü sahibi manastır oturanlarınca) şikayet edilmesi üzerine; sadrazam Yusuf Paşa, Bükreş'e bir kapıcı gönderir, kapıcının yanında kalın dudaklı siyah bir arap (bizim Arap gibi) vardır... Prens, Dersaadet dükalarına, kahve ve nargile ikram eder, ürkmüştür, ama belli etmeden, mabeyinciye Fransızca hitap ederek çuhadarları getirmesini emreder. Mabeyinci çıkar çıkmaz arap, prensin sırtına atlar, kaygan bir kementle boynunu sıkmaya başlar, kapıcı da prensin karnına iki piştol sıkar, prens güçlüdür, urgan boşalır ve debelenmeye başlar, kapıcı, hançeri prensin sırtına saplar, arap da prensin boynunu burkarak, burcuna göndermiştir, odaya giren çubukçu, tütün hazırlayan hizmetkâr ve peşkirci gördükleri manzara karşısında, çığlıklarla yardım isterler, silah seslerini duyan çuhadar ve mabeyinci de gelmiştir, katillerin üzerine atılacaklarken, kapıcı dur bre ferman diye bağırır ve padişah görevlisi cellatlar oldukları anlaşılır. Prens ölmemiş can çekişmektedir, arap destur çekip prensin başını keser ve çıplak cesedi avluya bırakır, ardından padişahın fermanını okur. Söylence bitmemiştir, prensin başının derisi özenle yüzülür, kanlı deri yıkanarak, ikiziymiş gibi içi samanla doldurulur. Akşama doğru deribaş prensesin odasına yerleştirilir, bunu gören çocuklarla, nedimeler dehşete kapılarak haykırmaya başlarlar, bu arada cesedin gömülmesi için penzler, filoriler, zolatalar teklif edilmektedir; prens yakılacaktır yoksa...
Hangerli'nin başı 1799 yılının yedi mart günü binbir namlı Konstantinopl'da, sarayın heybet kapısı önünde bir kez daha sergilenir, Chopen'in cenaze marşı o devirde de çalındı mı bilemem ama başın, mehter marşıyla taçlandırıldığı kesindir diye sırıtarak bitirdi sözlerini, Ayvansaraylı Arap!..

Ve bütün bunları neden anlattığını şu şekilde açınladı; meğer Calût'da hırgür arasında başı kesilenlerdenmiş, oda kalafata yatırılmış, diyor ki, aynı Viyana küskünü Karapaşa gibi, onun da gövdesi yaban toprağında kalmış ve bir cellat hısımınca ahiretlik baş Boğaz'a getirilmiş ve Emirgan'daki konaklığına gömülmüş, Arap, onun başının bir zaman orada akrabalarının kaldığı evin bahçesinde durduğunu ama artık günümüzde mezarının Aşiyan'a karıştığını söyledi ve işte bu anlatılanların en ilginç nirengisine getirdi sözü, biz dedi; meczup olduğumuza bakmayın, iki bayram sırası her seferinde Vienna'da ki (bir dediği iki dediğini tutmuyor) Osmanlı kabristanını (azınlıklar mezarlığı) ziyaret eder ve başsız gövde için dua ederiz, yine her seferinde şimdi Aşiyan'da asudeler ülkesine (sonsuzbarış toprakları) karışmış, kitabesiz gömütlüğü tavaf ederiz. Sonra kızıla çalan gözlerini üzerime dikerek; çünkü Yüce Tanrı'nın "masumların ölüsüne" (üzerine basa basa söyledi bunu) dua etmek için başını mı esas aldığını yoksa gövdesini mi bilemediğimiz için evvelahirden beri; ki and verebilirim, mekkareli, yaya ya da tayyareli (atlı, yürüme ya da uçaklı demek istiyor) Viyana'yı ziyaret eder, eşzamanda yürek yanığı içinde, Emirgan Koruluğu'ndaki küfeki taşlı, tarumar lahite yakarır, duaların kabulü için ihsanlar eyler, gözyaşlarına garkoluruz dedi.
Kulunuz onun yalancısıdır.
...
Us gözlerin ötesiyse, yürek de gövdedir. Cehennem aleviyle tartıya çıktığımızda tanrının ölçüsü hangisi olacak. Bilen var mı... Karapaşa'nın düşünceleri Viyana önlerindeyken, duyguları çadırındaydı. Hangisi günah, hangisi sevap. Ölmeyene and olsun kerubim dedi Arap.
İki dünyada da müşkülât çekenlerin; çift mezarlıların hali nicedir. Tanrım bu konuda hiç yardımcı olmadı bize, hangi kutsal kitabı açsak bir umar bulamadık, bu nasıl bir kabir azabıdır, nasıl sual olurlar, biri bize yardım etse diyorum ama şu kara kıyamette sözü dinlenir eşhas kaldımı ki, her müslimin kanıksayıp, kabul edeceği bir letafet bulunur mu ki bu meyanda diye, ağlamaya başladı.

Umudunu kesme "düşünmeliyiz ki sonsuzluğa yalnızca o kalacak ve iyiliklere de yalnızca o vesile olacak"
dedim.


YAZARI: ULUS FATİH


Beyaz Sayfa / Naime Erlaçin






Son yıllarda, yoğunlaştırılmış yapay bir kültür damarlarımıza sürekli pompalanıyor. “Komprime” haplara da benzetilebilir. İlacımızı alıp mışıl mışıl uyuyoruz. Uyutuluyoruz aslında. Geçmişte ise tabular hâkimdi. Hani şu durmadan eleştirip isyan ettiğimiz yasaklar. Ancak, doğru veya yanlış, değerlerimizin bir kısmını böylece koruyabildik. Muhafazakârlık savunuculuğu yapacak değiliz elbette. Aksi halde, sanatta özgürlükçülüğün hakkı yenmiş olur. Yaratıcılar, avangardlar (öncüler) ve hatta sıra dışı-uçlarda olanlar (marjinaller) her devirde mevcuttu ama sanat böylesine “kitsch”leşmemişti henüz. Ne de insan...

Günümüzde içi boşaltılmış putların sayısı giderek artıyor. Ne yazık ki "imaj"lara tutuluyor, vitrinlere, makyaja, camlara âşık oluyoruz. Dünya sayılı markaların oluşturduğu piyasaların ve çokuluslu şirketlerin avuçlarında zıplıyor artık. İnsan markadır bugün… Alelacele kotarılmış, fiyakalı bir biçimde sunulan ve kendi çarpık talebini bir ejder gibi kükreyerek, homurtuyla yaratan emeksiz bütün işler birer marka... Yazın sanatının markası ise giderek çürümekte… Kaos’unu yitiren sanatın “konformist”,“ dev bir akım içerisinde kayboluşunu izliyoruz. Sanatı katlederken yaşamın iskeletini dik tutan vazgeçilmez değerleri de yok sayan bir moda bu! Kalıcılığını yitiren unsurlar gelir-geçer beğenilere bırakıyor yerini. Sabun köpükleri ve balonlar uçuşuyor etrafımızda. “Trend”ler ve “trendy”“ olmak günün modası haline geliyor.

Tarih boyunca bunca uygarlığı biz yaratmamış mıydık? Ve şimdi her şeyi yok ediyoruz. Ne yazık ki edebiyatın da diğer sanat dalları gibi giderek süflileştiğinin farkına varamıyoruz. Var olanı yıkıp daha güzelini yapmaya, yanlışı sıfırlamaya; kaos’ un gücünden yararlanmaya itirazım olamaz. Ancak değerli ve vazgeçilmez olanı; hiç değilse insan malzemesini ve onun yaratıcılığını koruyabilseydik… İnsan olmazsa kim sağlayacak yeniden yapılanmayı? Yıkıntıyı kim kaldıracak ayağa? Bilmediğimizi bilmiyor olduğumuz gibi, öğrenmek için merak da duymuyoruz artık. Meraksızlık ise araştırma yeteneğimizi köreltiyor. En temel güdülerimizden biri törpüleniyor. Ve sonuçta beyaz camdan ve boyalı basından bize sunulan popüler-kültür uydurmacalarını, geleceği yok ettiğimizin farkına dahi varmaksızın, “komprime haplar” gibi yutuyoruz. Kalemlerimiz ağlıyor; düşünce tembeli dilsizlere, fikir haymatloslarına dönüşüyoruz.

Yepyeni ve insanlığın gelişimini engelleyen bir düzenin sanata yansımasıdır bu… Belki de “Novus Ordo Seclorum”un (“Yeni Dünya Düzeni”) bilinçlice planlanmış bir uzantısı. Oysaki gerçek kazanım bireyin kendisine, yaşadığı topluma ve dünyasına kattıkları ile doğru orantılıdır diye öğrenmiştik. Bu düzen ise yaratıcılık gücünü bastırıp yalnızca kopyalamayı öğütlüyor. Taklidi onurlandırıyor. İnsanı ucuzlatıyor. Yaşamanın tek başına bir sanat olduğunu unutturuyor böylece…

İşgal altında ve istilaya uğramış bir kültürün bireyleri nerede durur? Binlerce yıldır genlerine işlemiş şifreler bozulunca ne yapar, ne ederler? Aidiyet ve sahiplenme duygularını yitirmiş kişilerin kendilerine, topluma, geçmiş ve geleceklerine yabancılaşmaları nasıl önlenir? Ya alabildiğine yalnızlaşmaları? Tek başına kalmış ve toprağından sökülmüş bir fidan yaşama sanatından ayrı düşmez mi? Bizi yeni bir tür ilkelliğe ( yazın sanatındaki kısırlaşmaya) getiren bu süreci sorgulamıyor ve yukarıdaki soruları nedense kendimize hiç sormuyoruz.

Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Ve sonra post-modernizmden, pop-kültüre dayalı sözde evrenselleşmeden, aynılaşma ve öznel yabancılaşmanın yarattığı çıkmazdan kurtuluş yollarını keşfetmiş biri olarak uyanmayı diliyorum…
Saf ve kirletilmemiş yabanıllığımla tekrar buluşmayı; dayatılmış bu ilkellik dönemini aşabilmek amacıyla çözümler üretmeyi…
Dipsiz yalnızlıktan, büyük bozgundan hesap sormak adına naifliğimi ayaklandırmayı... Arınmayı, durulmayı, tazelenmeyi…
İçimde var olduğuna inandığım kudretin sınırlarını denemeyi…
Araştırma, inceleme ve yaratma iştahıma yeniden kavuşmayı…
Yapısalcılıktan kurtulmayı özlerken yakalandığımız bu yapay kurallar dizgesinden kaçıp özgürleşmeyi…
Özgünleşmeyi…
Yolumuza kurulan tuzaklarla yüzleşmeyi…
Ve tüm bu olumsuzluklara karşı dik durup, isyancı kimliğimi de takınarak başkaldırabilmeyi!

Öyle ki hiçlikten çokluğa geçişin insan unsuru olabilmeyi öğrenmeliyim yeniden. Taşıdığım sorumluluk ve elimde ağlayan kalem böyle buyuruyor çünkü!

Var oluş nedenlerimizi tüm engellemelere karşın cesaretle sorgulayan içimizdeki aydın belki de aslında bir cahil, bir "ümmi" ruhu taşıyor. İşlenmeye hazır ak bir sayfa gibi masumiyet’i temsil ediyor.

Derin bir uyku sonrasında onu uyandırmanın vakti gelmiştir bugün!


Yazarı: Naime ERLAÇİN


Kendime Bir Tokat Attım/ Ömer Serdar



Kendime bir tokat attım.

Bir toynaklı memeliyim, yunusa oranım nedir diye düşündüğüm zamandır zaman… olabilir mi? Oldu mu? Oldu.
Eşil bir şaklama duyulma ihtimalini sandıktan çıkarma oranım ne? Hilekâr iktidarlar gibi demokratik bir tokat attım kendime. Elim yüzüme çarparken sesi yarattım.
Eşşşşşiiiillllaaaakkkk. Suratım Aşil der gibiydi. Kimileri ona Akhilleus da der, kimileri El Haaaakkk. İşte burada ölçek, şurada harita ve “sürekli hıçkırıklar” hastalık tablosu. Şimdi Domuzlar Körfezi’nin herhangi bir çiftçiyle ne ilgisi var? Sahi ne yani? Sahi neyim? Onlar bilmediğimi sanacak…
Ölümlü bir baba olan Peleus ile tanrıça Thetis'in oğlu yarı tanrı Aşil (Akhilleus) Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biri. Thetis oğlunu ölümsüzlük nehri Styx'de yıkarken elini suya değdirmemesi öğütlendiği için, onu sol topuğundan tutup suya batırmıştı.
Yalnızca oradan vurulursa öleceğine inanılırdı. Rivayet o ki, öleceğini bildiği halde Helen'i geri almak için yapılan Truva Savaşı'na katılmış ve Truva prensi Paris tarafından sol topuğundan zehirli okla vurularak ölmüş. Bu yüzden ayak topuğunda yer alan tendona aşil tendonu adı verilmiş. De; ne fark eder sanki azıcık hardal gazı ve bir mermi tüm hikâye. Ten don giyince insan hayallerine benziyor.
Kahraman Akhilleus değil ama benim tokat ne eril ne de dişil; yani eşil.
Biri yeşil mi dedi?
Ha, evet o sermayedir. Yeşil sermayeyi bilmeyen var mı? Atı alan değil atı çalan Üsküdar’ ı geçmiştir. Bir zırva da bu işte. Doğrudan bakamıyorsan eğriden görebilmeyi dene kardeşim.
Çok duyuyorum şu günlerde, gelin canlar birlik olalım vsvsvsvs… gen tutar mı kan tutar mı ne önemi var? Maksat izdiham olsun. Olsun diyemiyoruz… Olmasın: kuvvete inanmıyoruz.
Hangi tarafından uyanıyorsun küfürbaz….türban mı dekolte mi? Ama sana sorulduğunda tenini yanıtlayacağını biliyor öküzün evrimi. Ulu anlamlarla yıkar kurularsın kendini. Nefsinde o tanrısal mucize fakat tenini gün gelir kurtlar yer. Doğdun korku, ölüyorsun korku. Bu hikaye hep böyledir; korkacaksın, doğdun çünkü.
Kuzum bu birliktelikte tokat da var mıdır? Varsa varım, yoksa bana uymaz.
Bana hırsızlı ülkenin eblehi derler. Birçoklarınızla birlikte, hatta hep birlikte okuyacağımız satırlar var. Satırlar doğrar, keser, böler, ayırır. Bize Kryon az bile. Bize mucizeler gerekmez. Kavalı tutarız odun sapının ilkelliğinde, neye üfleriz üfleriz üfleriz üfleriz de…


“Sanmayın dikkat ile sarf ederim sanatımı
Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir
Bezm i meyde sufehanın sazda meftun oluşu
Nazrımda su içen eşeğe ıslık gibidir”
diyor Neyzen Tevfik

Püffff yani. Neye ney, eee, ne, yene mi, yüne mi, cepkene mi? Oh ye ye ye ye… oh ye…bu rahatlatır insanı rock ritminde.
Bir tokat daha…
Şimdi soruyorum, benim zekâm mı geri, sizin zekânız mı ileri?
Kendime bir tokat attım. Başımda bir ağrı, dilimi arıyorum ama dilim beni bulunca hıçkırıyorum, sanki ağır bir gübre traktöründeydim. Koku dayanılmaz…
Dedim ki;
Yaaa ! Kebikec !*
Söz ne kadar kısaysa anlam o kadar derindir.
Çünkü;
Söz benimdir; anlam ise onların kendine göre. Söz büyüdükçe kendi anlamına çeker “biz”i. Kısalırsın. Oysa sözü budarsan, budakları yeni bir baharla yeşillendiren yine sensin. Budaklardan yaprakları bekleyen de sensin. Anlam ikilik adına bir hiçtir. Sonbaharda ağacın yaşamı unuttuğu gibi unuttuysan, bu satırları da sil gitsin.
Anlam ne kadar derinse söz o kadar besler içini. Bulduysan iç, bulamadıysan susuz kal.
Kendime bir tokat daha attım. Sen oluşma çabasında bir hiçtin… sanırım fidan dalı için yürüyor. Ağaçların da yalan söylediği vaki.
bir sel bir yel bir mevsim
hâlâ emin değilsin
aklını yavaşlatamadan
konuşamazsın

içi özneyse dünyanın
dışında kocaman cümlelerin var
her harfi uzatarak birer çizgi yapmalısın
düzleme rota beklentisi eklemeksizin
boyuta yönlerini unutturmak çok işe yarar
sayıların gizemi örneğin
işine yarar
bir koyun, iki koyun, üç koyun...

hâlâ emin değilsin
sıradan bir yolun kenar hizasında
sana anlam yükleyen kırmızı
kanından daha mı kırmızı
ya o gelincikler
eski bir şarkının
bağrının bulantısı mı
hele o tortu
neredeyse çamur olacaksın

konuşamazsın
tutulmuş küçük dilinde seğiren
suçlanma anın
aklansa bile
tutkusunu sökemiyorsun dilinden
ah o kekeme baharlar

haydi konuş yeşil yeşil
haydi kıvrıl yukarı maviye
bakarsın yağmur yağar
çatıdan
akıp gidersin

hayattaysan
bekleyeceksin
bir sel, bir yel, bir mevsim

unutma
hepsi sensin
hepsini çekip de giden
zaman hızlanırken eteklerinde
bir sel, bir yel, bir mevsim

Fakat,

Yalan da büyüyor.

bir ucunda kimliğin verdiği sancı bir
ucunda o eski yollar
ne zaman
rahat uyurlar söyle
yönü kaybetmeli mi mevsim
onu söyle?

önemsenecek bir emeğin olduğunu
susarsa için
sana o en uzaktaki için

hep öyle bir nefeste kalma
e mi
hep öyle bir nefesi vermemen için
içinin içindekini

o hep haklı olacak
hak elbet
yalan da büyüyor

Yazarı: Ömer Serdar

*Kebikec: Ya! Kebikeç! asırlarca müstensihler (elle yazanlar=günümüz yayıncıları) tarafından kullanılmış efsane bir koruyucudur. Kebikeç’in kullanılmasının birkaç amacı vardır. Kebikeç kitap kurtlarının efendisidir. Eserin üzerine Ya! kebikeç! yazıldığında kitap kurtlarının esere zarar vermeyeceğine inanılırmış. Bir başka inanışa göre ise Ya! Kebikeç! ibaresinin yazıldığı mürekkepten dolayı kitap kurtları esere yaklaşamazmış. Bazı kaynaklarda ise Ya! Kebikeç'in kitapları koruyan bir cin ismi olduğundan bahsedilmiştir. Hangisi olursa olsun üzerine Ya Kebikeç yazılan kitapların kurtlardan daha az zarar gördükleri anlaşılmıştır.


BORGES’İN İLK ŞİİR KİTABI / Bayram Balcı



‘Bişnev ez ney çün hikâyet miküned

Ez cüdaiha şikâyet miküned…’ (Rumi)


Uzayan bir zaman ötesinden geliyordu sesi. Epeydir aradığı yoktu. Telefonun karşısındaki ses; “Bu akşam yemeğe geleceğim" diyordu. Evde yemek olmadığını ve hatta yiyecek hiçbir şey bulunmadığını O’na söylemedim. Beni unutmadığına sevindiğimi belirten bir kaç sözcük geveledim ağzımın içinde ve saat 19:00’da beklediğimi belirttim. "Anlaştık" dedi ve kapattı telefonu. Sabırsızdım. Yemek hazırlamayı ve hatta yiyecek bir şeyler almayı unuttum.Sadece iki Villa Doluca şarabı alıp geldim marketten. Bekliyordum. Beklerken bir şişe dolucayı yarısına kadar içtim ve hafif çakırkeyif olmuştum. Kitaplığın bulunduğu odaya geçtim. Kitapları karıştırdım ve raflardan beş Borges kitabı indirdim. Bu gece Borges kitaplarıyla midemi doldurmaya karar vermiştim.İki kez tıklatıldı kapı. Kapıyı açtığımda karşımdaydı ve yine yalnızdı.Aylar sonra evin yolunu tek başına nasıl bulduğuna şaşırmıştım, ama bellietmedim. Daha içeri girer girmez, "İlk şiir kitabimi 1923 yılındayayımlamıştım" dedi. "Biliyorum" dedim. Fervor de Buenos Aires / BuenosAires Tutkusu. "Yıllar sonra yeniden döndüğün ve doğduğun kent için yazdığın şiirlerden oluşuyordu, biliyorum" dedim. "Kitap" dedi, "topu topu beş günde basılmıştı." Bütün hikayeyi biliyordum. Ne içmek istediğini sordum. Ne içmek istediğini bildiğimi söyledi, kayıtsız bir sesle. İki kadeh kırmızı doluca hazırladım. Sehpanın üzerine bıraktığım kadehi eliyle koymuş gibi buldu. "In honour of" dedi ve kadehi yaşlı dudaklarına değdirirdi.Kitaptaki şiirleri bir yıl içinde, 1921 ve 1922 yılları arasında yazmıştı.Avrupa’ya döneceklerdi yeniden ve bu nedenle kitabının basılması konusunda acele etmişti. Yayınevi ile altmış dört sayfa konusunda anlaştığından sondakikada beş şiirini çıkartmak zorunda kalmıştı. O zamanlar 24 yaşındaydı.Aklı kavaklar kadar uzun ve kavakların yaprakları gibi savruluyordu. Kitapta hiç düzeltme yapılmamıştı. İçindekiler sayfası yoktu ve sayfa numaraları bile bulunmuyordu. Kapak desenini kız kardeşi yapmıştı. Sadece 300 adet basılmıştı.Bütün hikayeyi biliyordum, ama ondan, her seferindeyeniden dinlemek, nedense hoşuma gidiyordu. Hikayeyi bildiğimi elbette, O da biliyordu, ama yeniden anlatması, sanırım O’nun dahoşuna gidiyordu. İlk şiir kitabını dağıtmak için şaşırtıcı bir yöntem denediğini de biliyordum, ama O’ndan dinlemek istiyordum işte. Sonradan ilk kitabini sevmediğini de biliyordum. Bir keresinde bana"Şairlerin çoğu ilk kitaplarını yok sayarlar" demişti."İlk şiir kitabımı dağıttığım yöntemlerden birini hiç unutmuyorum" diyedevam etti sözlerine. "O dönemin etkili bir edebiyat dergisi Nosotros’unbürosuna gidenler vestiyere paltolarını asarlardı. Altmış, yetmiş kadar kitabı yanıma aldım. Derginin yayın yönetmenlerinden Alfredo Bianchi’ye gittim. Bianchi, bana şaşkınlıkla bakarak, ‘bu kitapları senin için satmamı beklemiyorsun herhalde’ dedi. ‘Hayır’ diye karşılık verdim. ‘Bu şiirleri ben yazdım ama, o kadar deli değilim. Ben yalnızca bu kitapları şurada asılı duran paltoların ceplerine bırakmanızı rica edecektim sizden’..." Cümlesini bitirir bitirmez bir kahkaha koy verdi. Ben de gülmeye başladım.Şiirin gücünün, sözcüklerin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda büyülü simgeler ve müzik olduğunu Borges babasından öğrenmişti, ben de O’nun bana anlattığı hikayelerden. Sonra uzun uzun bana yayıncılık dünyasının, yayınevlerinin, kitapevlerinin ve dağıtımın karmaşık ve bir o kadar da basit sorunlarından söz etti. "Her şey aynı aslında, değişen hiçbir şey yok. Şair,şiirini okura ulaştırmak istiyor, yayınevleri ise sadece para kazanacağı kitapları basmak istiyor." Sustu yine.Yeniden ilk şiir kitabının hikayesini anlatmaya devam etti. "Kitabım yayımlandıktan bir kaç ay sonra Arjantin’den ayrıldım. Bir yıl sonra geri döndüğümde Nosotros’un bürosunda paltolarının ceplerine kitabımı bıraktığım insanlardan bazılarının kitabımı okuduklarını öğrendim; hatta bir kaçı kitabımla ilgili yazı bile yazmışlardı. Doğrusu, şair olarak küçük bir ünbile sağlamıştım."Kitabını çelimsiz bir üslupla yazdığını, veciz metaforlarla dolu olduğunu,ama temelde romantik bir kitap olduğunu söyledi. Gün batımlarından, ıssız yerlerden, Bounes Aires’in bilinmedik köşelerinden söz açıyordu ilk şiirkitabında. Berkeleyci metafiziğe ve aile tarihine dalıyor, ilk aşkları dile getiriyordu. Kitabında bir yandan da on yedinci yüzyıl İspanyol’casına öykünüyor, ön sözünde Sir Thomas Browne’in Religo Medici’sine değiniyordu.Kitabını kırk ambara çevirdiğine hâlâ bile içerliyordu. "Yamalı bohçaya benzetmiştim kitabımı" dedi. Ama daha da ilginç olanı, geri dönüp baktığında, o ilk kitabından hiç ayrılmadığını, yazdığı her şeyin, ilk kez o kitapta ele aldığı izleklerin geliştirilmiş biçimlerinden başka bir şeyolmadığını duyumsadığından söz etmesiydi. "O gün bugündür, o kitabı durmadan yeniden yazdığımı düşünüyorum" dedi, duyulur duyulmaz bir sesle. Aşırılık içeren şiirlerdi yazdıkları. Zaten bu yüzden edebiyat tarihçilerinin kendisine "Arjantin ultraiziminin babası" dediklerini söyledi. Tam o sırada sessizliğimi bozarak, "Ama" dedim, "Fransız çevirmeniniz Nestor İbarra’in, ‘Borges yazdığı ilk ultraist şiirle, ultraist bir şair olmaktan çıkmıştır’ şeklinde bir değerlendirmesini görmezden gelemezseniz." Uzun uzun başına öne doğru salladı. Sonra birden yeni bir şey keşfetmiş gibi sözlerine devam etti; "O ilk ultraist denemelerime bugün artık yazıklanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Aradan neredeyse bir yüzyıl geçti, bugün bakıyorum da,hayatımın o zor dönemlerini hâlâ unutmaya çalıştığımı görüyorum."Konuşurken, buruk sesi odaya hüzün saçıyordu. “Bak” dedi, Lambanın gölgesi düşmüş gözlerine baktım. “Düzyazı diye bir şey yoktur; ritim üstüne düşünmeye başladığın an, şiir çıkıverir.” Onayladım onu, “Evet, söylediklerin Stevenson’un dediğine de uyuyor.” Kurgu, yani çatı olmaksınız şiirin belli bir biçim alamayacağını, şiirin o tür biçimsizliği kaldıramayacağını söyledi. “Şiir, şaire gelir.” diye araya girdim. “Evet,öyle ama bir şairin bilinçle şiir yazmaya oturabileceğini sanmıyorum.Yazarsa, hiçbir şey çıkmaz ortaya, yani emeğine değecek.”Söyleyeceklerini satır satır bildiğim halde, “Dil hakkında neler düşünüyorsun?” diye sordum, “Dil başlı başına bir gelenektir” dedi. “Neden,sone yazanların, o uzun geçmişli ve görkemli geleneği sürdürülmesin? Formu reddetmeyi kendi adıma garip bulurum. Gerçi özgür koşukla iyi ürün verenşair sayısı çok değil ama başka kalıplarla yetkinleşmiş nicesi var.” Tam aklımdan birazdan genç şairlere öğütler vermeye başlayacak diye geçiriyordum ki, şarap kadehini kaldırıp, üst dudağına değdirdi ve diliyle yalanarak, “Bu yüzden genç şairlere, önce klasik kalıplardan başlayıp sonra devrimci olmalarını öğütleyeceğim” dedi.“Siz böyle konuştukça, Oscar Wilde’ın –kehanet kokusu taşıyan- bir gözle mi geliyor aklıma” dedim. Başını hafifçe öne doğru sallayarak; “Sone ve bildik kalıplar olmasaydı hepimiz dehanın insafına kalmıştık. Günümüz için çokgeçerli bu; en azından benim ülkemde. Hemen her gün, dehanın insafına kalmış şiir kitapları gönderiliyor evime –başka bir deyişle bana anlamsız gelen kitaplar. İçlerindeki metaforlar bile seçilmiyor.” Yine araya girerek, sözleri kestim; “Metaforun iki şey arasında bağlantı kurduğu varsayılır” dedim. “Ama ben bu kitaplarda hiçbir bağlantı göremiyorum” dedi, “Hepsinin bir tür tozutmuş bilgisayarın rasgele ürünleri olduğu izlenimine kapılıyorum. Üstelik benden duygulanmam ya da keyiflenmem beklenirken! Dahiliğe özenme hatasını ilk kitabımda (galiba ikincisinde de, belki üçüncüsünde de) işlemiştim, sonra sone kalıbının gerçekten büyülü ve açıklanmaz bir özelliği olduğunu kavradım.” Yine sözlerinin kesmekte hiçbir tereddüt görmedim; “İlerde kuralları yıkmak için önce onları bilmeniz gerekir.” Bu kez sözlerinin ritmik akışını kesmeme galiba bizar bozularak,“Evet, bu apaçık bir gerçek ama apaçık olmasına karşın gençlerin büyükbölümünce anlaşılmadığı görülüyor. Hiçbir has yazar çağdaş olmaya çaba göstermemiştir. Vereceğiniz bilgiyi, laf arasına sıkıştırmalısınız. Her genç şair kendini nesnelere adını veren bir Adem gibi görür. Gerçekte Adem değildir, üstelik arkasında köklü bir gelenek vardır. O gelenek de yazdığıdil ve okuduğu edebiyattır. Bence genç bir yazarın bulguculuğu ve ataklığıbir süre erteleyip yalnızca beğendiği iyi bir yazar gibi yazmaya çalışmasıdaha akıllıcadır.”Homeros’un sağlık sorunları nedeniyle intihar etmeyi aklından kez’lerce geçirdiğini biliyordum; O’nun da intihar etmeyi düşünüp düşünmediğini nicedir merak ediyordum, çıldırasıya merak ediyordum bunu, ama cesaret edipbir türlü soramıyordum. Sıkıntı basmıştı yine, terlemeye başlamıştım. İçine düştüğüm hali anlamış gibi huzursuzca kıpırdandı oturduğu koltuğun üzerinde.“İntihar etmek boş bir çabadır. Ölümsüzsem, intiharın yararı yok.” dedi.Mutfakta bir kaç patates buldum. Bir tencere suyun içine attım hepsini ve tencereyi ateşin üzerine koydum. İkinci villa dolucanın da sonuna gelmiştikve benim de karnım zil çalıyordu. Haşlanmış patates yedik birlikte ve sonkadehlerimizi içtik. Gitmeye hazırlanırken, kırış kırış olmuş elini omzuna koyarak, "sen" dedi; "ilk şiir kitaplarıyla, kendilerini meşhur etmekisteyen şairlerden kendini sakın. Meşhur olmak elbette meşru bir haktır,ama bunlardan korun. Olup bitene hiç aldırma. İyi şair, ölü şairdir masalına da bas gitsin kalayı."Kapıda, O’nu uğurlarken, "seni bir daha ne zaman göreceğim" dedim.Hep böyle yapardı. Elini odanın köşesindeki masaya doğru uzatarak, masanın üzerindeki kitapları gösterdi; "Ben her zaman buradayım, görmüyor musun?"Allahtan utançtan yüzümün kızardığını görmedi. Geldiği gibi yine sessizcegitti.

Sadece Uyurken Tanrıyızdır.


Muhabbetle.


Yazarı: Bayram Balcı


Düşünce Sistemindeki Karanlık: Postmodernizm /Sufi


Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Düşünce sistemindeki karanlık : Postmodernizm

Dışavurumculuk, Gerçeküstücülük akımlarına ve bir bütün olarak modernist geleneğe (özellikle Marksizmi, düşünce, eylem kulvarından saptırmak niyeti ile) tepki biçiminde gelişen ayrıca özneye yeni yaşantı olanakları yaratmak savıyla gelişen ve adını postmodernizm olarak benimseyen, öte yandan modernitenin baskıcı eğilimlerini sıfırlamayı da amaçlayan bu düşünce aynı anda bir hızlandırma politiğiydi. Özetle Postmodernizmin özgül söylemine bakıldığında, aydınlanma mantığı olarak tümden yadsıdığı kavramsal aklın karşısına, aklın taydaşı diye tanımlanan ve benim düşünceme göre tartışılır bir seçenek çıkarması onun en büyük felsefi açmazıdır.
Kendi savlarından bir tarif çıkartmak olanaklar dahilindedir, sanatsal bir söylem biçiminde ya da dilbilim, aynı anda eleştiri sorununda karşımıza çıkan postmodernizmin temel dayanakları zaten yeşerdiği ilk yıllardan beri biliniyor. Ama nesnel idealizm bağlamında ayırdedici özelliklerini karışlaştırılmalı analiz etme çabası da tamamen “öznel” bir uğraştır. Defter sitesinde geçtiğimiz dönemlerde konuyla ilintili bir yazıyı okuyunca, küçük bir hatırlatmayı uygun buldum, postmodern söylemin açık uçlu bir karakteri vardır ve görünürde bu tarz bir seçenek insana daha büyük bir etkinlik alanı ve hatta daha fazla özgürlük vaat eder(gibi durumu), ama bunca yıl geçmesine rağmen “öyle” mi oldu diye “genel” bir soru hiç gelmedi! Belki de bunu nasıl gerçekleştireceğini o ilk yıllarda çok az kişi fark etti, ama böyle bir özgürlük vaadinin cephaneliğine baktığımızda, görüyoruz ki bilimsel, temel felsefi birikimden, o gelenekten bireyi koparan, nesnel bilgilenmeden alı koyan, sorgulayıcı niteliklerden arındıran ve bireyi düzen içersinde tasfiye eden, bilinci kalıplaştırmış, sonra edilgin bir “varlık” durumuna getirmeye çalışan bu kof zihniyet ve ideoloji üzerine dikkatlice yaklaşmakta fayda görüyorum. Bir Ali Akay hayranlığıyla konuya “dalarsak” Deluze bile çaresiz derviş kalır.( Deluze'in "tasavvufu" bilmediğini kim inkar edebilir?-soru işte!). Son yıllarda Türkiye’de bu moda akım savurgan ve oldukça tutucu iktidarını pekiştirmeye çaba sarf ediyor, yoksa kültür ortamımızın bunca tek sesliliğe ve güç odaklarına terk edilmesini nasıl izah edebilirsiniz? Teorik donanım, kendi zeminlerinin çürüklüğü bile bu kumdan kalelerin yıkılmasına yardımcı olmuyor, çünkü ötekilere karşı hoşgörüyü bilmiyor ve ellerinde tuttukları maddi olanakları bir başkasıyla asla ve asla paylaşama niyetinde değiller, oysa gerçeğin ve sanat’ın sarsılmaz kalesi hep sosaktan ve yer altı edebiyatı-kültüründen yükselmiştir, o sokaklarda, caddelerde atar edebiyatın gür yüreği..Cemal Süreya sessizce,çalışma masasında tasarlardı, çizgiktirirdi Papirus'un sayfalarını, etkisini hala tartışıyoruz! Günümüz kule cambazlarının yarım yamalak donanımı ve ego doyumu seanslarından bıkmayan kimselerin yüzünden ortam soluk alamaz hale geldi . İşleri o aşamaya getirdiler ki yeni gelişen, serpilen bir kuşak kendi yurdunda kendi ortamına bile “yabancı” oldu, çünkü ellerinde zaptettikleri suni güç birçok yazarı-çizeri tüm konvansiyonel birikimiden mahrum bırakıtı, bu kıytırık "tayfa" yüzünden kaç kişi suskunluğu seçti bilginiz var mı?

Tüm metinlerini, yazılarını okuyun dibi-ucu belirsiz safsata adeta. Şan, şöhret onlar için adeta arisokratik çağların serveti- gücü olarak dönüyor. Şimdilerde, yani postmodern zeminlerde hiç ayıp olmayan "imtiyaz"dan söz ediyorum! Adlandırdıkları saçma sapan içi boş terimler ve "uydurma" kes-yapıştır akıllarıyla ortama dehşet bir tahakküm ve iktidar abidesi kurdular. Ama bu kule cambazı dostlarımızın ne hakikatin ne olduğunun farkındalar, ne de sokakların dilinden haberleri var. Kim takar oligarşinin süslü saksi bitkilerine?
Yeni soluk Türk Sürrealistleri seslerini Portekiz’den duyurmaya mahkum edilmişler.
Kısaca yukarıda sözünü ettiğimiz Focu vurgunu yemiş tayfa, savundukları ve ne olduğu hakkında sadece tahakküm fırkası ve kendilerinin fikir sahibi olduğu “tekillik” ilkesi yine sadece kendi konformizmlerine hizmet ediyor, ama bu “non-dost”larımız unutmasınlar Mutlak Hakikat, zamandan ve değişimden arındırılmış hakikat değildir. Bir zaman doğru olan şeyler, bir başka zaman doğru olmaktan çıkabilir ya da ortaya yeni gerçekler dökülebilir. Somut örnekleri çoktur!
Siz, bizim bahtı beyaz "yerli" Postmodern dostlara bakmayın , bu akım onun kimi kuramcılarına hiç de hayırlara vesile olmadı, çilesini çeken bir kuşağın acıklı öyküsü kimsenin umurunda bile değil. Postmodern tefekkürün ilk “kurbanı” Rolan Barthes’tır rivayete göre: Paris’te bir çamaşırhane kamyonunun altında ezildi, Lacan, Williams ve Bourdieu’yü öteki dünyadaki postmodern hayatlara çoktan gönderdi. Louis Althusser kendi eşinin katili oldu, sonunda bir akıl hastanesine kapatıldı zavallı. Ama unutmayalım adlarını verdiğimiz tüm bu düşünürler sahip oldukları “eşsiz” değerlerini her zaman koruyacaklar, onlar düşüncelerini kendi konformları için kullanmadılar; bizimkiler gibi) yaşamlarında ters giden işler ve hayat çalkantısı onları en azından özlemini çok duyacağımız düşünce tarihinde kendilerine has yerlerini hep bize anımsatacaktır.
Keşke bir değil Beş Althusser kapasitesinde daha düşünür gelseydi. Habermas bu kuşağın belki de son temsilcisidir, ondan sonra Avrupa kıtasında kopsun derin, korkutucu sessizlik. Önemli olan “düşünce rüzgarını” yaratan figürlerin ardından gelen 3.kuşaktır.
Yapılacak tek şey, postmodern papağanlık değil, cyber feminizm ve yapısalcılık vs.. adına ciddi, ciddi kafa kırmaktır(Yormak fiili çok lüks gelir).
“Ne olacak?” sorusuna tarihin bu bulunduğumuz enleminden ne gibi bir yanıt vereceğimize bağlıdır, bizim, biz Türklerin, Türk kavminin verceği yanıttan söz ediyoruz. Türk işi, Türk için zaman çok “ postmodern” oldu artık, günü gün ediyoruz, güncelde boğuluyoruz .. Ama hala "umutluyuz", bu alanlarda hem gözlerini kör edenler , hem zihinlerini dağlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur güzel yurdumuzda, işin, sorumluluğun büyüklüğü kimi papağanlar ve tayfalarını şu an estirdikleri boş rüzgarı aşacak durumda, yeni kuşak artık onlarla felsefi “dalgalarını” geçiyorlar.

Bu örnek garip bir örnek:

Postmodernizmi savunan kalem erbabının listesini bu işle ilgilenen herkes az çok bilir.
Aralarında bir isim var ki hal ve tavırlarıyla beni çok düşündürmüştür, çünkü onun “duruşu ve bakışı” adlarını verdiğimiz yazar, düşünürler kadar masum değil. Yok işte falancası şöyleydi, böyleydi , olabilir, insanlık hali. Ama bu sonuncusu öyle "yenilir- yutulur" cinsten değil.
Kimden mi söz ediyorum?
Zygmunt Bauman’dan, açıkçası işni dehşet boyutunu ben de bilmiyordum, jm’den öğrendim, sonrasında konunun takipçisi oldum. Jm’nin verdiği bilgilere göre Polonya’da yayımlanan bir edebiyat dergisinde uzunca bir makale( Rapor) yayınlanmıştır ve Zygmunt Bauman’ın kirli geçmişi ilk kez tüm detaylarıyla ortalığı kasıp kavuruyor. Bu gerçekleri öğrendikçe bir de kütüphanemde Metis yayınevinden çıkan Bauman kitabının arka kapak yazısına gözüm takıldı: “ tavırları ve düşüncelerinde tutarlı büyük düşünür” diye yazıyor! Sen tut kendi düşüncelerine muhalif yazar, çizerleri ihbar et ve çoğu da ya Stalin’in, ya da Polonya’lı acımasız idam mangalarına emanet edilsin, sonra 1995 yılında artık ortalıkta ne Soviyetler ne de Birlik kaldıktan sonra şu satırları yaz: “Postmodernizm bir gerçeği bir başka gerçekle değiştirmek niyetinde değil, keza bir güzelliği başka bir güzellikle, onun yerine tümünü “deconstruct”a uğratarak hepisini gerçekten arındırır ve “ölçüsüz, ilkesiz” bir yaşamı hedefliyor”( Bauman- 1995 tarihli ve Postmodern Düşünce adlı kitabından).
Aslında Bauman galiba geçmişinde de hep ölçüsüz ve ilkesiz davranmış. Başka nasıl açıklanır onca cinayet şebekesi ile yakın, çok yakın işbirliği?
Bu son haberi alıncaya kadar ben de herkes gibi Bauman’ı bir düşünür, sosyolog olarak biliyordum. Oysa Polonya istihbarat örgütünün sıkı üyesi olduğu bilgileri yeni yeni ortaya saçılıyor! Üstelik öyle bir dönemde bu şanlı, şerefli görevi yerine getiriyor ki, o yıllar tam insan av partisinin yapıldığı yıllardı. 50 Bin muhalifin canice öldürüldüğü yıllardan söz ediyorum. 50 Bin masum düşünür, yazar, muhalif öldürüldükten sonra Sn. Çok muhterem Zygmunt beyin aklı başına mı gelir yoksa vicdan muhasebesine mi, orası belli değil. 195O tarihinde Polonya İstihbarat örgütünden( Avrupanın en eli kanlı oluşumu idi o yıllarda) istifa mektubu da söz konusu dergide yayınlanmış. Son günlerde kendi kendime şunu soruyorum: Bauman onca insanı modern yönetmelerle mi; yoksa postmodern yöntemle mi “idam mangalarına” havale ettirdi? Şimdi kitap kapaklarımızı ve de hatta arka kitap kapklarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz. Bauman ağzında kuş tüyü de tutsa “beş” kuruş etmez bir zalim olarak tarih sayfalarında kendine layık yeri edinmiştir böylece. Büyüklük bu kadar da safsata salatasına dönüştürlmemeli. Yazdığı değil, yaptıklarına bakarım ben.. ona bakarsanız Hitler de Resim yaparmış!(Milyonlarca Musevi inancına sahip masum insanın rezil terminatörü..) Hatta bizim Kenan amcada dergilerden kopya ettiği manken resmileri yapıyormuş (değmesin yağlı boya hesabı)! Tarih ne diyor bu "zevat" hakkında, biz ona bakacağız.
Topos, Eros, Kronos'u dinleyerek.( yeryüzü, aşk, zaman).
Yazarı: Sufi.




Eylül / Cenk Koyuncu (1967-2006)





EYLÜL

Çoban Kızına

Seni susuyorum, en çöl yanım bu
her bakışında bir başka kuruyorum
gölgelere ilikliyorum bedenimi
sensizliğe yanaşmıyor hiçbir bakış
her bakışta kör oluyorum.

Seni soluyorum, en yaşamsal yanım bu
pencerelere sığmıyor kabaran gövdem
neden böyle taşıyorum, neden böyle taşıyorum
bunca yüklü, geçen zaman
neden böyle taşıyorum?

Kabaran ve kararan yürek sana aç
dilde şiir tende istek eksik durmuyor
gölgeler bile sana muhtaç
kelimeler gibi sensiz de olmuyor!

Şiir:Cenk Koyuncu
21.06.1996


Öykü // Leon Felipe



“ Ş. Şehrinde yaşanan olay: Su deposunda babalarının cesedini buldular. Bulgaristan göçmenleri Arıt ailesi iki sene önce evden çıkan ve bir daha izine rastlayamadıkları babalarının cesedini yaşadıkları apartmanın su deposunu temizlemeye gelen işçilerin bulmasıyla şok yaşadı. Apartman yöneticisi su deposundan acı bir tat geldiğini, bu nedenle temizletmeye karar verdiklerini söyledi. Ayın onikisinde Hamidiye apartmanında yaşanan olay tüm daire sakinlerini alt üst etti. Sağlık bakanlığı ve emniyet olayı takip ediyor. Belediye başkanı sorumluluğun cesedin kendisinde olduğunu açıkladı. Morgda soruşturmaya alınan ceset susma hakkını kullandı.”
Hürrrr. Gaz. Sayı: 345662903

GÖMÜTLÜK BAHÇEVANI

Buraya gelenler her zaman sessiz sakin insanlar değillerdir. Gürültüyle ölenler de olduğu gibi
ölü eroinman arkadaşlarının mezarına iğne saplayan ziyaretçiler de vardır. Ben bunlara toplumun bıkkın zombileri diyorum. Anadolu’ya zombi meselesi Lazarus’la şu süslü mezarlıkları olan hiristiyanların din peygamberi İsa’nın mezardan, neden yapmış anlamam,
çıkartarak dirilttiği adamla girdi. Ondan önce yoktu yahu. Yıllar önce yaban elde bir film seyrediyordum. Kasabanın tekindeki mezarlık bahçevanı, bekçisi, işletmecisi aşık olduğu
kadını diriltiyordu, ondan sonra kasabadaki herkes yavaş yavaş ölmeye ve hop dirilmeye başlamıştı. Filmin bir yerinde aniden Sezen Aksu’nun şarkısı “ Sen seni bil sen seni/ Yoksa öcüler yer seni…” şarkısıyla karşılaşmış afallamıştım. O zamanlar üniversitenin tekinde
işçi olarak çalışıyordum. Hizmetliydim. Ölüm ensemde boza pişirmiyordu. Etrafta anadilimde konuşan kimse de pek yoktu. Bu şarkıyı bir yabancı filmin arasında işitince şok ve tuhaflaşarak şark mutlusu olmuştum.
Şimdi yetmiş küsür yıllık yaşamımın en acayip puntosunda, noktasındayım. Gazetelerin köşe yazarları gelerek benden ölü diriltmek için izin, izin vermezsem röportaj istiyorlar. Araya Mezarlıklar Genel Müdürlüğü’nden kimleri sokmuyorlar şaşarsınız.
- Cemal Gürsel’le acil konuşmamız lazım amca! Diyenlere şaşırıyorum. O adam burada gömülü değil bir kere. Yine de ısrar ediyorlar:
- Sen çağırttırırsan gelir. Olacak iş değil, diyorum. Alışmışlar ya, para vermeye kalkıyorlar. Bir ikisini patronlarına şikayet etmeye kalktım. Hürriyet gazetesi mi ne,
“ Genel yayın yönetmenimize bağlayalım, iyi ki aradınız.” Dediler, bir de baktım ki
adam eski patronuyla konuşmak istiyor. Ne isteyeceksin adamdan yahu? dedim:
- Gel işin başına geç. Tek başıma koca gazeteyi çeviremiyorum. Gazeteci diye şaklaban işe almışım. Çıldıracağım yahu. Diyerek yardım isteyeceğim, dedi. Evladım Allah akıl fikir versin sana bu işler böyle ölü yardımıyla olmaz. Git bak Akşam gazetesinden filan yardım iste. Şarapçı, zeker düşkünü arkadaşın g noktası peşinde koşarken helak olup kaburgalarını kıran adamdan yardım dilen…filan diyordum ki herif telefonu kapatmış. Sekreterine anlatıyormuşum. Kadın:
- Ben not alıyorum. Ertuğrul Bey başkalarını dinlemez pek. Dedi de kendime geldim.
Nasıl olacak da bir zombiyi dinleyecek anlam veremedim. Koca adam da yaşayanlardan ümidini kestiyse ben ne yaparım?
İşte bu konuşmadan sonra ben de bıraktım ipin ucunu. Diriler geliyor, ölüleri döve döve mezarlarından çıkartıyor “ Arabanın ruhsatını nereye koydun leeen!” diye başlayan konuşmalar oluyor. Eski milletvekilleriyle, senatörleri de diriltmeye başladılar, ama bu kez işler sarpa sardı, adamların ölüleri dirilerinden beter çıktı. Tabi her şey bununla bitmiyor.
Bir de mezarların karışması durumu var. Babaları diye dirilttikleri bu kez başka biri çıkıyor.
Ölü de olsa öldürmek suç olduğundan kurtlar vadisigillerden adamlar türedi mezarlıkta. Tek diriltilmeyenlerse ressamlar. Ölüleri para ediyor tabi onların. Bense henüz yaşayanlardan olmama rağmen bir tek benim karıyı diriltmek istiyorum. Yanlış anlamayın hatun ölmedi
ama uzun zamandır bir zombi gibi asık yüzlü. Ölsem de benden kurtuluş olmadığını,( bir çok mezarın yerini benden başka bilen olmadığı için ölüm halinde ilk diriltilecekler listesindeyim)
anladı sanırım. Yok yahu sırf o biraz gülsün diye ölümü saklayacak yer bulmalıyım. Muzurluk da yapamadan edemem ama. Kıl oluyorum zaten apartman yöneticisine. Dur bakalım bulurum bir şey.


Yazarı: Leon Felipe


Romancı Mı? O da Ne?/ Argos



"Bir sanat yapıtında gerçekliğin şu ya da bu görünümünü tanımak, anlamak, ele geçirmek niyeti'ni aramak yerine, onda bir tavır( felsefi, politik, dinsel vb.) bulmak isteyenlerden oldum olası derinlemesine ve şiddetle nefret etmişimdir."
- Milan Kundera ( Kundera'nın "Kötülüğün baştan çıkartıcı güzelliği" başlıklı yazısından.)

Felsefe, Roman ilişkisi nedir? Neden Nietzsche dizgesel düşünceyi red eder, hangi sonucu doğurur bu tercih? Uçsuz bucaksız bir izleksel genişleme , örülen duvarları “özgün” biçimde yıkan, insani olan, insansal olan tüm nesenelerin bir felsefi düşünce nesnesi olabileceği savı ve bu savın roman sanatı ile felsefeyi yaklaştıran enerjisi üzerinde fazla durmayız. Kundera'nın bakışına göre genelde bir sanat yapıtında "tavır" aramak behyude bir telaşdır ama onun bazı yapıtlarında özellikle bu "benimsenmiş" tavrı kolaylıkla görebiliriz, çünkü soğuk savaş yıllarının en hareketli döneminde yazın sanatını vurucu bir top mermisine dönüştüren isimlerdendi. Amacım Milan Kundera'yı irdelemek değil, ama Kundera eksenli bir ikinci konu ilgimi çekiyor, o da onun Adorno hakkında "telegraf" metni biçimindeki hesaplaşmasıdır, Felsefe-Sanat ilişkisini irdelerken belli ki Adorno onu çok kızdırmış ve Adorno'yu edebiyat yapıtlarını irdelerken "kısa devre yönetimini" kullanmakla suçlar(anlamlara bağlı olarak), Kundera bir konuyu es geçiyor, eğer Adorno bir "tavır" peşindeyse bunu biz sadece onun "yeni yorumuna" değil, tüm yönelimlerini kabullenerek sonuçta bir "Marksist" düşünür olduğu için o "idea"nın peşinde olduğunu baştan kabul ediyoru(m)z, Adorno'yu sadece "Minima Moralia" adlı yapıtında aramamalıyız, onun başka filozof ve düşünürlele ortaklaşa kaleme aldıkları yazılarında, bakışında olağan durumu sarsacak bir insani duyarlılık söz konusudur.
Yer yer günümüzün "karanlığına" karşı resmen çığlık attığını görürüz, pek de haksız sayılmaz. Kaldı ki "Minima Moralia" üzerine yazmak, konuşmak gerçekten ciddi bir mesai gerektiriyor, onun döngüsel mantığını, her tümceyi nasıl parçaladığını bilmek gerekiyor. Hiç kimse buna Adorno'da dahildir, bir "sanat yapıtını" yüzeysel sıfatlarla( gerici, ilerici) tanımlamaz, o yapıtın açık ve kapalı "değerlerini" hatta sözcüklere sinmiş "dehşet"e ( korku eksenli değil, sarsıcı çıkıştır amacım)bakar. Kundera'nın tüm yapıtlarını irdeleyin Adorno hakkındaki görüşleri 5 satırı geçmez ve orada da kendince onu "yerin dibine" batırmıştır! Bu yanlıştır, alışık olduğumuz kolaycılıktır. Adorno edebi, sanatsal yaratıda engin bir "duyarlılık" peşindedir ve bunu açıkca talep ediyor, bu "isteği" tartışa biliriz ama bu yönelim Kundera gibi Roman sanatına ömrünü vermiş bir yazarı asla ve asla "kızdırmamalı". Ona bakarsanız kimi düşünürlerin çok daha radikal görüşleri var.Sürrealizmin manifestosunu kaleme almış Breton ne düşünüyordu?
Andre Breton için mesela roman neden bir “aşağı tür" olma sorunudur! Ona göre biçemi düpe düz “haber biçemidir”.
Ve betimler için: "hiçbir şey bunların hiçliğiyle boy ölçüşemez” der.

Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un odasının betimlenmesini örnek gösterir: “ Bu okul işi resmin yerine oturduğunu ve kitabın burasnda yazarın beni bunaltmak için gerekçeleri olduğunu ileri sürecektir” der ayrıca. Aslında romanın onun gözünde bir aşağı türe indirgenmesinin başlıca sebebi bir yazgısal eksikliktir, yani onun deyimi ile “Romanda şiirin bulunmayışıdır”.
Avrupa’da bunca yıldır, roman yazılıyor, ama neden hala Avrupalı düşünrler Farançois Rabelais’nin düşü olan o atasözününden hareket ederek: “ İnsan düşünür, Tanrı güler” ifadesinin peşinden gider, “ilk büyük Avrupa” Romanın doğum hayalini hep canlı tutar ? O zaman ilk bunu sormamız gerekiyor: hiç düşündük mü bu can alıcı durumu?
Avrupa’nın ilk büyük romanın kahramanı olan Panurge için bakın nasıl sıradan, basit bir soru en özgün yanıtları toplar getirir okura: “ Panurge evlensin mi, evlenmesin mi?” gibi bir sorunun yanıtı soru kadar basit olmaz, bütün yanıtlarda insanoğlunun felsefi birikimi bayraklanır, o özü damıtır sayfalarına, Aristo, Platon, Homeros, Hipokrat, Herakleitos yanıtlar soruları, yazar kendi özgün yorumunu ekler. ( Avrupa büyük roman kuşağı temsilcisi, Gagantua ve Pantagruel’in üçüncü kitabından söz ettim).
Roman’nın bir çeşit deneysel egolar düzlemindeve ontolojik köprüler aracılığıyla , özgün, sıradan temaların kılı kırık yaracasına incelenmesi tanımını yapa bilir miyiz?
Çok isterim ve kesinlikle buna zaman ayıracağım, Orhan Pamuk yapıtlarını, sil baştan yeniden ele almayı düşünüyorum.

Romancı sözcüğü !

Nedir bu “Romancı” !
J.P.Sartre, böyle bir tanımı “saçmalık” olarak görüyor, bütün yapıtlarını irdeleyin “Romancı” sözcüğünü görmeniz olası değil, “düz yazı yazarı” diye söz eder ve CANALICI VURUŞU YAPAR:
“ YAZARIN ÖZGÜN FİKİRLERİ VE HİÇ TAKLİT EDİLMEYECEK BİR SESİ VARDIR” !

İşte bütün kalbimle katıldığım bu tanım, insanoğlunun, o düz yazı kulvarında çile çeken kalem erbabı aslında insan atlasının da “kaşifleri” sayılırlar..
ya kaşif olursun, ya da ?
ya da Ne?
Varın adını siz koyun.
Sufi haklıdır !
Rabelais’a göre ta XVIII. Yüzyıla kadar “neşe ve komik” aynı şeydi ,
Oysa ne neşe kaldı ne de komik olan bir durum !

düşünüz bol olsun!


Yazarı: Argos .a


Bukowski ve Beat'ler Üzerine / Şenol Erdoğan


Defterin notu:
Altıkırkbeş Yayınları Editörü sevgili Şenol Erdoğan'a bu güzel yazıyı defter arşivine kazandırdığı için çok teşekkür ediyoruz...// defter



“Bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır. Onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez. Eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız, insan olarak ölmüşsünüz demektir. Sadece bu bir sonraki satır, daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır, bu sihirdir, gürlemedir, bu güzelliktir. Bu ölümü yenebilecek tek şeydir.” (Charles Bukowski)

“Temel olarak bir Beat yazarı olarak nitelendirilmese de, Charles Bukowski, kamunun gözünde, Beat Hareketiyle özdeşleştirilmiştir. 1920’de, Andernach, Almanya’da doğan Bukowski, 1922’de ailesiyle birlikte Amerika’ya taşınmıştır. Bukowski Los Angeles’ta büyümüştür ve hayatının çoğunu çeşitli uzun vadeli olmayan işlerde çalışarak, yüksek miktarda alkol tüketerek, at yarışı bahisleri oynayarak ve yazarak geçirmiştir. Bir dizi kitap yazmıştır: romanlar (Post Office [1971], Factotum [1975], Women [1978], Ham On Rye [1982] ve Hollywood [1984]); kısa hikâyeler (Notes Of A Dirty Old Man [1969], Erections, Ejaculations, Exhibitions And General Tales Of Ordinary Madness [1972], daha sonra karton kapaklı iki cilt olarak basılmıştır: The Most Beautiful Woman In Town And Other Stories [1983] ve Tales Of Ordinary Madness [1983]; South Of No North [1973] ve Hot Water Music [1983]); ve kırk ciltten fazla şiir kitabı (aralarında, Flower Fist And Bestial Wail [1959], Longshot Poems For Broke Players [1961], The Genius Of The Crowd [1966], The Flower Lover [1966], At Terror Street And Agony Way [1968], Th Days Run Away Like Wild Horses Over The Hills [1969], Legs Hips And Behind [1979] ve War All The Time: Poems 1981–1984 [1984] vardır). Beatlerin eserleri gibi, bu kitaplar da, toplumun sınırlarında yaşayan ‘öteki’den bahseder ve onu baş tacı eder ve genelde otobiyografik –ya da yarı otobiyografik– deneyimlere dayanmaktadırlar. Bukowski – Ginsberg, Kerouac ve Burroughs gibi– Antonin Artaud ve Louis Ferdinand Celine gibi yazarlardan etkilenmiştir. Bukowski, ayrıca, Beatlerin sansürle olan savaşlarının doğrudan bir sonucu olan edebi özgürlüğe de ortaktır. Ve –Allen Ginsberg, Gregory Corso, William Burroughs, Jack Kerouac, Diane DiPrima, Ed Sanders, Carl Solomon ve Neal Cassady gibi– kitapları da, (John Martin’in Los Angeles’taki Black Sparrow’un yanı sıra) Ferlinghetti’nin, San Francisco’daki City Lights Books’u tarafından yayınlanmıştır. Ayrıca, Philip Lamantia ve Harold Norse’la birlikte kolektif bir şiir cildinde de yer almıştır. Beat şairleri gibi (fakat daha isteksizce), Bukowski de şiir performansları yapmıştır, barlarda ve üniversitelerde okumalar düzenlemiştir, tarz ve şiirsel biçimle ilgili deneylere girişmiştir.
Charles Bukowski’nin Beatlerden ayrıldığı nokta –zaman zaman nihilizmin sınırlarında dolaşan– kinikliğidir. Merkezdeki Beat yazarları, mistisizm, büyü ve okült alanlarını keşfe çıkarken, Bukowski, tanrısız boşluğu baş tacı etmiştir (Burada Linda Lee Bukowski’nin bize aktardığı çok önemli bir ayrıntıyı dile getirmeliyiz, Bukowski’nin cenazesinde insanları şaşırtan tek bir olay meydana gelmişti: o da, cenaze törenini -dahası ayini- yöneten Budist rahiplerdir. Doğal olarak herkes merasim sonrasında Linda’ya neler olduğunu sorduğunda –ki çoğunluk bunun Linda’nın başının altından çıktığını varsaymaktaydı- Linda onlara şu cevabı vermişti: “Son dönemi boyunca Buk, sürekli olarak Budizmle ilgilendi ve düzenli meditasyon yaptı, Budist rahiplere gelirsek bu onun isteğiydi.”).
Üniversiteli Beatler kahvehanelerde toplanırken, Bukowski –Posta ofisinde on iki yıl süren memurluğu dahil– küçük işlerde çalışmış ve barlarda içki içmiştir. Beatler bir ‘grup’ olarak özdeşleşip birbirlerine destek olurlarken, Bukowski kendisini bir grup kimliğinin getirdiği dostlukları aramayan yalnız bir adam olarak görüyordu: “ ‘in’ olan başka bir şeyin daha gruplaşması, ölüm bu şekilde başlar, görkemli kişisel bir ölüm, ama her hâlükârda işe yaramaz.” Bu kinikliğe rağmen, Bukowski, 60’ların sonunda Los Angeles underground basınından çıkan bir yayın olan haftalık Open City’ye, daha sonra da Los Angeles Free Press’e düzenli olarak ‘Notes Of A Dirty Old Man’ adlı bir köşeyle katkıda bulunmuştur. Beatlerin, Amerika’da tanınmaya başlamalarına rağmen, Bukowski 70’lerin başına kadar meşhur değildi, fakat Avrupa’da kült bir hayran kitlesi vardı. Avrupa’da Bukowski’ye olan bu ilginin sonucu olarak onun eserlerinden uyarlanan her iki filmin yapımı da Avrupalı film şirketleri tarafından üstlenildi, üçüncüsünü de bir Avrupalı yönetti.”

Aslında Buk, kendi röportajlarında ve mektuplarında asla bir Beat olmadığını onlarca ve de çok kızarak-?- dile getirir ve şöyle der: “Beatler ortalığı karıştırırken benim dünyadan ve onlardan haberim bile yoktu, haberim olamayacak kadar sarhoştum.”
İlginç bir nokta var, Buk’a “siz bir Beat misiniz” vs. cinsi sorular neredeyse tamamen Fransız basın adamları tarafından yöneltilen bir soru, Amerikalı gazeteciler değil bu işi yapan; Buk, bu konuda önemli bir tespit yapmış, diyor ki: “çünkü Fransızlar Beat'i anlamadı, dahası kaçırdı, Amerika’da Beat olayı koparken Fransızlar başka boklar yemekle meşguldü ve şimdi de kıçlarına girdi, bu kuyruk acısıyla hala ölmemiş bir adam olan bana saldırıyorlar.”
Evet, bu açıdan bakıldığında adam kesinlikle haklı.
Charles Bukowski, yazmaya çok erken başladı ve yazıları ilk olarak 1940’larda yayımlandı. Söylentiye göre sonraki yirmi yılı yazı yazmadan, barlarda harcadı. Bu yirmi yılın ilk on yılını Doğu Yakası’yla Batı Yakası arasında garip evlerde yaşayarak ve tuhaf işler yaparak geçirdi. Diğer on yıl boyunca ise Los Angeles’daki Birleşik Devletler Posta Servisi’nde çalıştı. Buradaki işi için gerekli olan tek şey, işe gidecek gücünün ve bütün gün aynı mekanik hareketleri yapacak sabrının olmasıydı. Bu dönemde hayatı, yazılarında sıklıkla bahsettiği delilik ile ölüm arasında gidip geldi. Bukowski, kendi yarattığı efsaneye göre, Posta Servisi’nden ayrıldığı gün yazı yazmaya geri döndü. Fakat bibliyografisi, bu olaydan yıllar önce yeni yazılarını yayımlamaya başladığını gösteriyor.
Bukowski’nin eserlerinin bilinen ilk basım tarihi 1960’lardadır, fakat Sanford Dublin’in bibliyografisinde 60’ların başında yazdığı yazılardan alıntılar bulunur. The Roominghouse Madrigals da Bukowski’nin 40’ların sonlarında yazdığı şiirleri yayımlamıştır.
Aslına bakılırsa Bukowski, yazılarını otuz yıldır pek çok kez küçük baskılar halinde yayımlamıştı. Bu baskılar çok az sayıda olduğu için bulunmaları imkânsıza yakın. Neyse ki Black Sparrow Press’ten John Martin, bu baskılardaki birçok şiir ve öyküyü bir araya toplamayı başardı.
Bukowski’nin toplam 40’tan fazla kitabı basıldı (ve büyük sayılabilecek bir kısmı Türkçe diline çevrildi, bkz; Parantez Yay.). Ölümünden (9 Mart 1994) bu yana ise, bir edebiyat efsanesi olarak Bukowski’yle ilgilenen kitapların sayısı giderek artmakta.
Charles Bukowski’nin Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve diğer Beat yazarlarıyla çok ciddi bir bağlantısı olmamasına rağmen, yazılarında kullandığı konuşma dili ve sıra dışı edebi yaklaşımı, Beat okurları tarafından sevilmesini sağladı. City Ligts’dan çıkan Notes Of A Dirty Old Man çalışması yayıncısı dolayısıyla Beatlerle daha anlamlı bir köprü kurmasını sağladı ne tekim içerde de Neal üzerine sıkı bir öykünün varlığından söz edilebilirdi. Derinlemesine bakabilecek potansiyeli olan insanlar bilirler ki: Buk, kıskançlık ve pişmanlık arası, cilasını da üzüntüyle yaptığı bir duygu çöplüğünde hissetti hep kendini bu konuda ve bu onun yer zaman canını acıttı.
Her ne olursa olsun aklıselim olmayan genç nüfusun algı seviyesini dışarıda tutarsak, Sıradan Delilik Öyküleri, Pis Moruğun Notları gibi çok önemli kitaplarında Buk’un o muazzam ironik ve deliler gibi eğlendirici dilini görmemek ve sevmemek imkânsız. Ayrıca beni çok eğlendiren noktalardan biride akademik orospu çocuklarına sürekli kaydırmasıdır, Creeley’ Levertov ve birkaç isim daha saydıktan sonra: “hepsinin toplamından daha çok satıyorum” der Bukowski, bu doğru, hala da Beatlerden çok satıyor Buk, çok da satacak. Neyse, yaşamımda Burroughs ve Ginsberg’e “çük emerek edebiyat yapılmaz”, “ “om”layarak olmuyor bu işler” gibisinden cümleler kuran tanıdığım tek adam ve ben bu orospuçocuğunu seviyorum, yaşları 15 ile 19 arasında –ve hayat boyu da orada kalan- insanların ondan ne anladığını bilmiyorum, sanırım ettiği küfürler çekici, özendirici ve eğlendirici geliyordur, Bukowski Amerikan Underground Edebiyatının gördüğü belki de en büyük ve son devdi.
Anne Waldman, bir röportajda şunları söylüyordu: “Bütün bu insanlar aynı dalga boyundaydı, aynı ilginç zaman dilimi içinde hareket ediyorlardı, kültürel olarak aynı tür dürtüleri vardı. . . Bukowski o toplulukla bağlantılı değildi, Cassady, William Burroughs ve diğerleriyle takılmıyordu, ama kültürel, sanatsal, psikolojik açıdan aynı tür bir dalga boyundaydı. Psychedelic özgürlük arayışı ve din, politika arasında her zaman şaşırtıcı kesişmeler vardı, bu dünyalar gerçekten. . . Yani, aynı anda o kadar çok şey oluyordu ki, dediğim gibi aynı tür dürtülerle hareket ediliyordu. Kültürümüzde olanlar, dünyada olanlar, insanların kişisel deneyimleri açısından ve haritadaki bazı yerlere olan yönelim, ister Paris olsun ister. . . Demek istediğim, cazda, filmlerde, müzikte, politikadaki paralelliklere baktığınızda, hepsi birbirine bağlı, farklı zaman devirlerinde olmalarına ve bazı anlarda kesişmelerine rağmen, çok güçlü anlarda. . .”
Anagogic & Paideumic Review’un editörü Sheri Martinelli’ye yazdığı 1962 tarihli mektupta şöyle diyordu: “Dil, değişmeyen temel bir dil olmalı. Sizin Kerwhoreac (whore: fahişe) da başta bu fikirdeydi, ama bunu çok kolay buldu ve şimdi tuşlara davul gibi vurup duruyor ve sonuç olarak, çok kötü yazıyor. Temel dil kolaylık demek değildir.” Bukowski’nin ayakları yere basıyordu, nasıl yere çakılabilirdi ki? Onun yazıları da Beat’lerinki kadar otobiyografik, ama ince ve derin bir ayrım var: “Bukowski kendisi hakkında yazmayı seçerek, en dipten başlayarak ve saklayacak hiçbir şeyi olmadan, kimliğine tanıklık eden bir itirafta bulunmayı mümkün kıldı; gerçeğin anahtarı olan itiraf.” Başka bir deyişle, diye ekliyor Campbell:

“Bukowski gerçekten Beat’tir,”
tek gerçek Beat yazarı. . .

…Buk kendisini punklara yakın hissettiğini söyledi, ne tekim W.S.Burroughs da bir zamanlar “ben Beat falan değilim” şeklinde bir cümle kurmuş ve punkları kastederek: “bana neden punkın dedesi dediklerini anlıyorum” demişti.
…Buk tüm Beat romantikliğini tek kelimeyle saçmalık olarak nitelendirmişti.
…şöyle diyordu bir keresinde de: “yolu istemedim, yazmayı istedim ve bunun için duvarlara ihtiyacım vardı.”
…kendi de sormuştur: “bu adamları kıskanıyor muyum?”
…şöyle diyordu bir başka yerde: “aynı şeye sahibiz, üsluptaki anlaşılırlık ama onlar egolarına çok düşkünler.”
Buk, açıkçası Beatlere bok atarken “kısa bir süre sonra, o eleştirdiği yerde olacağından da habersizdi.”
Ve sık sık da Beatleri referans noktası olarak kullanmaktan kendini geri alamadı: “Şimdi orijinal Beatler ne kadar eleştirilseler de, fikri kapmışlardı. Ama taklitleri arasında boğuldular; güzel sakal tıraşlı adamlar, beleş göt arayan yalnız kalpler, ilgi meraklıları, şair bozuntuları, homoseksüeller, serseriler, gezginler –Village’ı öldüren şeyin aynısı.”
Ve Buk, bir şekilde yazılarında Ginsberg, Kerouac ve Corso için üzüntü duyar kendi içinde, bunu dile de getirir, yalnız her yapışında muhakkak cümlenin başına bir ama koyduğu gibi sonuna da bir ama ekler.






Yazarı: Şenol Erdoğan



ps: yazının girişindeki ilk iki pasajda can yalçınkaya çevirisini kullandım.



Gece Ve Koku / Engin Turgut



I.

GECE VE KOKU

Aşkla damıtılan renklerin arasından çılgın bir hayat geçiyordu. Mor imgeler yağıyordu yaprakların arasından. Renklerin hayatı ruhumuza sığamayacak kadar resim olmayı bekliyor ve benim şu iflah olmaz serseri rüyalarım uykusuz bir sahil yürüyüşü kokuyordu. Belki de biz Itri ile Bach arasında sıkışıp kalmış yalnızlık şarkılarıydık. Belki de açılmayan bir kapının önünde yıllardır o bilgeyi bekleyen, sır kokan masum çocuklardık. Sen benden, ben senden vazgeçemiyorduk ve her birimizden aşk kıyameti kopuyordu. Üşüyordu kıymetli yanlarımız. Tutkuyla geceye hazırlanıyordu kadın. Boynundaki küçük melek dövmesi üşüyordu. Düşlerden birlikte uyanmak mümkün müydü? Uzak ve yetim olanın gurbetine düşmüş üzgün birer şiir gibiydiler ikisi de. “Sizin şarkılarınızdaki o ince derinlik bende yükseklik korkusu yaratıyor“ dedi adam. Gecenin ıslığı hiç susmuyordu. Vazodaki beyaz gül hıçkırarak ağlıyordu. “Biz birbirimizin içinde ‘Ullyss’in Bakışı” gibi kaybolduk dedi adam.

Mektuplar kıymetlidir, yanlış okursanız kıyamet kopar, pula dönersiniz.


II.
TUTKU


Gönlümün can gözüne çalışkan bir heves kalbime sığmıyor
Gül bahçesi olmuş mahcup gençliğim, haziran çıplak geziyor
Bir aşk gecesi gibi kendine açılan gövdem içten içe yanıyor
Uslanmıyor ruhuma tırmanan arzu, kalbimdeki kuş susmuyor

Kimin yağmuruyum böyle, dudaklarım ıslak, aşka doymuyor
Beni içine sakla, mırıldansın gövdem, haylaz kalbim gülümsüyor
Suluboya bir tutkuyla ömrümü uzatıyorsun, ışığın gözümü alıyor
Eskimeyen bir masal olmalısın, göldeki kuğu ikimize bakıyor

Rüzgârın içinden beni kim çıkaracak, hayat herkese akmıyor
Ben ki karnaval ve hüzün tadındayım, kimin olsam çöl uyanmıyor
Şarabın sabrıyla devrilsem de aşk ve kum tanesi yerinde durmuyor
Neleri üstlendim de güz kopmuştu şuramdan, buralarım acımıyor

Rüya sesli çocuğum, su yüzlü kadınım, bak koynum üşümüyor...


Yazarı: Engin Turgut


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***