Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Siyah Süt..// Enis Batur





İki komşu ağacın arasına ben germiştim
bu sessizlik ağını: Çıkıp siz bozdunuz onu,
çıkageldiniz, kimbilir hangi dürtü,
hangi postaneden gönderdiniz kimbilir-önümde
duruyor, bir tek elyazınızla imzalı, bir tek benim
sökebileceğim bir anlamı: Rothko'nun
1957 tarihli "isimsiz" resmi: Kırmızı, turuncu,
siyah ve dibe vurmuş kan. Şair ölmüş, yanmış
canımız. benim susuşumla birleşmiş ola ki
acı, ağrı, renk ve gene kan: Durmuş herşey,
korkmuşsunuz herşeyden fazlası durmadan
bozulmalı ikimizin arasındaki susku andı,
Hayatı kaplayan sessizlik bir biçimde Şiiri
kaplayandan ayrılmalı. Değiştirebilir mi
sırasını olup biteceklerin bir ölüm: Çözüyorum
kurduğum ağı, birikmiş içimde size duyduğum
hasretin siyah sütü-yürüyeceğim, yürüyorum.

Şiir: Enis Batur


Şair Süha Tuğtepe'yi kaybettik...


Şair Süha Tuğtepe'yi tedavi gördüğü Almanya'nın-Hannover kentinde
kaybettik, Acımız çok büyüktür..
"Süha Tuğtepe" şiirimizin "vicdan sızıntısı" idi..
En verimli döneminde bu güzel insanı, dostu, harika kalemi kaybetmenin ağır matemi yüreğimizi kanatıyor...
en son konuşmamızda "durum ağır" demiştin, gel de "bağışlayın beni, bağışlayın beni..arınmak kolay değil bu ülkede" dediğin yerde arındır sözcüklerimizi, kalbimize, her zerremize çöken
derin hüznü...
İşte: Seyrekzamanlardasın artık...
"minderinle" değil, sonsuzlukla konuş şimdi...açılmamış kalemlerin, kanatların, ve sen: su kıyısına iner mi bir daha düşlerin?
inersen kalbimizi tıkla..oradasın daima...

defterin....




Bütün yarım aşklarıma:

Seyrekzamanlarda gözüme tüten:

Arıza, hayırsız, haylaz bütün yarımemnun ünlemlerime:

Yerden yere vurdukça bir paspası,

odaları süpürdükçe:

İnadına müsvettelerimi toplayıp attıkça:

Arındırdınız bedenimi.

Kurtuldum her gece ayaklarınızı ısıtmaktan.

Koku, tırnak, kirpik dolu yatağımı,

silkeleyip serdim güneşe.

Kurtuldum inceceik, pembecik ellerinizden.

Enseleriniz...

Sadece enseleriniz kaldı gözlerimin hatırında.

Enseleriniziçokseviyorum...


Şiir: Süha Tuğtepe


Bar..// ULUS FATİH




İsmet Tarık’a

‘Onların ortasına bir kitap düşse kaçışacaklardı.’ Matta XII L

Bu öyküyü bana Raven anlattı. Geçenlerde Sky’ın yaş gününü kutlamak için bara gitmişler. Bar Taksim’deymiş. Anında araya girerek Raven, Sky neden böylesi adlar filân demeyin, bu çoktan bizim kusurumuz olmaktan çıktı, bir çılgınlığa dönüştü artık. Çocuklarımızın adını Hektor koyamıyoruz ama Salomon’u Süleyman, Abraham’ı İbrahim yapmaya üstümüze yok.

Bar Taksim’deymiş dedim de, Pera’ya yakın Tepebaşı’nda bir yerlerdeymiş. Ben avukatım, şimdilerde ise bir dandy, yani boşgezer. Bir zamanlar Tepebaşı barların, pavyonların ana durağı sayılırmış ama ülkemiz yasaları pek işlemediği için daha doğrusu yoksulları ezmenin büyücül bir yolu olduğu için, geçen yıllarda şöyle bir espri, bir deyim üretmişler; ‘Adalet Taberem barda, kanun Tepebaşı’nda…’
Eğretilemeyi hoşgörün, Adalet’ten kasıt, bir zamanların şehlâ gözlü şarkıcısı Adalet Pee tabi ki. Ben bu deyimi, Üsküdar’da yalnız yaşayan ve gecelerinde Beyoğlu’nun Merih’i ile Panayot’un meyhanesi arasında mekik dokuyan ve artık gönül bahtı, Hades’in tahtına kavuşmak gibi bir beceriyi de göstermiş avukat Tenal Soncan’dan duymuştum; hiç evlenmemiş ve yaşamı boyunca bir kazanova gibi, yalnız kadınlardan söz etmiş bir adamdı.
İşte Galata’ya komşu bu barda, Sky’ın arkadaş grubu yaş günü kutlaması için toplanasıymış. Burada bir kez de ben araya gireyim; bu hangi bar diye… Raven olayın etkisinden hâlâ kurtulamadığı için sanırım adını anımsayamıyor. Bar adlarını ‘Fırtınanın gözü’ gibi tuhaf metaforlara yol açtığı için çok severim. İmgelemimde mızıkcı mızıkacı, güllü gülleci bir düşleme yol açtıkları için.
Şaka yollu, birazda gülünçlük olsun diye bar adlarını saymaya başladım; Barbar, Zıbar, Cabbar, Hunbar, Cazbar, Rabbar sözümü keserek Rakbar diye düzeltti ve anımsadığını söyleyerek Barabar’mış orası dedi. Arşipel şivesinde beraber anlamına geliyormuş.

Bar köhne bir apartmanın bodrum katında bulunuyormuş, temeli taştan ahşap bir binaymış. Raven barın duvarlarının da taştan, tavanın ise barok süslerle bezeli kartonpiyerden, fovist ışıkların süzüldüğü derme çatma bir şey olduğunu söyledi, daha doğrusu olaydan sonra bu tür şeyler anımsayasıymış. Barda önceleri ortalık çok sakinmiş, gelen kalabalık doğu ezgileriyle dansediyor, Harikişna’yla sürüp giden bir ritimde, boynuzlu tanrı Shiva’nın kulları gibi dönerek, sadakat yemini edercesine de baş sallıyorlarmış.
Ama o gün ürküntü veren bir ayrıntıyı da sonradan öğrenmiş Raven, meğer kartonpiyerle gizlenmiş ahşap tavanın üstünde, terkedilmiş bir giriş katı varmış, pencere pervazları paçavralarla doldurulmuş, son derece döküntü, viraniyer bir katmış, tahtaların kurtlanmışlığından mı, miadının dolmuşluğundan mı bilinmez, çöktü çökecek bir ‘rigor mortis’ ölü gevrekliğine (kırılganlığına mı demeliydi) sahip bir katmış burası.

Barın bir köşesindeyse kabadayılık özenciyle tutuşan, yakası bağrı açık, devonyen egolu, semt çalkarası diyebileceğimiz kalabalıkça bir grup varmış, zaman zaman tartışma çıkarıyor, kimi zaman gürültüleri müziğe karışan kös sesini bile bastırıyormuş. Saat 3 sularına doğru ortalık hâlâ sakinmiş. Bazıları dansın çılgınlığına kapılıyor, isteyen ağzına bile götüremez hale geldiği içkiyle marleyleri süpürüyor, kimisi de loş ışıklı dumanın helezonik büyüsünde, Harun Reşit gibi arkalarda belirip cariyelerle cilveleşiyormuş.
Hasılı kızılderili çadırı gibi çığırış bağırış giderken, acayip bir forsun oluntusunda; açılıp saçılanlar, geyik bakışları sağa sola devinip boynunu tutamayanlar, kucaklara düşerek, omuzlara yaslananlar gırla gidiyormuş.

Alkol düşünceyi varsıllaştırır belki ama organizmayı duraksatır.

Öykünün bu kertesinde yazık ki unuttuğum bir orijini anımsatmak durumundayım. Kartonpiyerle süslü ahşap tavanın yaslandığı terkedilmiş katta nasılsa; bilginin sakinleştiriciliğiyle, düşüncenin hazzına kapılmış biri yaşarmış, adam ölmüş mü, yakınları tarafından götürülmüş mü bilinmez, birkaç parça eşyasının dışında; belki antipatiden, belki de görmezlikten gelerek, sürekli başucunda bulundurduğu, sayfaları Cortes’in yelkenlisi gibi savrulup kalmış, kapkara ciltli devasa bir kitabı da bırakıp gidesilermiş.

(Raven, çok sonra bu kitabın bir Kitz, yani dört kitabı birleştiren bir kitaplar kitabı olduğunun anlaşıldığını, savrulup kalan sayfada da bir Bizans meselinden söz edildiğini, o meseli aktarabileceğini söyledi, Pannonialı bir keşişin ağzından alınmış; ‘ Dar bir çatlaktan, içi buğday dolu bir sepete giren fare, çatlayıncaya kadar yer ama, artık o dar çatlaktan bir daha çıkamaz, çıkabilmesi için, yine eskisi gibi, aynı derecede aç ve cılız haline geri dönmesi gerekir…’ Bir paradoksmuş bu.)

İşte ne zaman ki müziğin gürültüsü, tahtaların gıcırtısıyla isterikleşen ölüm arzusuna ve insanların çığırtısıyla, kulakların ses körlüğüne yaklaşan acısına karışmış, aşkın bir desibelin selintisinde; azgın anaforun haykırışlarıyla kıyamet de o zaman kopmuş ve çöken tavan ve toz dumanla birlikte; devasa kara bir şey, yüzlerce kanatları olan, çağlar öncesi bir yaratık, uzaydan düşmüş biyonik bir canlı gibi, pistin ortasına bağırış ve çığırışlar, pervasızca kanat çırpışlar ve bir başka gezegenden gelen sayılmasız paraşütler gibi inivermiş.

Köşedeki ‘Tatavla’ grubunun körkütük biçimde birbirine girdiği, çılgınca dans edenlerin gemi almaz haykırışlarla kendinden geçtiği saatte, çöken tavandan peydah olan, bu dile gelmez yaratığın yol açtığı arbede de, çığlıklar biraz sonra, kapıdan tarafa umarsızca yığılmalara ve ardından da bilisizce haykırış ve kaçışmalarla; acı dolu iniltilere dönüvermiş.

Raven’in ‘2. Gregor Samsa Vakası’ diye adlandırdığı bu öngörülmez olayda, kolonlara basanlar, kargaşada düşüp kayanlar, paniğin katlanarak yükselmesine ve kalabalığın bilinçsizce birbiri üzerine yığılmasıyla; havasızlıktan ve tür dışı çeşitli darbelerden beklenmedik olaylara neden olmuşlar.
Resmi ağızların yalanlamadığına ve artık; söylentilerin de gerçek olduğuna bakılacak olursa, bu trajik ve acınç veren olayda, sonuç ne yazık ki; 2’si ağır, 11 yaralı olasıymış.

Sonraları düşen şey üzerine, tuhaf görgü tanıkları da çıkmış... Kimileri tavandan o gün bir kutsal kitabın (Levh¬¬¬¬¬-i Mahfuz) inerek, boş boğazlıkla dolu sefih yaşamlarının cezalandırıldığı savına katılırken, bazıları da bir gazaya işaret ederek, gece renginde kanatlı orduların hücumuna uğradıklarını ileri sürmüş.

Başka bir grup, tüm ışıkları gölgede bırakan kanatlarıyla o anda bir zümrüd-ü anka’nın içeri girdiğini, gene bir başkası; karanlıkta sayısız kanatlarıyla görkünç bir yarasa kolonisinin belirdiğini veya o gün düşen şeyin inatla yolunu şaşıran, kürklü bir kemirgen, belki de daha doğrusu; bir şehir sansarı olduğunu söylemiş.

En ilginç olasılıklardan biri de; o gün yaşamının ilk barına giden ve ama sağ salim kurtulan Fersan adında gençliğine yakın bir çocuktan gelmiş, loş ışıkta pistin ortasına kanatlar çırpar gibi düşen şeyin Sodome’dan arta kalan kanatlı bir at (boynuzlu Pegasus’u kastediyordur) ya da belki; Kaligula’nın utanmazca Kapitol’e senatör yapmaktan yüksünmediği Incinatus’un olabileceğine ilişkin yeminler ediyormuş (Tanığım ki gözleri de anlatırken hâlâ büyüyor). At düşerken inanın bir Vezüv yalazı gibi ıslık çalıyor, tüylü, Pompei’den kalmış bir hayvan gibi de soluk alıyordu diyor.
Bu sözleri yaşadığı travmanın bir sanrıya dönüşmesine işaret sayıyorum.

Düşen şeyin ilikleri donduran kızgın bir rüzgâra, yaydığı ışığın da diğer tüm ışıkların sölpüleşip solmasına neden olduğuna bakılacak olursa, bu tartışma sürüp gidecektir diyorum…

Raven, anlatısını bitirdiğinde bitkin ve sanki soluk soluğa kalmıştı. Okumasını bırakarak kitabı özenle kapattı ve sandalyesinden doğrulup; ne öyküymüş ama değil mi dedi. Kuşkusuz evet dedim; ne de olsa o gün yaralananlardan biri de bendim.



ULUS FATİH


MEZAR TAŞI İSTEMEM..// BRECHT



Mezar taşı istemem, ama
Dikerseniz bana bir tane
Dilerdim, yazılsın üstüne:
Öneriler yaptı.
Biz onayladık.
Kılardı böyle bir yazıt
Hepimizi saygın.

Şiir: Brecht
Çev. Yüksel Pazarkaya


Hişt, Hişt..// Sait Faik



Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım. Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı… Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı… O zaman mesele olurdu, işte. Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

- Hişt, dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu bosunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakmadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen. Hişt! Dedi yine.



Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi “hişt hişt” diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

-Hişt hişt hişt, dedi.



Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırlamadığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.



Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalâki kuşudur.İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankayaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden apdal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, apdal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim.bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim..

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt ,dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

- Buyur beğim, dedi.

- Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı.çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt,dedim

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi “hişt” dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? Diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncunun macerasını ya…

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşında:

- hişt hişt..

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, sendene diye saklayayım, parasıyla değil mi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…

- Hişt hişt..

- Hişt hişt..

- Hişt hişt..


Sait Faik


"Yazar Öyküyü düşünür"..// Çev. Hamid Farazande





Şehryar Mondani-pour, bildiğiniz gibi, İran'ın önde gelen Öykü yazarlarından biridir: Onunla yapılan bir söyleşinin ilk bölümünü (şimdilik), bir yandan bugünkü dünya sorunları, bir yandan da Öykü Anlatısı üzerindeki düşüncelerini içerdiği için, ve ben de onları önemli bulduğum için, Türkçe'ye çevirdim.

Saygılarımla,

Hamid Farazande

* * *

--Son öykü kitabınızda 11 Eylül olaylarını anlatı'nızın ana ekseni olarak
seçtiniz. Neden?


---Mondani-pour: Bizim aydın hareketimizin başat sorunu, kendini,
gerektiği kadar, dünya sakini görmemesi. Biz,kendimize, daha az dünyanın neresinde ve hangi ânında durduğumuzu soruyoruz. Bu sorumsuzluk, aslında olağan birşey, çünkü düşünce ve sanatın hiç bir alanında üretimde bir rol almıyoruz. Üretim şöyle dursun, iyi bir tüketici bile değiliz, oysa bir zamanlar kavram üretmekte söz sahibiydik. Bu arada, aramızdan biri ortaya çıkıp da bu tılsımı kırmaya yönelik en ufak birşey yaparsa, çevreden gelen, geri kalmışlığımıza, hakirliğimize tapanların lakırdıları, onları susturmak için hiç eksik olmuyor: Bize ne bütün bunlardan! gibi sözler, bilirsiniz...
Yanlış anlaşılmasın, Batıyla aramızdaki geniş uçurumu küçümsemek
istemiyorum, ama geri-kalmışlık, hakir kalmışlık ayininin de karşısındayım ben. Dolayısıyla 11 Eylül ( Ya da onların dediği gibi Nine-Eleven) -- ki postmodern dünyanın simgesi sayılıyor artık--- bizi de ilgilendirir, kanısındayım. Bu ilintinin analizi ve ondan
doğan vahşetin sonuçlarını da -mecburen- kitabın sonunda anlatmaya
çalıştım. Sözün kısası, biz, hepimiz, hedefi olduğumuz bu tür kıyımlara
bundan sonra sıkça şahit olacağız, oluyoruz da. Benim o gün öngördüklerim bugün maalesef vuku bulmakta. Belki de bundan sonra artık bir atom bombasını deneme sırasına yaklaşıyoruz. Şimdi bu yeni dünya düzeninin savunmasız hedefleri olarak bizler, elimizden birşey gelmiyorsa eğer, en azından geleceğimiz için kaygı duymamız gerekmiyor mu? En azından duyduğumuz korkuyu, hüznümüzü, itirazımızı dile getirmemiz gerekmiyor mu?-Allah aşkına, yok demeyin... Başımıza gelen ne varsa bu 'yok' dememizde saklı.Bugün artık bütün olayların biribiriyle ilintili olduğu anlaşılmıştır.

Şimdi o kitaba gelelim: Benim için orada herşeyden önce öykü anlatmak
önemliydi. Orada, o kasvet dolu ortamda, aşk konusunu deniyorum. 11 Eylül ile ilgili gördüğüm ilk görüntüler öylesine belleğimde kazındı ki, bir daha unutmam imkânsız: Siyah giysiler içinde bir adam, elleri, ayakları hiç çırpınmadan, ve muhtemelen sessizce kulelerin birinden atladı... O sıralar bir roman yazıyordum, ama bütün aklım bu adamdaydı. "Eden'in Salyangoz Kırıcısı"nı yazıncaya kadar. Rahatladım sanmıştım, meğerse bu bir ilk basamaktı. Bütün öykülerimi yazdığım bodrumumda her gece karabasanlar ve kâbusların eline esir düştüm. Bir tek yazmakla o büyüyü bozabildiğimi fark ettim. Yazmak ve yazmak. Her öyküden sonra rahatladım diyordum kendikendime, ama on iki tane olmayancaya kadar kâbuslarım beni bırakmadı... Uzun zamandır yazdıklarımı artık yayınlamayı düşünmüyorum, parmaklarımdaki güç varoldukça yazmak istiyorum sadece, o kadar. Bir tek bu iş benim derdime devâ galiba. Gene de arkadaşlarımın ısrarı üzerine bu son öyküleri yayıncıya verdim. Benim küçük sözüm bu: Ola ki geri-kalmışlık ayininin amilleri bilemez veya istemezler, ama biz kendimizi o adamın yerine koyabiliriz belki, arkasında alevler yükselirken, 110 metre yükseklikten atlamadan önce neler hissettiğini düşünebiliriz belki. Önünde bulutlarla içinde durduğu o kulenin ateşi, ve altında öyle yüksek bir uçurum ki sanki Babil'i tırmanmanın cezası gibi geliyor bana. Hep kendime, bu adam
ne düşünüyordu o sırada, neler hissediyordu, diye soruyordum. Bizim için bu soru önemli değilse, o zaman nedir önemli olan ? Bu kadar sabahtan akşama kadar dergilerimizde "göstergeler"den söz edilir: Bu bir "gösterge" değil mi? Yani bunu bilmek istiyorum: En azından haykırıp: Ne yapıyorsunuz dünyayla, diyemez miyiz?

---Sizin öykülerinizde başkişiler ya yoklar, ya da haklarında konuşuluyor, ya da anıları anlatılıyor. Öyküyü ilerleten kişiler de pek önemli değiller.

---Mondani-pour: Öykü karakterinden ne anladığımıza bağlı bu. Bunu
unutmayalım: Öykünün anlatıcısı her zaman öykünü başkişisi değil. Öbür yandan, hakkında çok konuşulan da başkişi olmayabilir. Bunlar bir yana, ateş çevresinde söylenen dünyanın ilk öyküsüyle, çağdaş öykü arasında, her vakit, öykü üsluplarının düğümü, öyküsel bilgilerin nasıl okura aktarılması gerektiği konusu olmuştur. Önemli olan okurun o anlatı öğelerini nasıl biribiriyle ilişkilendirmesi, ve kendi öyküsünü ondan çıkarması. Düpedüz bir anlatı getirmenin devri çoktan kapanmıştır. Şimdi eğer düpedüz bir anlatıyı süsleyerek bezeyerek, modern örtülerle sunmayı red ediyorsak - ki ben red
ediyorum-okurun dirayetine güvenmemiz için hangi yollara başvurabiliriz?-Bir yolu, öykü kişilerinin eylem ve söylemlerini sinematik bir şekilde göstermek olur. Hemingway, ve sonra onun takipçileri bunu yapıyor. Belki de bir yolu,olayın öykü kişisinin üzerindeki etkisi aracılığıyla, yani onun olay karşısındaki zihinsel, duygusal,
eylemsel, söylemsel tepkisiyle karakterini oluşturmak olur.



---Böylece sizin öykülerinizi okuma sorunsalına yaklaşıyoruz. Öykülerinizi okumaktaki bu zorluk, ve çetrefil durumun belirli bir kuramsal dayanağı mı var?


---Mondani-pour: Hiç bir zaman kuramlara göre ben öykü yazmadım. Öykünün yapısı beni böyle anlatmaya zorluyor. Benim için bir öykü böyle biçimlenir:
Önce onun çekirdek bölümü ortada yer alır. Sonra anlatı çizgisi ( sürekli ya da süreksiz) spiral bir şekilde uzaktan, bu çekirdeğin çevresinde dolanmaya başlar, ona yaklaşır, ya da tam tersi: yakınından başlar da sonra çevresinden dolanarak ondan uzaklaşır, böylece öykünün uzamı genişler. Bu anlatı çizgisi öykü kişilerinin dilsel/zihinsel maceralarıdır: Fiziksel maceranın dilsel maceraya dönüşmesi okuyun bunu. Bana göre artık 21. yy'da gelip de hâlâ aksiyonları anlatmaya kalkmak okura saygısızlıktır. Kendi söylediklerim için sağdan soldan kanıt getirmeyi beğenmem, hele bu günlerde yapılıdığı gibi. Ama Kundera'nın konumuzla ilgili sınıflandırması bana yabana atılacak gibi gelmiyor: Kundera üç tür anlatı var diyor: 1.Yazar öyküyü anlatıcıyla yazar ( Fielding gibi). 2.Yazar öyküyü tümüyle anlatır(Flaubert). 3.Yazar öyküyü düşünür ( Musil gibi). Şimdi ben de kendi haddımı bilerek başka bir ihtimal da olabilir diyorum: Öykü kişileri olayları düşünür, sonra bu düşüncelerin olaylar ve zihinleriyle etkileşimi sonucu da öykünün anlatısı oluşturulabilir.
Dolayısıyla okur direkt olarak öykünün içinde yer alabilir. Böylece öyküdeki anlatı öğesi de şimdiye kadarki iktidarını kaybeder, yazarın iktidarı da kırılır. Şimdi hemen "post-modernist" diyecekler bana (gülüşmeler!) Bizim ülkede özel bir tür postmodern öykü moda olmuş, öykü kişileri veya yazar postmodern sözler söylüyor. Gülünç bunlar. Edebi bir fıkra, ki aslında edebilikten yoksunlar. Postmodernizmle bir kavgam yok benim: İşlerinden öğrendiğim birçok postmodern yazar da var. Benim derdim başka: Düşünce ya da anti-düşünce metnin içinde veya öykünün davranışında zuhur etmelidir, diyorum. Postmodernizmin yerel yandaşlarının ıvır zıvır söylemlerini kişilerin ağızlarına sokmakla, boyanmış bir kargayı renkli kanatlı bir papağan yerine satmış olursunuz, ki bununla kimse birşey elde edemez.




Borges Defteri E*Kitap Proje-No: IV.// CHARLES BUKOWSKI


Borges Defteri E*Kitap serisinin dördüncüsü sayılan Charles Bukowski'nin "İntiharcı Çocuğun Son Günleri" adlı yapıtını Mustafa Ziyalan'ın çevirisiyle sunuyor...
J.P.Sartre'ın Bukowski şiiri hakkında kullandığı:"Bukowski Amerikan yazının en iyilerindendir" sözü ve sonraki yıllarda gün ışığına çıkan yayınlanmamış bir yığın yazısı-şiiri neredeyse Sartre'ı doğrular nitelikteydi.. Dostoyevsky, Anton Chekhov, Ernest Hemingway onu derinden etkileyenler sevdiği yazarlardan bir bölümüdür...Bukowski geride birçok yapıt bırakarak 6 Mart 2004 yılında Lösemiden öldü.Mezar taşında tek bir ibare dikkat çekicidir:"Denemeyin"...Ömrü boyunca hep çok sevdiği eşi Linda'nın bu konu hakkındaki yorumunu bir kenarda tutarak(“Eğer tüm zamanınızı deneyerek harcıyorsanız, tek yaptığınız denemek demektir. Bu yüzden denemeyin, sadece yapın.”)onun "denemeyin" sözcüğünü dilediğiniz açıdan okuyabilme fırsatını okura hep vermiştir! Nasıl mı? Yanıtınız içinizde kalsın bu kez!..
Borges Defteri e*kitap projeleri bugüne kadar binlerce okura ulaşmış durumda.
Kısa bir sürede "iyi şeyleri" hak eden okurlarımız, yazar-çevirmen dostlarımızın çabalarını-emeklerini karşılıksız bırakmayarak çok önemli bir sonucun ortaya çıkmasına da vesile oldular:
E-Kitapların çok ciddi bir okur kitlesi olduğu gerçeği bize işin ta içinden belirmiş oldu, bir süre sonra tüm statistik verileri en sağlıklı şekilde bağlı bulunan ilgili sitelere dayanarak ortamla da paylaşacağız...şimdilik şunu belirtelim yayımlanan ilk üç e*kitabımızın toplam "indirilme-okuma" sayısı 10.000 rakamını geçmiş durumda..
Bizler bu ürünleri net ağının derin hafızasına kaydederek geleceğin zengin arşivli e-kitap kütüphanesine J.L Borges'in dünyasına yakışacak ölçek ve içeriklerle katkıda bulunmayı sürdürmeyi umut ediyoruz...Charles Bukowski çevirisini e*kitap projesi kapsamında hepimizle paylaşmayı uygun gören Mustafa Ziyalan dostumuza teşekkür ediyoruz../defter


Charles Bukowski-"İntiharcı Çocuğun Son Günleri"
E-KİTAP:(kitabı okumak için kapak resmine tıklamanız yeterlidir, sayfaları monitor kenarındaki işaretlere dokunarak çeviriniz... )



Kitabı indirebileceğiniz Link:
Book(Charles Bukowski) Download By MediaFire 250 kbps-1MB
Kitabı 1 dakikadan az bir sürede indirebilmeniz mümkündür!..


iyi okumalar,
BORGES DEFTERİ




Gerçeklik Terörüne Karşı İlkyardım Çantası..// Rafet Arslan



Gerçeklik Terörüne Karşı İlkyardım Çantası


-‘tutkuların filozofu Charles Fourier için’


Post-modern iklimin gündelik hayattaki en belirgin izdüşümlerinden biri Gerçek yerine sayısız ‘gerçekmiş gibi’ yaratmasıdır. Gerçeğe dair bilgi ve kavrayıştaki git gide büyüyen karadelik, gösteri toplumunun sürekli uyarılmaya kurban edilmiş bireylerini kitleleştirir.
Her yerde karşımıza dikilen reklamlar, imaj bombardımanları, pazar yada kamuoyu yoklamaları, veba gibi yayılmış gözetleme hazzı, gündelik hayatı pornografikleştiren medya, hızın doğurduğu kaos hali ile kitleleşme bir çeşit zombileşmeye doğru evrilir. Bu durumda görülen gerçekliği anlatma çabası, sürekli yeniden üretilebilir bir ‘sanal’ı resmetmeye mahkumdur. Çünkü gerçekliğin kendisi artık bir terördür.
Gerçeğin kaybına dair bu trajedi, sadece bu güne dair arzularımızı ipotek altına almaz, geleceğe yönelen kehanetvari tahayyüllerinde oluşmasına engel olur. Gösterinin kaotik işleyişine kapılmış ve gerçekliğin tahakkümünü kendi seçimi gibi algılama mazoşizmine kapılmış kitleleşmiş birey; gündeliği 1 travma olarak yaşamamak için kendine farklı kod dizinleri oluşturur.
Kitleleşmiş birey günlük koşuşturma içinde zamana ve gösterinin icra alanı kente karşı bir bilinçsiz mücadele içindedir. Güvende olmak, zarar görmemek, çalışmak, başarılı olmak, adına eğlenmek dediği sanal da olsa hazdan nasibini almak çabasındadır. Yani sistemin ona biçtiği rolleri başarı ile uygulamaya çalışmak ve bu cesur yeni dünyanın vaat ettiği hazdan payını almak. 21. yüz yıl başında bireyin dişlisi olduğu hazin çark budur. Her sabah metamorfoza uğramış bir Gregor Samsa olarak uyanmak, deneyim yerine kodlara hapsolmak. Gerçi sistem kendi içinde farklı seçenekler, tercihler sunar, ama tüm verili alternatifler belirli kod dizinleri şeklinde sisteme görülmez ipler ile bağlanmaktadır.
Bireyin bu etik ve tinsel sefalet hali anlatmak için klasik teorilerin nesneleşme, yabancılaşma kuramları artık yetersiz kalmaktadır. Post-modern metropol hayatının bahşettiği cangıl da kitle insanını saldırganlık, hırs, bencillik ve sinsilik ile var olmaya çalışır. Bu da gerçekliğin terörünün şiddetini tek tek bireyler üstünde katmerler.
Ama, bu terörün bir parçası olmak istemeyen, büyük acılar çeken ve idrak çabasında olan insanlar da her zaman var. Düşünen, yaratan, acı çeken, eyleyen insanlar. Çoğu zaman gerçekliğin teröründen, ‘miş gibi’ insanların zehrinden, yalanlardan dolayı kendi içine gömülmüş, yalnızlığı yazgılaştırmış insanlar. Belki şu an sadece gerçekliğin dışında kalmaya çalışıyorlar ama değişimin anahtarı deneyimi yüreklerinde taşıyarak…
duyarlılık, yani benimseme; ama içimdeki acının tam, gizli, derin, mutlak benimsenmesi ve buna bağlı olarak da bu acının yalıtılmış, benzersiz bilgisi (bilinci)’--Etin Durumu/Antonin Artaud

İlkyardım Çantası Olarak Deneyim

Sistem için en büyük tehdit, bireylerin var olan seçenekler içinden tercihler yapmak yerine, kendilerini deneyim denen devrimci eyleme kendilerini bırakmalarıdır. Çünkü; ancak deneyim dediğimiz büyü ile gösterinin sürekli ürettiği (ve tüketip yeniden yeniden ürettiği) kodlar dışında kişisel var oluşlar gerçekleştirilebilinir, sanallık çölünde Gerçek’e dair vahalar keşfedilebilir.
Deneyim yoluyla tümelin tahakkümünden çıkan birey, şeyleşme ağlarını yırtıp, özne olabilme şansına sahip olur. Böylece bu güne dair gerçeğin baştan çıkarıcı bilgisine sahip olmak yanında geleceğe dair de bir kehanet algısına da ulaşabilir. Gündelik var oluşun kaosuna karşı arınma çabasına girmek, bir anlamda da sanal yaşamın yüklerinden kurtulup, kendine yakın bir var oluşun da kapısını aralamak demektir. Akıntının hızına karşı, daha usul, sükunetli ama deneyim ve rastlantılar ile barışık bir var oluş.
Bu dışarıdan bakış açısı sayesinde, gerçeklik terörünün hayattın içinde gizilleştirdiği olağanüstüyü, kendiliğinden var oluşları, minör güzellikleri de keşfedebiliriz. İşte 21. yüzyıl başında kitleleşmemiş bir toplumsallığın pusulasını taşıyabilecek yaratıcıları-eylemcileri bekleyen ödev.
Yeni 1 Hayatı Yaratmak Olarak Sanat
Sistemin kaotik işleyişinden çıkıp, deneyim adlı büyülü silah yardımıyla önce kendini ve diğer insanları, sonra yaşadığı kenti ve ardından dünyayı görebilecek, okuyabilecek, müdahale edebilecek, değişime dair yarıklar açabilecek bir tinsel iklime ulaşma çabasıdır bu. Tabii uzun ve meşakatli bir savaşım sürecidir aynı zamanda.
Kişinin ilk çatışacağı kişi kendisidir öncelikle ve ardından dışındaki dünya. Kendi içuzayının derinlerine açılmaya cüret etmek, hastalıkları ile yüzleşmek, faklı ben’lerini kusur olarak görmeyip; kendi içinde, algısında, imgesinde çokluklarından cephaneler çıkarmak. Varlığı ve evren ile birleşebilecek, bütünsel bir ben’in kehanet izlerini takip edebilmek; geceye ve gerçeklik terörünün iblislerime rağmen. Charles Fourier’in deyişiyle evrensel uyum’a ulaşmak için.

Sanallaşmış dünyanın dayattığı sefil tercihlere bir hareket çekebilmiş bireyin(ki ona artık özne diyebiliriz) Gerçek ile yüzleşeceği arena çıplak hayatın kendisidir. Sanal dünyanın kod dizinlerine karşı var oluşta, yaşanılan kente dair deneyimler hayati öneme sahiptir. Özne olma çabasındaki yaratıcının eseri (resmi, şiiri, bestesi…), yıkandığı kalabalıkların, etrafını çevreleyen mimarinin, hızın, trafiğin, iletişim selinin içinde giriştiği seferlerde elde ettiği Gerçeğe dair bilgiden-eylemden çıkacaktır.
Deneyimden çıkan bu bilgi ile kendini ifade etmek, gerçekliği sabote etmek, insanlar ile temasa geçebilmek; aynı zamanda kentin kendisine de müdahale etmektir. Gerçek ile temasa geçmenin yolu önce edilgenlikten-ataletten sıyrılmak, gerçeklik terörüne dahil değilim diyebilmek ve ardından insanları özne olmaya tahrik etmektir. Bu tahrik ruhsal ve bilişsel olduğu kadar özgür tutkuları besleyebilecek yeni bir arzu politikasını da içermek zorundadır.
Politik olduğu kadar erotik, canlı ve saptırmacı bir ayartma eylemi. Kendi varlığının farkına varmış, tamlaşma yolundaki öznelerin kolektifliği ile gündeliğin pornografik zehrinin yarattığı sahte tutkuları, hazları yıkıp; yeni ve güdülenmemiş bir tutku dünyası yaratılabilir. Bu noktada hayatın her alanında kullandığı pornografi silahını sistemin elinden alabilecek, onu politikleştirerek yeniden gerçekleştirecek ve sonlandıracak yeni bir imge tartışmaya açılmalıdır. Roul Vaneigem’in deyişiyle ‘erotizmin dünyasında hazzın yadsınmasından, haz-kaygıya dönüştürülmesinden başka bir sapıklık yoktur’
Kentin psiko-coğrafyasında tinsel mevziler elde etme çabası, insanları kanıksanmış kaotik işleyiş dışına çıkarabilecek durumlar yaratmak ile mümkün olacaktır. Kentin hızına esir, edilgen kitlelere verili kod dizinlerinden çıkartabilecek, sarsarak durup düşünmelerini sağlamayacak, sorgulama kapılarını açabilecek pratikler bulmak zorundayız. Hayatın içinde, sokağın sanatçısı olabilen yaratıcıların çabasıyla gelişecek ve küçük devrimler ile gerçeklik terörünü geriletilebilir.
Özgürleşmek, özgürleştirmek, ama ilk önce kendi ruhlarımızdan başlayarak. Hiçliğin kara aynasında parıldayacak tüm yeni var oluşlar, durumlar, deneyimler için…
Yeni bir söylen mi? Bir seraptan kaynaklandığına inandırmamız gerekir mi o canlıları, yoksa kendilerini görünür kılmaları için onlara bir şans verilmesi mi gerekir’-Büyük Saydamlar/André Breton



Rafet Arslan
(2008-2009)


Thun’da Kleist // Çev: Hamid Farazande, Serpil Akpınar


(bu duru ve akıcı Robert Walser (öykü)çevirisi ilk kez borges defteri'nde yayınlanıyor, paylaşımları için Hamid Farazande ve Serpil Akpınar'a defter adına teşekkür ediyoruz..//defter)

Thun’da Kleist

Thun yakınlarında, Aare ırmağındaki bir adada, Kleist ahşap bir konakta kalacak bir yer buldu. Yüzyıl sonra, şimdi, kuşkusuz hiçbir güvence vermeden, söylenebilir ki, ben söylüyorum aslında, on metre uzunluğundaki bir köprü üzerinden geçerek zilin ipini çektikten sonra merdivenlerden birisinin kertenkele gibi alt kata sürünüp kimin girmiş olduğuna bakmış olsa gerek. “Boş odanız var mı?” çok geçmeden, Kleist, şaşırtıcı biçimde ucuz bulduğu üç odalı bir daireye yerleşiyor. “Evime Bernli yerli tatlı bir kız bakıyor.” Güzel bir şiir, bir çocuk, kahramanca bir eylem; onun zihnini bu üç şey dolduruyor. Bundan öte, biraz da sıkılıyordur. “Tanrı bilir ne oluyor bana, derdimin ne olduğunu o bilir, ben yalnızca buranın ne kadar güzel olduğunu biliyorum.”
Elbette o yazıyordur. Arada bir faytonla Bern’e gider, yazılarıyla ilgilenen arkadaşlarıyla görüşür, yazdıklarını onlara okur. Onlar da, tabii, ona övgü dolu sözler söyler, yine de genel olarak garip bulurlar onu. Bugünlerde Kırık Tas’ı yazmakla meşgul, ama kendi kırgınlığının nedenini bilmiyor. Bahar gelmiş, kırları çiçekler doldurmuş, bütün ağaçlar çiçeklenmiş, balarısı sürüleri öyle coşkulu, uğultulu ki insana sonbaharı anımsatıyor, birisi tembel tembel dolaşıyor, güneşin sıcaklığı insanı delirtiyor. Çalışma masasına oturup bir şeyler yazmaya çalıştığında, sanki çalkantılı ve aptallaştırıcı kızıl dalgalar kafasının içine saldırıyor; kendi uğraşına sövüyor. İsviçre’ye geldiği zaman çiftçilikle uğraşacaktı, iyi bir fikirdi, düşünülmesi kolaydı. Ne var ki, şairler Potsdam’da yeterince bu tür şeyleri düşünüyorlar. O daha çok pencerede oturuyor.
Büyük ihtimalle saat sabahın on civarı. O çok yalnız, yanında bir sesin olmasını arzuluyor, nasıl bir ses? Bir el, fena değil, başka ne? Bir beden? Ama niçin? Dışarıda, sıra dışı ve büyüleyici dağlar, beyaz çiçeklere bürünmüş gölü çerçevelemişler. Ne kadar kamaştırıcı ve rahatsız edici bir ışık! Köy tamamıyla suya bakar, baştan sona kadar bir bağ. Köy sanki çiçek dolu köprüleriyle, çiçeklenmiş balkonlarıyla mavi gökyüzüne tırmanarak baş kaldırmıştır. Güneş ve ışık altında kalmış kuşlar boğuk bir sesle ötüyorlar, hepsi sarhoş, uykulu. Kleist, dirseğini pencerenin eşiğine dayıyor, başını eline koyuyor, süzüp duruyor, kendini unutmak istercesine. Kuzeyde, çok uzaklardaki evinin hayalı gözlerinin önünde canlanıyor, annesinin yüzünü bütün açıklığıyla görüyor, eski sesleri de, kahretsin—atlayıp bahçeye giriyor. Bir tekneye binip sabahın duru gölü içinde kürek çekiyor. Güneşin öpücüğü bölünür gibi, tüketilir gibi değil, ne bir esinti, ne de bir kıpırdanış. Dağlar sivri zekalı bir ressamın nakışlarıdır, ya da buna benzer bir şey, sanki bütün bölge bir albümmüş gibi dağlar beyaz bir sayfa üstünde amatör ama kılı kırk yaran bir ressam tarafından yadigar kalsın diye bir kadın için çizilmiş, altında da bir dize. Albümün kapağı çok uygun bir açık yeşile kaçıyor, gölün kıyısındaki dağ etekleri de yumuşak bir yeşil renginde, çok yüksek, çok kaçık, çok hoş kokulu. La la la! Giysilerini çıkarıp suya dalıyor, anlatılması güç bir keyif onun için. Yüzerken kıyıdaki kadınların gülmelerini duyuyor. Tekne yavaşça o yeşile çalan mavi su üzerinde ilerliyor. Çevresindeki dünya açılmış bir kucak gibi. İnsanı kendinden geçiren, kim bilir belki de ölüm bekleyişinde tutan bir durum.
Bazen, özellikle güzel akşamlarda, buranın dünyanın sonu olduğu hissine kapılır. Alp dağları, dorukların üstünde kurulmuş bir cennetin ulaşılmaz kapıları gibi geliyor ona. Uslu ve emin adımlarla küçük adasında aşağı yukarı gelip gidiyor, kızın biri çalılar arasında ısrarla çamaşır yıkıyor, müzikal, sarımtırak ve dehşetengiz güzellikteki aydınlıkta.
Kar örtülü dağların rengi kaçmıştır; kuğular sazlıkların içinde bir ileri bir geri yüzüyorlar, sanki loş akşamın güzelliğiyle büyülenmiş gibiler. Hava hastadır. Kleist içinde mücadele edebileceği bir savaş arzuluyor. Kendini mutsuz ve işe yaramayan biri olarak görüyor. Yürüyüşe çıkıyor. Kendisine, gülümseyerek, neden işi olmayan kişinin kendisi olması gerektiğini, neden uğruna çalışabileceği ya da üstesinden gelebileceği bir şeyler olmadığını soruyor. Kendi us ve gücünün özsuyunun inlediğini duyuyor, bedensel bir keşmekeş için bütün ruhu titremeye başlıyor.
Ayakları altında, gri çakılların çevresinde, sarmalların tutkunca sarıldığı kale tepesine dek yükselen Kadim duvarlar arasından tırmanıyor Buradan bütün camlardan güneş ışığının yansıması görülüyor. Kayalığın kenarında keyifli bir konaklama yeri bulunuyor, orada oturup ruhunu uçmaya, sessiz ve kutsal, aydınlık manzarasında dolaşmaya bırakıyor. Şayet şimdi her şey istediği gibi olsa şaşırırdı. Bir gazete mi okusa? İyi mi gelirdi ona? Resmi ya da orta zekâlı biriyle aptalca veya faydalı bir politik tartışmaya mı girse? Evet, o mutsuz değil mi? Başkalarını umursamadan kendini yalnız ve mutlu bir insan olarak görüyor, avutulması mümkün olmayan biri. Ona göre toplumsal mevki geçici ve ufak bir gölge. Hüzne kapılmayacak kadar duyarlı biridir, içinde, düşünemediğiniz kadar çelişkili, temkinli ve kuşkucu duygulara yer vermiştir. Yüksek sesle haykırmak, ağlamak istiyor canı, göklerin tanrısı neler oluyor bana? Karanlığın çökmüş olduğu tepeden aşağıya iniyor. Gece avutuyor onu, odasına dönüp çalışma masasına oturuyor, kendini yazmanın coşkulu anına bırakmak istiyor, lambanın ışığı, içinde yer aldığı mekânın imgesini silerek zihnini aydınlatıyor. Şimdi yazabiliyor artık.
Yağmurlu günlerde hava oldukça serin ve boş, oda onun içinde titriyor, yeşil çalılar bağırıp inliyor, bir nebze güneş için yağmur boşalırcasına gözyaşı döküyorlar, Dağları tepesinden kirli görünümlü dev bulutlar geçiyor, tıpkı alınlardaki cinayetkâr, küstah eller gibi. Sanki köy sürüklene sürüklene uzaklaşmak, bu cehennem havadan korunup kuru ve kurak kalmak istiyor.
Göl kurşuni, hüzün vericidir, dalgaların dili şefkatsizdir, fırtına esrarengiz bir öğüt gibi inliyor, amaçsızca geziniyor, bir duvardan ötekine tenini sürtüyor. Burası karanlık ve dar bir yer, her şey insanın burnunun dibine sıkıştırılmıştır. İnsanın canı bir balyozla bütün bunlar arasından bir yol açmak istiyor. Uzaklaş buralardan, uzaklaş!
Güneş yine ışık saçıyor. Bugün günlerden Pazar, çanların sesi yükseliyor, kızlar ve kadınlar üstlerinde gümüş renkli boncukların bulunduğu sıkıca bağlanmış siyah sutyenleriyle, erkekler sade ve vakur giysileriyle, ellerinde dua kitapları, güzel ve huzurlu yüzlerle çıkıyorlar tepenin üstündeki kiliseden. Sanki bütün sıkıntılar silinmiş, sanki bütün kavgacı ve kaygılı çizgiler düzleşip dağılmış, bütün acılar unutulmuş. Çanlar nasıl da tınlıyor, renklerle ses dalgalarıyla yükselip bütün Pazar günü nasıl da güneşe boğulmuş kasabanın üzerinde hüzünlü tınılarıyla ışıldıyor. İnsanlar dağılıyor. Kleist kalkıyor, garip hislere kapılıyor, kilisenin basamaklarına adım atarak insanların hareketlerini, basamaklardan inişlerini gözlüyor. Prensler gibi, asalet ve özgürlüğü kemiklerinde taşıyan bir köylü çocuğunun basamaklardan inişini izliyor. Köyün kaslı, yakışıklı gençlerini görüyor; ama ne biçim köy, ne köy düz bir ovadır, ne de onlar kır insanı. Derin vadilerden meraklıcasına yeşerip mağaralarda yer edinen gencecik çocuklar onlar. Büyüdükleri mağaraların çoğu daracık; boylu poslu bir adamın kolları gibi. Onlar, dağlardan yeryüzünün derin çatlaklarına kadar sızan mısır tarlalarının bulunduğu yerin oğulları, sıcak ve keskin kokulu otların dar ve korkutucu vadiler kenarında düz ve küçük tarlalarda yetiştiği yerin oğulları, evlerin çimenliklerde benler gibi iç içe girdiği, köyün geniş caddesinde durup da yukarıdan ona baktığında acaba bir yeni ev aralarına yerleştirilip yerleştirilemeyeceğini düşündüğü yerin oğulları.
Kleist Pazar yerlerini seviyor, bir de köylü kadınların mavi mantoları ve yerel kıyafetleri ile köyün daracık sokağından dalgalanıp ilerleyen hafta pazarlarını. Bu dar caddenin kaldırımında, pazarcılar mallarını taştan kaplar ve dayanıksız tezgâhların üstünde toplamışlar. Bakkallar ucuz ganimetlerini kaba ve aldatıcı bağırışlarla duyuruyorlar. Hafta pazarlarını genellikle en sıcak ve kamaştırıcı, en aptal güneş aydınlatıyor. Kleist uslu ve şeffaf kitlenin arasında sağa sola itilip kakılmaktan hoşlanıyor. Her yeri peynir kokusu sarmış, köyün ciddi ve bazen güzel kadınları daha iyi dükkânlara gidip alışverişlerini tamamlıyorlar. Erkeklerin çoğunun ağzında çubuk var. Domuzlar, danalar ve inekler düzen içinde geçiyorlar. Adamın biri gülerek pembemsi domuz yavrusunu sopa ile yürümeye zorluyor, hayvan da direniyor, birden bire adam onu koltuğunun altına alıp oradan uzaklaşıyor. İnsanların ten kokusu giysilerinden sızıyor, konak evlerinin içlerinden içkili sohbetlerin, dansların ve yiyip içmelerin sesleri geliyor. Büyük bir hengâme! Seslerin özgürlüğü! Bazen faytonlar geçemiyor, atların hepsi pazarcılar ve çarşı bekçilerinin yol göstermesi ile içeriye alınıyor, güneş baştan başa eşyaların, giysilerin, yüzlerin ve sepetlerdeki malların üstüne vuruyor.
Her şey devinim içinde, güneşin ışıması da diğer şeylerle paralel deviniyor. Kleist dua etmek istiyor. O görkemli hiçbir müziği güzel bulmuyor, hiçbir kimseyi müzik, bu insani etkinliğin ruhu kadar zarif bulmuyor. Bu müziğin ritmiyle birlikte daracık sokakların içine dalmak istiyor. Yürümeye devam ediyor, etekleri kalkmış kadınların, sepetlerini başlarının üstünde taşıyan ve asaletten pay almış, İtalyan resimlerinde başlarında testi taşıyan kadınları anıştıran sakin kızların, bağırıp çağıran erkeklerin, polislerin, defterlerini kitaplarını ellerinde taşıyan öğrencilerin, onda serinlik hissi yaratan çardakların yanından, urganların, çubukların, gıdaların, yapay mücevherlerin, çenelerin, burunların, şapkaların, atların, perdelerin, battaniyelerin, yünlü çorapların, sosislerin, tereyağı toplarının ve peynir kalıplarının yanından geçiyor, ta ki: gürültünün patırtının dışına, Aare ırmağının üstündeki bir köprüye doğru geçinceye kadar: Orada duruyor, demirliklere yaslanıp anlatılması zor bir güzellikle uzaklara doğru akan masmavi suyun derinliklerine bakakalıyor.
Başının üstünde kalenin kulesi parıldıyor, kahve renkli lavalar gibi ışıldıyor, bu handiyse İtalya olabilirdi.
Bazan her hafta kurulan pazarlarda bütün kasaba güneşe ve huzura büyüleniyormuş gibi geliyor ona. O, hareketsiz, garip belediye binasının önünde duruyor, gözlerinin önünde, beyaz duvarının üstünde, yapılış tarihi sivri kenarlı rakamlarla oyulmuştur; bütünüyle geri dönmesi imkansız bir şey bu, unutulmuş bir şarkının tekrardan söylenmeye çalışıldığı gibi; yarı canlı, hayır, bu asla canlı olamaz. Kalenin yanındaki ahşap merdivenden tırmanıyor, cesur askerlerin yaşadığı kale burası. Ahşap, kadim asırların, kaybolmuş insan kaderlerinin kokusunu yayıyor. Yukarıda geniş, yaylanmış yeşil bir bank üzerine oturup çevreye bakınıyor ama gözlerini kapıyor. Her şey ona dehşetengiz geliyor. Sanki uyuyormuş gibi, toza toprağa gömülüyormuş gibi, hayatın yanından geçiyormuş gibi. Sanki en yakın şey düşsel ve gizli bir mesafede ondan uzak kalmıştır. Her şey sıcak bir bulutun örtüsü içindedir.Yaz; ama nasıl bir yaz? Yüksek bir sesle şöyle konuşuyor: Ben yaşamıyorum. Gözlerini, ellerini, bacaklarını ve nefesini hangi yöne çevireceğini bilemiyor. Bir düş. Düşte hiçbir şey yok. Ben düş istemiyorum. Sonunda, kendisine, uzun bir süre yalnız kaldığını söylüyor. Titriyor. Çevresindeki dünyayla ilişkisinin duygudan ne kadar yoksun olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor. Sonra sıra yaz gecelerine geliyor. Kleist kilisenin yüksek duvarına oturuyor, her şey ölgün ve rutubetlidir, daha rahat nefes alabilsin diye gömleğinin yakasını açıyor. Ayaklarının altında göl uzanıyor, sanki tanrının büyük eli gölü oraya yatırmış gibi, sarı ve kırmızı ışıklarıyla bütün aydınlığın suyun dibinden yüzeye sızdığını düşünüyor, ateşten bir göl gibi. Alp dağları, tüm canlılığı ve masalımsı duruşuyla suya eğilmiş, kuğuları aşağıda, sessiz adalarının çevresinde tur atıyor ve ağaç doruklarında karanlık, hoş sedalı tomurcuklar yüzüyor—ne içinde yüzüyor? Hiç, hiç. Kleist bütün bunları içiyor. Ona göre, bütün karanlık göl, tanımadık bir kadının uykulu ve açık teninde bir inci selselesi gibidir. Limon ağaçları, çam ağaçları ve çiçekler ıtırlarını her yere yayıyorlar. Aşağılarda bir ses var, zorlukla duyulan. Onu duyabiliyor, görebiliyor da aynı zamanda, bu yeni bir şey. O dokunulması, algılanması mümkün olmayan bir şey arıyor. Orada aşağılarda gölün üstünde bir tekne kürek çekiyor. Kleist göremiyor onu, ama ileri geri dalgalanan kılavuz fanuslarını görüyor. Orada oturmuş, yüzünü öne eğmiş, sanki ölüm hazırlığı içinde o güzelim derinliğin imgesi içine dalmak, o imge içinde yok olmak istiyor, iki gözü tek göz olsun istiyor, yok bambaşka bir şey, hava bir köprü olsun istiyor, tüm manzaralar da ona sırtını yaslayabileceği bir sandalye, haz verici, coşkulu, boğuk. Gece çöküyor, ama o aşağıya inmek istemiyor, çalıklar altında gizlenmiş bir gömüt üzerine yatıyor, başı üstünde yarasalar kanat çırpıyor, sivri uçlu ağaçlar, üzerlerinden hava geçince inliyor, otlar güzel kokuyor, gömütlerde yatanların örtüsüdür. Hüzün verici bir şekilde mutludur, çok mutlu, içinde bulunduğu bunalımı, sıkıntısı ve hüznü kadar mutlu.
Çok yalnız o. Neden ölüler yarım saat bile olsa yattıkları yerden kalkıp da bu yalnız adamla konuşmasın? Sakin bir yaz gecesinde, gerçekten de, insanın onunla sevişeceği bir kadını bulunmalıydı. Kleist, dudakları, beyaz, kışkırtıcı göğüsleri hayal edince, giyinik halde, gülerek ve ağlayarak tepe altındaki gölün kıyısındaki suya dalıyor.
Haftalar geçiyor, Kleist bir yazıyı yok etmiş, ikinci, üçüncü yazıyı daha. O en yüksek üstünlüğü arıyor, peki, peki, o yazı nasıl bir şey? İyi olduğundan emin değil misin? Yırt o zaman onu da. Çok daha yeni bir şey, daha vahşi, daha güzel. Sempach Savaşı’nı yazmaya koyuluyor, öykünün merkezinde Avusturya’nın Leopold’u duruyor, onun garip kaderi Kleist’a çekici geliyor. O esnada Robert Giscard aklına geliyor. Onun görkemli bir kişiliği olsun istiyor, makul ve sade duyguları olması için bahtiyarlığının bir anda gözleri önünde paramparça olup kayalıklar gibi kırılıp hayatının toz duman tümseğine karıştığını görüyor. Yine de, ona yardım ediyor, artık içi rahat, kendini bütünüyle bir şair olma uğursuzluğuna bırakmak istiyor, benim için en iyi şey bir an önce yok olmaktır.
Yazdığı her şeyden yüzü buruşuyor, yarattığı karakterler doğru yoldan sapıyor. Sonbahara doğru rahatsızlanıyor, üzerine düşen yumuşaklıktan hayrete düşüyor. Ablası onu eve götürmek için Thun’a yolculuk yapıyor. Kleist’in yüzünde derin kırışıklar oluşmuş, yüzü ruhu sönmüş bir insanın görünüşüne ve ifadesine bürünmüş, gözleri, üstünde duran kaşlarından daha cansız duruyor, saçları kalın halkalar biçiminde şakaklarının üzerine toplanmış, hayal ettiği bütün düşüncelerine ters düşerek onu pis kuyulara ve cehennemlere doğru sürüklemiştir. Beyninde yankılanan şiirler kuzgunların ötüşü gibi geliyor ona; hafızası silinsin istiyor. Hayatına ışık tutmak istiyor; ama ilk önce Hayatın kabuklarını söküp atması gerekiyor. Ölümü bekleyiş anına kızıyor, düştüğü çaresizliği aşağılıyor. Canım benim, neyin var? Ablası onu kucaklıyor. Hiçbir şey, hiç. Bu bütünüyle yanlıştı, ablasına derdini anlatması gerekirdi. Odasının tabanında kalan el yazmaları anne babaları tarafından terk edilmiş çocuklar gibi dağınık duruyor. Elini ablasının elinin üzerine koyuyor, ona bakmaktan hoşnutluk duyuyor, uzun bir bakış, sessiz, sessiz; bir kurukafanın boş bakışları bunlar. Kız birden bire titriyor.
Sonra onlar orayı terk ediyor. Kleist’a evine bakmakla görevli köylü kız hoşça kal diyor.
Aydın bir sonbahar sabahı. Fayton, köprülerin üstünden dönüp gidiyor, caddede kabaca çizilmiş hatların arasından geçip insanları geride bırakıyor, başının üstünde gökyüzü, ayaklarının altında sarımtırak yapraklarını döken ağaçlar, her şey temiz, sonbahara uygun, başka ne? Fayton sürücüsünün ağzında çubuk var. Her şey her zamanki gibi görünüyor. Kleist faytonun bir köşesinde kederli kederli oturuyor. Thun kalesinin kuleleri bir tepenin arkasında gözlerden kayboluyor. Sonra, daha da uzaklarda, Kleist’in ablası bir kez daha gölü görebiliyor.
Hava oldukça serin. Köy evleri görülmeye başlıyor, peki, peki, bu kadar çok muhteşem ev böyle dağlık bir köyde nasıl olur? İlerliyorlar. Yandan bakıp da izlediğinizde her şeyin geride kaldığını görüyorsunuz, her şey dans ediyor, halkalanıyor, kayboluyor. Dahası zaten sonbahar perdesinin altında gizlenmiştir, her şey bulutları delen ufarak güneş ışığında altınımsı görünüyor, böyle bir altın parıldadığında, yalnızca tozda toprakta bulunabiliyor. Tepeler, sarplar, vadiler, kiliseler, tarlalar, süzen insanlar, çocuklar, ağaçlar, rüzgâr, bulutlar, mallar, ve lakırdılar—Acaba bütün bunlar özel bir şey mi? Bütün bunlar saçma ve her gün olan şeyler değil mi? Kleist bir şey görmüyor, bulutları hayal ediyor ve biraz da huzur verici, şefkatle okşayan bir insanın elini. Ablası, nasıl gidiyor, diye soruyor ona. Kleist ağzını toplayıp ablasına bir gülümseme göndermek istiyor. Başarıyor, ama güçlükle; sanki gülümsemeden önce ağzının önünde duran bir kayalığı kaldırması gerekiyor. Ablası özenerek, onunla, yapabileceği gündelik işlere ilişkin sohbete girmek için bütün cesaretini toplamaya çalışıyor. Başını sallayarak aynı fikirde olduğunu ifade ediyor. Müzik ve ışık huzmeleri hislerinin çevresinde çırpınıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendine itiraf etme gücünü bulursa, rahatlayacaktır; Yine de sancı kalır, ama şu an için rahatlardı. Bir şey onu rahatsız ediyor, evet, gerçekten, doğru, ama bağrında değil o, ne de ciğerlerinde, ya da başında, o zaman ne? Hiçbir yerde olan bir şey mi? Peki, o kadar da değil, biraz. İnsanın tam olarak nerede olduğunu söyleyemeyeceği bir yerde. Bu da şu demek: Hakkında söz etmek olanaksızdır onun. O bir şey söylüyor, sonra öyle anlar geliyor ki kendini bir çocuk gibi mutlu hissediyor, sonra da, tabii, kızın yüzünde, ona hayatını nasıl da boşa harcadığını göstermek için daha ciddi, cezalandırıcı bir ifade beliriyor. Kız da sonuçta bir Kleist, iyi bir eğitim almış, hem de kardeşinin elinin tersiyle ittiği. Kız, kalben neşeli bir tabiata sahiptir, bu da Kleist’a iyi geliyor. İlerliyorlar. Ne güzel bir yolculuk! Ama sonuçta birisinin bu faytonu sürmesi gerekiyor, eninde sonunda birisinin de Kleist’ın yaşayıp yazdığı konağın kapısında duran mermer levhaya bakıp kimin orada kaldığını okuması için kendine zaman tanıması gerekiyor. Alp dağlarına yolculuk düzenleyen gezginciler levhayı okuyabiliyorlar, Thun’daki çocuklar onu harf be harf telaffuz ederek okuyabiliyor, sonra da birbirlerinin gözlerine soru sorar gibi bakabiliyorlar. Bir Yahudi onu okuyabiliyor, vakti varsa ve henüz trenini son anda kaçırmadıysa bir Hıristiyan da; bir Türk, bir kırlangıç, kız bile, onu ilgilendirdiği kadar, bir de ben, ben de canım isterse onu okuyabiliyorum. Thun, Bernese Oberland bölgesinin ağzında bulunuyor ve her yıl binlerce yabancı turist tarafından ziyaret ediliyor. Ben bölgeyi biraz biliyorum, çünkü oralarda bir bira fabrikasında çalıştıydım. Burada anlatamayacağım kadar güzel bir yer orası, gölün suyunun mavisi iki kat, gökyüzünün güzelliği üç kat daha güzel. Thun’da bir Pazar yeri vardı, kesin olarak söyleyemem, ama sanırım dört yıl önceydi.
1913

Öykü: Robert Walser
Çeviri: Hamid Farazande, Serpil Akpınar


Şiirsel Adalet..// Salih Aydemir


Image and video hosting by TinyPic

değerli şiir dostları,
sevgili doğan’ın dostları,

Bundan yaklaşık 2 ya da 3 yıl önce istanbul’da şiirsel adalet konulu bienal gerçekleşmişti. Şiir ve adalet kavramları her ne kadar birbirine uzak kavramlar olsa da yine de düşün ve imgelem sınırları içinde en azından tartışılabileceğini düşünürüm. Ama iş şair ve adalet kavramları olarak ele alınırsa ilk çağdan sonraki yıllara kadar “doğal” adalet mekanizması maalesef çoğunlukla şairlerin aleyhine işlemiş ve işleyecektir de…
Zaman zaman insanlar bu “doğal” adalet mekanizmasından nasibini almışlardır. aslında bu doğal sürecin en iyi farkında olan, işleyen, teşhir eden ve kavgasını verenlerden biri de kuşkusuz şairler olmuştur…
Sevgili şairimiz ve dostumuz doğan ergül’ün böylesi bir yaşamsallığı tercih edişini hem hayatında hem de şiirlerinde görebiliyoruz…

tarihin akrebi şairlerin düşün ve imgelerini hep incitmiştir…

Sevgili Doğan'ımızı, şairimizi saygıyla, sevgiyle ve elbette şiirle tüm şairlerin sözcükleriyle selamlıyorum...


Salih Aydemir


Kars'ın asi atları nerde Doğan?



Bugün şairin, Doğan Ergül'ün ikinci göç yıldönümüdür, 20 Haziran 2005 tarihinde, saat 10:33' geçe borges defteri yapraklarına bir Doğan Ergül şiiri konuk olur, öteki şiirleri gibi... "gümüş atlar", nehiriçleri besler bu şiirinde...Sonrası başka bir kara delik ve başka bir evren... Sonsuz senin için bu kez böyle geçsin dursun ey şair, yeryüzüne serpiştirdiğin asi şiir atlarınla beraber..o her şiirine konuk ettiğin çığlıklar...Özlemle anıyoruz..//defterin...

şiiri olduğu gibi yayınlıyoruz...

defter arşivinde Doğan Ergül için:

http://borgesdefteri.blogspot.com/search?q=Do%C4%9Fan+Erg%C3%BCl

Re: [BorgesDefteri] mektuplarla ilgili not!
Monday, June 20, 2005 10:33 AM
From: "doðan ergül"
To: BorgesDefteri
20 haziran 2005/ pazartesi


akşamdır

onu sabahlara yazdığın

ne yapsan geçmez dün

ağzım çaldığımm vişnelerdir

öncenin sessizliği...

sendin bahçemde zaman

konuştuğum...

yürüdüm ülke sokaktı...

suskuydu; balkonda, bahçede, camda, ilk meyvenin duruþunda...

ayaktan ve eldendin...

alnın için çeşmeler içtim

solusun diye dağıldığım dağ

sana gümüş atlar besliyorum, nehiriçleri...

buzdan ak köpüğünde sularının

gördüm acı boştu

sokakta ayın kımıltısı

seni ey serin eviçleri gibi sevdiğim...



çocuklardır

uzakta büyütür babasını...



Doğan ERGÜL


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***