Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kubbe Basıncı // Feyyaz Yaman



“Bir kubbe inşa etmek”, “bir kubbe yapma” cümlesine göre daha doğru ve temelde çok daha demokrat bir önerme.

İlk taşın, taş üstüne konulduğu, ilk duvarın, ilk megaron’un , ilk kubbenin inşa edildiği bir coğrafyanın tarihine sahibiz. Cümleye buradan başlamanın getirdiği yükün ağırlığı, aslında evrenin bu zamanında yaşadığımız paradoksların üzerimize yıktığı ağırlıkla eşdeğer. Tarihsel yansıma , simetri ve senkretik dalgalarla gelen bağlamlar perspektifinden bakınca Süleyman’ın Kudüs’teki Kubbesi ile bugün Çamlıca’ya yapılmak istenen kubbenin psikolojisi ve statiğindeki ortak gerilimi hissetmemek mümkün değil.

Kubbe – gök kubbeden gelme bir özlemdir. Dünya’nın değil onu çevreleyen kosmos’un , aşağıdan yukarıya bakanın anlamlandırmaya çalıştığı “Kutsal”ın global-optik yansımasıdır. Gök kubbeyi anlamlandırmadaki kutsallık yasası, kent-yer kubbedeki yansımada dünyevi tanrı-devlet-hükümranlığında kendini ifade eder. Kubbenin çapı ve yüksekliği iktidarın ölçeğine sahiptir.
Kubbenin statik olarak getirildiği problemler dik duvarlar üzerine , yatay geçilen çatı sisteminin yerine, yeni yükün ağırlığını bir noktaya yüklemek yerine dairesel bir düzlem üzerine , sonsuz eşit noktaya dağıtma mantığı üzerine kurulmuştur.
Statik yük gerilimini, her noktaya uyguladığı basınç, her yapı elemanını bu kuvvete karşı taşıyıcı gücü fiziksel maddesi ile direnci aynı zamanda “katılımcı” enerji olarak yorumlanmalıdır. Dış faktörlerin (yağmur- kar- rüzgâr- deprem vs.) etkisi de düşünülerek dağıtılan bu dengeli sorumluluk hata kabul etmez.
Temsili mimari iktidar bedenleri de , devlet formu hukuk gibi strüktürünün oluşumundaki hangi temel zaaf ve uyumsuzluktan kaynaklanan yanlışlar üzerine kurulmuşsa, yine onlar nedeni ile yıkılmaya mahkûmdur.
Binadaki tuğlanın maddesi ile toplumsal konsensüsün tuğlası insanın hamuru aynı “rıza” ile karılır.
Oysa tarihte her büyük formun harcı, baskın olan ideolojinin konsensüsteki hâkim karakteri üzerinden bir zaman dilimi içinde, diğer faktörlerin (fizikteki kuvvet bağlamında da kullanılabilir) zorunlu katılımı ile çözülmüştür. Çözücü gücün büyüklüğü, paranın merkezileşmesi, enerjinin büyüklüğü ve zaman olarak uzunluğu ile ölçülebilir. Mısır ve piramitleri, Babil ve Ziguratları, Roma ve Panteon, Bizans ve Ayasofya, Osmanlı ve Süleymaniye, Vatikan ve St. Pierre , aynı kurulum-yıkım sürdürülebilirlik göstergelerine sahiptir.
Barbarlığın asabiyesi karşısında, kentliliğin mimari gücü toplumsal konsensüsün “rıza” dengeleri ile ayakta kalır. Bu rızanın ortak hukuku ise, hem yapının (mimari) hem de iktidarın (toplumsal) kutsallığını oluşturur.
Kutsallığa olan inancın çöküşü, binanın da çöküşü demektir. Veya tersinden söylersek kutsallığı inşa etmek , taşın , tuğlanın , harcın, işçinin , mimarın , mühendisin, sermayenin (Bani) rızasıyla olur. Rıza yoksa kutsallık da yoktur. Bu anlamıyla bir kubbe bir konsensüstür ve Rancier’in dediği gibi, her konsensüs bir iktidar sistemidir. İktidarlar rızayı şiddet veya armağan sistemleri içinde çözerler. Çözümsüzlük beraberinde disconsensüs’ü, yani yıkımı getirir.
Globalizm çağında kubbe formu sınırlarının limitine uzandı. İlk defa yer kubbe ile gök kubbenin örtüştüğü zamandayız.
M. Müfit İşler, böyle bir zaman üzerinden , tarih (zaman), coğrafya (mekân), insan üçgeni üzerine resimsel dilini kurmaya çalışıyor. Her şey olmadan, bir şey olmanın imkânsızlığını bilmek onun itici gücü. Tüm zamanların üzerinden uzanarak , tüm zamansal arketiplerin, mitlerin, toplumsal- tarihsel bilinçaltının dışavurumu olarak çıkıyor karşımıza. Marks’ın, İbni Haldun’un, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ortak itirazları üzerinden oluşan bir tarihsel öznenin evrensel Batı aklı modeline uyumsuz, dolayısı ile şizofrenik dışavurumu olarak çıkıyor karşımıza. Sigmund Freud’un psikanalizine sığmasına imkân olmayan bütün cinleri, devleri, perileri, yecuc mecucleri, İlm-i Ümran sofrasına çağırıyor.
Evrensel bir kubbenin mimarlığına soyunurken karşımıza çıkan bu güçlerle zaman zaman masalın Nasrettin Hoca, kimi zaman Battal Gazi kimliğinde çarpışıyor. Akademik gelenek üzerinden değil, Lokman Hekim geleneğiyle reçete yazıyor.
Bir ressam olarak mimari ile buluşması, bir mimar olarak Cihat Burak’ın resimle buluşması ile aynı duvarda yürüyor. Yazar gibi çiziyor, resim yapar gibi yazıyor. Zihin dünyası – bedeni – tuvali tek bir organ haline dönüşüyor, organikleşiyor. Kişisel bocalamaları- toplumsal, tarihsel sorunlar oluyor. Zaman ve mekânla git- gelleri, insanlığın tüm açmazlarını tuvale taşıyor.
Tuvaline vurduğunda , bir kubbenin yüzeyindeki gerilimi bir çömlekteki tınıyı hissedersiniz. Fırçasındaki sismik titreşim binlerce yılın yükünü omuzlamış kubbenin basıncıdır. Sudaki dalgalar gibi yayılır, sizi de içine alır.

FEYYAZ YAMAN



GIUSEPPE UNGARETTI



İskenderiye doğumlu olan şair Toskana’lı bir ailenin çocuğudur. Fütürizmin, Apollınaıre’nın ve gerçek üstücülüğün yeşerdiği, serpildiği yıllara tanıklık etti, şiir dilini neredeyse bu üçgen üzerinden yükseltti, onlardan derin izler taşıdı. Genellikle çok kısa, yalın ve etkili şiirleriyle Hermetizm’in önderlerinden sayılır. Daha sonra Petrarca ve Loepardı’nin dünya görüşleri, anlayışlarına da sıcak baktı, bu yakın duruş ona daha da özgür bir poetic alan kazandırdı.
Onbir heceli dizeleri bu dönemin ürünleridir. “Kardeşler” şiirini dilimize İtalyanca aslından Hale Oyal aktardı. / P.M




Kardeşler

Hangi bölüktensiniz?
Söz uçuşur,
Gecenin karanlığında…
Yaprak
Henüz çıkmış
Dalında

Havada,
İstem dışı, tutkulu isyanı
İnsanın
Bir karşı çıkış kendi zayıflığına
Kardeşler…


GIUSEPPE UNGARETTI
ÇEV. Hale Oyal


Gerçeği icad etmek!..



"Yaşadığımız dünyayı, pazarlamacılık, reklamcılık, reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika, özgün tepkinin yerini televizyon ekranı aracılığıyla deneyimin alması gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor. Bizler kocaman bir romanın içinde yaşıyoruz. Özellikle yazar romanına kurgusal bir içerik bulmaya gitgide daha az gereksinim duyuyor. Kurgu zaten önünde. Yazarın görevi gerçeği icad etmek..."

J.G. BALLARD


Şiir’e Mektup // Ahmet Ada




Şair Ahmet Ada'nın 21 Mart Dünya Şiir Günü için kaleme aldığı mektubun alıcısı bütün genç kalemler, şiir okurları ve şiirin ta kendsidir, ilk kez borges defteri'nde yayınlanıyor.

Mersin, 28 Ocak 2013



Sevgili Şiir,

Adını Şiir koyduğumuzda bir gün gelecek şiir yazacağını düşünmemiştim. Bugün küçük ayrıntıların, varlığının acıyla yoğrulan yönlerini ortaya koyan şiirlerini okuyunca sevindim. Her şeyin göründüğü gibi olmadığını şair sezgisiyle algılayıp duyarlığına taşımanı bir başarı olarak görüyorum. Gerçekten de, nesnelerin bile şairden geçen bir yönü var. Hiçbir şey saf değil, karmaşık ve grift her şey. Duygularımız, duyarlığımız da öyledir. Hiçbir şiir saf ve kusursuz değildir. Çalışmayla ortaya çıkan iş türkülerinden, klasik ve modern şiire uzanan çizgide şiir düz değil, dolambaçlıdır. Dolambaçlı oluşa sözün imgeli, değişmeceli, benzetmeli, eğretilemeli olarak kullanılması yol açarsa da, asıl amaç anlam kurmak, anlamı güçlü kılmaktır.

Sevgili Şiir,

Çağdaş şiiri, gerçekliğin çeşitli yüzlerini gösteren, gerçek, yoğun, anlam yüklü, somut, biçimsel, ritimli (1) bir yapı olarak nitelendirebiliriz. Bütün öğelerinin eşgüdüm içinde ses+anlam için çalıştığı bir yapı düşün; şiir işte odur diyebiliriz. Temel malzemesi dildir, dilin kişisel kullanımı söz’dür. Sözcükler, söz öbekleri, dizeler, bağdaştırmalar; şair bu öğelerle kurar şiiri. Ve elbet ses, şiirin müziği, söz’ün ritimli kuruluşundandır. Şiirsel içerik, şiirsel biçim yapının temel öğeleridir. Şiirsel izlekler, şairin ya da başkalarının yaşam ile bilinç içeriğinden oluşur. Toplumsal yaşam kadar, düşler, düşlemler de şiire katılırlar. Hatta şairin ütopyası da şiire dahildir.

Sevgili Şiir,

Bütün bunlar, şiirin sessel, anlamsal ve estetik bir örgütleniş olduğunun göstergesi değil midir? Şair, şiir geleneği zincirine kendine özgü söyleyişler ve biçimlerle katılır. Burada, kendine özgü söyleyişler, biçimler ifadesinin altını çizmek isterim. Çünkü bunlar olmazsa, şairin şiiri, şiir deryası içinde yitip gider. Oysa, çağdaş şiir, yiten ve yeniden küllerinden doğan bir varoluşun anlatımıdır.

Sevgili Şiir,

Çağdaş şiir, büyük şiir söz konusu olduğunda, salt yazınsallığı değil, bütün öteki sanatları, resmi, sinemayı, müziği, felsefeyi, dilbilimini, göstergebilimini, psikolojiyi, toplumbilimini, epistemolojiyi, ontolojiyi, fenomenolojiyi bilmeyi de gerektirir duruma gelindi. Kısaca, şairin donanımlı olması gerekmektedir. Şiirin usta-çırak ilişkisiyle ve el yordamıyla yazılma dönemi çoktan kapandı. Bilgi ve iletişim çağı, şaire, bir felsefeci gibi varlığı ve varoluşu sorgulamayı, sorunsallaştırmayı; nereden gelip nereye gittiğimizi sormayı gerektirdi. Günümüz şairi bu yeni durumun ne kadar farkında? Doğrusu bilmiyorum. Ama, genç bir şair olarak senin şiirsel sezgi ve becerinin yanı sıra, öteki sanatlar ve disiplinlerle de ilişki içinde olman şiirinin boyutlarını genişletecektir. Ben, gecikerek de olsa, altmışından sonra donanımlı olmanın bilincine ulaştım. Hiçbir şey geç değildir. Belirtmeyim ki, modern şiir, nesnel gerçekliğin olduğu gibi yansıtıldığı şiir değildir. Nesnel gerçekliğin dönüştürülerek yansıtılması gerektiğini sana hiç söyleyen olmadı mı? Şiirlerinde buna dikkat etmen gerektiğini belirteyim.

Sevgili Şiir,

Biliyor musun, şiir üreten pek çok şair, klasik şiir ile çağdaş (modern) şiirin dilsel / biçimsel farkını göremiyor. Eski şiirin ölçütleriyle çağdaş şiiri değerlendirmeye çalışıyor pek çoğu. Çağdaş şiirin süslemelerden arınmış bir dille yazıldığının farkında değiller. Klasik şiirde retorik süslemeleri kaldırın altından düzyazı çıkar. Oysa, çağdaş şiir dilde, görme-bilme biçimlerinde kırılmalar ve kopmalardan sonra oluşmuş, var olmuştur. Sözcük kendi içinde bir değer kazanmıştır. Roland Barthes, çağdaş şiirin klasik şiire ve düzyazıya karşıtlığını vurgulamıştır. Klasik şiiri ölçü, uyak ve süslemeci dili ayakta tutar. Sevgili Şiir, klasik şiirdeki bu öğeleri kaldırırsan altından düzyazıyı okursun, şiiri değil. Çağdaş şiir, ritim için bazen uyağı, bazen sözcüklerin tınıları kullanarak yenilenmiştir. Dilin imge döngüsü, yalınlığı çağdaş şiirin temel özelliğidir. Sözcük özerkleşmiş, kendi değerine (sessel, anlamsal, çağrışımsal değerine) modern şiirde kavuşmuştur. Sözcüklerin bir bağıntı içinde olmamaları da çağdaş şiirin özelliklerindendir. Sözcüklerin özerkleşmesi, çağdaş şiire, şiirsel bir düzensizliği değil, çağrışımsal, imgesel bir zenginliğin düzenini getirmiştir.

Sevgili Şiir,

Jean-Louis Joubert’in özgün adı La Poesie olan, Türkçeye ‘Şiir Nedir?’ adıyla çevrilen poetik kitabında, şiirin bir dil olgusu olduğunu okumuştum. Çevirmen Ece Korkut, kitaba yazdığı önsözde, şiirin “dilin özel bir kullanım biçimi” olduğunu belirtmişti. Joubert, düzyazıyı yürüyüşe, şiiri ise dansa benzetmişti. Ben baleye ya da kuğuların yüzüşüne benzetirim iyi şiiri. Nesnel olursak, şiirin çeşitli katmanlardan oluşan bir dil olgusu, dilin özel kullanımı olduğunu aklından çıkarma sakın.

Sevgili Şiir,

Seni daha fazla sıkmamak için kısa tutuyorum bu mektubu. Şiirin bir dil deneyimi olduğunu unutmadan, insanlık durumlarına, ötekine, kendine, varlığa sözcüklerin gücüyle seslenebileceğine inanıyorum.

Yeni şiirlerini bekliyorum. Sevgiyle kal.

AHMET ADA

* 1 Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik, Can Yayınları, s.15, 1995


Defter Kazıyıcılar Kooperatifi - Kolaj Sergisi



Hepinizin bildiği gibi kolaj geniş bir malzeme yelpazesinde üretime açık plastik bir alandır.
Burdan hareketle kolaj:
Bireysel direniş ve arkeolojik bir kazı alanıdır.
Katmanlaşmayı, kazınmayı, deformasyonu sever.
Büyük bir coğrafya’dır : sınırları belli değildir.
Coğrafya’ya müdahaledir aynı zamanda.
Her şey öznesi olabilir kolajın.
Tüketimin artıkları – ki severiz- malzemesi olmuştur her dem kolajın.
Selüloz tarlalarının biçer döveridir beri yandan.
Çöplük alanlarının geri dönüşüm ayrıştırıcısıdır.
Sahaflar, tozlu raflar, yer tezgahları, bit pazarları …arka bahçesidir kolajın.
Kolaj bir Flaneur’dür.
Göçebedir : sokağın serserisi, sıcak köşe ev kedisidir aynı zamanda.
Punk’ı bilir, fanzinleri, poetika’yı sever.
Plastikleşir; plastiktir, doğa’ya meydan okur.
Günceldir : köklerini ; cansuyu Dadaistlerden, Sürrealistlerden, Sitüasyonistlerden, ’68 baharından besler.
Avangard’tır ; Neo-Avangard’tır, harc-ı alemdir, Post-Modern’dir, alternatif Tarihçi’dir : bunların hepsi ve hiç biridir..
: kolaj, her daim güncel bir eylemdir.


*

Kolaj sanatı son yıllarda çok konuşulur, üretilir, paylaşılır oldu. Üstüne farklı farklı beslenim alanlarından sözler üretildi.

Bu bahis ile Defter Kazıyıcılar Kooperatifi olarak 23.mart.2013 tarihinde yapacağımız kolektif sergi “ ben ölümü eskittim , geliyorum” ** ile ; Türkiye’de üretilen çağcıl collage sanatına assemblage’dan digital collage ‘a , photomontage’dan détournement’e , collaboration’a uzanan bir çerçevede güzel İstanbul’un iki yakasını bir araya getirerek gündeme taşımayı, daha sonraki süreçte uluslararası katımlıcıların da dahil olacağı bir başka serginin muştulayıcısı olmayı amaçlıyor
.
Sergimizin oyun alanı KargArt, koordinatörlüğünü Defter Kazıyıcılar Kooperatifi üstleniyor.


Sergimize ayrıca katalog, performans, blog, sunum, sokak, işlik çalışmaları, atölye çalışmaları, fanzin de eşlik ederek geniş, aynı zamanda koordinatsız bir “ara bölge” yaratmayı beraberce deneyimlemeyi amaçlıyoruz : omuzomuza..
Sevgi ve selam


Defter Kazıyıcılar Kooperatifi – İstanbul / 2013

** ilhan berk

Ben ölümü eskittim, geliyorum
Sergi Mekanı : KargArt – Kadıköy
Sergi Tarihi : 23.mart.2013 * 4.nisan 2013
Koordinatör : Defter Kazıyıcılar Kooperatifi


Sergi Katılımcıları

Alper T. İnce
Ayşe Özkan
Cem Gezginti / Dilara Tekin
cins
Defter Kazıyıcılar Kooperatifi ( Duru / Ali Mete Sancaktaroğlu )
Dilara Akay
Eda Gecikmez
Eflatun Tatlısu
Erman Akçay
Hasan Özgür Top
Komet
Mehmet Gemalmaz
Murat Germen
Nalan Yırtmaç
Nur Çelik / Dilara Hançer
OnstOn
Rafet Arslan
Serkan Yüksel
Şiir Özbilge


 


Toprak yorar insanı...// Sufi.




Suyumuz yetmiyor çiçeklere, kanımızı kullanıyoruz, sıkıntı öyle bir sardı ki dört bir tarafı, yüz kere söylendiğinde anlamını yitiren sözcükler gibi olduk. Resmi yapan ressam, yanlış tuvale çizmiş yüzlerimizi. Yetmeyecek azıklar aldık yanımıza, dönmek üzere giderken…

Arkamızda bıraktığımız çocukların yüzüne işledik kederi ve hüznü. Bu en büyük günah olarak anlımızda duruyor.
Su seni istiyor, rüzgar beni.
‘Dünyanın en güzel Arabistan’ı’  da yok artık ey dost.

“The End” yazarken, herhangi bir yerde, herhangi bir insanın düşleri bitirir kendini. Doğrulup yerimden, merhaba demeye bile yetmeyecek bir derman över ölüyor içimde ey dost…neredesin? İçimdeki acı bitmiyor.

Aramızdaki uzaklık demiştim ya, birbirini gören iki duvarda asılı resimlerin yaşadığıdır benimkisi. Bu öykünün hiç başlangıcı ve sonu olmadı ki. Uykusuzluğa dayanamayan baykuş, unuturmuş gecenin rengini. Kırgın dönüp dolaşmaların labirentinde nar rengi bir susuş olur gece, ey gece koru bizi… biz biliriz gece olunca gündüzün perdelerini kimin çektiğini. Ve de günlerin sarnıcında her şey o kadar berrak değil artık ey dost. Ve ırmaklardaki balıkların acılığı deniz özleminden midir bilmem.

Bin yıllık ayrılıktır benimkisi. Sıkıntı! İçimdeki!
Tavana veya yere bakarak uslanmaz adımızın baş harfleri.
Acılara tarih atmayanlar, unuturlar miladı ve nedensizce toprak yorar insanı.

Sufi.


1+1 Puşkin...// Çev.T.Ağaoğlu





I.

"Gizli bıkkınlığın o süregen şeytanı..."


II.

"Bırak bizi git, ey mağrur kişi
Biz vahşi, kanunsuz adamlarız
Ne işkence gelir elimizden
Ne kimseyi cezalandırırız"

Puşkin
Çev. Tektaş Ağaoğlu


Kuzey Kore; Sanat- Yaşam-Edebiyat // Enis En



“Hayvanlara sığın, ki
İnsanlar arasında yaşamak
Ölçüsüz bir alçaklığın, gaddarlığın dolgu fitilidir,
Varacağın menzili aradan kaldır,
Ve kendi iç sınırlarını kapat
Unutma, ademoğlu coğrafyasında Kuzey Kore’li olmak da var!
Ve yalnızlık mağaranda
'İç hayvanınla' kalender meşrep ol
Belki utancın büzülür!..”- Enis En



Kuzey Kore’de yayınını sürdüren Numhuk edebiyat dergisinin künyesi ve giriş bölümünde bir ifade yer alır: “Edebiyat, insanlığın Cuçe eksenli insanlığın bayrağıdır, yaşam felsefesidir ve yaşamın sanatsal ifadesi ve sorulan tüm sorulara verilecek türlü yanıtlardan bir tanesidir”. Peki nedir Cuçe veya Cuşi kavramının anlamı? Bir Kuzey Kore terimidir, halkın yaşam biçimini açıklayan kültürel kod olarak da bilinir. Sadece Politik erkin amaçları doğrultusundaki bir yönlendirme değil, sırf hakim siyasal partinin felsefi, ideolojik açılımını da barındırmaz, izler taşısa bile politik dengelerle açıklanacak bir şey değil. Bir yaşam yolu, biçimi, inancıdır. Kuzey Kore’ye ama sadece bu ülkeye özgü yaşam biçimine aittir. Kuzey Kore’nin tüm hayat alanında ondan izler var. Özgüveni, insanın bütün zorluklar, öznel- toplumsal sıkıntılar karşısındaki başarma, direnme gücünü açıklar. Bir insanın karşılaştığı zorluklar her ne kadar onun varoluşundan da büyük olursa olsun, özgüvene, kendine olan inancın sağladığı olumlu kazanımlarla tümünün üstesinden gelebilme yetisidir. Fakir ve yoksunlukla dişe diş mücadele eden ve bir başına, yapayalnız kalan bir halkın kendi aralarında kurdukları insanlık abidesidir Cuche. Batı toplumlarının, hele ki Kuzey Amerika coğrafyasının asla anlayamayacağı, kavrayamayacağı bir bilinmez denizidir. Kuzey Kore şiiri, edebiyatı, sanatına sinen bu olgu aynı anda şiirin, sanatın gücü ve etken maddesidir. Batı dünyası , daha bir toplumun(Kuzey Kore) yas tutma, bir toplumsal olay, matem karşısındaki o içsel ve de oldukça samimi, saf ve her türlü sahtekarlık, riya, ikiyüzlülükten uzak tepkisini anlamış değil, anlayamaz da. “Obese” bir toplumun ve neredeyse dünya gelirinin üçte birini tek başına hoyratça , çılgınca, insafsızca ve de adice tüketen bir toplumun (Amerika)başka bir coğrafyadaki açların “insanlığını” anlamaları ve onlarla empati duygusunda olabilmeleri uzak bir olasılıktır, olsa olsa onları dehşet bir toplumsal şizofreni duygusuyla karşılar, geriye türlü türlü akla ziyan sorular kalır, yetinmezler George Orwell diliyle ve dünyasıyla paranoyalarına yanıt bulurlar. Kim kimi kandırıyor! Dünyada idam sayısında hangi ülkelerin listenin başını çektiğini biliyoruz, hangi ülkeler gazeteci, yazar, şair tutuklamasında da nerede duruyorlar, onları da herkes biliyor. Varsın bir ülkenin “interneti”, face book' u  ve 800 tv kanalizasyonu hiç olmasın! Ama hala şiir, öykü , roman okuma kulüpleri var, benim için önemli olan da budur, öyle bir takım suni ithal teknoloji ürün öçlü değil. Belki de yeryüzünde bu geleneği ( edebi okuma kulüpleri)inatla ve disiplinle sürdüren ender ülkelerin başında geliyor. Kuzey Kore’de edebiyat denilince ona yüklenen anlam, beklenti de başka yerlere pek benzemez, benzemiyor da. Kadın- Erkek ilişkilerini aralamak, kadınların dünyasını anlamak, eğitime olan ciddi katkısı söz konusudur. Edebiyat onlar için Ütopya yolculuğudur. Yaşamın farklı sayfalarını, mevsimlerini “halkın evine” taşıma görevi demektir. Yer yer ideolojik mesajlar da taşır ve politik erk bunu kullanmaktan hiç çekinmez. Her ne kadar toplumsal gerçeklik ağırlık kazansa da kıyıda köşede üretilen sanatsal-edebi yapıtlar gerçekliğin belini bükecek ağırlığa sahiptir, eğer bu üretimler ve yapıtlardan Batı dünyası habersiz ise bu onları yaratanların vebali değil, Batının aymazlığı , sağırlığı ve vurdum duymazlığıdır. Bu gerçeklik karşıtı anlatımlara örnek olarak “halk ve onun kaderi” yayın dizilerini sayabiliriz. Öyküleri, şiirleri kapsayan bu alanın konusunu sıradan bir vatandaş, her hangi bir sanatçının, yalnızın, tutunmak isteyenin içsel dünyasını kapsayabilir. Yayımlanan romanların birçoğu belli bir süre sonra sinema filmi olarak gösterime sunuluyor. Yanı başımızdaki ülkelerin yaratım süreçlerinden haberimiz yok, ilgimiz de yok, K.Kore de neresi? Bizim süslü, boş beyin renkli basın ancak önüne çıkan her renk, kültür farkına kin güder, eski alışkanlıklarıyla safsata dolu yanıtlar ararlar. Kestirip atarlar. Sonra yılda 230 Roman yazdığımızla övünürüz, hangisi yeryüzü edebiyat çıtasında? Diye bir soru sorulursa, o çıtayı ya bir ya iki yapıt (ancak) aşar, gerisi çöptür. Farklı diller, ülkelerin şiirine yönelmek ve de özellikle o ülkelerin izbe, sessiz, tutunamayan şiir yapraklarında gezinin şairlerin diline, dünyasına dokunmak bence de önemlidir. Ne olur bu cılız ışıklarımız sekteye uğramasın. Çünkü politik yönelimlerden arındırılmış olarak yapılıyor bütün bu işler, özellikle Poetic Mind oluşumu tarafından sunulan şiir-şairlere çoğu şiir okuruyla beraber benim de ilk kez ulaşma fırsatım oldu . “İşe yarar kısım” da budur, yoksa ister bir kişisel kültür politiğimiz olsun ister hiç olmasın, ama bu kazanımlar mutlak surette olmalıdır. Bir Ebu Nuvas şiirini, dünyasını, bir Afrika sonra Kürt, Gürcü, Semerkant, Irak, hatta İbrani…vs.. şiirini başka nasıl okuyabiliriz? Hem kimin derdi, tasası ki? Şiirin ruh avcıları ve zamanın yara izlerinden haberdar olanlar gerek bize ve de modern münzevilerin berehutuna adım atanlar, çünkü yaşam genelde gerçekleşmiş bir eskatolojidir!

Enis En


Ontolojik Manzumeler Zamanındayız…// Doruk Satenay



Öykünün kıyısı gövdeyi çiğniyor, yutuyor, yok ediyor. Ne güzel, hep bunun peşinde olmadık mı? Ama bu kez galiba her şey belli bir planın çevresinde yürüyor, bu can sıkıcı. Geleceğe ve tarih okumalarımıza dair pek de parlak olmayan bir iz peşinde sürükleniyoruz hep beraber. “O öyle dedi, öteki ise şöyle yanıt verdi” çağı pek tuhaf bir çağ doğrusu. Bu garipsenecek tavırlarımızı bir başka kuşak nasıl okuyacak, değerlendirecek, bir fikrim yok. Ama ben de Hamuş dost gibi işin karanlık kısmını görmekteyim, ışığı görene aşk olsun. Elle, tırnakla çözülecek düğümler hep dişlere havale ediliyor. Güncel gidişattan tutun yüzeysel kültür-politikamıza kadar durum bundan ibaret. Tabakhane misali deriler özenle soyuluyor ya da görmezlikten geliniyor. Fırsat kaldıysa kendi harabelerimiz üzerinden manzarayı izlemeye koyuluyoruz, sonra yine gürültülü ve sisli ortamdan aynı sesler yükseliyor. Dünyanın her köşe bucağı artık bu durumda, evrenin küçülmüş köyünden ulaşan işitsel, görsel hücrelerin tümü aynı rengi barındırıyor. Birbirini iten, besleyen periferi-merkez çelişkisi yok edildi. Bir potanın gürültüsü olduk. Gördüğümüz şey bir sergi salonu, sinema , tiyatro yapıtı değil, gerçekliğin saldırgan ruhudur. Rehabilitatörün rüyası dipsiz kuyu artık. Bir dönem tutunamayanlarının “Eros ve Uygarlık”ın Marcuse’’ünde gördüğü fakat Marcuse’ün onlarda göremediği şey üzerine tekrar mı düşünmek gerek? Dolayımsız hazza açık ve anlam, gerçek cesaretten yoksun bu topluluktan kim nasıl bir muhalefet bekliyor ki?


Yeni hegemonik sistem daha önceki yaşam tarzını ve toplumsal örgütlenmeyi köklü bir biçimde dönüştürmüştür. Kapitalist üretim ilişkilerin pervasızlığı yalnızca üretim faaliyetlerini değil, bireysel ve kolektif hayatın birçok alanına nüfuz etmiştir. Toplum, insan faaliyetinin tüm ürünlerinin birer meta haline geldiği ve ihtiyaçların artmakta olan bir bölümünün artık yalnızca Pazar yoluyla giderildiği büyük bir tezgaha dönüşmüştür. Sonuçta “çarmıha geren ve gerilen yine insan” olduğu için, ruh ve madde tedirginliği devam edecek.

“Çok kez bir kusur olur yaradılışında,
Suçu da yoktur bunda,
Kendi seçmemiştir çünkü doğuşunu.
Evet, doğasından ya da bahtından gelen tek bir kusurla
damgalandı mı insan?” – Shakespeare

Doğrusu ya, bunun yaşam biçimiyle pek alakası yok. Daha ciddi bir sorun gibi adeta; hiç hissetmediysen, ya da kaybettiysen, yitirdiysen yaşamının bir anında, bir köşesinde bu duyguyu, yaşamla olan bağların üzerine ne söylenebilir bilmiyorum, bir araç, bir konu ve belki de bir isim, varlık ve hiçlik arasında bir tercih yapabilmeyi sağlayacak bir imge, bir güvercin, bir martı, bir koku, bir dalga, bir kayalık, bir müzik, şiir, bir melodi, bir nota, bir söz, bir yaprak, evet derinliğin, yeşilliğin gizemli mucizesi, ya da en iyisi dostum, bir insanla karşılaşırsın umarım, biliyorum, bu bir rastlantıdan ibaret kalacak, bir ışık, ansal güzelliğin oluşup yıkılmasıyla sonuçlanacak, ama yine, bir kez daha aranabilir böylelikle, yaşanmamış, ulaşılmamış olan, ve birbirilerinin üzerinde ya da en azından yanı başında yükselecek olan niceleri, hem, nereden biliyorsun, belki de budur aradığımız “bir başka” insan, yavaş veya hızlı ama mutlaka hakiki kaybedenlere, sessizlere yüz çeviren ama sırt çevirmeyen canlı… Anlaşılabileceğini ummasa da…

Doruk Satenay




...UYKU CİNİ...// Naime Erlaçin




…UYKU CİNİ…

   M. Ekim Yıldız'a Armağan...


gündüzü kuruladım
koydum heybeye

mendireği çalınan
limanı arıyorum

gece terörü
ansızın bastıran
siren çağrısı


denizin sancısı bundan


etçil kuşlara verdim kanatlarımı
yem diye
en uysal kırlangıcımı


şiir iskelesine vuran hoyrat rüzgâr
-az! dedi;

-kıyma kuşlara!
sen uykuyu bul önce
zamanın köpürdüğü yerde…

Naime Erlaçin


UYKU CİNİ // Melek Ekim Yıldız



Kuşlar gelecek, dedilerdi. Bekledim. Sonrasında olan biten her şeyin nedeniydi kuşların gelmeyişi ve gelmeyeni bekleyişim. Kuşlar gelmedi, ben uykumu kaybettim. Ardından hayatıma, nereden çıkıp geldiği belirsiz o cin giriverdi. Uyku cini.


( Uyumuyor. Uykunun vaat ettiklerine karşın direniyor gözlerini kapamaya ve durumu açıklamasını istediğim her seferinde aynı yanıtı veriyor fısıldamayı andıran bir sesle. Bu, diyor kalbe aklın verdiği hiza. Anlamakta zorlanıyorum. Kalbe aklın verdiği hiza? Elbette zorlanırım, ben bir uyku ciniyim. İnsan denen bu derdi bitmez varlığı uykuya hazırlayan; o, uykuyu ‘ölümün kız kardeşi’ olarak tanımlarken, yattığı her uykuda ölümü prova ettiğini görmezden gelerek, rüyalar diyarının kapısını ona açan benim. Ama türün bu üyesi uyumuyor.

Elini tutsam? Saçlarını okşasam ya da? Kulağına eğilip kalbine dokunması muhtemel, yüzyıllar öncesinde bir bebeğe söylenmiş, o ninniyi söylesem uyur mu? Belki. Yüreğinde cevaptan çok soru taşıyan uyuyamaz, derdi eskiler. Uyku cinlerinin var olma nedenlerinden biridir insanoğlunun cevapsız soruları zihninde taşıyıp durması. Ve şimdilerde anlıyorum ki, esas neden onun bir kalbinin olmasıymış. )

Yatağa girer girmez gözlerini yumup uyuyabilen o şanslı insanlardan değildim. Öteden beri, uyumadan önce ertesi gün olacakların, olabileceklerin en çok da olsa iyi olacakların kurgusuna dalmadan uyuyabildiğim olmamıştı. Kuşların gelmeyişinin uzattığı geceler, ‘yarın merakı’ adını verdiğim uğraşı uzun saatlere yaymaya başladığında geldi. O işte, uyku cini. Vaat ettiği rüyalar ülkesinin güzellikleriyle aklımı çelme çabası işe yaramayınca, çareyi ‘yarın merakı’na ortak olmakta buldu. Kurgunun asıl sahibi oluşu ise, bir gece içine kıvrıldığım yatakta yanıma sokulup, ardından da yastığın üzerine bıraktığım başımı yarım bir ay gibi bedeniyle çevreleyerek sağ kulağıma fısıldamaya başlamasıyla gerçekleşti. Başımı sarmalayan bedeniyle başlangıçta verdiği tedirginlik, günden güne kimileyin sinir bozan kimileyin yatıştıran sesinin yarattığı vazgeçilmez bir alışkanlığa dönüştü. Benim için olan bir yarının, benim yarınımın hikâyesini anlattığı geceler boyu uyumadım ama dinledim, onu dikkatle dinledim.

( Hayat kendi rotasını dayatan bir deveran. İnsanoğlunun kabullenmeye direnç gösterdiği yegâne bilgi bu olmalı. Öncekinden farklı bir yarın umudu ise, bıkkınlık verici aynılıkla savaşının pusatı. Kuşların gelmediği, gelmeyeceği bir yarını katlanılabilir kılacak büyülü sözleri bulabilme telaşımın arasında anlıyorum bunu. Başına dolanmış bir haleyim ve uyuması için, düşler ülkesinin kapısını aralamak yerine inanması için bir yarın yaratmanın peşindeyim. Ve hala bir uyku ciniyim.)

Yüreğine binlerce kuş konacak yarın, diye fısıldadı bir gece. Karanlıkta gülümsedim. Gün aydınlanırken göğünde duraklayıp sessizce süzülecekler. Çok sessiz olacaklar ama yine de bileceksin geldiklerini. Ardından içlerinden birinin şöyle dediğini işiteceksin: “ Biliyor musun, bazı kuşlar gök incinmesin diye kanat çırpmaz, havada sessizce süzülürler.” *

Başımı kaldırıp ona bakmak istedim. Davranmama kalmadan eliyle engelledi. Onlarca sorum vardı sormak istediğim, eli bu kez söze açılmış ağzımın üzerindeydi. Göz kapaklarımı ağırlaştıran mırıltısını işitiyor, nicedir kuşlar yerine uyku cinimi beklemekte olduğumu söylemek istiyordum. Ninniyi andıran o mırıltıya, saçlarımın arasında dolaşan eline yenik düşmekte olduğumu biliyor ve tebessümü engelleyemiyordum. Uykuya kapılan zihnim benden kopup gitmeden az önce, “ Bak işte bu da kalbin akla verdiği hiza.” dediğini işittim. “Şimdi uyu!”

Melek Ekim Yıldız

dip not: * Gökhan Arslan










Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***