Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



NİLGÜN MARMARA


GERİYE DÖNÜŞSÜZ

Her yüz kabulü parçalanmayı çağıran eliaçıklık,
ama,
Yüzüm yanındadır seninkinin, sırlı camın
değerbilirliğinde,
İmgeleriz birbirimizi içsel yakarıyla, bilirim.
Sakınmayla ertelediğimiz, gecikmiş an,
Kurtulsun dilerim kuşkudan; sorusundan gerçek mi,
gerçek mi?
Budur çünkü kesen elleri, göğümüzü şaşırtan,
Alıkoyan yağmur kokan otlardan bedenlerimizi.
Budur sorgulayan özdeş isteklerimizi, bağlansın mı
bağlansın mı bebekliğe?
İçinden geçmeyi seçerken bir durallığın,
Ürkünç devinimine zincirlenme korkusu; o esriten
kızıl değişimin.
Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk,
kanadında.
Bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için!
Kaçtığımız her kare duvarına ekleniyor yuvarlak
avlunun, üçgenleri yok ederek sonunda tutsak
edileceğimiz!

YAZARI:
Nilgün Marmara


Üç Soru / Özge Dirik


İki farklı yol türküsü,
bedenimizi ayrı otobüslerin
camlarına yapıştıran.
İki farklı zafer çabası.
Birimiz yenilmemek için hayatta,
birimiz diğeri yenilmesin diye.
Elinizdeki valizin anılara yaptığı gibi
bir evi gaz odasına dönüştürmüş
bir galibiyet tanımlanacaksa eğer akıllara.
İki farklı serzeniş.
Her insana bir çuval doldururken ben,
bir ellerim istediğiniz.
Elele tutuşmak marifetken
önümüzden geçen iki elsiz sevdalı.
Hüzün nereye uzanırsa, gözleriniz de oraya.
Satranç masası üstü hayalleri,
iki kare çıkış hakkı,
hakkıdır insanın çocukluğu.
Kimin tırnağı varsa o çözmeli düğümü,
kırılıncaya, incininceye kadar.
Kayalar da ağlasa çamur olurlar mı?
ne zaman üç yanlış bir doğruyu götürse,
elindeki sıfırı eksileme korkusu.
Şehvetle kaldırılmış mutluluk varlığımız;
iyi ki iki yanlışız...

Ocak 2001

YAZARI:
Özge Dirik



şiir biter sen gidersin ne kalır geride
yağmur yağar ıslanır kirpiklerim
savurur yüzüme ayrılığı şehir
bir ben yalnız kalırım şiir biterse

senin gittiğin her yerde yağmur yağar üzerime

ateş üşür acı kanatır kendini
sen yine de gidersin
silerek ardındaki ayakizlerini
bir bela olur yaşamak

senin gittiğin her yerde uçurumlar büyür aşka

şiir biter büyür o mavi derinlik
sabah çözer gecenin gizini
ipi kopan bir uçaurtma
yalnızlığına ağlar gökyüzünde

senin gittiğin her yer yalnızlığımdır benim


YAZARI:
Bayram BALCI


Su Masalı / Şeref Bilsel


Aldatılmış bir kumsaldır zaman
parmaklarımı sayıp döktüğüm.
Herkes ölecek yaştadır orada
toprağı ayaklandıran bir yağmur altında
dağlara doğru süpürülmüş barakalar
ve hüzün,
en eski kavuştağımız,
kendi hâlinde bir dağ

Aldatılmış bir kumsaldır zaman
sesimi yanağına düşürdüğüm.
Herkes ağlayacak yaştadır orda
işlek çarşılardan kovulmuş
terazilerin bir kefesinde gözyaşı
diğer kefesinde kum
ve şehir ve Leheb
ve yenilginin kokusu
kendi hâlinde bir sis

Aldatılmış bir kumsaldır zaman
kalbimi çevirip okuduğum.
Herkes boğulacak yaştadır orda
herkesin koynunda ıslak bir dal
ve aşk:
parlak dalgaların gelip vurduğu
kendi hâlinde bir sandal
YAZARI:
Şeref Bilsel


Bir Şiirin Son Dizesi / Doğan Ergül


bir şiirin son dizesi
burada sabah akşam donmuş bir denizi taşlıyoruz
taşladıkça taşıyor deniz
çocuklar oyunda hile yapan arkadaşlarına
ceza olarak bir parça bu denizden veriyorlar
akasyalar ve barbunlar bir aradalar
ortaçağ anlatıları satıyor uzun yol şoförleri
mola yerlerinde...
durup ay'a bakıyor kediler ve köpekler
dolunay akşamları…
mardinli bir gece istiyor aşıklar haftaiçleri
ve haftasonları italyan rönesansı hakkında konuşuyorlar …
mahalle bakkalı yaşlı adam boyuna bir ağacı yontuyor
anlıyoruz ki aşk soyunan bir şehirdir
susuyor ve balkanlar ve ötelerinde yazılmış
bir şiiri söylüyoruz ege ağzıyla…
kadınlar geçen kıştan,
kardan sözediyor şiirin sonunda
anlıyoruz ki erimek eski bir şiirin son dizesidir
atları içeri çekiyorum ve üstünü onlarla örtüyorum
şimdi daha serin terliyorsun
bu iyi bir mevsim gibi geliyor sana
ben dolu vurmuş bir tarlada üstüm başım ay
bir filmde oynuyorum... tanışmamışız daha!..
kalçalarını istiyorum denizi geçmek için....

YAZARI:
Doğan Ergül


Yalnızlık / Tuncay Takmaz


1
Yalnızlık
olsa olsa bir tipi
gecenin yakasında
oysa güneşin
yakası yok
dudağı gök
o yüzden mi
biraz da sevda formundadır
bulutlar

2
arkamda bıraktığım
mahrem organ sanat
özlenen bir yemeğin adı
dilimdeki can yeleği sen
korkumdaki fırtına
uzanır yağmurlara
kancık sebep
parıltılar boşalır piyanodan
notalar gibi kimliksiz
gövdelerin gözlerine
merhaba hey
bitişiğimdeki suret
ayrılık...

YAZARI:
Tuncay Takmaz


Mutsuz Koru / Betül Dünder


ne söylediysem hep o ilk yalnızlıktan
izin verdim kaçsın için ne çok aşka
dönüşürken sonsuz bir yorgunluğa
kalbim..dilimin kayalığı

güne başlamak için ne iyi niyettir oysa
annemin fotoğraftaki elleri
hatırlatıyor bir kez daha: unutma şarkı söylemeyi!

boğulmaya gittiğim denizlerden biliyorum
hep o ilk yalnızlıkla kurtulduğum
ne çok ad var bende çocukların küs dediği
kalbim!ambulansların bile yol verdiği!!!

YAZARI:
Btül Dünder


Kafka, Max Brod ve "MAVİ OKTAV" / Argos a.


Kafka, Max Brod,mavi oktav,bizler,ve bir hiç:

ölüm döşeğindeki Kafka yakın dostu olan Max Brod'a kitaplarının ilk taslağını teslim ederek,yakmasını ister, Brod yapıtları okuduktan sonra , yakmaz, yakamaz!
ve kafka’nın ölümünden sonra onun yaşma öyküsüyle birlikte tüm kitaplarını yayımlatır, böylece Dava, Şato, Amerika , ve Taşrada Düğün Hazırlıkları adlı yapıtları günümüze ulaşır.
Kafka yaşarken yapıtlarının basılması, yayımlanması için en küçük bir çaba sarf etmez, onun için hayatında sadece "yazmak" fiili geçerliliği önemlidir, ve o an, yazarken ve sözcüklerle , alegorilerle Romanlarının dokusunu örerken kim bilir nasıl mutluydu.
yarına seslenmek, yaşarken kesintisiz "alkış" sesi duymak gibi noktalar ondan çok uzaktaydı.
Kafka'nın üzerinde titrediği tek "yazın" ürünleri kız kardeşi ve sevgilileriyle olan yazışmalarıydı, ikinci dünya savaşında yaşadığı topraklar ateş ve barut arasında yangın yerine dönüşürken, işin ilginç yani bu mektupların bir adedi bile kayb olmuyor !
Bugün Dünya Mektup Edebiyatın en zengin hazinesi saylıyor bu "mektuplar".
Bugün Dünya'da Unesco verilerine göre Kafka üzerine en az 10500 cilt araştırma, inceleme kitabı yayımlanmıştır.Bu kitaplardan kaç yüz adedi dilimize aktarıldı ? !
Türkiye de bildiğim kadarıyla kafka üzerine yapılan inceleme kitabı sayısı bir elin parmağını geçmez, oysa Kafka hala en çok okunanlar arasında .
"Bütün bunlar onun sıradışı ve üzerinde iyice düşünülmesi gereken eserlerini ortaya çıkardı. Benim de en sevdiklerim arasında yeralan yazar." Dava'da hiç ummadığı bir anda ve bilinmeyen bir sebepten hakkında dava açılan bir bankacıyı anlatıyor. Büyük ilgi gören kitabı Dönüşümde bir sabah böceğe dönüşmüş olarak uyanan Gregor Samsa'nın trajik hikayesini anlatan yazar Amerika'da ise Amerikaya amcasının yanına giden bir gencin orda ki ağır koşullar altındaki yaşantısını anlatıyor."
"Kafka'nın Ceza Sömürgesi, Yargı, Büyük Çin Seddi, Köy Doktoru gibi hikayelerinin bulunduğu Ceza Sömürgesini çok eski bir baskısından okuma fırsatı buldum. "Romanlarında çarpıcı ve sıradışı bir çizgiyi tutturmayı bilen yazarın hikayelerininde romanlarından eksik kalan bir tarafı yok." Hikayelerin sahip olduğu yoğun içerik Kafka'yı bulunduğu noktaya taşıyan iç dünyasını daha iyi anlamamıza sebep oluyor".

kafka yapıtları içinde beni en çok etkileyen
"Mavi Oktav" defterleri oldu.ölümünden sonra gün ışığına çıkan "Mavi Oktav" defterleri 8 ciltten oluşuyor, çoğu öyküsünün ilk taslakları bu defterlerde mevcut,güncel hayatına dair notlar, kırgınlıkları, Umutlarına dair bir "Mavi Oktav".
Adeta yazarın Aura haritası gibi.

düşleriniz bol olsun,
YAZARI:
ARGOS a


Doğu Toplumları ve Ütopya / K.Demir


Doğu Toplumları ve Ütopya

Dogu Toplumlari ve Utopya iliskisini anlamak icin once "Dogu Toplumu" ve"Utopya" kavramlarini netlestirmek gerekmektedir. Cunku bu kavramlar,sanildiginin aksine, tarihin burjuva uygarliginca gelistirilmismetafizik bir kavranisina bagli olan zaman ve mekan kavramlarinadayanirlar.Dogu nedir? Cografi olarak gunesin dogdugu yon demektir. Bir cok dildedogu zaten gunesin dogdugu ulke ya da taraf anlamina gelen sozcuklerlekarsilanir. Bizzat Anadolu sozcugu de boyledir. Eski cagin Grekleri icingunes kucuk Asya yarimadasindan dogdugu icin, buraya Gunesin Dogdugu Yerdiyorlardi.Ama dunya yuvarlaktir. Bu demektir ki, dunyanin her yeri dogudur.Amerika'nin Uzak Bati'si da Uzak Dogu'daki Japonya'ya gore UzakDogu'dur. Demek ki dogu sozcugu, ancak bulunulan yere gore bir anlamtasimaktadir. Bu da bir yon olarak degil ama bir yer olarak Dogu'nunancak belli bir koordinat sistemine gore var olabilecegini gosterir.Bu gun dilimize yerlesmis Dogu ve Dogu Toplumu kavramlari, cok Aciktirki, Avrupa'da dogup gelisen Kapitalist burjuva uygarligininkavramlaridir. Dogu, Orta Dogu, Uzak Dogu, Bati, Orta Bati, Uzak Batigibi cografi adlandirmalarin hepsi, ozunde bati Avrupa'nin Koordinatsisteminin bakis acisindan kullanilan birer mekan adlandirilmasidir vecografi bir kavram olarak bile notral adlandirmalar degil, cografyaninAvrupa merkezli bir kavranisini icerirler. Dogu kavrami, cografi birkavram olarak bile masum, tarafsiz bir kavram degildir.Ama Dogu, sadece cografi bir kavram degil, ayni zamanda sosyolojik vetarihsel bir kavramdir. Butun kapitalizm oncesi uygarliklar, Cin, Hint,Pers, Dogu Akdeniz uygarliklarinin hepsi, Kapitalizmin dogdugu BatiAvrupa'ya gore Dogu'da oldugu icin, Dogu sozcugu ayni zamanda, buuygarliklarin tarihinden gelen, bu uygarliklara iliskin anlaminda dakullanilir. Bu uygarlik alanlari, tam da prekapitalist uygarlik alanlariolduklari icin daha sonra kapitalizm karsisinda geri kalipsomurgelestiginden, Dogu sozcugu asagilayici bir anlama da sahiptir.Daha sonra Kurtulus savaslarinin yukselisinin bir yansimasi olarak,buralarda yasayan halklarin dilinde Dogu, bu sefer, var olan durumda pekovunulecek bir yan olmadigindan, eski uygarlik besigi gecmise birgonderme icerir ve olumlu bir anlam yukuyle kullanilir olmustur.Bu deger yuklu anlamlardan soyutladigimizda, Dogu, Prekapitalistuygarliklarin yayildigi yerler anlamina gelir. Ne var ki, bunun yerineDogu sozcugunun kullanilmasi, sik sik anlam kaymalarina vekarisikliklara yer acar. Cografi Dogu kavrami, bu sosyolojik Dogukavraminin yerini alir. En tipik ornek Japonya'dir. Japonya, cografiolarak Dogu'nun dogusundadir, ama sosyolojik ve tarihsel olarak bir"Dogu Toplumu" degildir. Cunku Japonya, tipki Britanya Adalari gibiuygarliga cok gec girmis, Dogulu olma firsati bulamamis ve tam da busayede Dogulu olamadigi icin batili olmus bir ulkedir.Yirminci Yuzyilin basinda, Japonya'nin Carlik Rusya'sina karsi kazandigiaskeri zaferi, Dogu'nun Bati'ya karsi bir zaferi olarak selamlayan Leningibi Marksistler bile, ezilenlere sempatilerini belirtmek icin bucografi ve sosyolojik anlamlar arasinda kayma yaptiklarini farketmezler. Japonya'nin Rusya'ya karsi zaferi, Dogu'nun Bati'ya degil;yine Bati'nin Dogu'ya karsi; Kapitalizmin Asyaliliga karsi birzaferiydi. Carlik Rusya'si, cografi olarak daha Batida olmasina ragmen;sosyolojik olarak, Japonya'ya gore cok daha Dogulu ve Asyatik birulkeydi. Ve de tam bu nedenle yenilmisti Japonya karsisinda.Fas ve Cezayir, bu gun Batili denen bir cok ulkeden cok dahabatidadirlar cografi olarak, ama onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, taFenikelilerden beri, prekapitalist uygarliklar cemberine girdiklerindendoguludurlar.Ozetle, dogu demek, sosyolojik olarak, prekapitalist uygarlik demektir.*O halde soruyu soyle koymak gerekir: Prekapitalist Uygarliklarda Utopyavar miydi?Ama bu soruda aciklanmayi bekleyen bir de Utopya kavrami bulunmaktadir.Cunku Utopya kavraminin kendisi de bizzat tarihin cok ozel bir donemineiliskin bir tarih ve zaman kavrayisini yansitan bir kavram olarakdogmustur ve bizzat kendi burjuva uygarliginin ve toplumsalmucadelelerin gidisi icinde degismistir ve degismektedir.Utopya kavrami gunumuzde genellikle, gerceklesmesi mumkun gorulmeyen,ayaklari yere basmayan, gerceklikle bagini yitirmis anlamlarinda, siyasiveya toplumsal programlari ve projeleri tanimlarken kullanilmaktadir. Bukullanimda buyuk olcude gercekcinin zitti gibi olumsuz bir anlamivardir.Realpolitikerlerin dilinde devrimci ve koklu degisiklere dayanan birmucadeleyi asagilamanin bir aracidir bu kavram bu anlamiyla.Ama Utopya ayni zamanda, bir program, kendisi icin mucadele edilmesigereken ve edildiginde ulasilabilecek bir hayal anlaminda da kullanilirolmustur son yillarda. Bu anlamda, kendisine ulasilamasa bile ugrunamucadele edilmeye deger, yol gosterici bir hedef anlamina sahiptir. Buanlamda, umutsuz "Zeitgeist"in bir disa vurumudur.Utopya ayrica, sosyalist gelenekte, insani aridan ayiran, yapacagi seyionceden kafasinda tasarlamasi oldugundan, insan olmanin ve eyleminolmazsa olmaz kosulu olarak, yapilacak bir seyin hayalini kurmak, onukafada canlandirmak anlaminda da kullanilmaktadir. Burada vurgugercekligi degistirmeye yoneliktir, gerceklikle bagin kaybi, ya da onundegistirilemeyecegi gibi bir ima yoktur <outbind://35/#_ftn1> [1].Utopyanin bu anlamda kullanilisina bagli olarak, son yillarda, solun vesosyalistlerin bir utopyasinin olmadigindan, bir Utopyaya ihtiyacioldugundan soz edildiginde, Utopya kavrami, onlarin bir programiolmadigi anlaminda kullanilmaktadir.Ama Utopya, tam bu anlamiyla da, son yillarda, ozellikle post-moderndusunurler arasinda olumsuz bir anlam kazanmistir. Bu kullanimdautopyalarin gerceklesemezliklerinden soz edilmemektedir artik. Hayironlar gerceklesebilirler, ama gerceklestikleri takdirde, toplumu veinsanlari bir cendereye sokarak, buyuk acilara ve haksizliklara nedenolurlar denmektedir. "Buyuk anlatilarin sonu" deyisi, bu tur bir utopya,hayal ya da toplum tasavvuru kavranisina dayanmaktadir. Burada, artiktoplumu duzeltmek icin, modeller, programlar, hayaller kurmanin kendisikategorik olarak yanlis bulunmaktadir.Elbette bunlar felsefi bir elbise giymis yuzeysel ve ideolojikaciklamalardir. Sovyetler birligi ve diger devletlerdeki rejimlerinaciklamasini toplumsal ve tarihsel kosullarda degil, fikirlerde vehayallerde gordugunden; ciddi tarihsel ve sosyolojik analizler yerine;kestirmeden dusuncelerin varligi belirledigi turden bir tarihanlayisiyla sozde bir aciklama sunmayi ifade ederler.Ne var ki, bu anlamda utopya, ister kategorik olarak reddedilsin,isterse insani ve politik eylemin ayrilmaz kosulu olarak ele alinsin,daima gizli bir varsayim olarak gelecekle iliskilidir. Utopya ilegelecek arasinda zorunlu ve ayrilmaz bir bag varmis gibi dusunulur.Ama Utopyanin simdiye veya gecmise degil, gelecege ait oldugu gizlivarsayimi, daha genel bir gizli varsayima dayanir. Bir gelecek oldugu vebu gelecegin bu gunkunden daha farkli oldugu ve olacagi.Ama bu iki kabul de oldukca yenidir.Bir gelecek dusuncesi, butun toplumlarda ve her zaman olmamistir.Ornegin bati Ortacagi'nda insanlar, buyuk olcude zamanin sonundayasadiklarini dusunuyorlar ve surekli kiyamet bekliyorlardi. Boyle birzaman tasavvurunun oldugu bir donemde utopyalar var olsa bile, bunlarile gelecek arasinda zorunlu bir bag olmasi bir yana bunlar birliktebile dusunulemez.Ama gelecegin simdiden ve gecmisten farkli oldugu ve olacagi dusunceside son derece yenidir. Bu dogrusal, gecmisten gelip gelecege giden zamantasavvuru, kapitalizm ve aydinlanmayla birlikte gelisip zihinlerdeegemenligin kurmustur. Ondan onceleri, zaman dogrusal degil, dairesel,degisen degil, tekrarlayan; akan degil, donen bir zamandi.Insanlar dogup, buyuyor oluyorlardi; dogada hep ayni mevsimlertekrarlaniyordu. Insanlar gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor,gelisiyor, olgunluga eriyor, curuyor ve yikiliyorlardi. Hasili "devrandonuyor"du. Dolayisiyla gelecegin gecmisteki geleceklerden daha farklibir gelecek olabilecegi yonunde bir tasavvur da bulunmuyordu.Gelecegin farkli olacagi tasavvuru butunuyle kapitalist genis yenidenuretim yordamina, ve ona bagli olarak ortaya cikan, dogrusal ve degiskenbir zaman tasavvuruna baglidir.Dolayisiyla tipki Dogu kavrami gibi utopya kavraminin kendisi de, enazindan bugunku yaygin kullanimlarinda Burjuva Uygarligi'na aitkavramlardir. Her ikisi de burjuva uygarligi ile birlikte ortayacikmislardir.O halde, dogu toplumlari ve utopya iliskisini, bu kavramlarin tarihselve burjuva uygarligina bagli, o uygarligin ideolojik egemenliginin araciolmalari niteliklerini goz onune olmadan, bir sorun, bir konu olarakortaya koymanin kendisi bizzat, burjuva uygarliginin ideolojisininyayginlastirilmasinin bir aracidir. Isterseniz, boyle bir kavrayisicinde, Dogu'yu savunun, savundugunuz sadece ici disina cevrilmisbicimiyle burjuva uygarligi ve onun ideolojisi olmaktan oteye gitmez.*Bati'ya ve burjuva uygarligina baglanan Utopya dusuncesi<outbind://35/#_ftn2> [2], klasiklesmis Utopya olarak ele alinankitaplar goz onune alindiginda, tarihsel gerceklige uymaz ve butunuylebir yanilsamadir. Yani Utopya kavrami burjuvaziyle birlikte dogmusturama bu kavrama adini veren kitap ve benzerleri goz onune alindigindagercegin pek oyle olmadigi, burjuvazinin gercekligi tahrif ederek boylebir anlayisi yerlestirdigi gorulebilir.Bu gun en klasik utopyalari goz onune getirdigimizde, onlarin, sanilaninaksine Kapitalizme degil, belki onun safagina has olduklari gorulur.Utopyalar burjuva uygarliginin safaginda dogarlar:Campanella'nin Civitas Solis'i (Gunes ulkesi) 1602 tarihini tasir.Thomas Morus'un (1478- 1535) Utopya'si neredeyse bundan yuz yil once,1516'da yazilmistir.Bacon'un Yeni Atlantis'i 1624 tarihlidir.Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon'unki bile, henuz Ticarikapitalizm doneminin, burjuva uygarliginin henuz Prekapitalistuygarliklar karsisinda kesin bir ustunluk saglamadigi bir doneminurunudur.Bu su demektir onlar aslinda Bati'nin urunleri, yani kapitalizminurunleri sayilmazlar. Uzak dis ticaret ile bir ilgileri vardir ama budis ticaretin modern kapitalizme bir sicrama yapip yapmayacagi henuzbelirsizdir.Bu anlamda, klasik Utopyalar aslinda henuz batili degildirler. Cunkuhenuz ortada tam bir bati yoktur.Bu onlarin zaman iliskisinde de gorulebilir. Henuz ilerleyen bir zamanve tarih kavrami pek yoktur bunlarda. Bu bakimdan Utopya, dogusunda bugunku gibi gelecege gobek bagiyla bagli degildi. Bu nedenle o Utopyalartemporal degil lokal (zamansal degil mekansal) bir gonderme icerirler.Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadir. Bu onlarin uzak disticaret ile iliskisini gosterdigi gibi, ayni zamanda henuz burjuvauygarligi ile olusacak zaman ve mekan kavrayislarina uzakligini dagosterir. Kapitalizmin gelismesinden sonra, o okyanuslarin bilinmeyenadalari kalmamis ve onlar, bir utopyaya ilham vermek bir yana gidereksomurgelesmeye bagli olarak asagilayici bir anlam kazanmislardir. Bunedenle henuz Dogu'nun dolayisiyla Bati'nin da olmadigi bir donemeaittirler. Ayni zamanda gelecege degil, yasanan doneme iliskindirler,gelecek gondermeleri yoktur.O halde, Utopyalar aslinda Dogu'nun urunleridirler; ama bu Dogu'nunurunleri olanlar, aslinda Bu gun bati'nin oldugu kabul edilenlerdir.Bunlarin icinde belki sadece Yeni Atlantis, Bati'nin, burjuvauygarliginin daha acik bir damgasini tasir. Gerisi, tamamen Dogu'nunurunudur. Dogu'nun utopya geleneginin devamidir.Peki Dogu'nun utopya gelenegi nedir?Dogu'nun donen zaman kavrayisi icinde, gelecege iliskin bir utopyayoktur. Hele gelecegin gecmisten daha iyi olacagi yonunde bir inanc vekabul de pek yoktur. O halde, Dogu'da, yani kapitalizm oncesiuygarliklarda, Utopyanin kaynagi Gecmiste olabilir ve de oyledir.Ama bu gecmis, sinif celiskileri icinde parcalanmis curuyen medeniyetolamaz. Komun'un "Cahiliye" denen sinifsiz toplumu da olamaz. O zaman,sinifsiz toplumdan sinifli topluma gecilen Kent (Cite, Medine);Kivilcimli'nin deyisiyle "Barbar (sinifsiz toplum, Komun) kurdunun,medeniyet kelebegine donustugu koza" olan Kent olabilir Utopyalara ilhamverebilecek gecmis. Orada henuz sinifsiz toplumun erdemleri yasamaktadirama ayni zamanda Uygarligin zenginligine de ulasilmistir.Bu nedenle, aslinda butun utopyalar genellikle bir Kent'den otesinihayal edemez, Kral olsa Soganin cucugunden baska seyi yemeyi akiledemeyen Coban gibi.Platon'un Devlet'i, bir Kent'i anlatir. Ona Ilham veren Ispartakentidir.Farabi'nin Medinetu'l Fadila'si (Erdemli Sehir) da bir Kenti anlatir.Campanella'nin Gunes Ulkesi de aslinda bir Kent'i anlatir.Morus'un Utopya'si da, bir ada soz konusu olmakla birlikte, toplumsalorgutlenme olarak bir Kent'in orgutlenmesine sahiptir.O halde, butun bu Utopyalar, bu gun Dogu denen kapitalizm oncesiuygarliklarin urunudurler. Gelecegin toplumunu degil ideal toplumuanlatir ve bu toplum, henuz uygarlasmamis, uygarligin esigindekiKent'ten baska bir sey degildir.Klasik uygarliklarda, bir de dinlerin icine sizmis bir Utopya dahavardir. O da, gelecege degil, gecmise aittir: sinifsiz toplum, tarihoncesi, yani Cennet.O halde, toparlarsak, bu gun batililara ait oldugu dusunulen utopyakitaplari aslinda tamamen klasik uygarliklarin damgasini tasirlar, yanionlar doguludur.Dogu'nun utopyasi, yani klasik kapitalizm oncesi ticarete ve tarih vetarim temeli uzerinde uretime dayanan toplamlarin utopyalari, ilhaminigecmisin Kent'inde bulur.

YAZARI:
K.DEMİR



Borges'i ilk defa, universite yillarinda okumaya alisik oldugum - hatta bir iki kitap tanitimi yaparak yayimlamayi basardigim- Matbuat dergisinden animsiyorum. Orada, okuma notlari basligi altinda, kisa ama karisik yazilari yayimlanirdi. Ne kadar anlardim bilmiyorum ama okudugumu cok iyi animsiyorum...
Tayland'a gelene kadar da bir daha, baska bir yerde rastlayamadim adina Borges'in. Chiang Mai'da, ikinci el kitaplar satan bir dukkanda rastladim Labirantler adli kitabina... Borges ve Ben baslikli yaziyi okudugumda, ogretmenler odasindaki bir Amerikali arkadasa da okutmustum. Okumayi sevdigini soyleyen bu arkadasim yaziyi okuduktan sonra, "bencil bir yazarin ic hesaplasmasi" demisti bu yazi icin. Oysa, yazida bencilliktan fazla birseyler vardi. Bir hesaplasmanin var oldugu dogru idi ama bencillikten kaynaklanmiyordu bu hesaplasma, tam tersine, alcak gonullulukten ya da kendisinden kacmak isteyen, daha sonraki okumalarimda yer yer aynalara, uzaklara, tarihe siginan bir yazar vardi o kisacik yazida. Daha sonra, bu yaziyi cevirip, ardina da uzunca bir yorum yazarak, Selcuk Yaman abiye gonderdigimde, yaziyi Imece'de yayinlayalim demisti. Boylece Imece'de yayimlanan ilk yazim, Borges'in bir cevirisi ve uzerine yazdigim yorum oldu. Sonra, kitabi okudum bitirdim tabii... Kimi yerlerini anlayamadim, kimi yerlerinde iliklerime kadar zevk aldim... Pascal'in Korkunc Kuresi baslikli yaziyi cok sonralari cevirmistim. Bir de Asterion'un Evi baslikli bir yazi cevirmistim Borges'ten.
Neden Borges'i bu kadar cok sevdim bilmiyorum! Belki uslubundaki gizem, belki kendisinden uzak bir yazarin garip dolambaclar yoluyla tarihe ya da kendisine ufak ufak isiklar gondermesi hosuma gidiyordu. Pascal'in Korkunc Kuresi baslikli yazisindaki meydan okuma hosuma gitmisti cunku hem tarihe hem de matematige hayran birisiyim... Borges ve Ben baslikli yazi da hosume gitmisti cunku ben de biraz kendimden kacmak isteyen, yazdiklarimi, keske yazmamis olsaydim diyen, kendi halinde, aynalarin derinliginden uzak bir sekilde yasayan, Uzak Dogu gocperestiyim...
Cok uzatmama gerek yok sanirim... Bugun, iki sene once yazmis oldugum ve daha sonra Imece dergisinde yayimlanan yaziyi gondereyim. Bu yaziyi Borges ve Ben baslikli yazi uzerine yazmistim...

Kalin saglicakla...


Borges’in “Ben”i veYunus’un “Ben”i.



Dogu ve bati arasindaki isimsel farkin otesinde var oldugunu farzettigimiz dusunsel fark belki de Dogunun ve Batinin yazarlarinin en cok sanatsal etkinliklere yoneltikleri felsefi sorulari ile kendini belli ediyor. Yukaridaki ceviriyi bir ay kadar once yapmistim.Temelde bir yazarin tatmin olmamis egosu ile yaptigi diyalektik bir konusmadan cok farkli oldugu soylenemez ilk okuyusta.Bu dusunce hic te yanlis sayilmaz . Borges bu yazida Ben’ini karsisina alip sorgulamaya , sorgulamanin da otesinde suclamaya basliyor.Borges’I bunu yapmaya zorlayan , yani kendi “ben” I ile bu derece bir ayriliga dusuren sey ne olabilir ? Aslinda , eskilerin “esya ziddi ile bilinir” fehvasinca belki de bunu anlamanin yolu Batinin bu sekil dusuncesine yeteri kadar uzak oldugunu bildigimiz bizden birisine bakmakla mumkun olacaktir.Bu sekil bir aramada henuz ziddi oldugunu bilmesek bile , “baskasi” olma ozelligini uzerinde tasiyan Yunus Emre ile baslamak isabetli olacaktir.Yunus Emre’nin asagidaki ifadelerine bir goz atalim , sanirim bu dizeleri bilmeyen ya da en azindan duymayan yoktur.

“Bir ben vardir bende benden iceru”
Borges ise yazdigi denemenin bir yerinde soyle diyordu ;
“Yillar once , O’nunla olan baglarimi koparip , ozgurlugume kavusmak icin cok cabalamistim .Kirsal hayatin mitolojik imgelerinden zaman ya da sonsuzluk gibi felsefi cozumleme isteyen konulara kadar pek cok konuda yazdim* . Ama simdi bu yazilar da Borges’a ait.”
Bu iki alintidan yola cikarak ne kadar sihhatli bir analiz yapilabilir sorusunu simdilik bir tarafa birakirsak (cunku bu yazinin cercevesi dogu ve bati arasindaki farka genel bir bakis degil , sadece yukarida cevirisi sunulan Borges baglamiyla sinirlidir) , ilk bakista gorulen fark bizi bir cesit paradigmal ayrima goturecek gibi gorunmektedir.
Borges icin icindeki Ben kacilmasi gereken , nasil olurda O’nun ismini kullanmadan farkli olunabilir dusuncesinin hevenklerinin meydana getirdigi bir ayri dunya.Yaptigi herseyin Borges’a malediliyor olmasi , O’nu siddetli derecede rahatsiz ediyor.Aslinda bu bati dusuncesine yer alan kendini yeniden kesfedebilme (re-invent ) kabiliyetinin bir izdusumu olarak algilanabilir. Sonucta bu rahatsizlik , O’nu bu tarz bir sorgulamaya itmektedir.Borges , halka mal olmus bir kahramandir , buyuk bir edebiyatcidir , entellektuel kimligi ile etrafina guven veren bir kisilige sahiptir ve bu kisiligi halkta (ya da en azindan okurlari duzeyindeki insanlarda ) hep en guzeli yapan bir Borges beklentisi yaratacaktir.Her ne yazarsa yazsin okunacak, ne derse desin edebiyat tarihine gececektir , etrafindakilerin beklentileri ile uyum saglamak zorundadir , ama O bunu istememektedir , cunku bu durum “kendini yeniden kesfedebilme” isteginin onune gecmektedir. O yalniz kalmak , insanlarin hurmet etmedikleri , istedigini okuyan , istedigini yazan ,gerekirse yalan yanlis seyler soyleyen , kisacasi ipleri Borges’tan ya da Borges’un toplumsal kisiliginden kopmus bir hayat arzulamaktadir. Bu da O’nu kacamak bir hayata zorlamaktadir.Kendi Ben’ini , tarihselliginden soyutlamak istemektedir.Bunu basaramayacagini bildigi icinde yaziyi su cumle ile bitirir.
“Simdi soruyorum kendi kendime , bu yaziyi hangimiz yazdik !”
Bu cumle , yaziyi kendi icine kapatmaya yetmektedir.Cunku , O’da biliyor ki , kendisine karsi yazdigi bu celiski iceren cumleler de , bir sure sonra Borges’a ait olacak.Bu durumda bu yazinin kime ait oldugu gercekten bir sorun.Yazinin yazildigi anda , hersey “ben”e aittir ama bir sure sonra , yani edebiyat dunyasinda boy gostermeye basladiktan sonra yazi Borges’in olmustur.Simdi, sanirim celiski daha bir acik hale gelmistir.Aslina bakilirsa , son cumleden anlasildigina gore Borges bu celiskiden hoslanmaktadir.Yoksa neden yazdigi bunca seyi son bir cumle ile kaosa donustursun.O soylemese, biz farkedebilir miydik bilmiyorum...Borges ve Borges’in beni , Borges’un tum isyanlarina ve kacma cabalarina ragmen yazinin sonunda birlesmektedir.Bu , diyalektik bir tarzdan cok , Edgar Morin’in surekli uzerine basarak tekrar ettigi “diyalojik” bir birlesmedir.Ziddini yok etmez ama barismaz da.Beraber yasamayi ogrenebilme cabasidir.Bu sekil bir dinamizme her yazarin / sanatcinin ihtiyaci oldugunu da dusunebiliriz.

Gelelim Yunus Emre’ye. Yunus’taki “ben” kavrami ise tamamiyla bunun tersi gibi bir goruntu arzetmekte.Yunus icinde ki “ben” e asiktir.O’nu elde etmek icin herseyi yapmaya hazirdir.Iceriye derinlestikce bu “ben”in daha fazla tebeyyun etigini gorur.Ama hicbir zaman ulasamayacagini da bilir.Buna ister Spinoza’nin panteizmi ile aciklamaya calisin , isterseniz Muhyiddin ibni Arabi’nin Sufism’i ile izaha calisin sonuc cok degismeyecektir.Cunku bahsedilen “ben” , ehl-i tasavvufun satahat aninda kendilerine malum oldugunu soyledikleri Allah’in ta kendisidir.Bu ise ancak olum (ya da mistik tecrube ) ile mumkundur.Sonuc olarak nakle kapali bir bilgidir.Kisi sadece kendisine bilir gorduklerini.Aktarmasi mumkun olmayan bu tur bir bilginin sadece tecrubeyi yasayan kisiye faydasi vardir ve bu durum bilginin mahiyeti hakkinda bize hicbir bilgi vermez.Sonucta , Yunus’un hayatinin gayesi haline getirdigi kovalamaca icinde mundemic halde bulunan “ben” ine yoneliktir.Sorun kendisiyle baslayip kendisiyle bittigi icin cozumde yine ayni tek bunyede mumkun olacaktir.Yunus , “ben” ile barisik oldugu surece , yaklasacaktir ona ve yaklastikca mutlu olacaktir.Mutluluk ise tum yasamin en buyuk gayesi degil midir ? Ister dogudan , ister batidan bakin insan kendi yasamini muhafaza hususunda kendisini guvende hissettigi olcude mutludur ve o olcude kendini rahat hisseder.
Bu noktadan tekrar basa donersek eger , iki cumlenin ait olduklari medeniyetlerin hayata bakis acilarini nasil farkli sekilde ortaya koyduklarini gorebiliriz sanirim.Dogu ve bati’nin arasindaki temel fark , Dogu kendisiyle barisik bir medeniyet kurma pesinde olmasina ragmen bati her zaman ziddini yaratmakla mesgul.Dogu icin , temel problem (hayatin amaci ), ulasilamayana ulasmak ise eger , ve bunu ancak iceride bir yerlerde yapabiliyorsak , o halde kimsenin kimse ile bir problemi olmamali.Yani, bulundugu yerden insan mutlulugu (kisacasi aradigini ) yakalayabilir.

Oysa., batinin insani temel ahlak itibariyle “rahatsiz”dir. Hep farkliligi ozluyor .Surekli degisim ve surekli devinim.Bu ise kendi ile barisik olmayan, her zaman sikayette bulunan bir ruh yapisini gerektirir.Temelde sikayet kelimesinin negatif anlamindan kacmak icin , ben buna diyalektik diyorum.Yerinde duramama ve ziddini uretme...Bu sekilde ilerleme...

Garip bir tecelli degil mi ? Rahatsizlik , rahata ebelik yapiyor... “Izdirap dusuncenin zenberegidir” diyen Cemil Meric’in kulaklari cinlasin...

Ben “Borges ve ben”isimli yaziyi ilk okudugumda aklima Truman Show isimli film gelmisti.O filmde de , ozgur yasantisi elinden alinan modern insanin drami konu edinilirken , bizi sinemanin icine sokup , o filmi izlettiren guce lanet okumayi unutuyorduk.Aslinda bir yandan kapitalismin haber aglarina ya da hayatimizi bir televizyon dizisine donusturen buyuk sinema endustrilerine kufrederken , bir yandan da sinemaya gidiyor , bilet icin para veriyor ve Mr. Truman ile ayni kaderi paylasiyorduk.Aldatildigin farkinda olmak ama yine de aldatilmak...Ne kimin aldattigi belli , ne de kimin aldatildigi.Bunu anlamak icin sinemanin disina cikmak lazim.

Paranoya oldugumu biliyor olmam , izlenmedigimi garanti etmez degil mi ?

Simdi biz dogunun ve batinin arasindaki farklari biliyorsak bu mutlak bir degisimi mi gerektirmeli ? Yani , Truman oldugumuzu biliyorsak ama hayatimizdan memnunsak , tam olarak ne yapmaliyiz ? Dogu ve bati gercekten bu derece birbirinden ayriysa neden su anda ayni idealleri paylasma adina ayni masa etrafinda oturmakta herhangi bir sorun yasamiyorlar ?

Ve belki de nasil oluyor da , Thailand gibi dogu denilebilecek bir ulke , batililar tarafindan tanimlanirken “bati’dan daha bati” (more westernised ) olarak tasvir ediliyor.Cografi olarak bu mumkundur cunku surekli batiya giderseniz Thailand’in Fransa’nin batisinda oldugunu ispatlayabilirsiniz ama kultur mirasi olarak Budizm gibi alabildigine mistisizm barindiran bir dinin mensuplari nasil olur da “asiri derecede ozgur” gibi bir yandan dogru bir yandan da anlamsiz bir yaftayi hakeder ?

Bana kalirsa , dogu ile bati arasindaki fark cok ta oyle zannettigimiz gibi koklu bir fark olmayabilir de ! En azindan kapanmaz denecek kadar buyuk farklar yok arada.Bugun ku Tayvan, Japonya,Singapur gibi ulkelere gittiginizde Newyork’tan farkli bir gorunumle karsilasmayacaksinizdir. Sadece sehirlerin goruntusu degil , insanlarin yasam tarzlari da o kadar hizli degisiyorki (bati standardlarina kayiyor demek daha dogru olur) doguyu gormek icin buralara gelen turistler genelde ellerindeki fotograf makineleri ile Malezya’nin “ikiz kulelerinin”, ya da Singapur’un “buyuk su alti akvaryumunun” fotografini cekmek zorunda kaliyorlar.

Bu durumda , aradaki farkin nerede oldugu tekrar bir cozumleme istiyor demektir cunku farkin suni olup olmadigi sorusu ile karsi karsiyayiz...Ve Madem ben boyle dusunuyorum “bu yaziyi niye yazdim ?” diye sorarsaniz , cevabim Borges gibi olacaktir : Ben yazmadim , Ali Riza yazdi !

YAZARI:
Ali Riza Arican



Fener / Sufi


Fenerin ışığı karanlığın içinden odamı yokluyor, izliyorum, buralarda olmadığım zaman dilimlerinde de geliyor, anneme soruyor :Sur'u göremiyorum, nerede?
O hep gelecek, çünkü onunla sırdaşız, hiç unutmam bir gece vakti aldığım ilaçların da etkisiyle, bilinç kıyısında, hani o zihin uyanıklığının alt, en alt basamağından gözlerimi zor bela açtığımda, devasa, sıcak, ve çiy damlası berraklığında bir ışık halesi odamı doldurdu.
-Geldin mi sur? geceler boyu seni tüm kırlarda, sahilde, her yerde aradım durdum.

Duysanız gövdesinin titrek selini.

duvardan duvara, defterden deftere, kalemden kaleme gezdi, okşadı durdu.
bir yüz ki sabahmış gidip dönmemiş.
zaman şakağında zonklayıp duran

s- Geldim, Sen önce su bozuk ölmeyegeçkalmak saatini al götür .

ten değil dostum, yar gitmiş arzuhal birikmiş dilimde,
"ölmemek yükü" ağır mi gelmiş neymiş.

duymadın mi?
görmedin mi?
erittim son buseyi özlemin magmasında,
ve
Veda
busunu
Sesine gizlemiş bu Sufi'yi..

Gece boyunca sessizce beni izledi, sadece gözlerime baktı durdu.
Güneşin doğuşuna yakındı,
Dondu Güneşin doğusuna baktı, yari ağlamaklı gözleriyle
sonra arkasını döndü, TEKRAR gözlerime baktı.
önüne tekrar geceyi çizdi,
geceye doğru yürüdü:
"gidersen çiy damlası olurum, tüm güllere konarım".


Selam,
Muhabbetle,
Huuu.
Sufi.



Odur belki yeryüzünde yalnız
Kalbi kalbime seslenen,
Gelirken gülüşür nur olan kız
O derin gecelerden.

Nerval
çev.sufi.


ADSIZ / Ziya Alpay


Oysa bütün olanlar ve olacaklar bir rüyadan ibaretti.
Elindeki asayı kaldırdı yağmurlar
ve fırtınalar imparatoru.
Geçmişi ve geleceği kopartıp
elma bir elmaya. Karşısındakilerin gücünü
almaya. Siyah, simsiyah bir deniz
şimdi şarkısını söylüyor:
“Koşun anılar, koşun tutun o geleceği
çekin bağrınıza konuşun.”
(- Diğer kıtaya geçeyim derken burasını boş
bırakamadım. Korktum. Ya o bıraktığım boşluk büyüyerek
bütün dizelerimi yutarsa diye.)
Süreksiz süreli
En köşesinde dünyanın
Köşesiz bir köşkte oturur benim
Ölmüş tüm hücrelerim.
Oysa bütün rüyalar uzun süren bir sessizliğin
Yeni doğmuş bir bebeğin..
Her neyse, bebeğin
Gözlerine dönüşen bir yansımaydı.
Anlaşılmadı anlaşılmadı.
Ne dedim?
Ne?
Anlaşıyoruz bazen bir karanfil yaprağıyla
Demeyelim: Elimizde kalır da kimseye veremezsek.
Desinler onlar: Anlaşılmadı.
Biliyorum. Fazlasıyla bilenler de var.
Keşke sabahları uyandığımda
Kırmızı beyaz karanfil yaprakları yağsa gökyüzünden
-uyanamadım ki hiç rüyadan-
-bir rüyaydım artık- varlığın yoklukla kesiştiği
bir geceydi bundan böyle geceler.
(Yazabilseydim, ben de yazacaktım bir şiir)

YAZARI:
Ziya Alpay



Korsika, bir klasik EB seyahatnamesi,Kıtalar arasında dalgalanan,
EB'nin o kadar çok sevdiği o mavi enginin köşe bucak kıyısında bir
yarımadaya sokulma serüveni.

Oraya gitmeden önce, birçok vakit olduğu gibi, hakkında zamana
yayılan eni konu bilgi edinmiştir EB, gene de, birçok vakit olduğu
gibi, onu oraya doğru çeken şey başka: Korsika'lı bir adamla evlenip
1939'da adaya yerleşen gizemli bir Türk kadını mı, oralarda yaşamış
Seneca mı, hangisi daha ağır basıyor, kestiremiyorum. Ne var ki,
oraya varınca anlıyor ki, imgeleminde yükselen Korsika ile gördüğü
Korsika arasında bir "kalın bulut tabakası" duruyor: Bunu metnin ilk
paragrafından anlıyoruz: Zeytin ağaçları, geniş yapraklı kaktüsler,
ısrarlı yağmur taneleri altında kalıyor, yer ile gök arasında,
imgelem ile gerçeklik arasında bir düet başlıyor böylece, bütün metne
yayılıyor.

Bu düet, EB, "kule"ye yaklaştıkça, dalgalar ile kayalık arasındaki
düeti anıştırıyor: Yüksek perdeden, koyu bir söz, ses alışverişi
sanki.

EB, bu metninde bir kule inşa etme peşinde: O, " Kuleler benim evim"
diyeli yıllar oldu. Bana öyle geliyor ki kulelerde, ayrıca, kadınsı
bir yan bulmuştur o: Işığını kulenin, süsledikleri lambalarda
aramıyor EB. Biliyor ki, kulenin ışığını onun "mutlak karanlık"
ânında görmesi gerekir: Demek bu metin ayrıca karanlığa doğru bir
yolculuk. Bundandır ki, kule dişidir EB için: "Kimi denizin hemen
içine sokulmuş, köpükler dövüyor taşlarını, kimi tepeye doğru
davranmış, açıkları kollasın." Bundan hemen sonra Seneca sözünün
açılması tesadüf değil:
"Bir tanesi, dorukta, gerçek ya da rivayet, Seneca'nın kulesi olarak
anılan yarı yıkık…(bir) kule…"

Kimi yazarlar var niçin, kimin için yazdıkları, yaşadıkları süresince
anlaşılmamıştır, anlaşılmak bir yana dursun, sürekli sürgünden
sürgüne gitmek zorunda kalmışlardır. Seneca bunlardan biri: Onun
yazınsal üslûbu büyük bir "arıza" olarak değerlendirilmiştir hep:
deformist bir yazar. Kimse onun yazdıkları oyunlarının nasıl sahneye
taşınabileceğini uzun süre bilememiştir: Oedipus sahnede kendi
gözlerini oyacak; bir anne çocuklarını kesip kanlarını içecek; vs.
Öte yandan Seneca'sız bir rönesans düşüncesi de düşünülemez. Etkisi
onun bütün Avrupa yazınına, bu arada Montaigne'den tutun da
Schakespeare'e kadar yayılmıştır. Bütün bunlar bir kenarda dursun,
adamın ne olduğu da pek anlaşılmamış: Stoacı olarak bilinse de, özel
hayatını zıt yönde yaşamıştır çünkü: Kolayca kategorize edilecek biri
sayılmaz doğrusu.
Tek bildiğimiz bütün eserlerini sürgünde yazmış olduğu, deneme
türünün atalarından biri, ve mektup yazmayı bir yazınsal tür olarak
başlatmış olması. EB'nin ona ilgi duymasında bunların etkisi var
kuşkusuz.

Yapıtı da "yarı yıkık" olarak elimize ulaşmıştır: Tam da sürgün
yılları boyunca içinde yaşadığı tahmin edilen Korsika'daki kule gibi.
EB bu kuleyi bir yandan realistik, bir yandan da metaforik bir dil
ile şöyle betimliyor:

" ...(Bu) kuleye sokulmak için arabayı keçi yollarında zorladım,
Tül'ün endişelerini bir kereliğine hiçe sayarak güzün kuşattığı
patikalardan geçtim ve dağın üzerine konmuş hırçın bir kayalığın
üzerine konmuş kütlenin dibine vardığımda, bir kere daha, kendimdeki
ötekiyle karşılaştım."

EB, metninde Korsika tarihi –ki her tarih, bir yıkım tarihidir—
üzerinde ısrarla duruyor. Fatihlerin yazdığı tarihin aksine yerel
tarihçiler "kanlı bir yıkım" olduğunu yazmışlar ( Walter Benjamin'e
örtülü bir gönderme). EB orada herşeyi bir kez daha
anlayıp: "Besbelli herkes kılıçtan geçirilmiş.", diye ekliyor.

Seneca'nın gücü bütün bunları öngörebilmesinde saklı. Bakın ne yazmış
yaklaşık MS 40-45 yılında:

" Şehirleri ateşe veren birçok kişi var, kuşaklar boyunca
zaptedilemez yıkmalara sebebiyet veren , kuşattıkları duvarlar kadar
yüksek dağlara çıkan birçok kişi var, ellerinde kalın kütüklerle
yıktıları hayret verici yükseklikte kuleleri,... ama bu kişiler bile
düşmanlarına karşı elde ettikleri zaferden önce kendi
açgözlülüklerince fethedilmişlerdir."
( Mektup XCIV)

EB, kendi soyatalarını düşünerek, içi paramparça, böyle devam
ediyor: " Kuşatanların soyundan gelen biri olarak, bulunduğum
noktalardan Toscana Kıyılarına, Elbe'nin siluetine uzun uzun baktım."

Sonra gemilere gönderme yaparak devam ediyor:
" – şimdi bile, bir sabah uyanıp ufuktaki lekelerden tedirgin
olunabileceğini anlıyorum.
Korsika, korsan düşü."

EB biliyordur ki, bu dünyada onu avutabilen bir tek Seneca var.
Seneca, EB'yi karşısına alıp böyle mırıldanıyor kulaklarında:

" Hiç kuşkun olmasın— yıkıcıları horgören biri, kendini sürüden
ayırmış oluyor, onların düzeyinden yükselerek kuleye yerleşiyordur."
( "Öfke Üzerine" denemesinden).

Kulenin bir ev olabileceğini yine Senecadır EB'ye öğütleyen:

" İnsan, kolonlarını ne kadar yükseltirse kulesinin, evi o kadar
genleşmiş olur."

YAZARI:
Hamid Farazandeh



2001 yılında Stephen Schwartz, "The Mysterious Death of Walter
Benjamin" adlı kitabında WB'in ölümü ile ilgili bambaşka şeyler
söylüyor. O WB'in intihar etmiş olduğunu bir türlü kabul etmiyor.
WB'in KGB tarafından öldürülmüş olduğunu iddia ediyor. WB'in İspanya
sınırına kaçışını ayarlayan Fransanın solcu "Acil Kurtarma
Operasyonları Komitesi", Hans adlı bir üyesini bu "kaçış" için
görevlendiriyor. Grupta WB ile birlikte 3 kadın, ve bir çocuk
(Hans'ın çocuğu) bulunuyordu. Üç kadından 2'sinden birşey bilinmiyor.
Üçüncü kadının adı Henny Gurland idi. Solcu olduğu söyleniyormuş, ama
nereden bu gruba katıldığı konusunda sağlam bir bilgiye
ulaşılamamıştır. Bu kadın WB'in son anlarına dek onun yanındaydı.
Schwartz'a göre WB'in intihar teorisi bütünüyle onun uydurmasıdır.
Henny, WB'in ölümünden sonra Erich From ile evlendi ve 1952'de öldü.
Burada önemli olan Heny'nin aynı zamanda WB'in yakın bir arkadaşı
olan Katz'ın çok yakın bir arkadaşı olması: Daha sonra bu adamın KGB
ajanı olduğu ortaya çıkıyor. WB'in bu son yolculuğunda yanından hiç
ayırmadığı siyah renkli bir bavulu vardı: Bu bavuldan ilk defa
1980'de söz edilmeye başlandı...

Schwartz dışında herkes bu bavulun içinde WB'in Pasajlar projesi ile
ilgili son yazılarının bulunduğuna inanıyor. Oysa Schwartz'a göre WB
eski arkadaşı Katz ile ilgili çok değerli belgeler elde etmişti, onun
kim olduğunu anlamıştı, ve bavul ile ilgili bütün kaygıları buradan
kaynaklanıyordu. Yine de, Katz'ın, Heny Gurland'a, WB'i öldürme
emrini verdiğini söylemiyor Schwartz, ama bütün anlattıkları okuru bu
sonucu çıkarttırmaya yöneltiyor.

Sınır polisinin WB'in ölümüyle ilgili raporu olamasaydı, bavul konusu
da birçok şey gibi unutulup giderdi. Henny bu bavul ile ilgili birşey
söylemedi. 30 Ekim 1940'ta sınır polisi Max Horkheimer'in talebi
üzerine WB'den ardakalanları şöyle rapor ediyor: "İşadamlarının
kullandığı deriden siyah renkli bir bavul, bir kol saatı, bir pipo,
altı adet fotoğraf, bir Röntgen grafisi, bir gözlük, birkaç mektup,
ve birkaç dosya".

Henny daha sonra WB'in "intihar mektubu"nu Adorno'ya gönderiyor.
Adorno WB'in intihar ettiğine inanıyor, sonra da herkes Adorno'yu
takiben macerayı böyle kabul ediyor.
Henny bir mektupta bunları yazıyor: " Ben ertesi sabah ( 26 Eylül)
WB'i gördüm. O, bir önceki akşam saat 10'da çok fazla miktarda morfin
kullandığını anlattı bana. Çok kötü görünüyordu. Bana iki mektup
verdi, biri bana, diğeri Adorno'ya yazılmıştı. Bana, onları ezberle,
kağıtları yok et dedi. Sonra da düşüp bayıldı. İki saat sonra da
öldü." WB'in Adorno'ya yazdığı iddia edilen mektubunu birlikte
okuyalım, bu mektup direkt olarak Fransızca'ya yazılmıştır, tarihi 25
Eylül 1940: " Başka hiç birşey yapamadığım bu koşullarda herşeye son
veriyorum. Pirenelerde kimsenin beni tanımadığı bu kuçuk kasabada
hayatıma son veriyorum. Senden bu mesajımı arkadaşım Adorno'ya
ulaştırmanı istiyorum. Ona son günlerimde tutumun ne olduğunu
anlat..." Bu mektubun ilk bölümü Adorno'ya yazılmış olabilir, ama
ikinci bölümü ( "Sen den bu mesajı....ulaştırmanı istiyorum")
kuşkusuz Adorno'ya değil Henny'ye yazılmıştır. Schwartz bunu nasıl
açıklayabiliriz diye ısrar ediyor. Ayrıca morfin ile ilgili önemli
sorular soruyor: WB, henny'yi görmeye gittiğinde bir önceki akşam
(yani yaklaşık buluşmalarından 10 saat önce) morfin kullandığını
söylemiş. Demek morfini kullandıktan 10 saat sonra hâlâ ayaktaymış,
oysa çok fazla miktarda morfinin insanı 2 saat içinde alabora
etmesine yeter de artar. Bir de bu çok komik diyor: WB, arkadaşına
vasiyet ettikten hemen sonra bayılıyor. Polis raporunda, WB'in ölüm
sebebi beyin kanaması olarak gösterilmişti. Oysa morfinin böyle bir
komplikasyonu yoktur.

Port-bou'den mektupta bir kasaba olarak konuşulmuş, oysa 1940'ta
bile orası şehir idi. Bir de neden WB Almanca değil de Fransızca
olarak en yakın arkadaşı Adoron'ya mektup yazsın?

Üstelik, Schwartz, bu mektubun hiç de bir intihar mektubuna
benzemediğine dikkat çekiyor.
Sonuç olarak Schwartz'a göre bütün bu çelişik durumun tek nedeni
mektubun asıl yazarının WB değil de Henny olmasıdır.

Hans'ın karısı da ilgi çekici bir olay anlatıyor:"WB'in ölümünden
birkaç yıl sonra Henny'yi gördüm, Bavula ne oldu diye ona sordum,
polis karakolunda öylece kaldı mı? Henny, yo hayır dedi, onu polisten
geri aldım, sınırdan geçişimizin sırasında değil, İspanya'ya gittiğim
bir sonraki yolculuğumda. Barselona'dan Madrid'e gidiyordum, trenle.
Bavulu trende unuttum, diyor."

WB'in bavulu nihayet bulundu. Texas'ın Austin kentinde bir muzede.
Bavulun altında bu yazı mevcut: "1940 yılından beri kaybolan Walter
Benjamin'in bavulu". O günlerde kullanılan bavullara hiç benzemeyen
bu bavulun içinde hiç birşey yok bugün: Ne kitap, ne dosya, ne de
mektup, hiç birşey. Bomboş.


YAZARI:
Hamid Farazandeh




Her şey için özür diliyorum
Kendime maruz bırakıyorum seni
Yine de böylesi olmak sahici bir şey.
Yani benim böyle olmam ve başka türlü olamamam
Ben iyiyken her şey iyi.
Ben sapıtınca her şey sapıtmış.
Yani çoğul bir travma.
Şenlikli bir ilenç.
Çok iyi bir yalanı anımsatan rezil bir iç-döküş.
Çok iyi düşünülmemiş bir başeğmez serserilik.
Belki her ikisi.
Belki hiçbiri.
Henüz tam ayılmamış bir bilincin sanrıları.
Belki de hiç ayılamayacak ve yoksa istemeyen mi ?
Yine de her şey için özür diliyorum.
Kendime maruz bıraktığım için seni.



Seni yok diye tanımladım yıllar yılı.Bir gök-tengri dokunuşuyla bakışlarını
Açık ayetlere çeviren o özneye şirk koşan yazılı ilişkiler dizgesi.fer…
Nerdesin diye neyi çağırıyordum hiç soluk almadan.belki geometrik çiçek desenligiysiler o gövdeyi yalımlıyordu niçin niçin niçin diye.
Sen uzak ülkelerde güherçile ve koca bir kıtanın o devrimci utkusuyla
Gülümsüyordun.
Kançılarya ve kıskançlık,yirmi aşk şiiri ya da Kanadalı bir bayan biyologa
Tıerre del fuego dan yazılmış aşk mektupları.fer…anlıyormusun.fer..
Anlamadığın ve hiç anlayamayacağın sevdalı bir jongler çığlığı bu.
Yok olmuş bir zamanda yok olmuş bir dille karalanmış hüzünlü şeyler.
Şimdi alkolle savrulmuş bu modern yaşam cenderesinde hala ayakta
Duruyorsam seni yok diye tanımladığım yılları anımsadığım içindir.




Dinlen biraz
Soluklan
Uzun sürecek gece
İnan.


Teninden uzak
Alev-düşlere eşlik eden
Eşyayı anımsamaya çalış.


Anımsamaya çalış
Bir kez daha
Eşyayı yok eden parıltılı çığlık
Her şeyi kuşatmadan.


Nasıl da büyüyor
Savuruyor düşünceleri
; aklında neyi tutmalısın
neyi yeniden anımsamalısın.;


Dinlen biraz
Soluklan
Uzun sürecek gece
İnan.

YAZARI:
ŞAFAK ÇUBUKÇU


Saat Kulesi / Nilgün Güner


Saat Kulesi...On yıllar önceydi. Babamın sık sık yaptığı iş gezilerinden birinde bu kez ben de yanındaydım. Bir şehirden bir şehire, bir fuardan bir fuara gezip duruyorduk. Ben uçarı deli bir kız, her şeyle ilgileniyor, her şeyi soruyordum. Slovak yollarında bir ara küçük bir dağ köyünde duralım diye tutturdum. Adeta bir masal köyü gibiydi bu küçük kasaba. Şöför de çoktan hazırdı durmaya neredeyse saatlerdir durmadan yol alıyorduk; bazen sisler içinde, bazen yağmurla... Kasabanın meydanındaydık. Arabayı oracıkta hemen durdurmuştu. Ne gelen vardı geçen, ne giden... Meydandaki çeşmenin başında oynayan çocuklar oyunlarını yarıda keşmişler bize bakıyorlardı. Araba tanıdıktı, şöför de öyle ama arabadan çıkan bizler yabancıydık, ve onlar hiç alışık değillerdi yabancılara. Ne işleri var bunların burada? Ya da Kim bunlar diye tedirgin bakıyorlardı bize... Birden çan sesleri duyuldu, bütün kasaba çınladı bu sesle. Ben de hem sesin geldiği yere doğru yürüyordum hem de sayıyordum çan seslerini; üç, dört, beş... Sokaklardan ilerleyip saat kulesinin önüne geldiğimde büyülenmiştim. Küçücük kasabaya şirin mi şirin bir saat kulesi dikmişlerdi. Etrafında döndüm, bir yapının taşıyabileceği gizem sadece sesinde olamazdı her halde. Bulunduğu nokta, etrafında yükselen iki katlı evler, ve küçük küçük dükkanlar hepsi aynı taş yapıların devamı gibi belli bir renk ve şekil dizilişi içinde ahenkli bir şarkı gibiydiler... Babam yanıma gelip de hayran hayran seyrettiğimi görünce, saat kulelerini onun da çok sevdiğini öğrendim. Çocukluğundan beri ilgisini çekermiş... Günün birinde saat kulesinin içinde çalışan adamlardan olmayı hayal edermiş. Güldük. Küçük dükkanlara gözüm takıldığında, aklım karışmıştı. Çünkü köşedeki dükkan saat tamir eden bir yerdi, yaşlı bir usta tezgahının arkasında eski bir saati tamir etmekle meşgüldü. Ben vitrine gelince başını kaldırıp bana bakmıştı. Sanki birbirimize gülümsedik diye anımsıyorum. Sonra karşı tarafta antika saatler satan bir başka dükkkan daha vardı. Vitrindekilere dalmıştım; babam kolye saatte takılıp kaldığımı görünce içeriye girip eski antika mineli kolye saati satın almadan edememişti. Çocuklar gibiydim boynuma takmıştım hemen. Babam, “İki saatin birden oldu, birisini çıkartmayacak mısın?” diye sordu bileğimdeki eski saatimi göstererek. “Hayır” demiştim babama, “her ikisi de farklı anlamlarla saati söyleyecekler bana...” Eski saatim de babamın doğum günü hediyesi idi bana aldığı. Sonra yürüdük meydana doğru ama saat kulesi ile fotoğraf çekmeyi de unutmadık. O kadar beğenmiştim ki saat kulesini... Küçücük kasabanın içinde ne çok küçüktü, ne çok büyük... Masalları andıracak kadar gizemli bir duruşu vardı. Babam, “Korkarım sen şimdi bu saat kulesini de peşinde sürüklemek istersin, “ diye takılmadan edememişti. Şimdi yine yolumuz oraya düşse, gitsek aynı kasabaya o saat kulesi hem tıkır tıkır çalışıyordur, hem de hala ilk günkü gibi bakımlıdır. Bana az önce okuduklarım bu anımı anımsattı, saat kulelerinin, meydandaki çeşmelerin, heykellerin, parkların bir mekanı kimliklendiren önemli yapılar olduklarını düşünürüm. Ama salt bu yaklaşımla bu kimliklendirmeyi var edemeyiz, bütün bakan gözlerin bu ruhu yaşatmak için sorumluluk çabası içinde nesilden nesile aktarılabilecek bir güzellik, bir değer olarak korumaya alma duygusunun gelişmiş olması gerekir diye düşünüyorum. Ve bu tek başına bir tek kişinin başarabileceği bir iş değildir; hep birlikte yürütülecek bir anlayışın izidir bu.

YAZARI:
"Nilgün Güner"


GECE / ARGOS a.


Gece ,
Sokaklar,
Uyumuş !
Camın ardında kederli bir Sufi,
Göğsü bağrı açık,
yıldızlarda yine gözleri,
-Ay, ey Ay !
nedir kederimin sebebi?

Seni okumak için;
yularsız,
dizginsiz
isteğime uyan
bir pervane getirdi beni elektron kanatlarıyla.

Dertlerinle, dertlendim ---bilesin---

Gün söner, yıldızlar ışır gökte,
uzakta da olsan,
biz yanındayız,
sen yanımızdasın.

YAZARI:
ARGOS a.


Sanki Yarın Nisan'dan / Onur Caymaz


Sanki Yarın Nisan ' dan....
"Derler ki,
doğum anında, dünyaya bir çığlığı getirirken, dünyaya küçücük ama korkunç; nefes alan bir et parçasını... Dünyaya bundan sonraki solukları kendisinden bağımsız olacak bir bebeği getirirken, her kadının sol gözünden, ışıltılı, yaz hırkaları kadar serin, sabah denizinin sakin suları kadar tuzlu, aşık olmuş yürekler denli saydam, aşkından başka şey düşünemeyen bir damla, bir damlacık gözyaşı akarmış. Mucize ya da tanrı o çocukta mı, o gözyaşında mı bilmiyorum ama o damla sensin.
Nicedir seni bekliyorum.
Gelecektin değil mi ?
Oysa vapurdan indiğimden beri yağmur yağıyordu.
Çok iyicil bir yağmur. Camları silmedim. Yağmur siler nasıl olsa. Yağmur her şeyi siler. Kirleten güzel havalardır. Pencereden görünen eski bahçe. Küçük, çocuk dallar nasıl da korkudan sürtünüyorlardı camlara. Üşüyorlardı. İçeri alacaktım onları. Onları evde ağırlayacaktım. Bir bardak sıcak çay ikram edecektim. Yapraklarına unutulmuş iyiliklerden renkli bir battaniye... Acıyordum onlara.
Benim elimde bir silgi olsa mesela. Bu soğuk, bu yağmurlu akşam vaktini silerdim yavaş yavaş. Yüzleri yorgun, ellerinde umutsuz filelerle, poşetlerle, duraklara dağılan insanların o tükenmez sıkıntısını silerdim. Vapurdan inmiştim. Vapuru silerdim. Galata Köprüsü'nü, Tünel'e doğru uzayıp giden kördüğüm trafiği. Evet bir darbeyle silerdim, anılarımdan bildiğim, elma kokuşlu bir ilkokul silgisiyle hem de.
Hani her an her şeyini kaybedebilecek çocuklar vardır, ortası delinir silgilerinin, o delikten geçirilen iple boyunlarına bağlanır. Bazen silginin kokusu, onun bir elma olduğuna dair öyle inandırıcı bir hale gelir ki zaten her şeye inanmaya hazır o çocuklar, bir bakarsın boyunlarında ısırılmış bir silgiyle koşuşturup duruyorlar ortalıkta. Silgimin üzerinde böyle masum diş izleri. Silgim. Sağ elimle yukardan aşağı doğru bir kaç hareket...
Önce ağaçları silerdim; çıplaklar: Üşümesinler. Meyhaneleri: Çok içiyorum. Çocukları: Oyunlar bitti, yoksulluk. Silerdim. Deniz! Yalnız ikimiz kalırdık seninle. Sen ve ben. Sonra çiçekler, çiçekler çizerdim üzerine bu akşamın. Fulyalar sana benzer. Kokunu bilmiyorum ama beyazın bir yerinde aydınlık yaz günleri gibi patlayıveren sarılar. Sana benzer...
Oysa yağmur yağıyordu.
Camları silmedim. Sehpanın tozunu alıyorum ama. Sehpanın üzerinde mavi bir vazo, neye yaradığı belirsiz bir kaç küçük kutu. Kitaplar, geçmiş ayların dergileri. Geçmiş aylar... Sonra melek desenli tabaklar: Bardak altlıkları, kim gelecek ki, tanıdık sigara izmaritleri: Küllerin arasında hep benim dudaklarım duruyor. Bahar sigarasını merak ediyorum, yakıldığında ucundan kıvılcımlar uçuran bir sigara. Eski filmlerde kalıyor her şey.
Bütün bu kırık dökük eşya benim mi? Zor açılan tahta pencereler, az yanan kaloriferler, tabak çanak, gurbetteki bir dostumun giderken hediye ettiği nazar boncuğu, evden eve benimle gezinen iki hoparlör: Müziği çok seviyorum, belki bir sese çok ihtiyacım olduğu için. Düzenliyorum her şeyi, ellerim titreyerek. Heyecanla. Bir odadan ötekine koşuşturak. İnsanın yalnızlığını odalar belirliyor ne acı!
Nicedir bekliyordum. Geleceksin değil mi?"

YAZARI:
ONUR CAYMAZ


modernite ve modernist edebiyat üzerine düşünsel bir çerçeve denemesi


Kavramsal sorunlar:modern=geçmişe karşılık şimdimodern=eskiye karşılık yenimodern=ebediye karşılık geçiciAlmancada modern ve modern’in türevleri (modernite,moderne, modernisierung, modernismus), Türkçedekavramlarınayrıştırılması problemiModernite isim olarak ilk kez 1849’da Chateaubriandtarafından aşağılayıcıbir çağrışımla, sonra da 1859’daBaudelaire tarafından yüceltici birçağrışımla kullanılıyor.Almanca’da ilk kez 1887’de Eugen Wolff ‘die Moderne’yle edebiyatın sanat idealini ima ediyor. Kavramfelsefe ve sosyolojide ortaçağdan ayırmakanlamında yeni çağa (1600) geri gidiyor.Daha sonra Aydınlanmanınbaşlangıcıyla (17. YY ortaları)bir tutuluyor. Bu anlamda sözgelimi Habermasaydınlanmanınakılcılığını evrenselbir değer olarak kabul ediyor, ama bu kabülükapitalist modernleşme bağlamındadeğil, kültürel modernleşmebağlamında ele alıyor. Bu positifanlamı aynı şekilde kabul eden Dussel,“ama öte yandan modernizm ikincil ve negatif mitikiçeriğiyle şiddet pratiğinin haklıçıkarılması anlamına da gelir”diyor. Edebiyatta ve sanatta modernizm 1850’deBaudelaire’le ve 1880’de Nietzsche ile birliktegündeme geliyor. Antonio Negri und Michael HardtAvrupa modernizmini 14 YY’ınbaşlangıcına geri götürüyor veasıl devrimci uğrağı buradagörüyorlar. Modernleşme 1850’den itibareneleştirel bir bakışla kavranmayabaşlanıyor, dünyanın büyüsününbozulması, dayanak noktalarınınçökmesi, anlamın dağılması,bütünlüğün parçalanması, kısacasıaydınlanmanın, aklın devrimcihareketinin vaadlerini, ütopyalarını yerinegetirememiş olması durumuylahesaplaşmalar başlıyor. Marksizm de buhesaplaşmanın bir parçası doğalolarak. Ama bu eleştiri reel sosyalizmin deçöküşünden sonra postmodernler tarafındanradikalleştiriliyor. Lyotard’ın büyükanlatıların sonu söylemi de bu bütünün içineotursa gerek. Ama burada başka sorunlar da var:Sözgelimi postmodern söylem modernleşmeninyarattığı hayalkırıklığının içindençıkan eleştirinin radikal bir devamımı yoksa ondan bir kopuş mu, birsürekliliği mi temsil ediyor yoksasüreksizliği mi? Her ne kadar farklıdüzlemlerde insanın özgürlüğü vaadindebulunan tarihsel söylemler (öncehırıstiyanlık, sonra aydınlanma,sonra da marksizm) fos çıkmış olsa dayine Habermas’a göre aklın gücü tükenmişdeğil.Modernist edebiyatın pozisyonu: edebiyattamodernizm (1850-1930) bütün akım ve ifadeçeşitliliğine rağmen batıtoplumunun modernleşme sürecinde öznenin hayalkırıklığını dile getirenama hala ütopyalarından da tam anlamıylavazgeçmemiş olan, anlamarayışını sürdüren estetik birparadigma. Bu açıdan bakınca Brecht de,Rilke de, Kafka da, ekspresyonistler de, sürrealistlerde modern olabiliyor, hem toplumsal hem de estetikparadigmaya baş kaldırdıklarıiçin. Picasso anlamındağıldığı bir dönemetanıklık ettiği için biçimleriçarpıtıyor, sürrealistler aklın nedenli güvenilmez olduğunu göstermek içinakıldışına yöneliyor, Kafkaöykülerinin kurgusu içinde rasyonel bir düzlemdenaniden irrasyonel bir düzleme atlayabiliyor, Hessebatınınakılcılığınıbırakıp Siddartha’da doğunundünyasında anlam arayışınagirebiliyor, Brecht marksizmi tüketilmemiş biralternatif olarak gördüğü için çareyisosyalizmde arıyor. Belki bu nedenleyabancılaşma, yalnızlık, anlamçözüldüğü için anlam arayışları,güvensizlik dönemin en önemli temaları halinegeliyor. Ve tabii aydınlanmanınbaşlattığı, çelişkilerininbireyi hırpaladığı birkapitalistleşme süreci içinde olup bitiyor bütünbunlar. Ama ortak bir yaşantı olan bu durumkarşısında her bir akım, her biryazar kendini farklı bir biçimde ifade ediyor.
YAZARI:
BUSELIK DERSEAADET


GENÇ ŞİİR


F.Pınar Saltadal

Kilitliyim şehrimde
Kurtulamıyorum renklerin gazabından
Kader çelik mahmuzlarıyla çanımı yakıyor
Gözlerimi açamıyorum korkunun acısından

Grilerden kurtulamadı Istanbul
Yüreğimdeki kasvet
Şehrimin semalarına da bulaştı
Ne yazık!

Kedilerin karası
Kitaplarımla bile arama girdi
Kedilerimin sarısı kucağımda otururken

Canım kendimi bile çekmiyor artık
Saçlarıma bile dokunamıyorum
Isteksizliğin sinsi keyfi yapıştı yakama
Bırakmıyor
Annemi bile aramıyorum
Elim telefona gitse bile
Tuşlar kaçıyorlar sanki benden…

Yalancı oluyorum

Tanriya bir uyku sipariş ettim dün
Uzun, inci beyazı parlak bir elbise giyip
En sevdiğim kırmızı saten nevresimimi serip
Üzerinde kandelen gibi yatmak istiyorum sensizliğe
Gözlerimi sıkıca kapamak
Ve son kez koklamak
kokulu çaylarımın buharına karışan sandal ağacı tütsümün kokusunu
külleri çıpak ayaklarıma düşsün
ninnim olsun kedilerimin mırıltıları
yastığıma gömerken ıslak sarı saçlarımı

üzülme yanımda olamadın diye
ellerimi de tutamadın nasılsa
varsın bakma son kez deniz mavisi gözlerime
yalnızlık çok uzun zamandır gölgemdi zaten
bu yarı karanlık hayat yırtmacında


uyumak istiyorum


Hale İzgi Özçiçek

suskunun yazısı...
Yazabiliyorken ellerim,görebiliyorken gözlerim ,yüreğimin kolları
sarabiliyorken gönül şehrimi,kalem dağılmadan kağıda akışkan bir üç nokta
ile gidiyorum gidebildiğimce...Bitti diyemeden söze tekrar başlıyor kelâm.

Ve
araya sindirdiğim bunca bağlaçla yürüyor yazı yazgısınca...

Bir kuş kanadında uçabiliyorken gönlüm bazen, içtikçe susadığımı görüyorum
pınar başında,bu tuz ,bu susuzluk ,gitgide kuşlara bakışımı
arttırıyor...Kuş olup uçuyorum belki de gönlümce...ya da vurgun yer gibi
dibe çöküyor kentlerim...

Bir deniz arıyorum belki de,sözün tam burasında...dalgasında haşinlik
olan...yosun kokan her adımında...ve kalbi olan herkes ,kalbinde denizine
hasret sanki...Öyle yakın ki karşı kıyı ve öyle uzak ki güneş...deniz
kızlarını anımsatıyor denizli her masal...yakamozlar arıyor Yunuslar...

Ve yazı yazgısında kararlı yol alabiliyorken...kararsız da olan tüm yazılar
noktada kalamıyor bunca üç noktadan sonra...Hep bir öncenin bir sonrası,bir
son anında bir öncesi var...ezeli,evveli gittikçe uzayan yollar...bu yazı bu
yazgıda bitmez ki hiç...


Bir mavi tutunuştu her şeyim hiçbir şeyinde...
Bir uçuş ,bir kanat açıştı mavideki her şey...
Hiçbir şeydi..
Her şeydi...
var edenin var ettiği kadar mavi...
Düşler,düştü ellerimden ...düş oldu
yoktu ki zaten.

Hiç beklemezken ,hep beklemezken
sonunda vara vara yine kendime vardım ..içime...
meğer ki kalbimizmiş...
kalpteymiş ...

aşk bahane olmazlarıyla ve olurlarıyla.


Nilay Akyıldız
Ümitsizliğe düşenlere…

Ümitsizlik şafakta kapıyı çaldığında;
yani umut daha henüz doğarken
ve dün ile bugünü ayıran çizgi
bulutların arasında kaybolmuş,
ve güvenin gidisinden bu yana
hayli vakit geçmişken.
Sevgi üzerine söylenecek pek bir şey
kalmamış hayatta
diye mırıldanırken kendi kendine
ve atamazken içindeki bu hüznü
karanlığı,
ve boşluktaki yürüyüşlerini.

Gözle yalnızca bir ağacı.
O ağaç ki değerli bulmuş bu hayati
büyüyüp, serpilmeye.
Uzatmış benliğini göğe
ve güvenmiş
havaya,
suya
toprağa.

Göz kamaştırıcı bir özgünlükle
tılsımlı gecelerde salmış saclarını.
Şehvet yüklü esintiler
taşımış
tohumlarını.
Ve gebe bırakmış uzak
toprakları.

Her yer buram buram
aşk kokarken
ve öpüşürlerken sevgililer
sen küstüğünde
ve içerlerken aşktan
kana
kana

zannetme ki sen bu aşktan
mahrumsun!
Fakat düğümlenmiş kalp ne kadar sevebilir?

O akça pakça
kadının
kolları,
elbet
ister
seni de
sarmak
silmek
gözyaşlarını
zarif
dokunuşlarıyla

İzin ver
girsin bu tılsım
kanına!
Eritsin içindeki
donukluğu
aydınlatsın
karanlığını!

Ve korkudan kasılmış
omuzların
canlanınca
yeniden
ilk karıncalanmayla.
İste hissedersin
o zaman
ilk defa!
Hayallerindeki
yaşamını



Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***