Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



1+1 Şiir



kayıp b akış


/uyandım ağırbaşlı ateşe.
y akmıyor um bak: gücüm inkarda sınandı
delik deşik gölgemi kaplayan tül hafifliğinde/


içim hırçın gök
dışım utangaç toprak
aklım
arada kalmaya alışık:
gökten alıp yerden ediyor beni
sahipsiz kokum yayılıyor zamana

kırmızı şal rengiyim en fazla
omuzlarımı ört diye
soyunuyorum saçlarımdan
boylu boyunca unutuyorum tonumu
yatık gemi dalgınlığında
aklımca dalgayı tekmeliyorum
topraktan boşalıyorum da
menzilimi kaybediyorum gök dokununca

çatlamış nar tedirginiyim yataklarda
günahın hasat şenliğinden topluyorum tohumu
ne ki ellerimden biliniyor
gizlenen de açığa vurulan da
sırf bu yüzden saydam bir ömrü sınıyorum nar izinde
binlerceyim gör diye dağılıyorum
teklikten çokluğa adlanma hevesinde

uyanıyorum. içimden
dışıma bakıyor buluyorum gözlerimi.
titreyen günün ortasın a d üşüyorum
günah tohumları saçılıyor hayata. sokaklar ıssız
kentler kalabalık gibi içim dışıma
dışım içime küskün bir akış gibi
diyorum. diyorum da
üşür olduğumu düşünürsün
diye aklımdan aklanıyorum
bir beklentinin ortasında alnımdan vuruluyorum
benden biliniyor bu da
ellerimi koparıp atıyorum oracıkta steril tohumların canından oluyorum.

/
göz alıcı yaşamaklara inansaydık hiç değilse!
aynı yankıyla konuştuğumuza emindik nasılsa
ve acımaklı.
inkarın gücünden habersiz ve dokunaklı
.
.
.
.
yasaklı ve
ağzı bozuk ömrü aklar gibi dünlerden
hep bir beklenti gibi söz ediyoruz ya kendimizden
verdiğimiz nefesin dönüşü yok
alınan nefes pahasına açılıyor ağızlar
iyi eder gibi sevecek an yok ve nefreti dölleyecek
cesaret de.
hiç değilse inanabilirdik. anımsa
böyle utangaç
böyle hırçın
kılmasaydık
karanlığı
inanırdık: içimize de dışımıza da
.
.
.
ne ki artık:
gölge hafif
tül uçucu
n ar çatlamış
gibi günler
her yanımda is
gibi
yatık gemi bekleyişi
.
.
günler diyorum ya bir akışın sesinden
bakma sen. asıl tünlere benzer akıl:
dil’im ucunda
unut’u ve an’sıma arasında
gidip
gelen
sarkaç kaypaklığı
.
dışarının dilinden içe sarkar gibi
bata çıka
akıl diyorum ya
y utkunuyorum ya
inanma diyorum ya

inanma!
kaybediyorum
onu da

damla

damla

Şiir: Ela Dincer




* * *

PANORAMA

bir helikopter böçegi
uyandı bakındı
etrafına

elinde

koz bir kibrit


Şiir: Davut Yücel


PABLO NERUDA...



Kim sevebilir bizim gibi? Arayalım


Yanmış bir yüreğin eski küllerini,
Benekleyerek tane tane öpüşlerimizle
Diriltene kadar öksüz bir çiçeği.

Bağlanalım sevdaya, senin meyvanı özümsemiş,
Gücünü ve yüzünün suretini toprağa vermiş:
Sen ve ben , sönmeyen bir ışığız,
Onun ince çıtırtısız başağıyız.

Gömülmüş aşka doğru, geçip nice zamandan,
Kardan ve bahardan, unutuş ve sonbahardan,
Yaklaşsak yeni bir elmanın ışığına,

Açılmış tazelikten yeni bir yaraya,
Sessizlikte yol alan eski bir aşk gibi.
Örtülmüş ağızlardan bir sonsuzluğa.

Şiir: PABLO NERUDA
Çevirisi: Adnan Özer


Öteki Nabokov'a Kısa (bir) Yolculuk// Borges Defteri



Ünlü yazar Viladimir Nabokov'un farklı zaman dilimlerinde dostlarına, yayıncılara, dergi editörlerine gönderdiği mektuplar onun iç dünyasına da ışık tutuyor.
Sürgünde yaşamını sürdüren "Lolita"nın yaratıcısından Türkçeye aktardığımız birçok mektubundan kısa örnekler sunacağız.
defter
I.
Nabokov ünlü yapıtı Lolita romanını Ocak 1954 tarihinde tamamlar, (romanın redaksiyonunu kendisi yapar) ve Şubat 1954 tarihinde birkaç yayıncıya şu kısa mektubu gönderir:
"Yeni bitirdiğim bir "zaman bombasını" yayınlamaya hazır mısınız?
Bu bomba 459 sayfalık daktiloyla yazılmış bir romandır."
Nabokov
3 Şubat 1954

II.
1961 yılında Londra'dan yazan bir editör ona yazılı olarak 4 adet soru
gönderir..
Sorular şunlar:
1- Nasıl yazıyorsunuz?
2- Ne zaman yazıyorsunuz?
3- Nerde yazıyorsunuz?
4- Kimden ilham alıyorsunuz?

Nabokov (eşinin anlattığına göre) bu soruları okuyunca tebessüm ederek
sırasıyla şu yanıtları (eşine) kaleme aldırır:
1-Kurşun kalemle
2- Her zaman
3-Her yerde
4-“İlham perisi” beni bulur.

1961
Nabokov

Times / London editörü 1962 yılında onu Uluslararası Edinburgh Edebiyat Festivaline davet eder. Nabokov davet mektubunu alır almaz şu yanıtı gönderir.

“ Adımı Uluslararası Edinburgh Festivalinin katlımcılar listesinde gördüm!
Listede saygı duyduğum birçok yazar vardır, ama başka adlar da gözüme çarptı.
İlya Ehrenbergh (“Çözülme”adlı romanın (Rus) yazarı /defter), Bertrand Russell ve Jean Paul Sartre gibi isimler.. bu adlarla beraber hiçbir toplantıda, hiçbir sebep, nedenden dolayı yer almak istemiyorum. Söylemeye gerek yok, bu toplantıda yazarların sorunlarını ve roman(sanatının) geleceğini tartışmak gibi konularına hala çok ilgisiz biriyim..
Bu konuyu davetiye mektubu ve adımın davetliler arasında görmeden önce özel olarak düzünleme komitesine bildirmeyi çok isterdim.

30 Mayıs 1962
Nabokov

New York Times Gazetesinden Tomas Hamilton mektubunda (1969 tarihli) Nabokov’a tek bir soru yöneltir, Apollo uçuşlarına ve insanoğlunun Ay’a adım atmasına işaret ederek:
“ Sizece Ay’a inmenin ne anlamı var?”

Nabokov’un yanıtı:
“Ay üzerinde usulca yol almak. Çakıl taşlarını incelemek. Korkuyu ve olayın görkemli yönü tatmak.. Bulantı duygusu.Yeryüzünden kopmak.. bir kaşifin ulaşabileceği en üst romantik duygu..”


Nabokov Mektuplarından
Çeviriler: Borges Defteri
2008

NABOKOV VE 'GÖZ' ROMANI İÇİN// Borges Defteri
Nabokov ve bir öneri ve kısa açılım..
Onun “Göz”(The Eye) adlı romanını hala okumayan okurlara öneririz, Nabokov yapıtları arasında özgün bir yeri olan bu kitap ilk görünüşte bir sevda masalını andırır, ama perde aralandığında sayfaların arasında kendi ekseninde kıvrılan ve “isteyen” bir yüreğin nasıl küçümseneceğini ve hatta cezaya çarptırılacağını duyumsayacağız.1920’lı yılların Berlin kentinde başlayan “göz” bir pazılı andırıyor! Anlatıcı umutsuzca ama tedirginliğini, merakını de elden bırakmadan Semerov adlı adamın kişliğini deşifre etmek ister, öyle birisi ki sanki anlatıcının kendisi gibi hep tanıdıkların arasında yaşar.
Nabakov bir oyun tuzağı kurarak okuru da bu oyuna müthiş bir ustalıkla davet eder ve bulduğu ip uçlarını adeta hakikati gizlemek için kullanır. Nabokov size bir pazıl sunuyor ve adeta zaman zaman hepimizi yoklayan o “Cehennem Aynalarından” geçirmemizi istiyor bizden, öte yandan varacağınız sonuca da ikna olmalısınız!
Kılı kırk yararcasına ve zekice bir görsellik ve görüntü kareleriyle Nabokov şunu aktarmaya çalışıyor hepimize: hiçliğe abartılmış biçimde trajik ve yer yer mizaha da baş vurarak
dokunmamız olasıdır…
‘Burada bir açmaz olduğunu gör: dip ve doruk birbirine, orta noktanın her birine olduğundan daha yakındırlar.’ der bir eski Lübnan masalı, dip ve doruk ve filiz sürmeyen aşk!
Ölür mü, yaşar mı?
Görüntülere “oyulmuş” sisi merak edenler için… // Defter

“© COPYRIGHT’IN CANI CEHENNEME!
Bu yazıyı herhangi bir edebiyat-sanat dergisi ve edebiyat portalı özgürce kullanabilir.
(defterin adı verilirse “insanlık namına” sevineceğiz) // DEFTER


Dostoyevski ve Optina Pustin!..// Borges Defteri



Dostoyevski' nin ünlü yapıtı "Karamazov Kardeşlerin" doğum yeri olan Optina Pustin Şatosu yeniden "canlandı"! Jisdra nehrinin kıyısında yer alan ve yüksek bir tepeden Dostoyevski' yi selamlayan bu şato. Tüm Rusya'da neredeyse yeniden ortaya çıkan iki tarihi kişilik bu Şato yolunda da kendilerini hissettiriyorlar. Dostoyevski ile bulumşa saati yaklaşırken, usulca yol alan taksinin aynasında Stalin ve İsa Peygamber aynı anda size göz kırpıyor! Birbirinin reddi, inkarı! Ama burası Rusya ve Dostoyevski' nin yurdudur her ne kadar artik o Dostoyevski'nin sözünü ettiği "OPTA" lakaplı yol korsanları günümüz Rusya’sında “Dörtlü Oligarş” biçiminde geri dönselerde, bu yol ve Dostoyevski düşü hala güvenlidir.
Dostoyevski'nin yazın hayatında bu mekan o denli önemliydi ki neredeyse Karamazov Kardeşlerin ilk giriş bölümleri bu mekanı anlatmakla geçer, sonra işin kökenine de işaret ederek, tarih süresince çalmadıkları, çırpmadıkları servet bırakmayanların günün birinde "yola" gelerek ve de Dostoyevski'nin deyimi ile "onca günahtan" arınmanın yollarını bu Şato ve Kiliseyi yaptırarak kurtulmaya çalışırlar. Resim aslında toplumumuzda cereyan eden olguları açısından da çok tanıdık geliyor!
Olmadık rezilliklere imza atan, her türlü ahlaki çöküntüyü, alçaklığı en kestirme yolla temizlemek isteyen ne çok "tanıdık" suret var toplumlarımızda..
Bir görkemli tarihi mekan nasıl olur da Dostoyevski'nin yazın hayatında bunca önem kazanır? Onu "yegane" kılan şey neydi? Bir çeşit bağlılık mı? Yoksa alışkanlık duygusu?
O dönemlerde Rus edebiyat severler ve Dostoyevski okurlarının hayatına yeni bir "aziz girmişti, yaratıcısı yine Dostoyevski'nin o inanılmaz zekası ve güçlü düş dünyası idi.
Aziz Zosima'nin bütün o görkemli ruhani özellikleri devrim öncesi bir toplumun vicdan sesine dönüşür.
Sonraki yıllarda Dostoyevski ailesiyle birlikte uzun Avrupa yolculuğuna çıkar, 1867-1871 yıllarını kapsar bu yolculuk. Bu yolculuk sırasında daha sonra edebiyat tarihinin baş yapıtı için tuttuğu notları toparlar (toparlamasına!) Ama çok önemli bir sonuca varır, Jisdra nehri kıyısından ne kadar uzaklaştıkça yazmakta zorluk çektiğini, çekeceğini kavrıyor.
Ta ki 1877 yılında Rusya'ya döndükten sonra okurlarına bir müjde verir:"Tanrı hakkında yazacağım" der ve yine kendini Optina Pustin'in güzelliğine bırakır.
Optina Pustin mekanına tutkuyla bağlanan bir başka meraklı genç okurunu tesadüfen bu bölgede keşf etmesi onun için en dingin saatlerin geçmesine de vesile olur. Çünkü bu genç adam ayni zamanda Felsefe aşığı ve felsefe alanında çok ciddi emekler sarf etmiş birisiydi:
İsmi :Vladimir Soloviev.
Vladimir Soloviev onunla uzun uzun felsefe ve edebiyat üzerine sohbet eder, ve öğleden sonranın huzur dolu saatlerinde Optina Pustin gölgesi onları ağırlardı.
Karamazov Kardesler'in ortaya çıkmasında bir mekan ve bir kişinin katkısını-etkisini ne Dostoyevski inkar etmiştir ne de edebiyat tarihçileri o mekan Optina Pustin ve o kişi genç filozof Vladimir Soloviev’dur...
“Olağanüstü duygusallığa ve müthiş bir sanatçılık yeteneğine sahip olan Dostoyevski güçlü zekası ve zengin iç dünyasıyla dünya tarihinin izlediği gelişimi bireysel planda yineleyen bir yazardır. Bilinçaltına yönelerek karanlıkları aydınlatmaya çalışan Dostoyevski derinlikler psikolojisinin öncüsü kabul edilir. Kimilerine göre bugüne kadar yazılmış en güçlü roman olan Karamazov Kardeşler Dostoyevski'nin karmaşık çözümlemelere dayanan gizemlerle dolu olan romanıdır. Dostoyevski, bilincin karmaşık ve çelişkili yanlarını olağanüstü biçimde araştırdığı bu romanında aynı zamanda günahların acıyla ödenmesine dayanan felsefi düşüncesini de sergilemiştir. Karamazov Kardeşler"deki baba katliyle Dostoyevski'nin köylüler tarafından acımasızca öldürülen babasının akıbeti arasında ilişki günümüz modern psikolojisinin önemli uğraş alanlarından birini oluşturur.”
Sonraki yıllarda sözkonusu mekan ve çevresi, insanları Dostevski’nin hayatında nerdeyse bir ruhsal terapi merkezine dönüşerek kurtarıcı rol üstlenir..böylesine mekanlar, kişiler insan zehrini alan dostlar gibiler..
kaldığımız yerden devam ederiz...
Bitirmeden bir anıyı aktarmadan da geçemeyeceğiz,
Biri Arap, diğeri Pers iki çok önemli şair ve eleştirmenin Ayasofya'nın üst katına tam 4 saat süresince kapandıkları da tesadüf değildi, toplam 18 saat kalabilecekleri bir kent ve nerdeyse bu sürenin yarısını bu mekanda geçirmek istemeleri... ve sonraki yıllarda her ikisinin hem şiirine hem deneysel metinlere giren mekan..
oysa, yani başımızda duran ve neredeyse 3000 yıllık tarihi barındıran bu kent ve mekanları
ne denli yazarından, çizerinden uzak bir yerde soluk alıyor... İstanbul ve çevresinin sadece fenerleri yeter, artar bile...
Nerdeler? hangi yapıta girebildiler barındırdıkları onca korsan düşü ve düşüşleriyle, yükselişleriyle? cılız birkaç dize ve pasajdan öteye geçmedi.
Bir düşünün ki yeryüzünün ilk "su meyhaneleri" (evet, kentin değişik kaynak sularından toparlanan farklı tatlardaki sular sunulurdu bu mekanlarda, gerçeği zorlayan bir masal sanki..) bir tek İstanbul’da var olabildiler, yeryüzünün başka hiç bir kentinde görmeniz, okumanız, duymanız mümkün değil...
ya bu İstanbul kentinin içinden bir zamanlar görkemli taş, granit, mermer kemerlerle taşınan Suyun Öyküsü?
Anlatıldı mı?


Saygıyla,


Borges Defteri


ÇİFTLİK KAPISINA VURUŞ // Franz Kafka




Yaz içinde pek sıcak bir gündü. Kızkardeşimle eve giderken bir çiftlik kapısının önünden geçtik. Kasten mi vurdu kardeşim kapıya, yoksa dalgınlıkla mı, yada hiç vurmayıp yumruğuyla yalnız gözdağı mı verdi, bilmiyorum. Yüz adım kadar ötede, sola kıvrılan yolun kenarında köy başlıyordu. Tanımadığımız bir köydü, ama daha ilk evi geçer geçmez ortaya birtakım adamlar çıkıp bize el etmeye başladılar, dostlukla ya da uyararak, kendileri de korkmuş, korkudan iki büklüm. Bize önünden geçtiğimiz çiftliği gösteriyor, çiftlik kapısına vuruşu anımsatıyorlardı.: Çiftlik sahipleri bizi dava edecek ve soruşturma da hemen başlayacakmış.

Ben pek sakindim, kız kardeşimi de yatıştırdım. Belki kardeşim asla vurmamıştı kapıya. Hem vurmuş da olsa, dünyanın hiç bir yerinde suç sayılmazdı bu. Çevremizi saran adamlara da durumu anlatmaya çalıştım; beni dinlediler, ama bir yargı vermekten de kaçındılar. Sonra dediler ki, yalnız kız kardeşim değil, onun ağabeyi olarak ben de dava edilecekmişim. Gülümseyerek başımı salladım. Uzakta bir duman bulutu seçip alevlerin yükselmesini bekler gibi, hepimiz başımızı çevirmiş, çiftlikten yana bakıyorduk. Ve gerçekten çok sürmedi, ardına kadar açık kapıdan içeri atlıların girdiğini gördük. Yerden bir toz bulutu kalktı, her şey toz dumana büründü; yalnız atlıların uzun mızraklarının uçları ışıl ışıl parlıyordu. Ve anlaşılan daha avluda gözden kaybolur kaybolmaz atlarının başlarını döndürüp üzerimize doğru gelmeye başlamışlardı.

Kız kardeşimi yanımdan itip uzaklaştırmaya çalışarak, kendim her şeyi çözümleyeceğimi bildirdim. Ama kızkardeşim beni yalnız bırakmaya yanaşmadı. Ben hiç değilse üstünü değiştirmesini, bayların karşısına daha iyi bir giysiyle çıkmasını söyledim. Sonunda sözümü dinleyip evin uzun yolunu tuttu. Atlılar yanımıza gelir gelmez, daha atlarından inmeden kardeşimi sordular. Ürkek çekingen, şu anda burada olmadığını, ama geleceğini açıkladım. Sözlerimi adeta ilgisizlikle karşıladılar; beni bulmuşlardı ya, bu kendileri için hepsinden önemli görünüyordu. Başlıca iki kişiydiler, genç ve dinamik bir yargıçla onun Asmann denen sessiz sakin yardımcısı.

Derken köy odasına buyur edildim. Başımı sallayıp pantolon askılarımı çekiştirerek, bayların keskin bakışları altında ağır ağır yürümeye koyuldum. Ben kentliyi, bu köylü insanların elinden kurtarmak, üstelik onlardan saygı görmek için tek bir sözün elvereceğine inancımı neredeyse hâlâ sürdürüyordum. Ne var ki, köy odasına gelerek eşikten içeri ayak atar atmaz, benden önce seğirtip içerde bekleyen Yargıç'ın: "Bu adama acıyorum!" dediğini işittim. Ama bununla benim o anda ki durumumu değil, ilerde başıma gelecekleri anlatmak istediği tüm kuşkuların üstündeydi. Oda, bir köy odasından çok, bir tutukevi hücresine benziyordu: Döşemede kocaman malta taşları, çırılçıplak kara bir duvar, bir yerde ucu duvar içine yerleştirilmiş demir bir halka, ortada yarı kereveti, yarı ameliyot masasını andıran bir şey.

Acaba bundan böyle bana tutukevi havasından başka bir hava solumak kısmet olacak mıydı? İşte büyük soru; daha doğrusu salıverilmekten umudu kesmesem, o zaman söz konusu olacak büyük soru...


DURUMLAR-I



Durumlar I-

Lettrist Enternasyonal oluşurken bu genç insanların kafasında olan: kendilerini meşgul edecek bir şeyler yapmak ve dünyayı değiştirmeyi denemekti. Sol denilmesi gereken bir avuç kafeterya müdavimi ve bilirci bir eleştiri tekniği, işte bu da Sitüasyonist enternasyonal noktası idi. Oluştururken içinde olmak ile tarihin ilerisinden yaşanmışlığa bakmak bugün Sitüasyonist üzerine konuşurken ya da yazarken birçok alanı daha onun içine dahil etmemizi sağlar: geçici otonomlardan punka, sokak şiiri ve diğer sokak sanatlarına değin.
Lettrist Sitüasyonist Enternasyonalin başka bir zaman dilimine ya da şimdisine adapte edilmesinden bahsetmek bir takım gerçekleri anlamamış olmakla eş anlamlıdır, böyle bir süreçten bahsedilemez oluşunun tek sebebi zaten an içinde organizmanın var olması yaşam sürmesidir. Guatemala katliamı hakkında lettristlerin duvarlara ne yazdıklarını hatırlayalım mesela: “Guatemala artık turizme elverişli bir ülke haline getirildi”. Ne diyebilirsiniz, “Bosna-Hersek, Kabil, Bağdat yeterince turistize edilmedi mi” derim ben mesela. Belki de masada yatanın bir kadavra olmadığının bilincine varmak gerek hepsi bu. Gerçek şiirsel an, tarihin ödenmemiş tüm borçlarını gündeme getiriyorsa Sitüasyonist Enternasyonal bakıyla o zaman tarihin tüm borçlarını şimdiye taşımanın mümkünlüğü üzerinden durum yaratmak asıl olandır. Şayet içimizde biraz istek ve güç varsa, tüm gereksiz romantik kuram budalalıklarından ve yetkinlikten uzak ezberci-ansiklopedik entel zırvalardan arınıp/kurtulup insanların eyleme geçmesi gerektiği üzerinde duralım. “Ölçünün sınırlarını yıkmak”, işte böyle bir cümle ile çok şeyi özetlemiştir S.Enternasyonal ve bu cümlenin varlığı şimdi birçok karşıt çeneyi kapamaya tek başına yeter anlayabilen için. Oysa devlete bakınca, ölçü ve sınır fetişisti akademik kabızlıkların ve köşe kapmış sanat sevici ve satıcılarının çeşitli “platform”larda varlıklarına savaş olan bir hareket üzerinde konuşmaya çalıştıklarını görüyoruz. “Şimdi zamanın ölülüğüne dur deme vaktidir” Sitüasyonist düsturunu ya bilmiyorlar, okumadılar ya da anlamadıklarından dolayı yok sayıyorlar. Onlar, yüzyıllarının içinde-n çıkmak için kendilerine göre en iyi çabayı verdiler. Oysa “şimdi”nin ve “sanatçı kişilerinin” çağın dışına ve zamanın dışına çıkmak gibi bir dertleri olmadığı: kültür-sanatın kokuşmuş durağanlığı ve siyasetin derin çıkmazından net bir şekilde belliyken, insanlar; gerekirse Marxizmi daha daha romantikleştirip satışa çıkararak an ve mekan dahilinde kendilerini ve küçük iktidarlarını varkılma ve sürdürme kaygısından başka hiçbir şey gütmüyorlar. S. Enternasyonalin suç mimarisine baktığı noktadan bakıldığında mimari için söylediklerinin günümüz kültür-sanat camiası için geçerliliğinin ilgi çekmemesi imkansızdır. Enkazlar inşa edilmeye devam ediliyor. Gazeteler, televizyonlar, radyolar ve dergiler her bir organ enkaz inşa ediyor ve bunu savunuyor da: “öyle değil ki!” diyor. Ama zamanın gerçek sanat savaşçıları biliyor ki öyle! Bizim planlanamayan şehirlerimiz ama kibarlaştırılmış bir semtlerimiz ve emlak rantında ulvi sanat insanlarımız var. Ama hal öyle bir haldir ki bugün Sitüasyonist yaşam, bir yaşanmışlık olarak aynı coğrafya ve dahil olan insanlarınca bir kültür nesnesi haline getirilip kullanıla da biliyor, kör gözlerin sağır dillerin izleğinde. Oysa yıkımın başladığı ve başlaması gereken yerlerde elitist enternasyonalin varlığı söz konusudur ki işte yıkımın şimdide başlaması gerektiği alanlardan biridir bu. Şehirde devrimin başlayacağı işgal edilmemiş bir sahanın varolmaması sözkonusu edilemez olduğu gibi, işgal altındaki şehir için savaşmamakta zaten başlıbaşına hatadır. Artık gelecek kaygısıyla hareket etmeyen genç insanların yapması gereken fazlasıyla iş olduğu gerçeği yadsınamaz ve bunun için harekete geçilmediği sürece gerçekler kavramlar olarak kalacak ve birilerinin yanlış dilinde gevelenip duracaktır. Gelecek kaygısından kurtulmak toplumsal patolojinin vakası can sıkıntısı yaratısından da kurtulmayı destekleyecektir. Boş vakit yaratısı gerçeği can sıkıntısı saçmalığının varlığından dolayı ayaktadır bu da bize Sitüasyonist sürecin şimdisinde olduğumuzu göstermektedir. Sıkılan ve seyreden çoğunluğun içerisinden gelen sıkılmak istemeyen ve sıkılamayan bireyler ve bunların bir araya gelişi; üretileri, saldırıları, işgalleri, hackleri isyan ve devrimdir. Şunu unutmamak gerekir ki bizlerin bugün bir Vietnam Savaşına ya da romantizmine ihtiyacımız yoktur, uzak Afrika’ya ve orta doğuya ve balkanlara kafamızı çevirirsek her şey netleşecektir. İçimize dönüp bakarsak eksik olan bir 68 Mayısının farkına varmayız, yaratmamız gereken bir Mayısın eksikliğini hissederiz sadece, hepsi bu. Eylem(ler) içleri doldurulmadığı taktirde boş vaktin ve can sıkıntısının vasat formu bir değerlendirme biçimine dönüşecektir. Ki bu da sonuçsuzluk demektir. “Sitüasyonizm özgürlüğün devrimciliğidir.” Her alanda özgürlüğün. Yarattıkları toplum içi kurallar silsilesinin hepsinin üzerine çıkabilmiş bir özgürlük. Geçmişin Fransa’sında ya da İngiltere’nin göbeğinde 70lerde olup biten her şey şimdide imkânsıza değil kışkırmaya karşılık gelmelidir. Gerçek özgürlüğün yokluğunu ve değerlerini görmeniz gereken yer sokaktır, stencil yapmak, sticker yapıştırmak, kilisenin köşesinde uyuyabilmek, gündüz vakti slogan yazabilmek, bunların yaşamın doğallıkları olduğunu ortaya koymak/koyabilmek. Neden devrimi yaşamın her anında çağırıyor olmayalım ki.
“Gösteri”sini “sermayenin birikerek imaja evrilmesi” olarak netler Guy Debord. Fraksiyonu fark etmeyen tüm siyasal gösterilere dek yaşamın bütünü Debord’un 67’de anlattığı tümün özellikle şimdi yaşadığımız dilimde yeniden ele alınması gerektiğini ortaya koyar. Medyadan sanat satılan sahalara dek zihinsel ve fiziksel sabote noktalarının varlığının haritalarının çıkarılması sadece gerekmektedir, zaten onlar karşımızda durmaktadırlar. Fikirsellikle fizikselliği birbirinden ayırma yanlısı değilizdir. Güç, fikirlerin kanalize ettiği noktada lazım olan ve harcanması gereken gerçektir. Bu “kavga”nın gerçeğidir. Modern dünyanın geldiği hal dahilinde bizler bunu yapmak durumundayızdır, yoksa onlar ait hissettiğimiz değerleri bizlere dahi pazarlamaya kalkıştıkları bu oyunu vasat çoğunluğu yanlarına alarak sürdüreceklerdir. Oynadıkları oyun öyle bir hal almıştır ki ait olduğumuz değerlere düşman olduğumuz şeylerin bizle beraber yanındaymış gibi davranarak sözde karşı çıktıkları şeylerin kendileri formuna bürünen bu insanlar gösterinin de en renkli kuklalarıdır işte. Demokrasi sahtedir, istemlerin sahteliğidir özde duran. Gösteri toplumsal denetim mekanizmalarından biridir. Gösteri sahte özgürlüktür. En basit anlamıyla; imajın şeyin yerine geçmesi olarak açıklanabilecekken maddeleştirilen ontolojinin de derin iziydi, kapitalleştirilen din gösterinin önemli alt okumalarından biridir.
Fikirsel olarak harekete geçmek için nasıl ki gereken her şey elimizin altında ise fiziksel olarak harekete geçmek için de bize lazım yegane şeyin zaten içindeyiz: şehrin! Komün ve şehircilik çoğunlukla aynı cümle dahilinde sözkonusu edilir, zira: komün dendiği vakit insanlarda uyanan kelimenin sözlük anlamı ile enternasyonal kullanımı arasında fark var, “planlamadan bağımsız, anlara, gözle görülür elle tutulur hale gelmiş olan anlara zemin oluşturacak, planlamanın anti-tezi olan bir şehir yaratmıştı komün. Baştan aşağı sıfırlanmış, sonrada baştan aşağı yeniden keşfedilen bir şehir” diye yazar G. Marcus. Kriminoloji, Türkçede “suçbilim” olarak karşılık bulmuş, S. Enternasyonalin Üniter Şehircilik Bürosu “kibarlaştırma”yı suçbilimin kollarından biri olarak görmekte elbette ki haklıydı. Bu noktada Enternasyonal şehirciliği düşünürken İstanbul’da gayet başarılı şekilde işleyen “suç”un üzerine eğilmek gerekir. Hepimizin bildiği gibi kibarlaştırmada eşsiz bir örnek teşkil eden İstanbul bizler için bir savaş ve oyun alanıdır. “Şehircilik diye bir şey yoktur, o sadece Marx’ın kullandığı anlamda bir ideolojidir” der Debord. Halkı, mimari üzerine düşündürtmeme noktasında devlet mükemmel derecede başarılıdır. Halkı düşündürtmeme noktasında sistem kökünden beri başarılıdır. Zaten düşünmemeye meyilli halka, sahipleri; mimarinin zorunlu gereksinim olduğu zırıltısını yedirmiştir. En basit anlamda onlara şunu demiştir: “Ne yani, sokakta mı yatacaksınız, kim istemez ki bir evi olsun.” Bu modern kapitalizmin en iyi işleyen uygulamalarından biridir elbette. Şehir planlamacılığı safsatası S. Enternasyonalin o zamanda belirttiği gibi olsa olsa “toplumun propaganda sahası” olabilir ancak! Onun olası tek gereği bundan başka bir şey olamaz. Nasıl ki Enternasyonal Fransa’sında Paris modernliğin yegane modeli idiyse bizim için şimdimizde bu model elbette ki İstanbul. Enternasyonalin kendi içindeki “devrim” mantığı için mimariye eleştiri getirmek kaçınılmazdı. Şimdimizin yegane eksikliği ve yetersiz güçteki savaşı işte bundan budur. O zaman söylenen şimdi buradadır: “Şehir ortamının bilinçli bir şekilde oluşturulması sorunu anca KİTLESEL BİR UYANIŞla gündeme gelebilir”
Çaresizliğe çözüm noktasında onların yaptığı gibi dönüp tarihe baktığımızda göreceğimiz biz için gene onlardır, Paris Komünü bizim için incelenmesi ve ezberlenmesi gereken bir maket gerçektir. Zira O, devrimci şehirciliğin gerçekleşmiş olan mutlak örneğidir.
Artık, mekan ile siyasi terimler arasındaki bağlantıları konuşmak, toplumun mekan içerisinde devlet tarafından ne hale getirildiği gerçeğini öne sunmaktan öte değiştirmek için uğraş vermek, anıtlarla, müzelerle, sanat satıcı ve sevicileriyle oyun oynamanın vaktidir.
“Her şeyden evvel dünyanın değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” diyecektir Guy Debord, şehri, iktidarın top sahası olmaktan çıkaracak yegane güçlerden biri gerçek sokak sanatçılarının yaratacağı geçici durumlarla oluşacak olan sürekli değişen dekor kullanımıdır. Ülkede her ne kadar poplaştırılmış olsa da -çok şeyde hep olduğunca- gerçek anlamda bu işi yürüten insanların varlığı ve geçici otonomları bizim için çok önemlidir. Şehri psikocoğrafya sahasına taşıyacak olan güç: sokak kolajları, grafittiler, sloganlar, hayat, sokak tümleşmesinin gerçekliğinden ve iktidarlardan sıyrılmaktan başka bir şey değildir. “Dönüştürmek” gerekli ve kaçınılmaz olandır. Şayet kendi şehrimizin bize ait haritalarını varedemiyorsak ne üzerine konuşabiliriz ki modern köleler olmuşluğumuzun dışında.
Peri masallarının toplum içine yayılıp rasyonelleştirisine dair bir amaç yoksa, sonsuz bir lunapark yaşamına inanılmıyorsa, sanrı vericilerden daha kuvvetli olduğumuza inanılmıyorsa, masal evlerinde gerçek yaşamlar sürmüyorsa, sonsuz oyun başlamamışsa, mikro topluma varamamışsak, geleceği şimdimizde doyasıya yaşayamıyorsak ve şimdi gelecekliğinden bahsettiğiniz zamansa zaten ve harekete geçmemişsek büyük bir sorunun ortasındayız demektir bu. Biz iş ve eğlence ayrımından sürüklenmeye, sanattan çalıntılamaya, toplumsal konum ve rol safsatasından anlık tüketim durumuna geçip “her şeyi her gün yeni baştan keşfetmek ve keşfedip kaybetmek” için buradayız. “Zaman ele geçmeyecek fırsatlardan örülüdür.”
Bizler sokaklarda devletin ve onun denetim unsurlarından ve güç uygulayan birimlerinden korkarak sinmiş bir köpek gibi yürüyemeyiz, yürümemeliyiz. Yapmamız gereken şey Onların dediğincedir: büyük gösterinin içinde sabotajlarla küçük delikler açmalıyız! Debord derki Lettrist Enternasyonalin insanları “hayatlarının efendileri ve sahipleridir.” Bu bizim hayatlarımıza kimsenin dokunamayacağı anlamına gelir!
J.V Martin’in bir fotoğraf üzerine döşediği gibi: “Constantine gibi bir faşistin karısı olmaktansa benim gibi bir orospu olmak çok ama çok daha iyi.”
Devrim halkın talebiyle başlar gerçeği yadsınamaz. İstemek ve başarmak ne kadar tuhaf sözcükler mi? Debord yangına benzin taşımanın iş olduğundan dem vururdu, ve biz yapılması gereken şeyin ortada olduğuna inanıyoruz zira kör değiliz!
Şenliği ve sabotajı birbirinden ayıran mantık bizden uzak dursun, şiirin savaşımına katılmayan ve sokağın debisinde akıp sistemle cebelleşmeyen de. Biz lettristlerin dada’ya “bunları biliyoruz, sıkıldık artık, başka bir şeylerden bahsedelim” dediği ve sahneyi işgal ettiği noktadayız.
Isidore Isou, yaratma süreci insanın en yüksek noktasıdır ve bu noktanın doruğunda sanat vardır ki sanatın en alası şüphesiz ki şiirdir demektedir. Önce şiirin genişlemesi kesilmiş, sonrasında şiirsel biçim öne çıkmış, biçim daha sonra saf mısra mantığı doğrultusunda ortadan kaldırılmış ve Mallarmé tarafından sese dönüştürülmüş, Tristan Tzara ise sözcüğü yok etmiştir Ona göre. Isou ise, Tzara’nın, “dada hiçbir anlam taşımaz”ı üzerine de yer alan “hiç” için şunu der: “hiç”, Tzara’nın sahnesiydi, “amaç”ı değil. Isou’nun tek derdi, harfi sözcük bütününden kurtarmaktı. O, bilincin içinde kaybolup yeniden ortaya başka bir algıyla çıkan yepyeni bir alfabe ve sistemine yönelerek kullanılmamış yeni bir dil yaratmak ve bu yeni yaratımla doğal olarak yeni sesler ve bu seslere yepyeni, bilinmeyen ve duyulmamış tonlar vermek istedi. Bu aynı zamanda, yaratma sürecinin, hayatta kalma dürtüsünden önce geldiğine derinden inanan Isidore Isou için yepyeni bir dünyanın da yaratılması anlamını taşımaktaydı!
Dil ile oynanmaya başlandığında o ya da bu şekilde belirli bir alan dahilinde ve kişi sayısında olsa da başka bir dilin mümkünlüğü nesnel olarak ortaya konur ve kabul edilirse, diğer insanlar kendi inandıkları dil (dil sistem) dahilinde tabi oldukları (itaat ve inanç) sitemi de sorgulamaya başlarlar.


Şenol Erdoğan, Otonom Z,
Potlatch Bülten, Borges Defteri (ilk YAYIN)



Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***