Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kendi İç Hakikatini Anlat..// Sufi.


Çıkmaz sokakların yolcusuyuz
 Yorgun harflerimiz var
 Bu kez öyle bir elçi gönder ki
 Sadece ve sadece dinlesin!..”
Sufi

Bundan tam 5000 yıl önce bir elçi, içinde yaşadığı topluluğa “hakikat”i anlatmaya çalışır. Kendi hiç hakikatini. İçinde kendisinin olmadığı ve başkalarının umutlarını barındıran öykülerle. Bütün elçiler gibi o da konuşmayı ve sesini duyurmayı çok seviyordu, oysa ağır sözün bedelinin ağır olacağını o da biliyordu. Kavmi onu kabullenmez ve onun katline ferman getirilir ama son anda ona bir yaşam fırsatı verilir, tek koşulla:
-“Bir mucize göster ki seni bağışlayarak, seçtiğin yolu benimseyelim.”
Elçi gökyüzüne doğru bakar, gecenin zifiri karanlığında işaret parmağıyla gökyüzünün en parlak yıldızını gösterir, sonra “işte bakınız biraz sonra size gösterdiğim yıldız yok olacak” der.
Kavmi şaşkınca gökyüzüne, elçinin gösterdiği yıldıza bakarlar.
Bir süre beklerler, değişen bir şey yok, yıldız var gücüyle onlara göz kırpar durr.
Sonuç belli! Acı son!..
Elçi can çekişirken aniden bir bulut kümesi gökyüzünü kaplar ve müthiş bir gürültüyle şimşekler çakmaya başlar..
*
Dün bir tv kanalının haber bülteninde geçen bir haber dikkatimi çeker.
“Beş bin yıl önce patlayan bir yıldızın ışıkları dünyaya ulaşmak üzeredir. Nasa bilim adamları 5000 yıl önceki patlamanın tüm ayrıntılarını Hubble uzay teleskopuyla izleyecekler.”
Ve o Elçi’nin hazin sesi yankılanır zihnimde: “başınızı eğmeyin, kaçırmayın gözlerinizi benim yıldızımdan, ben artık hiç üzülmüyorum çünkü artık biliyorum acılarınızı birleştirince zamanın tülden hafif tüneli, uçlarınızı birleştirince üçgen, sayılarınızı birleştirince tavşanın ortaya çıkacağını! Gerisi kırık bir tebessümdür dudaklarınızda ”.
*
Adaletin adaletsizlikle eş güdümlü tutulduğu bir yerde, bireysel ben ile toplumsal ben arasındaki savaş dikkate değer olur. Ya ruhumuz?

Ruhumuz hiçbir zaman organizmamızın ifadesi değildir. Bu kuram, Comte tarafından sezilmiş, Roberty ve daha sonra Izouletile tarafından geliştirilmiş ve ondan bir süre sonra ise Draghicsco kuramı tekrar elden geçirir. Bu kuramların tümü kelimenin tam anlamıyla “güzeldir” ve üzerlerinde çok ciddi bir insan aklı, emeği, düşünce çabası var. Yukarıda yazdığım öykü bizim bölgenin uslanmaz kaderdir, “öteki”yi hep hırpalamışız, hor görmüşsüz, düşüneni, hakikatin peşinden gideni anlamakta güçlük çekmişiz. Yalnızı, yalnızlığı ve barındırdığı anlamları anlamlandırmakta tökezlemişiz. Düşünmeyi kaldırılmaz yük olarak görmüşüz. Yeni kuramlar yaratmak için fazla bir çaba, mesai harcamamışız. Hazır olana konmuş ve çoğu zaman yüzeysel biçimde algılayarak oracıkta tüketmişsiz.
Leibniz dediğimizde kulaklarımız çınlamış, oysa şu anlattıklarımın tümü gelir onda tamamlanır, yani 5000 yıl önce o yıldızlı geceden başlayan öyküden, haz yolculuğundan söz ediyorum.
Zevklerimizden hiç biri masum değildir. Bir şair insanı “bir dev anasının kanlı ve temiz kalpli çocuğu”na benzetmişti. Peki, doğru (mu?).-Bilemem. Bildiğim tek şey bizi çocuk olarak bırakmak, saflığımızı artırmak ve her yandan sel gibi akan kanı ve göz yaşlarını da bize göstermemek için hakikatin üzeri kapatılır, dev anası bizi beşiğimizde yavaş yavaş sallar, günümüz gelince bıçak altında bizi uyandırıverir. Zulüm ve vahşiliğimizi ortadan kaldırmak için bunları düşünmemenin yeterli bir şey olduğuna gerçekten inanılabilir mi? Bu çok çekici bir şeydir. Fakat, buna inanılınca hangi düşkünlük, hangi suç mazeretini bulmaz ki..Başkalarının acısı ve o acının sorumluluğunu hissetmek, paylaşmak. Hüküm kalbindir.
Şimdi gökyüzüne bakın ve yalnızlığınızı besleyecek yıldızınızı seçiniz. Korkmayın daha uzun zaman orada duracak ve göz kırpacak. Mucizenin, o devasa mucizenin kendi varlığınızın izlerinden başka bir şey olmadığını hissedin.


şu kuru tek ağaçta
 Bu yolu kateden herkesin yazgı sözü kazındı:
“ben katettim bu çölü, ne yıldız, ne güneş.”
 Neredesin ey yolunu yitiren yolcu
 gel dön.”…

Sufi.







RAFET ASLAN’IN ŞUURALTI OPERASYONLARI İÇİN YANLIŞ FRAGMANLAR

Yazıda bütünlük gerekir pekâlâ, yapıtta bütünlük, amenna, özne Rafet Aslan, konu Rafet Arslan’ ın şuuraltı imgelerinden sızan kolâjları, détournemente’ları, assemblage'ları ve bazı resimleri olunca bütünlük burada ikircik olur. Hemen her şeye muhalif, bir adım ileriden, gerekirse geriden bakan bir göz için, bütünlük biraz da muhafazakârlık demektir. Bu yüzden bütünlük yaratmaktansa kaosun düzenine atılmak, oradan çıkan şiirselliğin ritmini yakalamak, Rafet Aslan’ın tekinsizliğidir.



Rafet Aslan imgesi akademiye karşın değil ama alaylı olmanın verdiği adaletli güvenle, hemen her şeyle kelimenin bilinen ve bilinmeyen ama en Debordcu anlamıyla “alay” eder, en çok da kendisiyle...


Önce kavram mı yoksa imge mi, duruma göre değişir demenin kolaycılığına sığınmadan, naçizane, önce imge diyeceğim, şiirlerine göndermeyle(bkz. Çağdaş sanat manifestoları). Yanılıyorum belki, artık önce renk! Mi demeliydim? Gören göz için kafası biraz karışık, sınırlar aşıcı, soyuttan somuta oradan sonsuzluğa, yargılayıcı ivme... Keskin bir matematiktir onda inşa edilen durumlar, sözcükler, kâğıt üstüne akrilik ya da kolâj, arkaik mağara resimlerine yanaşan robotik sanrılar, makineleşmiş bireyin renkli sorgulamalarıyla bir sergi kurmak... Çünkü sergi kurmak biraz da kendini kurmaktır.


Bu kolâjların, resimlerin, kavramların ben de yarattığı durumsa en safdillikle: tanıdıktırlar. Çok uzağınızda kalsa da, hiç görüşemeseniz de, karşılaştığınızda içtenlikle sarıldığınız bir dost ya da uzak bir akraba gibi uzaklığınca yakınınızda, bilindik ama kavuşulamayan bir “bekleyiş aynası” . En mutant, robotik, tinsel ya da gnostik formları en olmadık anda bir araya getirmesi dahası bir araya gelmesi gereken imgeleri bir araya getirmesinin yarattığı yabansı aitlik, yadırgatıcı olağanlığına rağmen aslında hepsi bizizdir.


Radikal politikadan arda kalan, sokaktan aldığı şiiri sokağa bırakan, hiç reddetmediği dahası övündüğü kaldırımlarıyla Arslan, biraz da sokağın tekinsizliğini, sözün çığlığını, tuvale, ahşaba, kâğıda, kolaja taşır, birisi okur mu bir gün?


Onun için sahaflarda kitaplara eğilmek, ya da kalemle yazıya, şiire düşmek, ya da birçok imgenin kıyısında bir kolâjla, en nihayetinde elinde boya tuvale eğilmek neyse kendi içine eğilmek de odur. İşte bu yüzden estetik olamayacak kadar estetik, politik olamayacak kadar politik, şiirsel olamayacak kadar şiir, eleştirmen olamayacak kadar eleştirsel... Uzatmadan, mış gibi olamayacak kadar gerçek-üstü, karşınızdadır. Çıplaklığından utanmayan ama mağrur bir çığlık. Kanattığı yaralarımızdan akan simsiyah geceyle birleşen sessizlikte seyrettiğimiz yalnızca bir sanat değil, bizi bize anlatan bir insandır.


Durmadan damlayan bir musluk, tahtaboşlardan gelen ruh şarkıları, aynı dili konuşabildiğimiz bir uzaylı,” vahşet sergisi”, simya sureleri, Eylül’ ün babası, sokağın yoldaşı, gnostik bir muamma, Kadıköy’ün sitüasyonist olmayan sitüasyonisti, toplum düşmanı, yıkım, BM’nin bekâret kemeri, yeni ressam, düş kolâjcısı, hem hepsi bunların hem hiç biri, boş bir kâğıt şimdi, biri doldurur mu bir gün?


Kolâjı eskil bir yöntem, yenilenemeyecek bir uzam olarak görenler olacaktır, doğrudur ancak Rafet Arslan için kolâj bir varoluş sorunsalıdır. Kâğıdın kâğıdı, imajın imajı öpmesi bir yana, kolâj şairin ilk dizesi gibi Rafet’in alt-üst bilincimize vurduğu ilk neşterdir. Neden sonra yetmez olur ona kolaj, hayat zaten bir deney değil midir? Alır boyayı eline, önceden kolajladığı düşlerine sığmayan imgeleri taşır resmine. Bu nokta da Rafet’in resimlerini kolâjlarından ayırmamak gerekir. Tamamlayıcı bir deney, içuzaydan uzaya geçiş, kitabın yeni bir cildi olarak da okunabilir. Biri görür mü bir gün?


Alper T. İnce


*


Rafet Arslan “ŞUURALTI OPERASYONLARI”


Kolajlar, détournement'lar, assemblage'lar ve bazı resimler…


25 Nisan - 02 Haziran 2012


Sanatorium’da


















-Habersiz bırakma beni..// David Ignatow






Bir şey söyleyeceğim sana
-seni dinliyorum!
Ölmek üzereyim.
-bunu duymaktan dolayı çok üzgünüm.
Yaşlanıyorum.
-bu daha da kötü.
Evet, kötü, ben sandım ki kendi
durumundan bir haber ileteceksin.
O zaman ne? Çok üzgünüm.
-habersiz bırakma beni, yeni bir şey olursa bildir.
Tamam. Bildiririm.
-iyi ve dingin kal.
Sen de.
-kendini kolla.
Sen de.

Şiir: David Ignatow (1914 - 1997)
Çev. Borges Defteri & Poetic Mind


Esriklik Sabahı...// Arthur Rimbaud








Ey benim İyim! Ey benim Güzelim! Yalpalanmadan yürüdüğüm acımasız bandomızıka! Cinlerin işkence çarkı! Hurra, duyulmadık yapıt ve anlı şanlı beden, ilk kez! Çocukların gülüşleriyle başladı, bitecek onlarla bu. Kalacak bütün damarlarımızda bu ağu, dönerken bandomızıka, eski uyumsuzluğa kavuştuğumuzda bile. Ey şimdi bu işkenceleri hak eden bizler! Getirelim özlemle yan yana, yaratılmış bedenimiz ve ruhumuza verilmiş o insanüstü sözleri: O sözleri, o çılgınlığı. İncelik, bilim, şiddet! Söz verildi bize iyilik ve kötülük ağacının karanlığa gömüleceği, zorba dürüstlüklerin sürüleceği, arınmış sevdiğimizi alıp götürelim diye. Bazı iğrenmelerle başladı bu ve bitiyor,-emanet edemeden bizi o sonsuzluğa hemen,-bitiyor kokular bozgunuyla bu.
Çocukların gülüşü, kölelerin suskunluğu, erdenlerin sertliği, buradaki biçimler ve nesnelerin ürpertisi, kutlu olsun anısıyla bu uyanışın. Hoyratça başlamıştı bu, alev ve buz meleklerle bitiyor işte.
Küçük esriklik uyanışı, kutsal! Bize ödül verdiğini maske karşılığında ancak. Onaylıyoruz seni, yöntem! Dün, biz yaşatan her birine ün ve şan verdin, unutmuyoruz. İnancımız var ağuya. Ömrümüzü tümüyle verebiliriz her gün.
İşte Canakıyıcıların* vakti.

Arthur Rimbaud

*Rimbaud, "Esriklik Sabahı"’nı afyon yuttuğu bir anda yazmış. Canakıyıcı, Fransızcası “assasin”: Fransızcaya Farsçadan geçmiş(haşhaşi). Adı Avrupa’da duyulan Hasan Sabbah fedailerinin bilinçlerini bulandırıp düşmanlarını öldürtmek için, fedailerine afyon ya da esrar içiriyordu. Böylece “haşhaşin” ya da “haschischin” -"assasin", canakıyıcı olarak Faransızcaya girdi. Rimbaud sözcüğün çift anlamını kullanmış.


SÖZ’ÜN TÜL DANSI.. // Melek Ekim Yıldız






SÖZ’ÜN TÜL DANSI




Doxa’nın dedikleri…



Herkesin vardır bir kuytusu. Benimki söz. Zulam.
Oraya sakladım. Seni…


Sen bilmezsin Doxa’yı. Belli belirsiz bir tebessüm gibidir varoluşu. Sezilebilir ama asla emin olunamaz ondan yana. Konuşmaz, sesini duyan olmamıştır hiç. Söyler ama yine de.

( Kurduğun bir cümle gibiyim nicedir. Büyüsünü saflığına gizleyen…)

Onu son gördüğümde yüksek bir yerdeydi. Epeyce yüksekte. Rüzgârın uçurduğu etekleri bacaklarına dolanmış; heybesindeki ağırlıkla, o tepeye güçlükle ulaşmışlığından soluk soluğa kalmıştı. Yanaklarında ateş, gözlerinde bir başka ateş vardı ve avuçlarını sıkıca yummuştu. Ellerinin ayasında sakladığı neydiyse, onu rüzgâra verecek gibiydi. Nefesimi tutup bekledim. Vaadi hoşnutlukla karşılayan rüzgâr şiddetini artırırken, Doxa kollarından birini ileri uzatıp, avucuna gizlediğini serbest bıraktı. Onlarca sözcük yükseldi göğe ve salınarak danslarına başladılar.

(Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir, diyor bir adam. Tenha bir bahçede seni örüyorum’u okumuştum bir zaman bir de. Ağlarını ören kaderden bahsedilir ya kimileyin, aklıma annem geliyor. Siz yaşamaya dalmışken başınıza gelenler o’nun işidir, derdi kaderin yaramazlığından dem vururken. Bense tüm bunları bilmezmiş gibi, ördüğün söz’ün bir ucundan yakalayarak dolaştıkça dolaşıyorum; kördüğümlerden korkmadığımı hatırlatıp, hatırlayarak. Biteviye…)

Sözcüklerin rüzgâra kapılıp süzülüşlerini izlemenin büyüsüne kapılan bendim, Doxa ise hala bir görünüştü. Gözlerimi uçuşan sözcüklerden ayıramadığımdan, diğer kolun havalandığını, ikinci bir dansın başlamak üzere olduğunu fark edemedim.

(Nicedir söz’üme dair fikrim hep aynıydı: “ sana demedim ama istersen alabilirsin.” Ya da “ kimseye demedim ama isteyen alır.” Şimdi ise, tüm söz’üm sana yöneliyor elimde olmadan. Bilsen, alır mıydın?)

Memnuniyetle aldı rüzgâr kapısına bırakılan sözü. Savurdu, döndürdü, ıslığına katık etti; bakışlarımıza aldırmadan götürebileceği kadar uzağa götürdü. Kendinden memnun Doxa, eğilip heybesine rüzgârına verecek yeni dansçılar aradı. Arayışın sonlanmasını sabırsızca beklerken yüreği gümbürdeyense bendim. Aldığı hediyeye minnettar olması gereken rüzgâr, açgözlülükle savurdu Doxa’nın eteklerini. Soluklanıp, gelecek olanı bekledim.

( Akıl, kaçınılmazca, nesneler yaratırmış kendi kendisine. Bu yüzden her düşünenin bir tanrısı varmış. Öyle diyor bir büyük zihin. Haklı olmalı ki, düşündükçe söz’ünü, tanrım oluyorsun harf harf…)

Sen bilmezsin Doxa’yı. Saklı bir matemi ima eden söz gibidir varoluşu. Sezer ama konduramazsın. Rüzgâr sert esiyor, dediklerini duyamazsın.

( Söylemek ya da hepten susmak mümkünken, mırıldanışlarımı sağa sola savurdum. Umdum. Sonunda anladım ki, sözcükler yeterince, yetkince, gönlümce susmayacakları gibi söylemeyecekler de. Hiç. Böyle.)

Kerelerce ellerini daldırıp çıkardı Doxa heybesine. Önce avuçladığı sözcükleri sıkıca tuttu bir süre elinde, sonra bıraktı dans edip süzülsünler diye. Bu seyirliğin iki izleyicisi, rüzgâr ve ben keyfi uzatmanın yollarını aradık kendi yöntemlerimizle. Rüzgâr yükseldikçe yükseldi, ben elime geçirebildiğim kadar söz’ü ceplerime tıkıştırdım. Doxa’nın heybesi boşaldıkça doluyor gibiydi ve kimsenin bundan şikâyet ettiği yoktu.

( “Yazmak ben’den o’na geçmektir.” cümlesi aklımdan çıkmıyor. Yazmak ben’den o’na geçmektir… Yazmak ben’den o’na… Ben’den o’na… Ben’den… O’na… Aklımdan çıkmıyor işte, ne yapayım!)

Sen Doxa’yı bilmezsin.

( Ondandır ki, evren koskoca bir yazı defteri… Yazmak… Ben’den… O’na…)

Doymazdı ya şu rüzgâr, heybesi boşaldı Doxa’nın. Avuçlarını son kez açıp kapadığında savrulan sözcükler, dansın kapanış selamını benim ayaklarımın dibinde yaptılar. Bu son sözcükleri okuma gereği duymadan cebime tıkıştırırken selamladım Doxa’yı. Rahatlamış tebessümünü bana değil, rüzgâra göndermiş olmasına ise hiç kızmadım.

( Hiç iletilmemiş söz gibiyim… Biri beni söylese ya…)

Kimse bilmez Doxa’yı…

Melek Ekim Yıldız,

MEY


ANLAM KAZICILARI..// Süha Tuğtepe






ANLAM KAZICILARI, ADALAR VE KÖPRÜLER

Köprüleri vardır anlam kazıcılarının. Bir öncekinden sonrasına adalarını; denizlerine koyduğu taşlarını birbirine bağlayan incecik köprüleri vardır ki; anlam kazıcıları eskisinin içinden doğanı, bu incecik köprünün üstünden taşırlar ve yeni bir ada yaparlar denizlerinde; doğması için yeni adaların... Sonsuzluktur bu. Sözcüğün sözcükle, anlamın anlamla ürediği ve büyüdüğü bir sonsuzluk...

Anne gibi değildir...
Her doğuran asla anne değildir.

İlla benzetmek gerekiyorsa; harflerden, hecelerden, sözcüklerden oluşan kalabalığıyla, belki biraz benzerler deryanın içine, hücre bölünmesi çoğalanlara; ilklerin diyarına.

Anlam kazıcısının hem içinde, hem de dışındadır o.
İçselleşmiş, samimi; sözcüklerinin çırpınan kalpleriyle bir senfoni orkestrası gibi hem ritimli, hem de anlamlı; çok hücreli bir canlıdır artık o. Hem acı verir, hem de sevinç.

Anlam kazıcıları öldüğünde, çok güzel adalar bırakırlar gerilerinde. Onları birbirine bağlayan incecik köprüleri keşfetmek de, arkalarından dua gibidir... En güzelidir! Hüzünlüdür! Sevgi doludur.

AŞKIN UFUK HALİ

Dünyanın hali;
matemin tam ortasında
kımıldayınca suyun kalbi
düştüm yine sözcüklerin deryasına.

Seçmece...
İçi kırmızı
dışı felaket
dizelerden dalgalar
yıkıldıkça üstüme
sıyırıp gönlümü
aldım eynime
ışığın karanlığı sildiği anı.
Yayıldım serin gölgesine.

Aşktı uzayan
akşamla kavuşan.

Açıldıkça
açıldım bir gül gibi.
Dünyanın hali;
matemin tam ortasında
pupa yelken bir kalbi
üfledim uzaklara.

Zaten sevmenin en güzel hali
aşkın ufuk hali.

Geçmişiyle çırpınanların
uzaklıktır umudu.
Geleceği ise
deryanın en dibi.
Karışır orada kum gibi
sevdanın binbir hali.

Pul var orada!
Parıltısıyla yakamoz var;
kırılmayı bilen.
Tutunmayı bilen yosun var.
Aşk var orada, aşk!
Suyun her titreşiminden bir şarkı
her zerreden bir canlı
kalbime kan gibi dolan.
Uzaklık var orada!
Dünya'nın hali,
matemin tam ortasından uzakta
bir uzaklık var
şifalı bir su;
derdime derman.



Süha Tuğtepe


Kimin yaşadığı değil burada..// Charles Bukowski /Çev. Mustafa Ziyalan





Kimin yaşadığı değil burada

kimin öldüğü mesele;
ne zaman öldüğü değil
nasıl öldüğü;
bilinen büyükler
değil
bilinmeden ölen büyükler,
ülkelerin tarihi
değil
insanların yaşamları.
öyküler düş,
yalan
değil,
gerçek değişir
insanlar
değiştikçe,
gerçek dengeye erince bir
insanlar
ölecektir
gerçek olup
çıkacak
böcektir
ateştir
seldir .



CHARLES BUKOWSKI
İngilizce’den çeviren: Mustafa Ziyalan


Granit Gökyüzü..// Sufi.




Güven duygunuzu ne zaman yitirdiniz?Hatırlıyor musunuz? Ve bir insan güven duygusunu neden yitirir? Yüzümüze gülen biri çıktığında acaba ne istiyor diye düşünüyor muyuz?Neden böyle oldu bu toplum? Kim itti bu güvensizlik badiresine insanları? bu cehennem şölenini kim hazırladı? Ne ka+(dar) zamandır bu b(öyle)? ( x ,+,-, # /= ).
Böyle yaşanabilir mi? Kısa bir süre belki böyle şeyler duyabiliyor insan. Çok yakınındaki bir kişiden hiç ummadığınız bir tümce çıkabiliyor, veya bir darbe yediğinde böyle hissetmek de son derce doğal aslında.Ben de ara sıra güven duygumu tamamen yitirdim, hep yanı başınızda olacağını sandığınız prıl prıl bir sevgiliyi, bir insanı kaybetmek..o yıllarda bile inançlarım hiçbir zaman isyan ettirmedi beni, ancak sallandığımı inkar etmiyorum, içime tıkadığımı da, belki bu günlerde ödediğim bedel işte o içe tıkamaların getirdiği acıyla beraber dışa vurumudur. Daha sonra da inandığım insanlar oldu, hiç karşılıksız, tümüyle açık, sevgiyle yıllarımı verdiğim kişiler. Benim inancımda “insan iyidir” hep. Nietzsche’ye kalırsa “iyiliğin” kökeni zayıflıktan geliyor, ben böyle düşünmüyorum, bu nedenden dolayı belki, “gönüllü gitme” “yeryüzünü terk etme” fikri hep saçma geldi bana. Bazı insanlar eğer “biraz daha az iyi”lerse bu onların sorunudur. İyiden, kötüden ne çıkarsama yaptığımıza bağlı kalarak. Yanılan kendileridir, karşısındakini yanılttığını sanan insan kadar zavallı biri var mı? Ona sadece acımak gerekiyor.Yürüyoruz ve "yürümek" başlı başına bir bela umman. Yaşam yolu bana sorarsanız izafi, ancak içinde yaşarken dünya zamanıyla öyle pek de kısa değil, uzay düzleminde bir hapşırık süresi kadar kısa olsa gerek! Çoğu zaman hiç ardımıza bakmadan yürüyoruz, gelecek önümüzde. Geçmişimizde insanlar bırakıyoruz. Bazısı yoruluyo, yaralanıyor, acı duyuyor, isyan ediyor. Kimisi ardına bakmadan yürüyor. Hangisi yanlış, hangisi doğru?Kime göre yanlış ? ya da doğru? Dediğim gibi ben yanılmıyorum, insanlar iyidir(!!!) ve bizler her kötü olayda bile bir şeyler öğreniyoruz.Görüyoruz,bakmıyoruz! Deneyim kazanıyoruz, çünkü olağan üstü durumlar insan ilişkilerinin aynası oluyor bir anlamda. Özel bir durum yaşadığınızda dostlarımızın davranış ve tavırları size çok önemli ipuçları veriyor.Bu durumlarda o dostlarımızın “dostlukları” ve kaygılarından dolayı dünyanın en güzel iki sözcüğüyle teşekkür etmek bile az gelir. İstanbul’dan yola çıkarken bir “susku ve sükun ovasının ” yolcusu dostum, tüm zor anlarımda bir milyon cc’lik güç kaynağı işlemi gören bir mektup verdi bana. Her uyandığımda yarı uykulu gözlerimle o satırları okudum. On bin yıldan fazla bir süredir ki söz üzerinden dönüyor dünya, özün kemale erdiği an. Defter arşiviyle paylaşacağım bu mektubun tamamını, her, “ama her neredeysen” (kendi deyimi ile) çok iyi olman dileğiyle candostum.
mektuptan kısa bir bölüm.
(“ ..birde yolcu kimdir dedin.Yolcu, yola düşen ve aslından haberdar olandır. Yolcu, yoldaki konakları hızlı geçen, dumandan arınmış ateş gibi varlığını yakıp arınan insandır, tıpkı çevremizde bizim seçtiğimiz dostlarımız gibi sevgili Sur..”)

Sufi.

Heav.en.ly:

Düşünmeden,acımadan,aldırmadan
yüksek duvarlar örmüşler dört yanıma.
Anlamadım bunca duvarlar nasıl yükseldi.
Ses soluk işitmedim. Sezdirmeden kapadılar beni dünyanın dışına.
Yol ve İthaka‘nın anlamı çok sonra uğradı bu Sufi’ye:
Bana bu zamansız yolculuğu verecek sanki İthaka .
O olmasaydı da çıkacaktım sedef,kehribar yoluna,
“Zaman az,
acımasız
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.”
( uzaklara selam olsun)./Sufi.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***