Bugünkü hüzün kokan koşullara hepimiz ortağız.
Kimse yakasını silkerek kendi vicdanını, ortaya çıkan kanlı pazardan sıyıramaz.
Varolan düzen ve sistemi hep beraber
koruyor, işbirliği içindeyiz. Sistem hemen hemen tüm bireyleri kirletti. Utanç ve cinayet mübadelesi. Karşılıklı ve
huzur içinde bir muamele. Adına mücadele
konulan o tek vücut ve öngörülü duruş bile değişmez ve pragmatik çerçevelere
mahkum kılınmış. Postmodernizmin temel
önermelerinden bir tanesi “öznenin ölümüdür”.
Ondadır ki bütün varoluş dünyasına ve de dünyaya, sanat’a, edebiyata
medeniyete, topluma, tarihe bir tuhaf metinler bütünü olarak bakar.
Kütleselleştirir. Gerekirse insan unsuru ekarte eder. “Hiçbir şey metinin
dışında mevcut değilse”, orada her birey gerekli biçimde metnin içinde yerleşir
ki bu da yalnız “dilin taşıdığı” (M.Foucault) “öznenin ölümün”’ne yol açar.
Kuramı, sahildeki kum tanesi sonsuzluğuna
benzetebiliriz, çünkü onu kapsayan sözün kendisinin istediği bütün anlamları
kastetmektedir. Ne yazık ki hayatla-memat arasındaki o ince çizgide durum
farklı biçimde gelişir, temel taşı “insan” olan kuramın kendisi onun karşıtına
dönüşebilir. Teolojik kitaplar, metinleri de havzanın içine katarsak, ilginç
sonuçlara varırız. Sorun sadece “okuma” problematiğiyle kalmaz, çünkü o alandaki
anlam ve içeriğin sonsuza vardığı, her şeyi, ama akla hayale gelebilecek her
şeyi kalın çizgilerle çevrelemesi, verdiği, aktardığı her sözün okurun yetenek, bilgi, yaşam deneyimi ve en önemlisi ruh haline uygun değer
biçilmesi ve aktarımın çeşitliliği, sınırsızlığı da (tersinden aynı kitabı
sayısız okurun okuması ve egzoterik yönelimlere kaymaları) kendine özgü bir
tavırdır ve sadece tasavvuf alanına da özgü bir şey değil.
Bir yanda “öznenin ölüm” fermanı (R.Barthes-Foucault)
ve diğer tarafta “Kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık” gibi oldukça sakin
ve dingin vurgu. (Kur’an.6. suresi).
Hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı ibaresi anlam
ve görünürlerin sınırsızlığıdır aslında, indirgenecek bir söz değil. Postmodern
düşüncenin önerdiği “dünya sonsuz bir metindir” çıkarsamasının aynasıdır
aslında. Ne yazık ki bu “ilginç”
ilişkiler yumağı ve sorgulamalar bizim yakadan gelmedi, ancak bir Derrida
gelmeli idi ve “işaret, olay, bağlam” demeliydi. Bauderillard ise işin “oyun”
tarafıyla ilgilenir, bu ise varlığın dilöncesi temel yapı taşlarını ortaya
çıkarma çabasıdır, hafife alınamaz. İnsanlık tarihi kadar eski bir kavram olan
“kendinden geçme”ye odaklanır ve bunu
çök önemli bulduğum “ Kendinden Geçme” kitabında kavramsal ölçütlerde
irdeler. Peki bu kavramın günümüzde ne gibi bir önemi olabilir sorusunun
yanıtı: görünür olmakta yatar. Postmodern dönemin akıl almaz hilesi, kara büyüsü, tılsımlı gömleğidir adeta.
Görüntüyü, görüneni manipüle ederek simülkarlaştırması.
İnsan’ın
öngörülmez olaylar karşısındaki(toplu kıyımlar, büyük göçler, çevrenin
yaşanmazlığı, tüketilen kaynaklar ve sonunda önüne bırakılan “öznenin
ölümü) toplu bir derinlik sarhoşluğuna
maruz kalması, tüm temel kavramsal
kaynak ve karşılaştırılmalı bakışları da
seyrekleştirdi. Artık ne dünya, ne de birliktelik ve bütünlüğün anlamı
kalmıyor. Her şey “merkez”e çekiliyor ve
içten içe öğütülüyor.
(Edebiyat dilinde “merkeze” kayma baskısına
tek meydan okuyan yazar J.L .BORGES olarak bilinir. Zengin anlatım dili ve
dünyasıyla).
Merkezin güç odaklanması reddine yine
edebiyattan bir isim öne çıkar: D.J Salinger. Düşlerini ve ruhundan süzülen
sözcüklerini Hollywood’un(devasa Amerikan “kültür” endüstrisi) tektar kurgu
oyunlarına kapatması, ve postmodern dönemde artık olağan sayılan ilişkiler ağına boyun eğmeden
varolabilmek. O korkunç yok oluş ve
yalnızlığa set çekmek. Yaratıcı yaşamın, iç sessizlikte “dışarıyı” dikkatle
izlemesi.
Doruk Satenay