Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



35 saniye // Bukowski





başarısızlıklar. birbiri ardına.
bir ördekgöleti dolusu
başarısızlık. sağ kolum
ta omuzbaşıma kadar
ağrımakta

aynen hipodromdaki gibi.
bara yanaşırsın
gözlerin korkudan
yuvalarından fırlamış
ve dikip bitirirsin:
bar bacaklar kıçlar
duvarlar tavan
program
atpisliği

yaşanacak yalnızca 35 saniyen
kaldığını bilirsin
ve bütün kırmızı ağızlar
öpmek ister seni,
bütün elbiseler yukarı sıyrılıp 
bacak göstermek ister sana, 
borular 
ve senfoniler misali 
savaş misali 
savaş 
savaş misali 

sonra barmen uzanır 
ve der ki 
duyduğuma göre 
bir sonraki yarışta 
6'yı sokacaklarmış. 

sen de 
canın cehenneme dersin, 
anneannenin evindeki 
artık orda bulunmayan 
beyaz bir bulaşık bezine döner suratı. 

sonra 
o da bir şey söyler. 

işte kolumu 
böyle 
incittim.


AÇIK ADRES ... // Ekrem Kahraman



1985 yılında Avrupa’da çağdaş sanatın en önemli dört ismi olarak kabul edilen Alman sanatçılar Joseph Beuys, Anselm Kiefer, İtalyan sanatçı Enzo Cucchi ile Yunanlı sanatçı Jannis Kounellis İsviçreli sanat tarihçi Jean-Christophe Ammann’ın ev sahipliğinde Basel’de bir araya geldiler.

Avrupa’da çağdaş modern sanatın artık çökmeye yüz tutmuş ideolojik alt yapısını, kültürel kaygılarını, temel ölçütlerini, estetik, ahlaki çıkmazlarını ve diğer yaratıcılık sorunlarını saatlerce tartıştılar, kendilerince bir çözüm aradılar.
Birlikte üretebildikleri tek çözüm ise eskisinin yerine yeni “Bir Katedral İnşa Etmek” ve bu gerçekleşene kadar da sanat yapmayı bir süre ertelemekti.
Türkiye’de günümüzde ‘çağdaş sanat’lıktan güncel çağdaş sanatlığa dönüştürülen yeni sanat da şu an koordinatları benzer bir çıkmazda. Artık 1990’lı yıllardan itibaren altı çizilerek ısrarla öne sürülen post-modern iddia da tıkanmış durumda. Artık bütün dünyada çağdaş sanat bir kez daha büyük bir ahlaki kriz ve tarihsel bir çöküşle karşı karşıya…
Çünkü küreselleşmeyle birlikte tüm insanlık ve çağdaş uygarlık değerleri de ahlaki, sanatsal ve kültürel olarak önemli ölçüde derin bir krize girmiş durumda…

Ne yazık ki artık masumiyet çağı adreslerimizi, kimliklerimizi ve ütopyalarımızı kaybettik. Hala tanıklarımız, tanıklıklarımız, belgelerimiz var ama bir türlü bulamıyoruz! Daha dün orada ve onlarlaydık oysa…
Fakat şu an ne durumdayız, neredeyiz, neyiz, nereye doğru yürüyoruz bilenlerimiz pek az! Aramızda kaybettiklerini “artık hükümsüzdür!” diye ret ilanları verenlerimiz bile var.
Hayatın artık alabildiğine kirlenmiş sokaklarında sahteleşmiş yüzlerimiz, kimliklerimiz ve adreslerimizle melül melül dolaşmaktayız...
Oysa ellerimizde açık adreslerimiz var ve kaybettiğimiz ne varsa o adreslerde…
Bir zamanlar sahip olduğumuz her değerli şey akıllarımızda ve gönüllerimizde kayıtlıydı. Şimdiyse hangi vatandaşlık, hangi IBAN, hangi vergi numaralarıyla ile kayıtlıysak onlarla dolaşıyoruz. Cep telefonlarımız, e-maillerimiz, bilgisayarlarımız var; fakat çoğumuzunki bir sonraki aramaya kadar çoktan değişmiş oluyor ya da ulaşılmaza düşüyor.
Sözüm ona güncel dijital teknolojilerimiz, iletişim kanallarımız arttıkça ilişkilerimiz artacağına daha da kopuyor...
Sonsuz, sınırsız, aşırı küresel hırs, vahşi kültürel benmerkezcilik, sürekli manipüle edilip bozulan koflaştırılmış bilgi insanlığı yeniden çok daha derin bir Ortaçağ'a doğru sürüklüyor. Hepimiz de tüm bu olanların suç ortaklarıyız.
Sözüm ona çok çağdaşlaştık, çok kimliklerimiz, çok adreslerimiz, çok dostlarımız, aşıklarımız, sevenlerimiz oldu. Sözüm ona kimimiz çok zenginleşti, kimimiz çok okudu, çok bilgi sahibi oldu; ama sonuçta hep birlikte bir kültürel, ruhsal felaketin tam ortasındayız. Her anlamda darmadağın, kimsesiz ve yapayalnızız…
Durumun geç de olsa farkına varmaya başlayanlar yeni yeni asıl olanın peşine düşmeye, sahiplenmeye başladılar bile... Aslında kimdi, neydi, ne kadardı, nereye kadardı ve nerede duruyordu yeniden aramaya girişildi ki günümüzün tek iyi gelişmesi de budur aslında…
Şimdi insanın ya da sanatçının önündeki temel soru şu: Yeniden katedral gibi dini anlamlar/formlar yaratmayı ve bulana kadar da iyilik ya da sanat yapmayı ertelemeyi mi deneyeceğiz yoksa yeni bir çağdaş kimlik ve sanat arayışına mı girişeceğiz?
Aslında her şey o kadar açık ki! Ellerimizde açık kimliklerimiz, açık adreslerimiz ve daha nelerimiz nelerimiz var: Hala yeterince kirlenmemiş, bozulmamış doğa, yeryüzü, gökyüzü, bilgilerimiz, tecrübelerimiz, yaşama ve hayal kurma arzumuz, geleceğe inancımız, insan, kültür, matematik, geometri, teknoloji…

Açık, Ekrem Kahraman olarak benim sanatsal, entelektüel alfabem de esas olarak bu alabildiğine yalın niyetler, sözcükler ve anlamlar ile arkasındaki gizemli atıl dünya üzerine kurulu… Yeni sergimin ismini de bu yüzden ‘Açık Adres’ olarak belirledim ve bu yeni/eski imgeler üzerinden ilerlemeye çalışıyorum. İstanbul’un gökdelenlerinin, sokakta yürürken üzerimizde hükmederek gezinen inşaat vinçlerinin, Anadolu’nun kıvrılıp giden sonsuz ve ıssız yollarının, tarlalarının, dağlarının, ovalarının, tepelerinin, ağaçlarının fotoğraflarını çekip resimlerin bitmelerine yakın üzerilerine pigment baskıyla geçiriyorum. Kendimce üst üste aşırı yığılanla, aşırı seyrekleşmiş geniş ıssızlıklarla, çoktan terk edilmiş, yok edilmiş hazır imgelerle insani olan arasındaki çatışmalı yaratıcı kurucu anlamı kurmayı deniyorum.

Kaldı ki kanımca zaten çağdaş sanat açısından sanat tarihinin kendisi de bir açık adres. O adreste günümüz sanatçısının kullanabileceği her tecrübe, her olanak orada olduğu gibi duruyor. Bir sanatçı olarak ben de oralardan kendimce çıkarsamalar üretiyorum aklımca. İleriye gitmek için kendime kullanışlı yeni kültürel basamaklar kuruyorum bir bakıma...


Ekrem Kahraman
2013


Defter'in notu: Kavramsal tartışma alanına çok ciddi  bir katkı olarak  algılanan yazı,  Sanatçı ve entelektüel kimliği ile son yılların  üretken sanatçılarımızdan EKREM KAHRAMAN’ın “AÇIK ADRES…” başlıklı son sergisi düzleminde yayınlanıyor, sadece sanat ekseninde değil, edebiyat ve düşüncde kulvarında da ürünler veren Ekrem Kahraman'ın "AÇIK ADRES"  tanımlı sergisi : 25 Mayıs-15 Haziran 2013 tarihleri arasında :: Antalya-Fikret Otyam Sanat Galerisi 







MAHZUN...// ULUS FATİH




''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

Bir zamanlar güneşin doğduğu yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.

Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, ilahi bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.

İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp, dillere destan sarayına götürülesiymiş!..



Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.

Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış. Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine kavuşası, bin bir düşüncelere savrulası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.

(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği bir halayık vardı ki, aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)
İşte Bir Sungu;
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor, dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Senin kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. O güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey melekler hayranı.
Canlar sunup, canlar alan.
Ezelin ebedi, sultanlar sultanı, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı; Rabia...''


Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli sayfasından…

‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. Celaliyiz, celalisin, celali! Bu neye yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir... Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti.



(İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?..''El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti''. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!..

(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur.)



İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.

Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o ''Demir Kafes'', dünyadır!..

Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştu; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’

...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman boyu yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )



Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşet dolu bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarıya çıkmadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı. Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.

Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine beyaz bir ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askeriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş ime time karışmıştı!..

Her maceranın bittiği yer, her yolun bir sonu vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; At sırtında meydana getirildiğinde, zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.



Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da ona izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından üç günde döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti.

Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken ve Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Harun’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş, maktulun yakınları bir gün olsun bayram edememiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..

El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı; Bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir bahtla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..

Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...
Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...
Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır.

ULUS FATİH


Tomris // Turgut Uyar


 
senin icin alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
alır başımı erzincan’a giderim seni düşünmek için
dörtlkleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için

bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
durmadan
dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan

kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
seni övdüğüm zaman
güzel bir çingene yalnız başina dolaşmalı kırlarda
seni övdüğüm zaman

- Turgut Uyar


Dünyanın dostça kurulduğunu söyleyenlere karşı // Bertolt Brecht



"Böylesi çok iyi, değiştirmeyelim hiçbir şeyi!"
Bunu mu diyelim güle oynaya?
Bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan?
Boşunu mu alalım dururken dolu bardak?

Soğukta oturup kalmışlar vardır hani,
hani, bir şey istemeyen kişiler,
onlar gibi mi yapalım,
onlar gibi, "biz dışarıda kalsak?" mı diyelim
hoş olsun diye şu bayların gönlü,
bize günlük nafakamızı veren hani şu ...

Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık, demektir,
vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın,
karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara,
yaşanır kılmaktır dünyayı tüm insanlara.

Bertolt Brecht


Pencerelerin Göçü...// Adonis ve "iki çift sözü"! / Poetic Mind




Pencerelerin Göçü

Pencereler göçüyor,
Islak gözlerle,
Ve kederli bir  çam ağacı,
Eski incir ağcı

Islak gözlerini gövdeye  yapıştırıyor

Sükut,

Kuşlara ayakkabı dikiyor

Kulaklarımdaki çocuk sesini hayal ediyorum

Kuş olduğunu düşlüyor

Gece şenliği var

 hayalimde

Torunu olduğumu  düşleyen kızın yanında

Ve sanki her gece, söylediği öykülere tutsağım

Ellerim yolculuk hazırlığındaki  o saçlarda.

O günler geçti gitti,

Hayalimde, geçmişi tekrarlıyorum.

Öyle bir şiir yaz ki,

Yeryüzünün büyüklüğünü ikiye katlasın.

Şiir: Adonis
Çev. Poetic Mind

 

Ve bir zamanlar Halep diye bir kent vardı yakın coğrafyamızda, kadim toprakların inanç, kardeşlik kenti, üç semavi dinin yan yana, yürek yüreğe, yüz yüze barış içinde gökyüzünü selamladığı o eski uygarlıkların kenti.  Şimdilerde karşılıklı “kültürsüz süvarilerin”  şablon dehşetiyle sarsılıyor,  kan, barut  tüccarları bölgedeki tahakkümlerini kalıcı kılmak için ve  yakın  gelecekte Filistin halkını  yapayalnız bırakarak tümden yok edilmeleri için  bu gün Suriye’de, yarın başka noktalarda “kardeşi kardeşe kırdırıyorlar”,  binlerce yıllık tarih, kültür birikimi insafsızca yıkıma uğratılırken Suriye’nin duyarlı sesi şair Adonis tüm ikiyüzlülüklerin üzerine giderek  gerçeği haykırıyor:  “Batı illa Arapları kurtarmak istiyorsa, o zaman Filistinlilerle başlasın. O zaman 50 yıldan beri sistematik bir şekilde bastırılan ve imha edilen bu halk için bir şeyler yapsın. Bu konuda ikiyüzlülük yapılmamalıdır.”  Umarız ki yine Adonis’in  o  iç burkan sözü Barışla taçlanarak,özlenen  insani yaşam koşulları ve özgürlüğü  bölge halklarına armağan getirir ve onun deyimiyle “Arap dünyası bir kayıp”  olmaktan çıkar artık. O dünya ki şimdilerde 200 yıl önce Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da başlattığı moderniteye  giden yolunu  tekrar arıyor!  Yolculuğun nerden başladığı önemli değil,   şu an içinde bulunduğu “yıkıntı fırtınasını” durdurabilecekler mi? Bir domino taşı gibi bölgemizdeki bütün kültür birikimleri üzerinde  tehlike  çanları çalıyor. / Poetic Mind
 
Fotoğraflar/ Suriye'li fotoğaraf santçısı :: Halid Agel ::BİR ZAMANLAR:H A L E P!..
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


Pasajlar..(II.Bölüm) // Joseph Kosuth



…bu kendi içine dönüşler şunu önerirler ki, eğer bir öyküdeki karakterler okuyucu ya da izleyici olurlarsa, o zaman bizler, onların okuyucuları ve izleyicileri olarak kurmaca oluruz./ J.L. Borges ”


Töreler ne kadar ‘ulus aşırı’ benzerlikler gösterseler de, yalnızca öteki değil, kendileri de o kadar yabancı olur. Ve yabancılara duyulan nefret, bu nedenle, yalnızca üzerinde düşünülmeden kendine karşı duyulan nefrettir. / Hans.Dieter Bahr “

Kendimizi hem bir konuk hem de bir yabancı olarak, hem tanıdık hem de kişisel olmayanın içinde aynı anda bulabildiğimiz küresel bir Pazar kültürü vardır. Orijinal şekliyle Amerikan kültürü olan bu kültür, şimdi dünyayı kendi evinde bir yabancı ve Amerikalıların ülkeleri dışında evlerinde kılmaktadır. Zaman ilerledikçe dünyadaki tüm çocuklar, şimdi birçoklarının olduğu gibi, nerde yaşıyor olurlarsa olsunlar ya da ebeveynleri ne hatırlarsa hatırlasınlar, kültürel olarak Amerikalı mı olacaklar? Bölgesel farklılık zayıflamakta, tıpkı Kuzey Dakota pazarında sunulan ürünlerin aynılarını Alabama’da bulunabileceği gibi, artık bunları Kopenhag ve Trieste’de de bulmak mümkün. Her zaman yabancılar olarak en fazla, zaman zaman başka birinin evinde konuk olmayı umut edebiliriz. Ev sahiplerimizi asla göremeyiz ama onları ne zaman memnun edip etmediğimizi biliriz. Son ev sahibimiz bizi bir içerik olarak bir ağ üzerinden ileten bir kablo olabilir; yaptığımız şeyin anlamı bizi uç noktada bir pragmatikliğe götürecek olursa, bunun hemen ardından gitmeyecek miyiz?

JOSEPH KOSUTH
Çev. Mine Şengel


Yorulduğun an...// Yannis Ritsos



 
 
-   Yol ne uzundu!

Yoruldum.

Bazen soluksuz kaldığımızda

Yorgunluğa teslim oluruz.

Duraksar ve “vardım - nereye vardın?” diye  söyler durursun.

Söylersin: ”anladım- neyi anladın?”

ki hiç kimse hiçbir zaman

bir yere varmayacak, gerçek bu işte !

ama gerçeği söyleyemezsin,

platonun  cebinde gizlersin,

sessizliğinin, elin ve yorgunluğunun yanında.

Şiir: Yannis Ritsos
         Çev. Doruk Satenay


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***