Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Yokmuş Zaman, Aşk da../ Sufi.



Şiddet Kurbanı 8000 Amerikalı Kadın için.. bir sufi iç kanama provası..

Yazar Brian Vallée ikinci kitabını yayımladı: “ The War on Women”.
Kitabın içeriği ve yönelimi sarsıcı gerçeklere dayanarak oluşturulmuş. Amerikan toplumunun kendi kadınları üzerine ördüğü şiddet ve kıyım ağının tanığıdır bu kitap. Yazar 2000 yılından itibaren günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde eşleri tarafından öldürülen Amerikalı kadınlara ait verileri tek tek irdeliyor. ( so called: Intimate man in their life).Ve ulaştığı korkutucu rakamları Irak savaşı, yerel savaşlar, tüm askeri, polis teşkilatı kayıplarıyla ( Law and order force) kıyaslıyor. Modernitenin nasıl bir canavara dönüştüğünü ve artık her türlü soru sormayı, kendini sorgulamayı, kendine dıştan bakmayı unuttuğunu görmek için çok açık ve oldukça vahim bir karedir kitapta anlatılanlar. Bu olgu artık sıradan bir şiddet ruhunu yansıtmıyor, sistematik ve insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir korkunç yönelimin de habercisidir. Derrida’nın “Şiddet ve Metafizik” adlı devasa çalışması bile bu durumu açıklığa kavuşturmaktan neredeyse acizdir. Bize göre bu şiddet bir coğrafyanın, sistemin konsolide olmasının, savunulmasının, genişlemesinin araçlarından sadece bir tanesidir. Aksi takdirde “ceza” olarak temelini kaybeder.
Kitabın aktardığı veriler bu sayının, yani Amerikalı eşleri tarafından şiddet uygulanarak cinayete kurban giden kadın sayısını 8000 (Sekiz Bin!!!) kişi olarak saptıyor. Tüm Irak savaşında ölen 4000 Amerikalı askerin neredeyse iki katı ve 11 Eylül saldırısından bile daha fazla bir kayıptır bu.
Kanada’da durum pek parlak değil, bu ülkede de toplam 500 kadın eşleri tarafından aynı dönemde öldürülmüştür ki Kanada’nın savaş kaybı toplam 100 askerden ibaretti! Yani aile içi şiddet sonucu kaybolan kadınların sayısı bu rakamın 5 katıdır.
Kitap ayrıca oluşturulan sığınma evlerinden de söz ediyor, ki bu olgunun da şiddet kavramı üzerinde bir etkisi olmamıştır. Şimdi bir düşünün böyle şizofren bir toplumun suç çeteleri “kara sular” vs adı altında bölgemiz insanına, kadınlarına (Irak, Afganistan,..) güya özgür olmalarını sağlayacaklarmış. Sıra hangi topraklarda, coğrafyalarda?

Amerikan toplumu giderek devasa bir kültürel boşluğun içine sürükleniyor. Bu “canlının” kalbinde büyük bir vakum oluştu. Günü bitirmek için, aralarında iki yaşındaki bebeklerin bile bulunduğu on milyonlarca kişi, antidepresan ilaçlar alırken yasa dışı ilaçların neden olduğu salgınlar birbirini izliyor. Duygusal bir yıkım ve kayıp karşısında, anestezi(hislerin azalması) için büyük bir açlık yaşanıyor. Herkes bir şeyin eksik olduğunu biliyor, yani günlük hayatın bizzat dokusuyla beraber, anlamı ve değeri de eriyip gidiyor. 8 milyon nüfusa sahip New York kentinde tam 1 Milyon yoksul, fakir insan yaşamaktadır ve bu rakam her geçen gün kar topu gibi büyüyor. Bir sistem bütün görece ve suni ihtişamıyla resmen çöküyor. Ve bu yıkımın molozlarını kendi coğrafyaları değil, bizim bölgenin insanı üzerine bırakmayı tasarlıyorlar. Ülkeleri bölerek, küçülterek, parçalayarak.
Gezginci Pico Lyer, Global Soul’da, bütün dünyanın nasıl da evrensel bir tekliğe doğru yöneldiğini gösteriyor. Bu durum bana göre giderek daha patolojik bir hal alıyor. Doğaya verilen ucu açık zararlar, insan tinine uygulanan bu vahşet, şiddet, işte, hayatta, insana, ama özellikle kadınlara-çocuklara yönelik travmatik durumlar ve bu önümüzde beliren noktalanan resim, postmodern bir inkar kültürü içinde birbirleriyle yarışıyor.

Hadi bu çok sevimli dünyada, günlük yaşam hepimizi bekliyor!
Geç kalmayalım!
Günaydın Dünya!


Sufi.


İmkansız Gerçeklikler İkliminde../ Bay Perşembe (R.A)




Yıldönümleri zamanın yıpratan izlerini bir nebze hafifletirken, geçmiş dediğimiz ayna yardımıyla geleceğe ışık tutma çabalarımızı da içine alır.
Muhafazakar nostaljik artı-keyiflerin peşinde koşmayan eleştirel teori; bu güne dünden, yarına bu günden ve hepsine gelecekten dönen Gerçek’e dair bilginin peşindedir. Uyanık, kahince bu arayış, geçmiş unutulmuş insanlık anlarına dair kıyamet sezgilerini de kelimenin en Benjaminci anlamında içinde taşır…

Ready-Made!
Sessizce unutulan Ekim Devriminin 90. yılı yanında, 1917 yılına yapacağımız tinsel zaman yolculukları R.Mutt adlı yaratıcının ilk eylemiyle de bizi yüzleştirecektir. 6 dolar veren herkesi içine alan finans-kapitalin sanat anlayışına karşı; içine işenecek kutsal bir nesne yollanmasının depremi unutulmuş olsa da.
Herkesin Duchamp’tan bahsettiği, güncel sanatın öykündüğü, müzelere-galerilere elde pisuvar kabul görmeyi istediği bu yalan zamanlarda… Dada’nın nihilist devrimci mirasının artık pazarın tüketim nesnesine indirgendiğinin ispatı 10. İstanbul Bienalinde…

Punk 30 Yaşında!
İstiklal caddesinde, Kızılayda yada Kıbrıs Şehitleri caddesine, 1977 yılından bir punk’ı zaman makinesi iel ışınlasak sanırım ’vay be’ derdi; ‘no future-dedik ama yanlışmış. Sokaklar artık punkların’..
Punk’ı ruhunda, bedeninde yaşayan gençler bu günlere gelmeden ebediyet ile çoktan buluşmuşken, madam Westwood o yağmurlu 77 mayısından bu günün ışıltılı dünyasına gelebilmişti. Punk içi boş bir şekil üzerinden bir endüstriye dönerken; sevgili bay burjuvazi muhalif her durumu kendi ırmağına doğru döndürmede ustalığını konuşturuyor. Batının gettolarını kaplayan çöplükler, üstlerinde çiçek yetiştirecek yeni failleri tekinsizce beklerken…

Hasta Siempre!
Ölen bir devrimciyi önce ikona, hemen ardından her zaman hedef kitlesi geniş bir tüketim nesnesine çevirebilme gücü de, Marx’ın devrim yapmadan duramaz dediği burjuvaziye ait. Katledilişinin 40. yılında Che’nin hayaleti her kesimin sömürdüğü bir nesne halinde dolaştırılmak isteniyor şu köhnemiş dünyada. Küresel kapitalizme söyleyecek sözü, yapacak muhalefeti olmayanlar Che adına binlerce etkinlik, ürün ortaya atıyorlar.
Che’nin katlinin kuşkusuz en büyük artçı sarsıntısı 68 Mayıs’ında bir çığlık olarak kopmuştu. Kaldırım taşlarının altındaki kumsalı düşleyebilen barikatların gençlerinden; 2007’nin güncel sanat istismar dünyasına bakmak bile yanlış olacak..

Büyük söylemlerin ölümüne halaya duranlar, kentsel dönüşüm projelerine karşı medyatik-gerilla savaşları(!) açıp ruhsal dönüşümün tahribatlarını es geçenler , salt gerçekçi olup imkansızı unutanlar…
Yıldönümlerini unutmamak gerek, sırf doğruyu söylemek adına bile…

Bay Perşembe
(R.A)


J.L.BORGES-Sürgün-Çeviri: Ulus Fatih





JORGE LUİS BORGES
*
SÜRGÜN
(1977)

İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım
ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın
kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini;
umarsızca bastığı toprakları düşünürüm,
sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını,
yazık ki başlıca övüncemdir bu benim.
Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um,
köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında
Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir
boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak
Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran
düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan
ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan.
Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum
belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum
Artık 'Hiçkimse' olmak istiyorum.


Türkçesi; Ulus Fatih


"İmzacılık Oynamak" Yerine Faydalı Bir Şey Yapmak / Zafer Yalçınpınar


Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Defterin bu "imza" katliamı konusunda söyleyeceği çok sözü var
ama şimdilik sözü yıllardır büyük bir çabayla sahaf kitap yığınları
arasından bu kitapları toplayan ve çoğunu gözü gibi koruyan Şair Zafer Yalçınpınar'a bırakıyoruz... şöyle düşünün Tolstoy veya Kafka bir dostuna bir kitabını imzalıyor ve o kitap çöp yığınları arasında dolaşıyor!İkinci dünya savaşı külleri arasından Kafka'nın tek bir mektubu, satırı kaybolmuyor, tümü günümüze ulaşıyor, üstelik Avrupa'nın yarısından fazla coğrafyası yakılıp yıkılırken.. aynayı birde kendimize tutalım....

Ne görünüyor? Bu mu olmalı(ydı)? ... // Borges Defteri

Birçoğunuzun da bildiği gibi bu hayatta tutkuyla –belki de patolojik bir dürtüyle- yapmaktan kendimi alamadığım şey, sahaflarla sohbet etmek, kitap peşinde koşmak, kitapların yolculuğunu ve o yolculuğun hikâyesini düşünmektir. Ece Ayhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Orhan Kemal, Sait Faik, A.Muhip Dıranas, Can Yücel, Haldun Taner gibi şair ve yazarların imzalı kitaplarının çoğunu büyük (göreceli) bedeller ödeyerek sahaflardan edinmişimdir. Bazen bu uğurda toz ve pislik dolu hurdacı yığınlarının, paslı beyaz eşya eskilerinin ve kırık dökük eski mobilyaların üstünde/arasında bile kitap peşinde koştuğum olmuştur ki birçok önemli ismin imzalı ya da ilk baskı eserlerini de buralarda(hurdacıda) bulup -kilo hesabıyla- satın almışımdır. Bunu kendimce “entelektüel serserilik” olarak adlandırıyorum. Özellikle imzalı ve ithaflı kitaplara dikkat eder, imzaların morfolojisine, yazarın ve ithaf edilen kişinin kim olduğuna, ne iş yaptığına ve kitabın nerede, hangi dönemde imzalandığına önem verir, bunları araştırırım. Son iki sene içinde kitap peşinde dolaşırken karşılaştığım çeşitli durumlar bu uğraşımı daha da ilginç kılıyor:
İlk olayı çok sevdiğim dostlarımdan biriyle bir sahaf ziyaretimde yaşadım. Sahaftaki kitapları incelerken şiir kitaplarının arasında birçok imzalı kitapla karşılaştık. Hilmi Yavuz’dan, Seyhan Erözçelik’ten, Hakan Arslanbenzer’den, Engin Turgut’tan, İzzet Yasar’dan, Güven Turan’dan ve daha birçok yazar ve şairden Lale Müldür’e imzalı kitapları sahafta görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Şaşırtmıştı çünkü bu isimler sıradan, edebiyat dışı veya adı, sanı duyulmamış şairler değildi ve Lale Müldür de bir şair olarak hâlâ hayattaydı. Sahafa bu kitapların bedelini sorduğumda “fiyatı adet hesabına vurup, inceliğine ve kalınlığına göre” tanesini 2 ya da 3 YTL’den bana satabileceğini söyledi. İçinde bulunduğum durum bana çok ilginç gelmişti ve kitapları hemen satın aldım. İmzaların bazılarını koleksiyonuma ekledim, bazıları da beni –gerçekten- fazlaca ilgilendirmiyordu; tek bildiğim koleksiyonuma katmayacağım bu kitapların da sahafta 2-3 YTL bedelle -satılık- durmasından/kalmasından rahatsız olduğumdu. Bir de tabii durum ilginçti, misal; Hakan Arslanbenzer gibi radikal derecede İslâmik bir adamın Lale Müldür’e (Lale Ablacığı’na) kitap imzalaması bana değişik/çelişik geldi. Sonradan, dükkânın sahibine bu kitapları nerden bulduğunu sorduğumuzda “genç bir adamın gelip, bu kitapları kendisine sattığını” ifade etti. Gene de, eğer işin içinde bir “hırsızlık” meselesi yoksa kitapların Lale Müldür’ün arzusu dışında sahafa geldiğine inanamıyordum. Acaba Lale Müldür bu kitapları neden elinden çıkartmıştı/bırakmıştı? Büyük ihtimalle Lale Müldür bu kitapların kendisi için bir şeyler ifade etmediğine inanıp –kitaplara kıymet vermeyip- evde, kütüphanesinde “toz yuvası” olarak duracağına ya da gereksiz yer kaplayacağına karar kılmış ve kitapları sahafa göndermişti…
Bu noktada yazarların, şairlerin neden kitap imzaladığı üzerine daha çok düşünmeye başladım. Okuyucu ya da yazar matbaa endüstrisinden matbuat olarak çıkmış çeşitli fabrikasyon kitapları işbu matbuu durumdan kurtarmak ve bir şekilde kişiselleştirmek için çift taraflı olarak “biricik” hâle getirmek istiyorlar. Bu nedenle de çeşitli el yazıları, ithaflar, atıflar, çizimler ve imzalar kitapları matbuatın samimiyetsizliğinden kurtarır bir yol olarak görünüyor. Fakat kitapların bazıları özenle ve içtenlikle imzalandığı gibi bazıları da imza günlerinde ya da benzer samimiyetsiz etkinliklerde önceki fabrikasyon konumundan kurtulamıyor. İşin içinde tanışıklık, dostluk ve içtenlik olmayınca yazarın ya da şairin el yazısı/imzası/ithafı bile anlamını, biricikliğini kaybediyor ve “imza günlerinde bileğe kuvvet kitap imzalamak hatası”yla birlikte metalaşmış, prefabrik bir şeye dönüşüyor. Bu durum üzücüdür ve aşikârdır.
Bir diğer “imza” yönelimi de dergi veya yayınevi editörlerine ithafen imzalanmış kitaplardır. Editörlere ve dergilere ünlü ya da ünsüz kişilerden birçok kitap imzalandığı, gönderildiği bilinen bir gerçek hatta zorunlu bir süreçtir. Bunun amacı –yazar veya şair ilgili editörü tanımamasına rağmen- “ben de varım ve işte yeni kitabım!” ya da “derginizde benim kitabımı da tanıtın!” söylemini alttan alta sunmaktır. Peki, editörler veya yayınevi sahipleri bu tanımadıkları insanların kitaplarını ne yapıyor, bunlara nasıl davranıyor? Öncelikle, editörlerin tüm bu kitapları doğru dürüst (başından sonuna, eksiksiz) olarak okuduklarına inanmıyorum; özellikle de tanınmamış birinin kitabı söz konusu ise… Belki hızlı hızlı göz gezdirip, birkaç dize ya da paragraf okuyup kitap hakkında hızlı bir yargıya varıyorlardır. Peki, editörler ellerine gelen kitaplar hakkında şu veya bu şekilde yargıya da vardılar/varabildiler, sonra neler oluyor, kitaplar nereye gidiyor?
Kitapların nereye gittiğiyle ilgili düşüncelerimi, karşılaştığım başka bir olay üzerinden size aktarayım. Bundan bir ay önce sahaflardan birinde –gene- kitap incelerken üç adet imzalı kitapla karşılaştım. Kitaplar, Tarık Dursun K.’dan Cem Erciyes’e ve Salih Bolat ile Nevzat Çelik’ten İlhan Selçuk’a ithafen özenle imzalanmıştı. Bu kitapları da –daha önce olduğu gibi- tanesi 2 YTL’den satın aldım. İlginç olan şey bu yelpazedeki hiçbir ismin sıradan olmamasıdır; Tarık Dursun K. birçok edebiyat yarışmasında jürilik/bilirkişilik yapıyor, Nevzat Çelik birçok yarışmada ödül almış ve tanınmış/duyulmuş bir şairdir, Salih Bolat özel bir üniversitede ve başka dışsal projelerde “yazarlık dersi” veren bir öğretim görevlisidir, Cem Erciyes ise Radikal Gazetesi Kitap Eki’nin editörüdür ve İlhan Selçuk’u ise tanımayanımız yoktur. En önemlisi, bu isimlerin hepsi de hayattadır. Sonuçta ne olup bittiğini bütünüyle bilmiyorum veya tahmin edemiyorum ancak işin içinde bir “kıymet vermemek veya dikkate almamak” durumunun olduğu açıktır.
Bütün bu olayları, çok sevdiğim değerbilir bir sahaf dostuma anlattığımda konuya hiç şaşırmadığını belirtti. Birçok dergi editörünün senenin çeşitli zamanlarında dükkânına gelip toplu halde (200-300 adet) kitap sattığını, bu kitapların çoğunun imzalı olduğunu, bazı editörlerin ise daha kurnazca davranıp imzalı sayfaları yırtarak kitapları sattığını söyledi.
Düşünüyorum da önemsemedikleri kitapları ellerinden çıkarmak isteyen editörler ve yayıncılar işbu kitapları doğuda kitap bekleyen okullara, köylere, kütüphanelere ve insanlara ulaştırsalar daha akıllıca ve faydalı olmaz mı? Hatta, kitap çıkaran/bastıran insanlar, şairler veya yazarlar da kitaplarının kıymet görmeyeceğini, sahaflara düşeceğini bile bile kabzımal mizaçlı editörlere kitaplarını göndereceklerine, en baştan –doğrudan- kitapları bir “hayır kuruluşu”na bağışlasalar ya da doğuya bizzat kendileri gönderseler çok daha faydalı olmaz mı?
Olur.

Yazarı: Zafer Yalçınpınar – 22 Kasım 2007


Meczup Edebiyatı / Ulus Baker



Yazarlar yazdıkları şeylere pek o kadar benzemek zorunda değiller. Ama bunu başaran kimi yazarların temsil ettikleri çok özel bir yazın tipini bir "tür", bir "janr" olarak ayırt etmek gerekir: "Meczup edebiyatı"...

Bu edebiyat "delirmişlerin", depresyonun ivmesiyle intihara sürüklenen Virginia Woolf'un, çılgınca akan söz ritimlerinin mucidi Von Kleist'ın, talihsiz Hölderlin'in deha-delilik karışımı edebiyatı değil. Sokaktan, kahvelerden ve meyhanelerden tanıdığımız, son derecede "samimi" (birilerine 'açılmak' onların yaşam biçimidir neredeyse), ortaya düşen her konuda olduğu kadar, kimsenin sorun olarak algılamadığı alanlarda da tuhaf, çoğumuza gülünç gelen çözümler üretip durmayı bir meslek haline getiren, bu fikirlerini yayımlatmak uğruna matbaa matbaa dolaşarak ellerinde avuçlarında ne varsa yatıran şu tanıdıklardan bahsediyorum. Meczup bir yazarı ayırt eden, öncelikle onun dünyada düşünülmesi mümkün olan her konuyla ilgilenmesi ve buna tekabül eden engin bilgisizliğidir. Kurmaca edebiyata pek yakın değildir bu yazarlar -roman, şiir, öykü yazsalar da esas alanları yeryüzünün algılayabildikleri bütün sorunlarına "derin" çözümler getiren teorik, "fikrî" yazılardır. Ağır teorik, kutsal, peygamberce... Her konuda yazabilirler, ama bir "aydın" gibi görünmeyi de genellikle istemezler. Burada bu çok özel ruh haline değineceğim.

Herhangi bir fikir düzenlemesi taşımamakla birlikte meczup kitapları genellikle bir giriş ve bir sonuç kısmına sahiptirler: Girişte bir "merhaba", sonuçta bir "hoşçakalın"... Bu merhaba-hoşçakalın aslında kitabın temelidir ve yazarın kendisini tanıtması gibi muhakkak gerekli bir işlevi üstlenmektedir. Başka türlerde yazarın kendini tanıtmasına o kadar ihtiyaç yoktur -kutsal kitaplar dışında... İster vülger-bilimsel bir dille, ister kutsal, peygamberce bir havada kaleme alınmış olsun, yazarın samimiyeti tartışılmaz olmalıdır -asabi bir protesto kendi başına samimiyettir... Bu yüzden bu tür kitaplarda yazarın imzası da kitaba basılır, tercihen resmi de konur. Yazarın kişiliğinin ve iç döküşünün en zorunlu olduğu tür meczup edebiyatıdır. İstediği kadar dağınık fikirlerle, çılgınca ve gülünç önerilerle dolu olsun, bütün bu disipline edilmemiş fikirler akışının garantisi, sadece ve sadece yazarın samimiyeti ve buna delalet eden, her yerde hissedilen imzası, kişisel tanıtımıdır.

Meczup edebiyatının önemli bir ayırt edici özelliği, fikirler akışının serbestliğine karşın kurmaca edebî eserlerde bulunmayan bir estetik etki yoksunluğudur. Estetik-öncesi bir alana, sözgelimi dine ait duyguların yoğunlaşma ve gevşemeleri karşısında olduğumuzu hemen hissederiz. Bu yazarlardan biri "her şeyin teorisi = herkesin teorisi" formülünü ortaya atıyordu. Yazdıklarında herhangi bir düşünsel fenomen göremeseniz bile, meczup yazarların temel bir özelliğinin, düşünceyi duygusal genleşme ve kasılmalarla ikame edebilme yetisi olduğu anlaşılabilir. Böylece meczup edebiyatı ile sözgelimi Nietzsche'nin "Torino Bunalımı" sonrasındaki yazısını karşılaştırmaya kalkmak anlamsız hale gelecektir -en azından, Pierre Klossowski'nin ısrar ettiği gibi, Torino-Sonrası Nietzsche önceki Nietzsche'nin zorunlu, kaçınılmaz devamından, "gerçekleşmesinden" başka bir şey değildir. Öte taraftan meczup, üzerinde etkili olan her fikir, duygu, düşünce ve ideolojiden faydalanan bir "bricoleur"dür ve mitler kurmayı, bunlara en azından belli bir süre yürekten inanmayı bir an olsun elden bırakmaz.

Meczubun meczupluğu çoğu zaman geleneksel temaları takip eder -gerçek yaşamdaki bir travma, bir aşk kırgınlığı, memleketin ya da dünyanın gidişatı, meczubu zorunlu olarak muhafazakâr kılar. Oysa bu muhafazakârlık herhangi bir derinlikten yoksundur -meczup edebiyatına "sahte ütopya" havası veren de işte budur: Ütopyanın zaten "sahte" olduğu varsayılsa bile, meczup ütopyasında iki kez değilleme söz konusudur -bir ütopya öykünmesi. Böylece ütopik tarzın aslında bütünüyle uzağında olduğumuz, ütopyanın bir simülasyonuyla karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılabilir. "Gerçek" ütopyanın doruk noktaları olan metinler en az tasvir ettikleri ütopik adalar kadar düzenlidirler -sistematik olarak önce bir kent planlaması, caddelerin, binaların düzenlenmesi, ardından da orada mekân tutan hayatın tasviri gelir. Meczup ütopyası gerçek ütopyanın duygularından, "burada ve şimdi"den tümüyle yoksun olmasına rağmen, bambaşka duygular tarafından taşındığını hissettirir -daha yoğun bir öfke, öfkenin dağıttığı önceden kurulmuş olağan fikriyat, gelenek çözülmesine ve kurtuluş idealarının mutlak yoksullaşmasına dayanan asabi bir protesto...

Çoğu önemli yazarın bir meczuba eşlik ettiği, bir meczup tipini yaratmaya ihtiyaç duyduğu iyi bilinir -böylece Dostoyevski'nin Budala'sı, ya da Von Kleist'ın meczup asabiliğinin doruk noktası olan Kohlhaas'ı ölümsüzleşir. Bu tipler edebiyatın toplumsal tipler üretme yeteneğinin doruklarını oluştururlar -belli bir noktadan sonra yazarın samimi dışavurumlarından mı ibaret oldukları bile tartışılmaz hale gelir, çünkü meczubu harekete geçiren duyguların evrensel adalet, kurtuluş ve tanrısal iradenin tecellisi gibi kutsanmış değerlerden geçmesi kaçınılmazdır. Von Kleist'ın dehası, Kohlhaas'ın delilik ve şiddeti aşırılaştıran adalet tutkusuyla edebiyatını bir eş titreşim içine sokabilmesi, tutkunun anatomisini evrensel adalet fikriyle ölümüne bir çatışma içine sokabilmesidir. Öyle ki, Kohlhaas'ın mağduru olduğu adaletsizlik Kleist'ın kaçınılmaz üst düzey deliliğinin dinamiklerinden birisine dönüşür.

Meczup edebiyatında evrensel bir adalet teması kaçınılmazdır. Adaletin kurumlarına ve hayatın bilumum cenderelerine karşı saf bir öfke ile yine eş ölçüde saf bir evrensel sevgi tutkusu iç içe geçer. Psikanaliz, meczupları anlamayı pek başaramamıştır -şu ünlü Schreber vak'asındaki Freudcu telkin, psikanalizi hep eşcinsellik, çocukluk travmaları ve narsisizm meseleleri civarında dönüp durmaya sevketmektedir -oysa Schreber metinlerini kateden ve meczup tipinden daha üst bir çıldırma düzeyine sıçratan dinamik onun bitip tükenmek bilmez toplumsal projeler icadı, Tanrının düzenine karşı verdiği amansız mücadele olmalıdır.

Meczup edebiyatının tipolojisinde yapmak istediğim daraltma, onun bu tür bir "gerçek çıldırma"dan farkını kaydetmeye yarıyor: Meczup dünyanın düzenine karşı yetersiz bir öfke duymaktadır -paranoyak ise öfkeyi yetersizce duymakta, taşımaktadır. Duyguların iki farklı yaşanma biçimiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir: Yetersiz bir acı, yetersiz bir kaygı, yetersiz bir sevinç. Meczup dünyadan sıkılmaktadır -orta sınıf burjuva ideolojilerini kolayca kabullenerek onları kılıktan kılığa sokar. Projelerini çoğu zaman bir nevi mikro-faşizme dönüştüren de budur: Aile yaşamındaki, işyerindeki, sokaktaki küçük sıkıntılar dev tanrısal meselelere dönüşmekte geç kalmazlar. Ama kolay ve çoğu zaman despotik nitelikli çözümlerle birlikte... Sorun daha çok, ailedeki sevgisizlik meselesinin çözümünün dolaysızca evrensel bir çözüme gönderebilmesi, oradan da kolayca geri dönebilmesidir. Bütün dertlerle dertlenmek, meczubu Stoacılığınkinden çok farklı, anti-felsefi ve anti-sanatsal bir duygusallığa taşır: Hiçbir dert ya da sorun, dert olarak tamı tamına yaşanmamakta, üstlenilmemekte, olsa olsa sansasyonel ifade biçimlerine ait bir "kanılar" mekanizmasına dönüşmektedir.

Meczup edebiyatını besleyen, kişiye özel bir kültürel yetersizlik değil, düşüncelerin yerine kanıların, derin düşünme yerine geleneksel fikriyatın, toplumsal yaratım projeleri yerine kâinatın tümünden süzülüp yere ağdığı farzedilen yarı-dinsel teosofik öğretilerin geçtiği bir dünyanın kültürel çöküşüdür. Örnek vermeye gerek yok, böyle bir kültürel ortamın bütün özelliklerini şu anda ülkemizde kolayca sıralayabilmek herkes için mümkün. Kolay çözümler üretme tavrının yaygınlaşması yalnızca meczup edebiyatının bir özelliği değildir -sıradan Müslüman için kadınların iffetinden kuşku duymamanın en kolay çözümü, antropolog Lévi-Strauss'un gözlemlediği gibi onları kapatmak olabilir. Aynı şekilde, yükselen siyasal İslâmı durdurmak için ordu ve etrafında toplaşan cephe açısından da en kolay çözüm, "partiyi kapatırsınız olur biter" gibisinden bir şeydir. Meczupların büyük bir kesiminin alt-orta sınıftan, mutsuz ya da asabi bürokrat, asker veya memur emeklisi olması şaşırtıcı gelmemeli. Kaç kişi, 'yaş kemale erdiğinde' kendi anılarının Türkiye'nin bütün tarihini özetlediği düşüncesinden uzak durabilir?

Aynı şekilde meczup edebiyatının önde gelen yazarları iki temel ideoloji ekseninde toplaşırlar: Bunlardan birisi din reformculuğuysa ikincisi de sosyal demokrasidir. Reform hezeyanları meczup edebiyatının iskelesini oluşturuyorlar. Sızıntı dergisi gibi bir derginin temel işlevi, okuyan Müslümanlara birbirine zıt görünen iki dünyayı, bilimle dini uzlaştırmaktı herhalde. Bu uğurda üretilen yığınla gülünç tartışmanın bahsettiğimiz meczup edebiyatından pek uzakta olmadığı söylenebilir -Kur'an'dan ve hadislerden her gün aktarılan pasajlar İslâmî basını bütünüyle katediyorlar ve modern bilimin doğrularını yeniden yorumluyorlar. Dini modern bilimin gerekleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmek ve reforme etmek girişimleri ise aslında aynı işlevi görmektedirler. Oysa kültürsüzlüğün genelleştiği bir ortamın belirtilerinden biri iman etme tarzı olarak dinsel yaşamın kolaylaşması ise, öteki de tarihin kolay ilerleyen bir süreç olduğunun zannedilmesidir. Meczup edebiyatının "reformculuk hezeyanı", baskı altına alınmış bir dinselliğin özentilerinden biri olarak ortaya çıkmakta gecikmemiştir: Bilim ile dinin uzlaşmak ve birbirlerine uyarlanmak zorunda oldukları doğrultusundaki bakış tarzı bir "hakikatler ikiliği" karşısında kalarak yetersiz bir acı çekmektedir. Bu tam da meczup edebiyatının temel niteliğidir. İki farklı hakikat düzeni arasında kısa devre yaptırmak, imanı hurafeye, bilimi ise vülger bir yüzeyselliğe dönüştürmek... Sanki bilim ile din barışmak, uzlaşmak zorundalarmış, evrensel kurtuluşun yüce öğretisi böyle bir uzlaşmadan türeyecekmiş gibi...

Meczup edebiyatının psikolojik güçlerinde bir eksikliğin ve yetersizliğin bulunduğu fikri görelidir: Meczup genel olarak kültürsüz, başarısız ve hafiften kaçık bir tip olabilir -bu önemli değildir, çünkü ortalama bir köşe yazarının bu konuda daha talihli olduğunu pek söyleyecek durumda değiliz. Meczup edebiyatını bu yüzden bir tuhaflık olarak asla düşünmüyorum. Bu edebiyatın teorik, politik ve etik doğrultuları, hafiften "çılgınlıkları" ve hurafeciliği kişisel ya da psikolojik bir durumun değil, olsa olsa toplumların, ülkelerin, coğrafyaların ve dünyanın meczupluğunun göstergesidir. Meczup edebiyatına ait kitapların zıtlaştığı şey, ciddi tartışma ve bilim kitapları, ya da dinsel metinler değil, yüklendikleri o tuhaf acı duygusunun dışavurduğu bir asalet türünün engellenmesidir. Bu asalet kahramandan, kendinden menkul bir peygamber vaazından türemez -meczup yazar bir günlük yaşam peygamberidir; ufak şeyleri dert eder, acı duyar; onun bölük pörçük söylevinde düzensiz bir ifade bulan, ama hep hissedilen bir samimiyet bulunur. Kâh atalarımızın bilgeliği, kâh Mustafa Kemal'in yüce görüşlülüğü, kâh Kur'an'ın hakikati -bu mitolojik olmayan bir efsanecilik, saf inanma duygusu, kanıların kudretidir. Kendinden emindir, ama olağan düşünmenin haklarını talep eder -Reich'ın küçük adamları arasında sivrilir ama sesi duyulmaz. Kısalığı ve kimbilir hangi derdini güçlü bir şekilde anlatma gücü nedeniyle kendisinin yazamadığı şiirler alıntılayıp durur, metnini alıntılarla, kıssadan hisselerle, okuyanı genellikle pek güldürmeyecek fıkralarla doldurur. Tercih ettiği biçim otobiyografiyse, kendisinden başka kimsenin değer vermeyeceği anekdotlar ayrıcalık kazanır.

Derin felsefede anekdot -Empedokles'in intiharı, Thales'in kuyuya düşmesi, Nietzsche'nin çıldırması gibi- kavramlar üretebilecek kadar ayrıcalıklı ve anlamlı anlardan oluşurken meczubun anılarında abartılı bir yüceliğin yeryüzünde vücut bulma anlarıdır. Müzmin reformculuğu onu "somut durumların soyut tahliline" götürüp durur -böylece ideolojisinin "sosyal demokrat" karakteri bir kez daha onaylanır. Aslında sosyal demokrasiyi ayırt eden şey kâh zaten çözülmüş olan ama kendilerinin nasıl çözüldüğünü anlamadıkları, kâh biraz da hileyle aslında kimseyi ilgilendirip yaralamadığının bilincinde oldukları bir sahte-sorunu ortaya atarak onu mutlak olarak çözmeye talip oldukları sözde-siyasi bir fikriyat rejimi değil midir? Meczuplar bu yüzden kudretsiz ve siyasi yaşama nüfuz edememiş sosyal-demokratlardır. Kafası şuna ya da buna bozulmuş "asabi aydınlar"dan ve köşe yazarlarından tek farkları, kuşkusuz sözlerinin alaya alınması, işitilmemesi, bu yüzden de bu sözleri aceleyle "ölümsüz" olduklarını sandıkları yazıya-kitaba dökmeye çalışmalarıdır.

Meczup edebiyatına ilişkin daha ayrıntılı çözümlemeleri sonraki bir metne bırakıyorum. Şimdilik bu edebiyatın yalnızca semptomatik bir değer değil, aynı zamanda içkin bir olumluluk değeri içerdiğini söylemek yeterli. Her insan kendi benliğinde biraz meczupluk taşır -ama bunu bir protestoya, bir projeye ya da başka bir maliyeti ağır ortama taşıyamaz. Serüvensiz kurgu edebiyatına ve yüzeysel, sahte imgelere takılıp kalmış şiire saygı duymayabiliriz; ama çok özel bir tür oluşturan meczup edebiyatına kulak vermeli...


ULUS BAKER


Duyulmuyor.. / Sufi



- “Ben seni beklerken sen dumanlı bir duvarın arkasında durmuş kendi kendine konuşuyorsun.
Ne gözlerin yaşarıyor bu durumdan ne yüzün buruşuyor dumanın kokusundan. Tutuşuyor aniden elbiselerin, yanıyor ellerin, alevler yalıyor gözlerini, yaşarıyor gözlerin. Kuruyorsun usulca. Çığlıkların duyulmuyor. Çünkü senin duymadığın çığlıkların sahipleri onlar, seni duymayanlar: her yerin kararıyor, zihninle birlikte. Çürümektesin. Dağılmaya başlıyorsun. Parça parça hücre hücre eriyorsun. Bu duvara bağlı kolların da düşüyor en son, kararmış zincirlerin sesini duyuyor yanan kulakların. O güzel parmakların, uzun tırnakların dökülüp savruluyor parlayan gözlerinin yanına. O eski halinden eser yok artık, artık duymak istesen de nafile. Küller savruluyor koşuşan çocukların suratına, duvarın arkasında oynarken. Çocuklar seviyor küllerini. Derileri emiyor külleri. Büyüyor gittikçe vücutları. Büyüyorlar. Elleri genişliyor. Yemyeşil oluyor tenleri. Kafaları büyüyor, çelikten oluyor saçları. Ayakları kapkara oluyor. Küllerden daha kara. Bırakmışlar çoktan oyunları. Kızarıyor gözleri. Demir bilyelerini alıp düşüyorlar yollara. Yollar kara..

Çığlıklar duyulmuyor..”..

- Duyulmuyor.
Duymuyor
kimse
hiç kimse..
kötülüğün ölmeye niyeti yok!
Bana öyle geliyor ki topuklarına basacağız bir süre daha: gözyaşının!
Bu insanlar sanki zeytin ağacına hiç dokunmamışlar ömür-ü hayatlarında.
Yabancılaşmanın, amaçsızlığın ve bağlantısızlığın küresel tekliği
kavuruyor ruhumu, yalnızlığımı, ürküyorum kendimden. Bu caddeler, sokaklar, kuru, boş kalabalıklar beni sarmıyor artık. Nerdeyim?
Postayı ya da havaalanını andırır bir yönde ilerliyor cılız sesim.
Hepimizi birden uyandıracak olan alarm zillerini daha fazla işitmeyi umabiliriz.
Geç olmasından korkarım, ama siz yine de sakin uyuyun!..

“ Az sayıda insan gerçekten yaşıyor--veya daha doğrusu, gerçek anlamda yaşamıyor olduklarının daha çok farkına varıyorlar-- ; ve (ölüm) giderek daha fazla berbat bir kaza olarak görünüyor”- Theodor Adorno- ( defter arşivinden- çeviri: jm).

Sufi.

“Camlar Şangırdadığında Bağıranlar
İnsanlar Öldüğünde Seslerini Çıkarmıyorlar”; K.Blok
Genova eylemlerinde katledilen
aktivist genç, duyarlı yürek Carlo Giuliane
ve yeryüzündeki tüm sivil kayıplar için
ansızın dökülür dilimden:

Pazartesi
şiiri bölüştürür,
bir ateş sanki.
Ve toprak rengini yitirir
ki
gidişin her biçimi çok zordur.
Fısıltısını duyuyorum:
“en arsız ben olayım, eğer ömrümün fanusunu...”.


hayır,
dudaklarını ısırma.

Hepimizin yanında

bir mersiye dolaşır..

Sufi.


"Bütün Dünya Bir Sahnedir"../ Leon Felipe


Bir tren tasavvur edin gözünüzde. Dünyanın çapına kazılmış tünel içinde bir ucundan diğerine yol alan ve makinistinin elleri kolları saç telleri kadar ince ve ürkek iplerle bağlanmış bu trende korkakça, acı içinde uzakta toplu iğne başı büyüklüğünde beliren aydınlığa baktığını hayal edin. Acı içindeki makinistin iplerden kurtularak treni durdurması an meselesi lakin bu durumda çektiği acıdan da mahrum kalacak kendisi. Tren yoluna devam etmek zorunda ona göre.
" Sırtımdan da geçse razıyım. Yeter ki geçirin bu treni" demiş bir Ottoman
kralıyla Anadolu'ya, güneşin doğduğu topraklara batan bu raylarda gezinmeye karar verdim. Fakat hilkat garibesi memleket hadiseleri ve hadis geveleyen ağızlardaki salyalar içimdeki Odysseus'un ellerini kollarını bağlıyor. Ayasız Musevi bir dilencinin inancındaki gezginlik ve mülksüzlük yitiyor.
Kainata mal olmuş en devasa ve hızlı işçi sözleşmesi Hıristiyanlık karacalıları
bozguna uğratıyor. Felsefenin içinde eriyenler düşlerini ve gözlerini tasavvuftan beslenerek irileşen ama büyüyemeyen Alman felsefe ekolünün bir çocuk mızmızlanması olduğunu fark etmeden hayranlıkla orada oyalanmaya başlıyorlar.
Kant'ın Troya'yı yakan barbar Agamemnon'un kızı Europe düşünde ilkel inanışların biçimlendirdiği bir Hıristiyan ahlakı vardı ve bu gudubet kudurmuş usçuk oyunu edepsizce bir hızla marjinalleşerek hesapta uygun adımdan ayrılmış olan dijital kafa bulanıklığı ve bulaşıcı uyuşturucuların etkisiyle kendini devasa görebildikleri, gösterebildikleri Bataille, Deleuze, Foucault, Guattari dörtlemesine
önayak oldu. Bu önayaklar ülkemin düşünce yapısını hızla kirletti. Yirminci yüzyıl Fransız felsefesinin dört tane ayyaş tarafından oluşturulması pek eğlenceli tabi ama bu adamların esrimeden anladıkları hususu doğu dinleri ve inanç biçimleri asırlarca bir uygulama olarak kullandılar. Sarhoş olarak tanrıya ulaşmak, bilgiye ulaşmaktı ve doğuda bilgi acının yerini mutluluğa bırakmasını sağlayabilecek
bir gerçeğe dönüş aracı olmalıydı. Batı aydınlanması ve Marxismin şu meşhur düşünce sistematiği ise bilginin acıya hükmedeceğini ileriye süren bir acı gerçekçilik ve evrim mekanizmasında sadece işe yarayan gözü kapalıcılıktır. Her ölüm ve her acı tarih için gereklidir; gelişimin, tüneldeki trenin önünü hiçbir şey kapatamaz hayali son yirmi senede tükendi. ( Doğuluların bilgiyi kötü gözle görmeleri bilgiyi yücelterek onu kötü yönde kullanan batının dünyayı mahvetmesine yanıttır.) Oysa ülkemdeki gençler daha yeni bu hayalin farkındalar. Aptalca bir inatla sarhoşları okumaya devam ediyor, onların sahte düşünce oyunlarında kendilerine yer arıyorlar. Batı düşüncesinin iflasının nelerle geldiğini, savaşlarla izliyoruz. Kendi türünü yok ederek ilerleyen
bir düş ve düşünce akımı olan batı medeniyetindeki hayal sahnesi oyuncularının
asıl beşiği Roma'nın aslında bir teatrum mundi' den başka bir şey olmadığını
unutmuş gözüküyorlar. Sheakspeare'in çok sevilen " Bütün Dünya bir sahnedir"
diye çevirdiği teatrum mundi terimi Romalılar'ın gözleriyle gördüklerine inanmalarına uygundur ve Romalılar bizim televizyonlarda seyrettiğimiz sahte haberler gibi sahte haberler ve gösteriler seyrediyorlardı. Roma amfiteatrında
kölelerin oynadığı tanrılar mitolojideki gibi canlandırılıyor, bu canlandırma sırasında güçlü tanrıların arzusunca öldürülüyorlardı. Romalıların ölümlerini gördükleri bu tam tanrılara inançları sağlam ve su götürmezdir. Günümüz Hıristiyanlarının televizyonda bedava izledikleri İsa'ya duydukları inanç da aynı sağlamlıktadır ve korkutucu bir yalandan başka bir şey olmadığından Hıristiyan olmayan tüm insanlar için yıkıcıdır. Bu yıkıcılık batı felsefesinin temelidir.
Ayrımcılığın ilkel ilkelerini belirleyen ve bunlara uyan düşünce akımları batıdan çıkmıştır. Serttirler, taşa kazılmışlardır; evrensel oldukları söylenerek inandırıcılıkları arttırılmıştır. Oysa sahnedeki bir aktörün söylediği replikten başka bir şey değildir.
Acı çekmenin bilgisizlikten olduğuna inanan duyularını yitirmiş felsefenin medeniyeti acımasız olacaktır. Deleuze ve diğer akranları dilin ve bireyin her türlü
otoriteden bağımsız gelişebilecek bir akla hizmet ettiğini ileri sürerlerken o kadar sarhoşturlar ki hiçliğe varacak bu yolu anlamsızca kullanabilecek gerçek cahillerin kendileri olduklarını izleyemezler. Hayat bir sahnedir ve bu oyuncular güzel replikleriyle izleyicileri mest etmişlerdir.
Fakat hayat sahte bir sahne değildir. Acı gerçektir. Nedenleri, sonuçları vardır.
Tanrının varlığını kabul ederek ya da reddederek var oluş suallerine yanıt aramakla
insanın öz niteliğinden, insanlığından sapmasını sağlayan; buna özensizce yol açan bir avuntu düşüncesi Anadolu'ya da geldi. Yerleşti. Kendine bir çukur kazdı içine oturdu. Oradan gökyüzüne bakıyor ve kendi kendine fevkalade gökyüzü, diyor. Yaşamı, doğayı, yıldızları yanlış okuyor. İnsanı doğadan ayrık, ustaca yapılmış cam fanusun içine bir süs gibi koyarak ona ölümsüzlük bahşediyor.
Herkes sonsuza dek ömür sürecekmişçesine yaşıyor, tüketiyor, hükmediyor.
Buyurganlık ortadan kaybolan ayakkabı boyacısı çocuklardan kraliçelere dek uzanan doğruda herkesin paydası oluyor. Herkes bir nedenle, bir itkiyle bir diğerine emir verebilen kişi durumuna kendini soktuğu için de kendini kendine yeterli sanıyor. Cemaatler bu doğrunun en basit örnekleridir. Hiyerarşi insanı sağıltır, iyileştirir ve kullanılabilecek bir ruhla biçimlendirerek işçi yapar.
Proleterya nüfusu yükseliyor ama kimse kendini işçi görmüyor. Teatrum mundi kurallarına uyum sağlayan sıfatlar değişiyor, kapıcı apartman görevlisi, sekreter asistan, işçi tekniker oluyor. Sahte terimler ve hayallerle yaratılan trenin aydınlık
olduğunu iddia ettiği yöne doğru, doğaya aykırı bir tünelde yolculuğu insanın gerçeği bilmek, kendini tanımak karşısında duyduğu özüyle çatışıyor ve insan acı çekiyor. Çektiği acıdan kurtulmak da istemiyor çünkü yolculuk ona tünelin sonundaki cenneti vaat ediyor. Aydınlanmanın sunacağı özgürlük, sonsuz yaşam, sağlık ve bereket onu gerçekleri görmekten alıkoyuyor.
Beni alıkoyan da bu işte. Trene binemiyorum. Aydınlık dedikleri uçtaki şey, bu bilinmez durum benim için gerçek değil. Bir rüya. Batı medeniyeti ve felsefesi
beş yüzyıldır süren berbat bir rüya. Başka ne olabilir? Karabasan mı? Hayır.
Kabuslar insanı korkutur. Batı felsefesi beni korkutmuyor, sadece zamanımı öldürüyor. Kötü sahnelenen ucuz bir devlet tiyatrosu oyunu gibi.
* * *


YAZARI: Leon Felipe


FELSEFE AÇISINDAN GÜNCELLİĞE BAKMAK / Mustafa Günay



FELSEFE AÇISINDAN GÜNCELLİĞE BAKMAK:
ZİZEK, KAVRAMLAR VE TARİHSEL GERÇEKLİK


Felsefe ve sosyal bilimler açısından güncelliğe bakmak, güncelliğin araka planındaki anlamını ve nedenlerini görmeye çalışmak, yaşadığımız olayları anlamak ve yorumlamak, doğru kararlar almak ve uygulamak için gereklidir. Ancak bunu yapmak beraberinde bazı zorluklar da getirmektedir. Ama konuşmak için, öyle durumlar olur ki zamanın geçmesini beklemek doğru olmayabilir. Ben de bu yazıda Slovenyalı felsefeci Slovaj Zizek’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir yazısından yola çıkarak, güncel bazı gelişmeler hakkında düşüncelerimi ortaya koyarak, tarihsel düşünmenin gerekliliğini vurgulamayı amaçlıyorum.

I. Zizek’in Düşüncelerinden Kesitler

Zizek’in 23 Ekim 2007 tarihli Guardian gazetesinde yayınlanan “Turkey is a thorn side of a western consensus” (Türkiye Batı uzlaşımının kıyısındaki dikendir” başlıklı yazısının Türkçesi 24.10.2007 tarihli Radikal gazetesinde yer almıştır.)

İran’ın yürüttüğü nükleer programa karşı ABD, İngiltere ve Fransa’nın siyasal temsilcilerinin (Cheney, Blair, Kouchner) tutumlarından söz eden Zizek, ABD ve müttefiklerinin artık inandırıcı olmadıkları konusunda haklıdır. Uzun süredir dünya kamuoyunun da farkında olduğu bir durum bu. Emperyalizmin siyasal retoriği artık gerçekleri gizleyememektedir. Zizek’in de söylediği gibi, Irak’ın işgali için “kitle imha silahları” bahanesi kullanılmıştı ve beraberinde demokrasi, özgürlük gibi kavramlarla işgalin meşrulaştırma girişimleri yapılmıştı, herkes hatırlamaktadır. Şimdi ise nükleer silah programından vazgeçmediği için İran’ın hedef olarak belirlendiği görülüyor. Zaten uzun süredir gündemde olan ve tartışılan bir konu. Ama bu arada hedefteki devletler arasında başka hangilerinin yer aldığını da ciddiyetle düşünmek gerek. Irak’tan önce de belki asıl hedef İran’dı. Ama bazı hedeflere aşama aşama yaklaşılır ve kimi zaman da ara hedefler asıl büyük hedefin de hazırlayıcısı ve tamamlayıcıdır. Adamlar ne zamandır “genişletilmiş Ortadoğu projesi”nden söz ediyorlar. Duymayanlar sağır mıdır bilemiyoruz. Söz konusu projenin kapsamında yer alan devletleri ve insanlarını da ne gibi sonuçların beklediğini ise kolayca tahmin etmek mümkündür. Projenin uygulama sahalarından önemli bir bölümü oluşturan ülkemiz ise, bu konuda kilit noktayı oluşturmaktadır. Söz konusu projenin bir parçası ve aktörü olmayı düşünenler ve heveslenenler ise, ortaya çıkabilecek korkunç sonuçları da öngörüyorlar mı? Eğer öyleyse vahşetin dalgalarına hazır olmalıyız. Uygarlık adına vahşetin programlanması ve projelendirilmesi ve tarihin sahnesine çıkarılması söz konusudur. Artık savaş yalnızca toprakların ele geçirilmesiyle sınırlı olmamakta, zihinsel, bilgisel kanallardan da geçerek, yaşamımızın her anında ve alanında mevziler açmakta, birlikte yaşama kültürünü açık ya da örtük biçimlerde yaralayarak, yeni düşmanlıkları da beslemektedir. Özellikle Anadolu topraklarında daha önce de denenmiş ama başarı olamamış böylesi tehlikeli oyunların ne oyuncusu, ne figüranı ne de izleyicisi olmamak elimizdedir. “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” diyen şairin (Edip Cansever) söylediği gibi.

Çağımızda savaşın anlamı ve kapsamının değiştiği konusunda da Zizek haklıdır. Yazısında ABD ve Avrupa’yı eleştirir görünen, ama sonunda Avrupa’nın kendini yenileyeceğine ilişkin umutlarından da söz eden Zizek’in tartışılması gereken kavramlar kullandığını görüyoruz. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı “militarist hümanizm” kavramıdır. “Militarist hümanizm ideolojisinin dönüşü”nden söz eden Zizek’e göre: “Militarist hümanizmin sorunu, 'millitarist' değil, 'hümanizm' kısmında saklı. Bu doktrine göre askeri müdahale, insanları kurtarmak kılıfına sokuluyor, siyasetten arındırılmış, evrensel bir insan hakları mefhumuyla meşrulaştırılıyor; karşı çıkan herkes bir çatışmada düşman safında yer almakla kalmayıp, medeni ülkeler topluluğuna ihanet etmiş oluyor.”
ABD ve müttefiklerinin insani değerler adına konuştukları “biz”in kim olduğu sorusunun kilit bir soru olduğunu belirten Zizek, Türkiye meclisinin son tezkere kararının bu soruya bir yanıt getirdiğini iddia etmektedir.
Yazısının devamında ise Zizek, Türkiye’nin uğradığı terörist saldırılara karşı çıkardığı tezkere hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Türkiye meclisi, ABD'nin baskısına direnerek, Kuzey Irak'taki Kürt isyancılara operasyon yapabilmesi için hükümete yetki verdi. Türkiye'nin terörle savaş adı altında sınır ötesi saldırı başlatma ihtimali her an artıyor ve sanki dışarıdan biri gelip 'biz' denen o kapalı çemberi kırmış, militer hümanitarizm tekelini elinde tutanların egemenliğini ihlal etmiş gibi bir durum çıkıyor. Meseleyi tatsız kılan şey, Türkiye'nin 'ötekiliği' değil, aynılık iddiası.”
Gerek “militarist hümanizm” kavramıyla gerekse türkiye’nin Batı ile aynılığı iddiasıyla ilgili olarak Zizek haklı değildir. Çünkü Zizek’in düşünceleri ve iddiaları gerçeklikle uyuşmamaktadır, kullandığı kavramlar yaşanan durumu açıklamaktan uzaktır. Türkiye’nin Batı ile aynılığından söz ederek, ülkemizi emperyalistlerle aynı kefeye koymaktadır. Teröristleri “isyancı” olarak adlandırmaktadır. Hiç şüphesiz aynı yaklaşım ve kavramlar başka Batılı düşünür, gazeteci ve siyasetçiler tarafından da kullanılmaktadır. Problemleri ve olguları eleştirel bir perpektiften değerlendirmesi gereken bir düşünürün bile, Türkiye’nin geçekliğinden değil aklındaki imgelerden yola çıktığı görülmektedir. Buna bağlı olarak Türkiye’nin aldığı operasyon kararını da “saldırı” olarak algılamaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hangi ülkenin sınırlarına doğru yayılmacı, işgalci politikalar izlemiştir ki Türkiye, kendini savunma amacını taşıyan karar ve uygulamalar bile çarpık biçimde anlaşılmaktadır. Türkiye’nin hiçbir ülkenin toprağında bir karış bile gözü olmamışken, böyle itham edilmek düşündürücüdür. Ama ülkemizin topraklarına yönelik hesapların, çıkarların iyice belirginleştiği tarihsel bir dönemde atılacak adımlar da büyük önem taşımaktadır.
II. Kavramlar ve Tarihsel Gerçeklik
Gerçekliği kavramlarla dile getirir, yorumlar ve değerlendiririz. Gerçekliği değiştirmenin yolu da kavramlardan geçer. Kavramlarla çarpıtırız gerçekliği ya da doğru kavramlaştırmaya çalışırız. Kavramlar bize gerçekliği gösterdiği gibi, gizler de. Kavramlar kurucu, inşa edici olduğu gibi, yıkıcıdır da. Küreselleştirmeci güçlerin en büyük tahribatı da kavramlarıyla başlamakta ve yayılmaktadır. İnsanlığa ve uygarlığa yönelik tehditler ve yıkımlar, kavramlarla başlayıp, giderek yaşamımızda somut karşılıklarını bulmaktadırlar. Bu nedenle bazı kavramların emperyal güçlerin elinde anlamını ve işlevini kaybettiğini de unutmamak gerekir.
Kendi çıkarlarını insani değerleri çiğneme pahasına gerçekleştirmeyi bir siyaset olarak belirleyen toplumlar/devletler/kuruluşlar, kendilerini uygarlıkla, insan hakları ile özdeş gibi görseler ve göstermeye uğraşsalar da, attıkları her adımda arkalarında vahşetin kanlı izlerini bırakmaktadırlar. Irak’a yönelik işgalin aynı zamanda tarihe, insanlığın kültürel belleğine ve değerlerine yönelik olduğu açıktır. Uygarlığın çiçeklendiği topraklara düşen bombalar ve canlar, bizi bu vahşeti açıklayacak, aydınlatacak ve ortadan kaldıracak kavramlarla düşünmeye, konuşmaya ve eylemeye çağırmaktadır.
Sorun büyüktür, ciddidir. Yalnızca bir terör örgütü ve değişen koşullara göre ülkemize karşı kullanılması sorunu da değildir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kadarki süreç içinde feodal yapının kırılamayışı, bugünkü sorunlarımızın önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Ancak yirminci yüzyılın başında emperyalizm ulaşamadığı amaçlarına yönelme konusunda koşulları uygun görmekte ve geleceğimize yönelik büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle güncelliğin anlaşılıp yorumlanmasında ve nereye gittiğimizi ya da götürülmek istendiğimizi anlama konusunda, tarihsel düşünmek durumundayız. Tarihin gidişatı tek yönlü değil, çok yönlüdür.
Cumhuriyetin 84. yıldönümünü kutladığımız bu günlerde, “bağımsızlık ve özgürlük” karakterimizin temel unsurları olmaya devam ediyorsa ve edecekse, ki etmelidir, 100. yıldönümünü de yaşarız, görürüz ve ötesini de…Ama bugüne kadar olduğu gibi, özelikle son elli yıldır, ABD ve AB çizgisinde rotamızı belirlersek, yalpalamakla kalmaz, tarihin sert kayalıklarına çarpıp batabiliriz de..Emperyalist fırtına sürmektedir.*
Uygarlığın doğduğu ve geliştiği topraklar, Anadolu başta olmak üzere, insanlığın ve değerlerinin yeniden canlandığı topraklara dönüşmedikçe, fırtına dinmeyecek ve acılar bitmeyecektir. Bu nedenle yükselen duyarlıklarımızın tarihsel bir bilinç temeline dayanmasına büyük ihtiyaç vardır. Hem kendimiz, kendi insanımız için, hem de insanlık için…

YAZARI:Mustafa Günay
(borges defteri yazarlarından-
Çukurova Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi)

-----------------
*Benzer konuda kaleme alınmış olan diğer yazılarımı (Çember, Amerikan İmajı ve Gerçeği, Tarihin Açık Denizlerinde Karayı Görmek, Haritalar Sınırlar ve Tasarılar) http://felsefedefteri.blogspot.com adresinde okuyabilirsiniz. Dünya Kime Aittir adlı kitabımda da güncel ve tarihsel problemler hakkında yazılar yer almaktadır.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***