Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



İz Bırakanlar / Naime Erlaçin



Tıpkı sanatın toplumları etkilediği gibi, toplumsal değişim de sanatı etkiler. Post modernizmin egemenliğini ilan edişini izleyen dönemlerde ve 11 Eylül’ü takiben, özellikle de Auschwitz’ten sonra artan güvensizlik duygusuyla kendini kendiliğine dayayan sanat, şiir sanatı da dâhil olmak üzere, yepyeni arayışlara girdi. Öyle bir zaman dilimiydi ki bu, güvensiz toplumlar ve bireyler kendilerine birer sığınak arıyordu. Sonuçta arayışlarını gerçek dünyanın dışındaki alternatiflerde buldular. Mistisizm ve inanç ögelerinin ön plana çıkması dönemin en belirgin özelliklerindendir. (Burada bir parantez açarak, şiirde mistik ve dinsel ögeleri başarıyla kullanan, kendi poetikasını oluşturabilmiş güçlü şairleri hariç tuttuğumu özellikle belirtmeliyim.) Mistisizm derken, Batı toplumlarında eksik kalan bir şeyleri tamamlamak adına farklı kültürlerde girişilen alternatif arayışlardan söz ediyorum.

Gelinen bu zaman aralığında birey toplum içinde yalnızlaşmış ve korkuyordu. Öte yandan şair de, başkaldırmanın gereklerini bildiği halde, kendini korunmaya muhtaç hissetmeye başladı. Toplum mühendisliği projeleri, sözü edilen psikolojiyi kolaylaştırmak yerine aksine zorlaştırdı ve yaygınlaştırdı. Sanat emekçisi, yabancılaşma-sürüleşme-aynılaşma süreçleriyle baş etmekle yükümlüyken, bilinçdışına zorla dayatılmış olan paranoya ile de savaşmak mecburiyetinde kaldı. Çoğu kez de yenildi ve teslim oldu. Böylece kültürel sermayesinin harcanmasına göz yumdu. Sanatın ve şiirin içine itildiği kısır döngünün temel nedenlerinden biri budur.

Sanat ne için var?

Bu soruyu sıkça sorar ve sonra da çeşitli yanıtlar ararız. Ama sanatın ana hedeflerinden birinin hayata yepyeni ve derinlikli bir bakış açısı, yorumlama yeteneği kazandırmak olduğunu da yadsıyamayız. Kısacası ‘sanat, insanı hayata dokundururken, düşüncede yeniliği yaratmaktır’ da denilebilir ki kitleleri peşinden sürükleyen, toplumda derin izler bırakan, ileriye doğru atılmış adımların toplamıdır. Ancak günümüzde sıkça rastlanıldığı gibi, sanatçı yaratma işlevini sanki korkularının arkasına gizlenmek, onlarla birlikte kapalı bir alana kısılmak zorundaymış gibi sürdürüyor. Kendisine bir tür oto sansür uyguluyor. Söylemek istediklerini, paranoyak duygulanımların da etkisiyle, sosyo-ekonomik-kültürel yapının yeni iklimine uygun bir tavırda, lafı evirip çevirip dolandırarak ve günlük gereksinimlere uygun bir biçimde söylemeye çalışıyor. Ya da tam aksi uçta konuşlanıyor; bir anlamda Gösteri toplumu (Guy Debord) ile özdeşleşip, sermayeyi de arkasına alarak daima ortalıkta olmak, medyatik bir figüre dönüşmek istiyor. Yaratma eyleminin kaderini adeta ısmarlama sanatın kucağına bırakıyor. Demek ki çevre faktörü ve sosyolojik koşullanmalar çok önemli.

Çocuklar büyürken sosyalleşme (sosyalizasyon) denilen bir süreçten geçer ve bu yolla kişiliklerinin temel yapısını oluştururlar. Sanat emekçisi için ise süreç hiç bitmez. Yaratmak ve etkilemek için özgür olmak, aynı zamanda özgün bir sanat ortamından hayat boyu beslenmek, özgül ağırlığını korumak zorundadır o. Oysaki günümüzde tam tersi gerçekleşiyor ve biçimlendirmesi gereken sanatçı biçimlendiriliyor. Özgün imgeler, bireylerde yarattıkları farklı çağrışımlarla farklı yorumlamalara yol açabilecekken, karşımıza çıkartılan kalıplaşmış ve simgeleşmiş imgeler ( ki buna ‘biçimlendirilmiş imgeler’ de diyebiliriz ), artık eserin form, anlam ve biçemi ne olursa olsun, aynılaşmanın birer göstergesi, birer kanıtına dönüşüyor. Birileri hep aynı hikâyeleri anlatıp duruyor. Diğerleri ise dinliyor. Farklı hikâyesi olanlar bu işten karlı mı zararlı mı çıkıyor diye sorgulandığımızda, fark edilenlerin olduğu kadar çoğunun da hiç fark edilmeden yok olduğunu görüyoruz. Böylece sanatın varlık nedeni ve felsefesi çürüyor. Toplumsal yapılandırmalarla adeta çürütülüyor. Şairden konuşuyorsak eğer, o da varoluşçuluk sorunsalını evrensel bir dille sorgulayacağı, düşünce dünyasına yeni sayfalar ekleyeceği yerde kalemini derinlik öğesiyle özdeşleştirmeyi umduğu yeni moda mistik dalgalanmalara bırakıyor. Bir bakıma kolaycılığa kaçıyor. Örneğin, doğmalara, inanç sistemlerine veya dünyanın herhangi bir köşesinde filizlenen, kendisine tamamen yabancı olan hayat görüşlerine sarılıyor ki bugün şiirde giderek yaygınlaşmakta olan bir eğilimdir bu.

“Düşünüyorum.” Kuşkulanıyor ve sorguluyorum. “O halde varım!”.

Düşünmüyoruz, o halde yok muyuz? Ne acıdır ki günümüzde, en azından birileri, korktukları ve sığındıkları ölçüde var! Bu durumda saf (pure) sanat ile sanatçı arasındaki gerçeklik ilişkisi zedeleniyor demektir. Masumiyetini hâlâ koruyan dar alanlar hariç yeryüzü ölçeğinde böyledir bu. Bilinçli şair ise, çevresinde inşa edilmekte olan hiper gerçeklik’ten (Baudrillard) kendisini kurtarabilmenin yollarını arıyor. Hâlâ cılız sesiyle, gün geçtikçe yapaylaşan, “ben yaptım oldu” mantığı ile ucuzlatılan; kodları yeni baştan yapılandırılan sanat sürümlerinin üstesinden gelme savaşı veriyor. Yeni sanat, yeni teknoloji, yeni sosyal yapı, yeni birey, yeni siyaset, yeni ama özünde arkaik olan kültür-sanat politikaları ve benzeri dayatmacı unsurlar, ne yazık ki sanatı hırpalayan baskın güç odaklarına dönüşüyor. Objektifi ekonomik arenaya çevirirsek eğer, görülüyor ki tüm gelişmelerin altında sınırsız tüketim eğilimlerini kışkırtarak küresel yoksulluğu körükleyen sömürü olgusu, küresel sermaye ve ekonomik tabanlı yeni kültür politikaları yatmaktadır. Böyle bir dünyada okuyan, düşünen, duyumsayan, çözüm arayan insanların işlevi nedir? Ya da var mıdır?

Her sosyal yapının temelinde birey ve kurumlar yatar. Bunlar toplumun arzularına aykırı, doğal değişim, devinim ve evrim süreçlerinin dışında; özellikle de geriye doğru dönüştürülür/değiştirilirse eğer, sosyal yapının dengelerinin bozulması kaçınılmazdır. Değişim ve dönüşüm süreçlerinin post modern ve üstelik çağdışı mühendislik projeleri ile dayatıldığı günümüzde ise tablo oldukça vahim gözüküyor. Çünkü çağımızda sosyal değişim – ki buna başkalaştırma da denilebilir - ekonomik ve siyasal sistemlerin çıkarları doğrultusunda manipüle ediliyor. Hal böyle olunca, herkesin birbirine benzediği, sığlaştığı, yalnızlaştığı ve korktuğu için kendisine sığınak aradığı bir dünyada sanat anlamını yitiriyor. Yaşamın gerçek savaşçıları artık yaşadıkları gibi düşünmeye başlıyorlar. Toplumdan aldıklarını eserlerine yansıttıkları için alışılmamışın yerini alışılmış alıyor. Öyle ki, tek mutlak gerçek olarak kabul ettiği ölümü dahi içine sindirebilen şair artık ölümden korkar oluyor. Sıradanlaşıyor. Algılaması bozuluyor. Aslında her şeyden korkuyor. Terörden, kanserden, zehirlenmekten, soluk alamamaktan, ününü yitirmekten, açlıktan, istikrarsızlıktan, işsiz kalmaktan… Nedeni ise, sistemin düşünen ve üreten insanı böyle yönlendirmesidir. Sistem, gönderdiği sinyallerle ona sürekli gözdağı veriyor, onu törpülüyor, onu öğütüyor. Kısacası, post modern toplumlara egemen olan belirsiz tehdit algılamaları şairi de yolundan saptırıyor. Onu yanıltıyor. O ki toplumun vazgeçilmez düşünce savaşçısı, güzel arayışçısıydı. Şimdilerde sanatın ve şiirin en temel gerçeği olan direnme zorunluluğunu unutmuş görünüyor.

Toplumsal kargaşanın geçerli olduğu dönemler, şiirin dengelerinin en çok bozulduğu zamanlardır. Değerler sisteminin kökünden sarsıldığı, paradigmaların altüst edildiği bu gibi hallerde bazen şiir de kayar ve yere düşer. Bazen de kaos sonuçlandığında eskisinden de güçlü olarak ayağa dikilir. Süreç ise genellikle bir tip sanatçıyı korurken, ek olarak iki tip sanatçı daha üretir; Sistemce muhafaza edilen ve her devirde hayatiyetini sürdüren gelenekçi statue quo’cular, sistemin önerdiği yeni paradigmayı ve yapay değişimi hiç sorgulamaksızın, olduğu gibi kabullenen uymacılar (konformistler) ve ilerici paradigmalar üreten tepkiciler. Şair, bu sacayağının neresinde duracağını iyi bilmesi gereken ama aynı zamanda kendiliğinin öznesi olmakla kalmayıp, toplumun da öznesi olabilen kişidir. Lukacs ve T. Eagleton gibi kuramcılar, ünlü düşünür Aristo’nun ‘insan toplumsal bir hayvandır’ savından hareketle kişinin içinde yaşadığı konjonktürün bir parçası olduğunu savunmuşlar, öz-biçim ilişkisini sıkça irdelemiş ve de kabul görmüşlerdir. Ancak şiir cumhuriyetinde işler biraz farklı yürür. Şair, diğer sanat emekçilerinden daha ön safta durarak, geometrik konumu itibariyle toplum kümesinin hem içinde, hem de dışında, ama kendiliğine dair öznel bir kümede pozisyon almalıdır. Elbette yaşadığı toplumla birlikte biçimlenen ve onu biçimlendiren kişidir, ancak hiçbir zaman yalnızca o toplum kümesine dâhil değildir. İkisine de hem ait olup, hem de toplumsal ve öznel kümelerin kesiştiği ortak alanda (içe ve dışa dönük ortak bir küme’de) yaşamayı bilendir. Böylece her iki kümeye karşı olan yükümlülüklerini de yerine getirmek mecburiyetindedir. Örneğin, kendiliğinden ödün vermeksizin sözünü evrenselleştirmek gibi… Var olma sorunsalını aşıp varoluşçuluk sınırlarını zorlamak gibi… Kendi derdini anlatmanın ötesinde, insana-hayata-aşka-insanlığın geleceğine dair değişik yorumlar getirmeyi olanaklı kılacak farklı bir dilde konuşma becerisine sahip olmak gibi…

Korkutulmasına izin verdiği takdirde ise elbette susacak, vazgeçecek ve yalnızlığa sürüklenecektir. Bu noktada, bireysel yalnızlığın yanı sıra sosyal yalnızlaşmadan da söz etmek sanırım yanlış olmaz. Şair dik, aykırı ve meydan-okur duruşuyla yalnızlığı zaten önceden seçmiş olan birisidir. Ancak onunla aynı dili konuşan, aynı tavrı benimseyen, aynı kaynaklardan beslenen fakat birbirinden farklı form, anlam ve biçemde yapıtlar meydana getirebilen, farklı teknikler uygulayan türdeşlere sahiptir. Günümüzde bu türdeşlerin, teslimiyet psikolojisi içinde, birer birer sığınma kampları’ na iltica ettiklerini; korku krallıkları tarafından üzerilerine salınan gözdağı salvolarına maruz kalarak kısır bir kabuk içine saklandıklarını, ya da popülarite, rating, imaj telaşına düşerek meydanlara fırladıklarını görmek şairi aynı zamanda küskünlük-kırgınlık da diyebileceğimiz sosyal bir yalnızlaşmaya iter. O artık öyle bir dünyada yaşamaya başlamıştır ki, slogan baskısı, imge bombardımanı ve kiç’leşme tehdidi altında icra etmeye çalıştığı sanatı toplumun gözünde seviyesini yitirmiş, aynı zamanda kıymeti bilinmez olmuştur. Dayatmacı ve yapay normlar, şairi-yazarı-ressamı-müzikçiyi, vb. tümden yalnızlığa hapsetmiştir. Kısacası, sanat emekçisi kimlik yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sorumluluk duygusu giderek aşınmakta, geleneğe düpedüz eklemlenmese de oradan beslenmeyi olanaklı kılacak, sanatını anlamlandırmaya yardımcı olacak kültürel birikimden uzaklaştırılmakta, böylece genetik yapısı dönüştürülerek sessizlik tanrısının tutsağı olma yolunda hızla ilerlemektedir. Çünkü sanat, günün koşullarına uygun olarak özünde taşıdığı bireşimci nitelikten, donanımdan kaynaklanan çözümleme yordamından uzak düşmüştür.

Sonuç olarak denilebilir ki yeryüzü ölçeğinde yaygınlaşan zoraki bu dönüştürme hareketinin (evrimsel değişim değil!) kitleler, bireyler ve dolayısıyla sanattaki yansımalarını izliyoruz. Yalnızca izlemekle kalmıyor, bu sürece yakından tanıklık ederek birebir içinde yaşıyoruz. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde tablo budur. Ancak susmanın dışında bir seçenek daha var. Mademki dünya değişiyor/değiştiriliyor, o halde sanatçı da zırhını daha kalınlaştırmak, oyunun yeni kurallarını anlamaya çalışarak, kendiliğinden ödün vermeksizin konumunu yeni baştan tarif etmek, sancılı bu süreçten en az zarar görerek çıkmak, verimliliğini sürdürmek ve dünyayı iyi yönde değiştirme hedefinden ödün vermemek zorundadır. Günün koşullarında, diğer sanat ustaları gibi şairin de dramatik bir sona sürüklenmesi gerçekten acı vericidir. Ama biliyoruz ki korkunun ecele faydası yok. O halde korunaksız, sığınaksız, şemsiyesiz de olsa çağa tanıklık etmeyi sürdürerek, tüm ağırlığıyla yaratmaya devam etmekten başkaca çıkar yol gözükmüyor.

Unutulmamalı ki yalnızca ağırlığı olanın izi kalır.
Yalnızca ağırlığı olanlar iz bırakır.
Kül bir alfabenin son satırlarında bile olsa!


…Likurga Ağıtı…

onlar
salkımsöğütleri anlamadı hiç!
yaprağın tenine dokunarak
dallarla sevişmeyi

şairleri yutanın
dağ ateşleri olduğunu da

ah Likurga!
semtine uğramadı derunî aşklar
en kırılgan yerinden sevildin hep
dip notlarını emerek serpildin
bir ağıtın
kavrulan dudaklarında

ölüleri okşadığından beri
kimse sormuyor
rengi neden yitirdiğini

sessizlik tanrısı saçlarını tarıyor bak!
kül bir alfabenin son satırlarında


(Naime Erlaçin - Likurga Dosyasından.)

Naime Erlaçin


SANAT, SİYASET, POPÜLER KÜLTÜR // Mehmet Yılmaz




Defterin notu: Değerli sanatçımız Mehmet Yılmaz (M.Y- "Sanatçı, Öğretim üyesi, Prof.: ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı; yazar, çevirmen, yayın yönetmeni; baba, koca -henüz küratör değil"..) borges defterine ve okurlarına çok şey kazandıracak, bilgi-deneyimleriyle ve usta kalemiyle aramızda bulunmasından kıvanç duyarak...paylaşım(ları) için defter ve okurları adına teşekkür ediyoruz...




Son zamanlarda ‘sanat’ ve ‘siyaset’ kavramlarının oldukça sık bir araya getirildiğine tanık oluyoruz. Bu bağlamda sergiler gerçekleştiriliyor; sanat dergilerinde, bazı gazete köşelerinde ve panellerde bu konu tartışılıyor. Tabii, tartışma ve etkinliklerde ‘siyaset’ derken, sanatın kendi öz dinamiklerinde içerili olan siyasetten çok, ‘güncel siyaset’ kastediliyor. İlginç olansa, öteden beri ‘sanata siyaset bulaştırılması’na iyi gözle bakmayan çevrelerin bile ortadaki bu tartışmayı desteklemesidir. Son İstanbul Bienali ve onunla ilgili çıkan çeşitli haber ve yorumlar bunun en canlı kanıtlarından olsa gerek.

Sanat ve siyaset konusuna serinkanlı bakabilmek için, güncel tartışmaları şimdilik es geçip, bazı temel soru ve yanıtlarla ilerlemeyi öneriyorum:

•Sanat ortamını oluşturan oyuncuların ekonomik, sınıfsal ve siyasal konumları nedir, ilişkileri nasıldır?
•Sanatçı, şu ya da bu derecede güncel siyasetle ilgilenmeli mi (sanatına siyaset bulaştırmalı mı), yoksa siyaset dünyasından uzak mı kalmalı?
•Sanatın özünde içerili olan siyaset nedir?
•Siyasal ilericilik ile sanatsal ilericilik örtüşür mü, yoksa bunlar ayrı şeyler midir?

İşe ilk sorudan başlamakta yarar var; çünkü yanıtı, meselenin ana hatlarını verecektir bizlere.

Sanat, istisnalar olmakla birlikte, öteden beri egemen sınıfların hizmetinde olmuştur. Mısır piramitleri ve onları süsleyen heykel ve resimlerden tutun, bugüne kadar yaratılan eserlerin çok büyük bir kısmı bu hizmetin kanıtları olarak duruyor karşımızda. Sanatçılar, gönüllü ya da gönülsüz, her zaman egemen güçlerin yanı başında olmuştur. Aralarında tam bir çıkar ilişkisi vardır. Egemen güçler sanatçıları beslemişler, kendilerini göstermelerini ve ünlenmelerini sağlamışlar; karşılık olarak da sanatçılar onların saygınlıklarına saygınlık katmışlar, gerek maddî gerek manevî anlamda iktidarlarını imgeye dökmüşler, hatta hoşça vakit geçirmeleri konusunda yardımcı olmuşlardır. Özetle, her iki taraf da birbirlerinin varoluşlarına katkıda bulunmuşlardır.

Ortalama son iki yüz yıldır sanatı ve sanatçıyı destekleyen sınıf (farklı katmanlarıyla) burjuvazidir. Alemin yeni efendisi olan bu sınıf, sanatın yeni ortamını oluşturmuş, seçkin üyeleri aracılığıyla sanat akımlarının düşünsel temellerini ya bizzat oluşturmuş ya da parayla tuttuğu yazarlara havale etmiş, reklâmlarını yapmış, sanatçıları kışkırtmış, eserlerini kaliteli bir mala çevirmiş, özetle, ortamı (yani, piyasayı) kızıştırmıştır. Buna karşı çıkan sanatçılar olmuştur olmasına ama burjuvazi harika refleksi ve dehasıyla onları ve yapıtlarını da paraya çevirmeyi başarmıştır.

“Her sunum kendi istemini yaratır” ilkesi sanat piyasası için de geçerlidir.


Modern sanat müzelerine, resmî ve özel koleksiyonlara bakınız lütfen. Bu alışverişte kazançlı çıkan kimdir? Yenilikçi burjuvazi ve yenilikçi sanatçı. Ya halk? O her zaman ortamın dışında kalmış, savaşta ölmüş; fırsatını bulursa (o da nadiren) seyirciliğe terfi etmiştir.

Son zamanlarda bazı sanatçıların bundan rahatsız oldukları görülüyor. Dediklerine göre, küresel sermaye sanatı yönlendiriyormuş; sergileri içi boş bir gösteriye, yapıtları da birer mala dönüştürüyormuş; geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal sanatlarını ezip geçiyormuş, falan. Günaydın! Perşembenin geleceği çarşambadan belliydi oysa.

Hiç kuşkusuz, yaşam her zaman şaşırtır insanı. Ama yine de, meydana gelen sürprizlerin gökten zembille inmediğini, rastlantı ve zorunluluk ile yoğrulmuş toplumsal sürecin doğal sonuçları olduğunu görmek zorundayız. Bu gibi sürprizler, yatağında kendi bildiğince akan bir nehrin yüzeye vurmuş dalga ve köpüklerine benzer. Oysa asıl devinim daha dipte gerçekleşir. Önemli olan, işte bu dip dalgalarını, genel akışı doğru kavramaktır. Bir buçuk asır önce Marx ve Engels işte bu genel akışı kavramışlar, dahası, muhtemel sonuçları önceden görmüşlerdi:

“Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır. İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. (…) Bugüne dek, üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa, burjuvazi bunların üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir. (…) Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi varolamaz. (…)

Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. (…) Üstelik yalnız maddî üretimde değil manevî üretimde de bu böyle. (…) Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil; pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta. (…) Tek kelimeyle, istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.”

Bugünkü manzaranın dâhice öngörüsüdür bu satırlar. Bu sınıf dün modern sanatı destekliyordu, şimdi de çağdaş (güncel, postmodern) sanatı desteklemekte ve yönlendirmektedir. Kendini yenileme ve ortamı idare etme (yani siyaset yapma) becerisinin mükemmel olduğunu kabul etmeliyiz. Bu sınıf sanatçıyı yenilik yapması konusunda her zaman kışkırtmış, kendi sağlığı için sanatı bir özeleştiri mekanizması (panzehir) olarak kullanmasını bilmiştir –tabiî, öldürücü dozda olmaması koşuluyla. Örneğin, anarşistlerin eylemlerine katılan Courbet ve Wagner gibi sanatçılara (devlet aracılığıyla) dünyayı zindan ederken, günlük siyasetle doğrudan ilgilenmeyen öncü sanatçıları hararetle desteklemiştir. Özetle, kapitalist devletlerde sanat piyasasının efendileri olan tüccarlar, kendilerini ilericiliğin kalesi olarak gören komünist partilerden çok daha açık görüşlü bir politika izlemişlerdir.

Olaya sanatçı cephesinden bakarsak, sanatçıların patronlarla olan ilişkilerinde çelişkiler yaşadıkları ortadadır. Sanatçılar patronların piyasayı belirlemesinden rahatsız olsalar da onlarla çalışmak zorunda oldukların bilincindedirler. Örneğin bir yazar, eserini basacak ve dağıtımını yapacak bir yayıneviyle, ressam ise bir galericiyle çalışmak zorundadır. Ancak, güncel siyasetle ilgilenme konusunda yazarlarla görsel sanatçılar arasında bazı davranış farklarının olduğu söylenebilir. Eserine güncel siyaset bulaştırma konusunda, eğer istekliyse, yazarın ressama göre daha avantajlı olduğu ortadadır. Yazar da siyasetçi gibi insanlara sözcükler aracılığıyla seslenir, dünyasını sözcüklerle kurar. Yani, yazarın siyaset dünyasıyla kavramsal bir ortaklığı vardır. Öte yandan yayınevi yazarın siyasi görüşlerini paylaşmasa bile, eser nitelikliyse muhtemel ‘müşteri sayısını’ düşünerek basmayı göze alabilir. Yani, eser başlangıçta biricik olsa bile ucuz kopyaları sayesinde binlerce müşterinin alması sağlanabilir ki bu da yayınevinin kazancının garantiye alınması demektir.

Oysa kazancını resim satışına bağlayan bir galerici yayıncı rahat davranamaz. Çünkü bir tablonun satış anında biricik alıcısı vardır ve o da çok varlıklı biridir. İktidardaki sınıfın üst tabakasına mensup bu şahsiyeti kimse ürkütmek istemez elbet. Bunu ressam da galerici de önceden bildikleri için davranışlarını kendiliğinden ayarlarlar. Ayrıca, zararlı olduğu gerekçesiyle ressam gerçekten de sanatına güncel siyaseti bulaştırmak istemiyor olabilir. Bu yüzden görsel sanatçıların çoğu eleştiri, karşı çıkma ve yenilik gibi içsel dürtülerini sanatın iç sorunları aracılığıyla tatmin ederler. Ressamların güncel siyasî söylem ve etkinliklere çok sıcak bakmamalarındaki bir diğer neden de, yazarların aksine, kavramlar dünyasıyla olan uzaklıkları olabilir.

Birinci soruyu, yani sanat ortamını oluşturan oyuncuların ekonomik, sınıfsal ve siyasal konumlarını irdelerken, ikinci ve üçüncü sorulara da kısmen el atmış olduk. Gerçekten de, sanatçının sanatına siyaset bulaştırıp bulaştırmaması hem ortama hem kendi tercihine bağlıdır. Burada unutulmaması gereken şey, ortaya çıkan ürünün değerinin, güncel siyasete bulaşıp bulaşmamasıyla değil, sanatın kendi iç siyasetiyle, öz dinamikleriyle ilgili olduğudur. Peki ama, nedir bu sanatın içsel siyaseti? Bu, bir rekabet ilişkisidir. Gerçekten de galericisinden sanatçısına, eleştirmeninden müşteri ve seyircisine kadar, piyasayı oluşturan her birim, diğer birimlerle olduğu kadar kendi içlerinde de en çok kazanç için rekabet halindedir ki, bu genel siyasetin sanat ortamındaki yansımasıdır bir bakıma. Bu rekabet, genellikle ‘sanatsal ideoloji’ figüratif/soyut, nesnel/öznel, tutucu/öncü, biçimci/kavramsalcı gibi karşıtlıklar şeklinde gösterir kendini.

Sanatsal ideoloji, yani sanatın kendi özüne ait düşünce ve yöntemlerin tamamı yaşamsal öneme sahiptir. Çünkü yeni düşünce ve yöntemler demek yeni anlatım olanakları, dolayısıyla da yeni bir bakış açıları demektir ki, bunun meyvesi de yeni bir dünya tasavvuru demektir. O halde ‘araç’a, dolayısıyla ‘dil’e getirilen bir yenilik, ‘anlatılan konu’ya göre çok daha siyasaldır, devrimcidir. Çünkü sanıldığının aksine, araç yalnızca ürünün ortaya çıkmasını sağlamakla kalmaz, onun niteliğini olduğu kadar sanatçıyı ve müşteriyi de dönüştürür. İşte asıl devrim budur sanatta. Ve genellikle de sanatsal devrimler, siyasal konulardan çok, sıradan konular aracılığıyla gerçekleşmiştir sanatta.

Örnekler aracılığıyla ilerlemeye çalışalım: 20. yy’ın en önemli sanatçılarından olan Picasso hem kendi sanatının hem sanat dünyasının gidişatını altüst edecek buluşlarını (ki, o tarihlerde dünya topyekün bir savaşa hazırlanıyordu), yakın çevresinden aldığı ölüdoğa, portre ve figür gibi sıradan, siyaset dışı konular aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Bu açıdan, örneğin sanatçının bir genelev ortamını konu alan 1907 tarihli Avignonlu Kızlar’ı, 30 yıl sonra yaptığı (İspanya iç savaşını konu alan) Guernica’sından çok daha devrimcidir, şiddetlidir. Çünkü, şiddet Guernica’nın konusuyken, Avignonlu Kızlar’ın ta kendisidir.

Picasso’nun ‘piyasa’nın oyuncularıyla olan ilişkisine gelirsek: Kuşkusuz, en başta çizdiğimiz çerçevenin tam içinde yer almıştır o. Gerek güncel siyasetin dışında gerek içinde olduğu zamanlarda, burjuvalarla, yani sanat tüccarları ve seçkin müşterilerle her zaman iyi ilişkiler içinde olmuştur. Baş pazarlamacısı Kahnweiler’di. Bir Alman Yahudi bankerin oğlu olan bu zat, 1907’de Paris’te açtığı galerisi aracılığıyla, Picasso’yu siyasete bulaşmadan önce de sonra da hep desteklemiştir. Bu sanat tüccarı yalnızca zengin değil, aynı zamanda zamanın ruhunu içinde hisseden, yeni yapıtlar için köşe bucak dolaşan ve sattığı malın kuramını oluşturacak kadar becerikli bir yazardı (böyle sanatçıya böyle pazarlamacı!). Özetle, zamanın ruhu sanatın yenilikçisiyle sermayenin yenilikçisini buluşturmuştu.


Sanatta 1950 öncesinde Picasso baş oyuncu olmuşsa, bu şeref 1950 sonrasında Duchamp’a ait olsa gerek. O da yön vermiştir sanat dünyasına –yine, siyaset dışı sıradan konu ve nesnelerle. Savaş boyunca Avrupa’da kalan Picasso’nun 1937’den sonra güncel siyasi tartışmalara bizzat katılmasına karşın, Duchamp soluğu savaşsız bir coğrafyada, Amerika’da almış, asla güncel siyasete bulaşmamıştır. Onun hamileriyse W.C. Arensberg adında bir armatör ile Katherine Drier adında, amatörce resim yapan çok zengin bir kadındı. Her ikisi de sanat alanındaki yenilikleri desteklemeye çoktan hazırdılar. Bir kez daha “böyle sanatçıya böyle destekçi” demekten kendini alamıyor insan.

Kahnwiler, Arensberg ve Drier servetlerini nasıl edinmişlerdi, bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var: Bu servet sahipleri geçen yüzyılın en önemli iki sanatçısını sonuna kadar desteklemişler, varoluşlarına katkıda bulunmuşlardır.

Gelelim dördüncü soruya: Siyasal ilericilik ile sanatsal ilericilik örtüşür mü, yoksa bunlar ayrı şeyler midir? İki örnekle yanıtlamak istiyorum. Birinci örnek, İtalyan Gelecekçiliği. 1909’da Marinetti’nin yayınladığı bildirgeyle toplanan gelecekçiler tam bir savaş yanlısıydılar (grubun en önemli sanatçılarından Boccioni gönülü katıldığı savaşta ölmüştür). İtalyan faşizmine giden yolda Mussolini’yi desteklemişler, ancak öte yandan, sanat alanında bazı yenilikler getirmeyi başarmışlardır. Yani, siyasette gericiyken, sanatta oldukça ilerici davranmışlar, sanatın sınırlarını genişletmişlerdir. Onların Avrupa ve Amerika’da ünlenmesini sağlayan da yine bir Alman bankerdir (1912’deki sergilerinden 24 tablo satın almış ve dolaşıma sokmuştur). Diğer örneğimiz Dada hareketidir. Dadacılığın New York’taki kolu siyasetle ilgilenmezken, Zürih’tekilerin hemen hepsi sol görüşlü kişilerden oluşmaktaydı. Bunlar, gösteri ve sergilerle hem savaşa hem modern burjuva düzenine karşı çıkmışlar (bu yüzden başları polisle sık sık derde girmiş), hem de sanatın sınırlarını çok daha ileriye taşımışlardır. Yine, dadacılığın devamı sayılan gerçeküstücülerin çoğu Fransız Komünist Partisi’ne üyeydiler.

Bugün şöyle bir baktığımızda, yine, burjuvazinin tüm bu sanatçıların yapıtlarını paraya çevirmeyi ve kendi kültürüne katmayı başardığını görüyoruz. Özetle, dün olduğu gibi bugün de, sanatına siyaset bulaştıran sanatçıları burjuvazi (özellikle Batı dünyasında) ‘taşkınlıklarına göz yumulan haşarı çocuklar’ gibi algılamakta, hatta bir eleştiri mekanizmasının dişlileri olarak değerlendirmektedir. İşin kötüsü, sanatçılar farkındadır bunun.

Carl Andre’nin “Ya çelişkilerimizi yalanlamak ya da onlarla yaşamak gibi tarihsel bir seçimle karşı karşıya kaldık her zaman. Artık burjuvazinin dehası sayesinde çelişkilerimizi pazarlama fırsatı elde ettik” sözleri apaçık bir itirafnamedir. Yine, çağdaş sanatçılardan Hans Haacke’nin işleri, işte bu ilişkiyi daha da somutlaştırmaktadır. Örneğin, 1974 tarihli Manet Projesi, hem bir tabloyu satın alanların sınıfsal kimliklerinin, hem de o tablonun fiyatının nasıl katlanarak arttığının açığa çıkarılması üzerine kuruluydu. Sanatçının bu projesi, “Müzenin Dostları Derneği” başkanının desteğini çekebileceği endişesiyle müze yönetimince geri çevrilmiş; ancak daha sonra bir başka müzede uygulanmıştır. Haacke titiz bir araştırmacı gazeteci gibi, 1970’lerin ortalarından beri Mobil petrol şirketinin etkinlikleriyle ilgili de belgeler topluyordu. Topladığı yazılı ve görsel belgeleri 1981’de Mobil’in kendi reklâmları ve simgeleriyle birlikte galerinin duvarlarına asarak, şirketin bir yandan ırkçılığı bir yandan da sanatı destekleyen ikiyüzlü kimliğini gözler önüne sermiştir.


Peki, bu gibi siyasal sanat projeleri burjuvaziyi yıldırmış mıdır? Ne gezer? Burjuvazi tam da kendine yakışan bir manevrayla bunları sisteme ustaca dâhil etmiş, yalnızca sanatsal bir gösteriye dönüşmesini sağlamıştır. Sanatsa, korkmaya gerek yoktur nasıl olsa! Geçen ay sona eren 10. İstanbul Bienali’ni anımsayalım. Rahatsız edici bir şey oldu mu, polis birilerini sorguladı mı, halk sokağa döküldü mü? Hayır. Oysa medyada haberler çıkmıştı “bienallerin en siyasalı başlıyor” diye. Ama siyasal olduğu kadar iyimserdi de. Zaten bu yüzden “tecavüz kaçınılmazsa sırtüstü yat ve keyfine bak” mantığı içinde hepimiz güle oynaya, heyecanla ziyaret ettik mekanları.

Ramon Mateos’un Bir Adım İleri, İki Adım Geri adlı video yerleştirmesinde, Lenin mezarında çaresiz ve huzursuz bir şekilde kıvranıyordu. Kendi mekanlarında, sermaye çevresi o siyasal çalışmayı izlerken orgazm derecesinde büyük keyif almış olmalılar! Çünkü solun başarısızlığı, yıkımı duruyordu karşılarında. Ve tersten bakıldığında, bu yıkım, kendi zaferinin göstergesiydi.
Dünyanın bütün emekçileri birleşememişti ama dünyanın en güçlü paraları birleşmişti işte. Popüler kültür, işte bu birleşik gücün devreye soktuğu ‘kültür endüstrisi’ tarafından yaratılan ve pazarlanan kültürdür. Kültür endüstrisi, Adorno ve arkadaşlarının vurguladıkları gibi, ‘yüksek’ ve ‘alçak’ kültür biçimleri arasındaki sınırı ortadan kaldırmış, her türlü kültürel ürünü şu ya da bu derecede popülerleştirmiştir. Baselitz ile kiç ürünler aynı sanat fuarlarında; Beethoven, Madonna ve Neşet Ertaş CD’leri aynı müzik marketlerde satışa sunulmaktadır. Yetmedi: Makarna ve deterjan için gittiğiniz alışveriş merkezinde dolaşırken Platon’un Devlet’ini de koyabiliyorsunuz sepete. Ne büyük hizmet, ne büyük kolaylık! İşte size malların özgürce dolaşımı!

Şu burjuvazi yaman sınıf vesselam.




Mehmet Yılmaz


Radio Poem...Sesin Rengi!..





Radio Poem // Bertolt Brecht

“ Sen, küçük kutu, kaçışıma yardım et!
Böylece senin valfların kırılmaz
Bir evden ötekine,
Gemiden trene
Geçişte…
Böylece düşmanlar belki benimle konuşurlar.
Benim yatağım, acıma yakın.
Gecenin son olayı
Sabahın ilk olayı
Onların zaferi
Benim kaygılarım.

söz ver bana,
aniden,
sessizce gitmeye…

Şiir:Bertolt Brecht
Çev: Borges Defteri


Defter okurlarını her adımda BRECHT'İN RADIO POEM'i içtenlikle selamlıyor! // defter+radio poem


ip not: imge…// Salih Aydemir


Heykeller//değerli sanatçımız Remzi Savaş'ın çalışmalarıdır /defter




Şiir kitaplarının çoğu ile ilgili söylenecek bir konu var; bu konu daha doğrusu olgu hala şiir gibi tam bir tanıma oturabilmiş değil… oturtulması da beklenmemeli… çünkü şiir tanımında olduğu gibi imge tanımlarının da yazan / okuyan açısından bir belirsizlik daha doğrusu hep bir sonsuzluk çeşitliliği var…
imge, sanatın her alanında farklı tanımlar geliştirildiği için bu sonsuzluk tanımı sanat ürünlerinin en etkili yapısı olmuştur…
şiirde imge tanımları, tartışmaları, düşünceleri modern sanatla gündeme getirildi… şiirde olduğu gibi imge olgusunda da yazanın / okuyanın bir tanımı mutlaka olacaktır…
her şey söylenebilir… her şeyin söylenebilirliliğinde ben de payıma düşeni özetlemek
isterim…



öncelikle dil ve düşünceden başlarsam:
her ikisi de bir yöntem sorununu çıkarır karşımıza… yöntem, bir disiplin, disiplin de bir düşlem oluşturur…(düşlem disiplini dersem, bunun teknik bir yaklaşım olarak algılanması değildir kastım…) o düşlemsellik bizim nesnelerle kurduğumuz ilişkilerle örtüşür…
öznel-geçişlilik(ki bunu gaston bachelard’tan ödünç alıyorum) bu anlamda tek bir nesnel göndermelerle oluşmaz. dil-düşünce-düşlem bütünlüğü içinde gerekli bir kaynaşmadan ve gerekli bir bütünleşmeden doğacak, üretilecek olana yansır yani ürüne… ürüne bakış biçimimiz bu üçlünün odağından kaynaklanır. aralarındaki en küçük bir uyumsuzluk ürünün neliği, niteliği, niceliği, nedenselliği hakkında özellikleri deşifre eder…

imge olgusu(imgeyi, sonsuzlukla akraba oluşuna bağlıyorum) şairin şiirine; dil-düşünce-düşlem bağındaki bakışı, birikimi, deneyimi ile ilgili…
şairin dolayısıyla şiirin temeli bize imgelerinin temelini sunar.(tersinden de söylenebilir)
sözcükler, dizeler ilksel söylemler olmadığı-olamayacağı için yazılması kolaymış gibi de görülemeyeceği için karşımıza imgeler çıkar.(eğretilemeler değil)
sıradanın anlayışı ilksel; ruhsal ya da görsel söylem telaffuzu olduğu için imge olgusunu dışlar…
imgeye tüm zamanların öncülü olarak bakıldığında varlığın her türlü evrelerini sunduğunu, her varlığın da böylesi ulaşılmaz temeller oluşturduğunu anlamak bir sanat eserine daha doğru / daha doğruya bakış olabileceği bilinir…




imge konusunda imgeyi anlama / yansıtma konusunda sıkıntılarımız yok mu?
--- imge anıdır (çocukluk-gençlik özlemi)
--- imge bellektir (bellek imgedir ya da)
--- imge eskidir (ya da yeni)
--- imge bilinçtir ( ya da yersi)
--- imge özneldir ( ya da nesnel)
--- imge dildir
--- imge betimleyicidir
--- imge gerçekliktir ( bazı imgeler gerçekliğe yakın görünür oysa daha yakın gibi görünür)
--- imge diyalektik değildir
--- imge…

imge, gördüğü, duyduğu, dokunduğu, söylettiği, koku aldığı şeyler ise; imge adına iyi gizlenmemiş sözcükler, dizeler çıkarmamızın ne anlamı var!..

ne alakası var denilebilir ama bir yengecin iki farklı daha doğrusu iki aynı canlıda
gösterdiği iki farklı davranışı paylaşmak isterim sizlerle.
deniz kabuklarıyla ortak yaşayan küçük yengeçlerin nasıl beslendikleri genelde bilinir:
“kör olan kabuklu hayvan açılarak, çevresinde oynaşan küçük balıklara gövdesini gösterir. bundan cesaret alan balıklar kabuğun içine dalar. tetikte bekleyen yengeç deniz kabuklusunu o anda hafifçe ısırarak uyarır; hayvan kapanır ve kapakları arasında kalan her şeyi ezer; daha sonra da avını ortağıyla paylaşır.”
burada yengeç küçüktür. leonardo da vinci ise olgunlaşmış(!) yengeçlerden defterinde şöyle bahseder:
“dolunay olduğunda istiridye bütünüyle açılır; bunu gören yengeç de, istiridyenin içine bir taş ya da dal parçası atarak kapanmasını önler, sonra da çayırda otlar gibi onu yer.” yazdığımız, okuduğumuz şiirlerde imgelerimiz kendimize / okura yeniden bir varlık kazandırıyor mu?
bilmiyoruz…
(eğretilemeler önceden hissediliyorsa imge nerede?)

Salih Aydemir




Han Gezegeni...// Ulus Fatih


Image and video hosting by TinyPic



'Gerçekte tanrı, yalnızca bir ayrıntıydı’


‘Nerede’ yazılı bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı
Erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında
Siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri
Lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar
İnci salip atlaslar, zaman zaman içinde, hunhardı büyük ataları Han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları
Aşıkâne bir kuark,

safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar
atomdan ayaklarla kutuplar aşmışlardı Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla Mars’a ulaşmışlardı ...


KUSUR ÜZERİNE DİYALOG:

TANRI- Seni yarattım.

İNSAN- Çok yücesin.

TANRI- Değil.

İNSAN- Bağışlayıcı rabbim, neden?

TANRI- Yaşadığımı ve varolduğumu biliyorsun, kabul ediyorsun!

İNSAN- Ne şüphe!

TANRI- Öyleyse kusurluyum!..

İNSAN- Anlayamadım.

TANRI- Ben gözleri bile sonsuz ışıltıya boğamayanım.

İNSAN- Buyursanız…

TANRI- Yaşlılıkta zayıflıyor ve kör oluyor onlar...

İNSAN- Kerim olan! efendim!..

TANRI- Yaşayan ve varolan her şey kusurludur, kusur barındırır.

İNSAN- Bağışlayıcı rabbim…

TANRI- Ve insanoğlu belki çözüm bulabilir, tüm yaratılanlar adına bir çözüm?

İNSAN- Düşünüyorum…

TANRI- Ve kusurlu göz için; kusurlu tanrı hiç olmazsa…

İNSAN- Efendim!

TANRI- …O çıkıntıyı yarattı!..

İNSAN- (Elini burnuna götürür, gözlüğünü düzeltir.)

TANRI- Kusurluluğun kusursuzluğu belki?..

İNSAN- Anladım…

TANRI- Teşekkürlerle şükretmelisin insanoğlu!..

İNSAN- Lens efendim..

ULUS FATİH




Şiir Denince // Dilek Değerli





ŞİİR DENİNCE


Hegel’e göre güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı şiir sanatıdır. Şiir tanımlanabilir mi? Şiir nedir? Şairlere göre şiir nedir? Bu soruları yanıtlamak belki de olanaksız ama kendi şiir yazma deneyimlerinden yola çıkarak şiir yolculuğunu, şiir yazmanın dayanılmaz acısını ve mutluluğunu en iyi anlatacak olanlar da İbni Sina’nın söz sultanları dediği şairlerdir. Eski Roma da şairlere ermiş ya da evliya anlamına gelen Vates diyerek yüceltirlerken, bugün bizim toplumumuzda şairler aşağılanıyor, şiir kitapları okunmuyor ve bazı yayınevlerince basılmıyor. Kanına şiir girmiş azınlıktaki şiirkolikler için yazarların, şairlerin şiir üzerine söylediklerini, damıtılmış özsularını derlemeye çalıştım.

Goethe’ye göre;
“Şiir yazmayı anlamak isteyen
şiir ülkesine gitmeli;
şairi anlamak isteyen
şairin ülkesine gitmeli.”
“Büyük şairin gücü, onun gerçek ve yalandan bizi büyüleyen üçüncü bir şey yaratmasıdır.”
“Bilseniz ki şair sözleri
Cennet kapısı etrafında
Yavaşça kapıyı tıklatıp uçuşurlar;
Diledikleri sonsuz hayattır.”

Baudelaire, “Acı soyluluğun olduğu kadar yaratıcılığın da gereğidir: İçten gelen her şiirin kaynağı, melankolidir.” “Sağlıklı bir insan yirmi dört saat aç kalabilir ama şiirsiz asla…”der.

“Şiir okumaksa, hele büyük ozanların şiirlerini, tadını çıkararak, anlamını iyice duyarak okumaksa, kişiyi gerçek bir “insan” kılar. Geceyi, gündüzü, tüm gerçekleri görmekle bize güç verir.” “Şiir hem soru, hem yanıttır. İçeriğinde her ikisi de vardır. Kendi sorar ozan, kendi yanıtlar. Kimi şiirler önceden sorulmuş soruların yanıtıdır. Kimi şiirler de çok sonraları yanıtı verilecek sorulardır.”diyor Oktay Akbal

“Benim için şiir kışkırtmanın çanları çaldığında zamanın tersidir. Benim için şiir, sözcüklerin yasak olanın ilanını, anlam ya da anlamsızın serüvenini ifade ettiği kadar, söylediklerinin tam tersini de dile getirdiği noktada, günün inkarıdır.” “Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere çeviren bir simya bilimidir” diyor Aragon.

“Şiir bir yaratmadır; evet, ama yüz bin yıllık araçlarla bir yaratma. Bir ozan her dizesine kendi yaptığı dilden, kendi yaptığı dilbilgisinden kata kata en sonunda hem büyük dilini, büyük dilbilgisini yaratır; hem okuyucusunu oralara ulaştırır.” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca.

Robert Frost için “Bir şiir boğazdaki bir yumruyla başlar.” “Sıcak sobanın üzerindeki bir buz parçası gibi, şiir kendi eriyişinde gezinmelidir.” “ bir duygu, düşüncesini bulduğunda ve düşünce sözcüklerini bulduğunda o, şiirdir.” “Bir şiir hazla başlar ve akılla biter.”

“Şiir bir söz zanâatıdır, söz bakırcısı olmak gerekir.Sözcüklerin bakırını dövmek.” der Ceyhun Atuf Kansu.

Valéry’e göre, “Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar kendisinde biter. Bütün soyluluğu buradan gelir.”
“İlk dize tanrı vergisidir. ondan sonrası da çaba.” Bir şiir hiç bitmez, yalnızca terk edilir.” “Şiir, zamana direnen şeydir.”

“Bazı şairlerin ölümüne yanarız, ancak onların şiirleridir ki, yıllar sonra soğuklarda gene ısıtır bizi.” diyor Behçet Necatigil.

Mallarmé için “Şiir, sözcükler dinidir”

Pablo Neruda, “Şiir, tarlaları sulayacak ve açlara ekmek verecektir. O, olgun başaklar boyunca dolanacaktır. Seyyahlar susuzluklarını onda gidereceklerdir ve o, insanlar ne zaman çalışsalar ve ne zaman dinlenseler şarkısını söyleyecektir. Onları birleştirecek, halklar arasında akacaktır. O, yaşamın üremesini köklere taşıyarak vadiler açacaktır. Şiir, şarkı ve berekettir. Şiir, gizlenmiş dölyatağından çıkar ve bereket saçarak, şarkılar söyleyerek akar. O, kabaran sularıyla enerji yaratır, öğütülen unda, tabaklanan hayvan derisinde, kesilen odunda, kentlere verilen ışıkta işlevini sürdürür. Yararlıdır ve yatağı boyunca akarken bayraklar bulmak için uyanıktır: festivaller şarkı söyleyen suyun kenarında kutlanır.”“Şiiri kim öldürebilir? Şiir kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda süründürürler, alay ederler, dört yanını duvarlarla çevirirler, sürgüne yollarlar fakat o bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek çıkar ortaya.” “ Şiiri yöneten tek bir şair yoktur.” “Şair kaba güç dışında, anayurdundan sökülüp atılamaz. Bu koşullarda bile, kökleri okyanusun ötelerine uzanmalı, saçtığı tohumlar rüzgârın esişini izlemelidir:anayurdunda tekrar can bulmak için. O, akılcı ve içtenlikli, gerçek bir yurtsever olmalıdır. Şair yuvarlanan bir taş değildir. İki kutsal görevi vardır: gitmek ve geri dönmek.” der.

Turgut Uyar’a göre, “Şiir, matematik gibi kolaydan baş kırılıp öğrenilmez. Kolaylık, bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine, sonra da kolay kolay değiştirilemez.”

“Bir şair, dünyaya bir erkeğin bir kadına baktığı gibi bakar” diyor Wallace Stevens.

“Şiir sanat türlerinin en ilkeli, kuralları en saptanamamışı, değişikliğe en çok gerekseme duyuranıdır. Bu nedenlerle de belki sanat türlerinin en güç yaratılanı ve herkesçe en çok özenilenidir. Kimse kolay kolay, örneğin romancı, besteci olduğuna inanmaz da hemen pek çok kimse şiir yazabildiğine, ozan olduğuna inanır. Şiirin yazanlar sayısınca okuyanı olsaydı, ozanlar da öbür sanatçılar gibi alıcı bulur, para ve onur kazanırlardı.” “Benim için önemli olan, sanatçının aynaya baktığında, ya da çevresine baktığında gördüğü şeyi, kendi insan kalbi açısından yansıtmasıdır.” “Kanıma göre birikim her sanat alanında çok önemlidir. Ama birikimin etkisi şiirde bambaşkadır. Şair bir maraton koşucusu gibi olmalıdır.” der Cahit Külebi.

Emily Dickinson, bir şiirinde,
“Yaz Göğünü görmek
Şiirdir, hiçbir zaman bir kitapta kalmadığından
Gerçek Şiirler kaçıp giderler” diyor.

“Şairlik verem gibidir, kanser gibidir, şairin hayatı biz cehennem gibidir.” “Şairlik büyük bir mutsuzluktur. Ben dünyayı yazmak istiyorum, böyle bir şey olabilir mi diyorum. Dünyada ne varsa yazmak istiyorum. Bu yaşamayı elimden alıyor, ne demek yani bütün dünyayı yazmak?
Yani ben kendi başıma oturup herhangi bir kaktüse, zakkuma rahatça bakamıyorum. Şair böyle bir adam.” “Ustalık kazanılır; ama çocuk olmak yitirilirse, şiirin büyük damarlarından biri yok olur.” diyor İlhan Berk.

“Şiir, damıtılmış hayattır” der Gwendolyn Brooks.

Cemal Süreya’ ya göre, “Şiir. ‘Anayasaya aykırıdır’, doğanın ahlakı kovduğu yerdedir, yasa dışıdır.”

“Şiir, bozulmuş olanı güzelleştiren bir aynadır.” diyor Percy Shelly.

“Düş olmazsa şiir olmaz. Şiir olmazsa bu yaşama katlanılmaz.” der Pasteur Valiery Radot.

Abidin Dino’ya göre; “Halis şairin lafı kalelerden daha fethedilmez bir nesnedir. Başka türlüsüne rastlarsanız, gördüğünüz ve duyduğunuz şiir değil kalpazanlık mahsulü bir tekerlemeden ibaret. Hakiki şair geleceklere mektup yazmakla meşgul; geleceklere hepiniz namına en güzel mektubu postaya attığından dolayı şaire teşekkür etmeliyiz.” “ Kelimede saklanan usarenin(özsuyun) en gizlisini, kuvvetin en şiddetlisini bilen en hakiki şairle bir peygamberin arasındaki fark, birinin yalnız, diğerinin bir kitle ile beraber dünyayı değiştirmek istemesindedir.”

“Ataol Behramoğlu’na göre, “Şairin şiiri, onun kişiliğidir, bütün hayattır. Bu anlamda şiirsel yapının neredeyse organik bir şey olduğunu düşünüyorum. Yaşayan, kımıldayan soluk alıp veren canlı bir organizma….”

“Dahiyane şiir, anlaşılmadan önce iletişim kurabilir.” diyor T. S. E liot.

Özdemir İnce, Bir Şiir Nasıl Başlar şiirinde;
“Şiir denen şey incir sütünün soluk kesen kokusuyla başlayabilir
yani sana bağımlı bir şey, burnuna, o kokuyu almana, çoğaltmana,
doğduğun kenti bir horoz sesinde bu adaya taşımana:
bir şeyler olur belki, belki bir şiir başlayabilir o zaman.” diye yazar.

Carl Sandburg için “Şiir, karada yaşayan deniz hayvanının havada uçmayı isteyerek yaptığı gezidir. Şiir bilinmeyen ve bilinemez engellere ateş etmek için heceler için yapılan bir araştırmadır.” “Şiir, gökkuşaklarının nasıl oluştuğunu ve neden uzaklaştıklarını anlatan bir hayali yazıdır.” “ Şiir, bir gölgeyi dansa kaldıran bir yankıdır.”

“… duygular, düşünceler sözcükleri değil; sözcükler, duygularımı düşüncelerimi yönetiyor. Ressam Degas’ın çok güzel duygularım var, ama şiirde başarıya eremiyorum. Neden? diye sorması üzerine Mallarmé dostum demiş, şiir sözcüklerle yazılır. Herkesin duyguları düşünceleri var, yetseydi herkes şair olurdu, içinden geldiği için mimar ya da mühendis olmaya kalkanı görmüyoruz. Demek sanatların en kolayı şiir ki, duygulara düşüncelere dayanarak şair olunabileceğine inanılıyor.”der Melih Cevdet Anday.

Leonard Cohen’a göre, “Şiir hayatın kanıtıdır. Eğer hayatı iyi tüketiyorsanız şiir yalnızca küldür.”

Edgar Allen Poe için “Şiir, sözcüklerdeki güzelliğin ritmik yaratımıdır.”

“Şiirler, içlerindeki gerçek kara kurbağalar ile hayali bahçelerdir.” diyor Marianne Moore.

Orhan Veli, “Kolayca okunabilen bir şiirin kolayca yazıldığını mı sanıyorsunuz.” diyor.

John Berger’e göre, “Şiir, yitirilmiş bir şeyi bize geri veremez, ama yitirilen şeyle aramızda oluşan ayrılığı kesinlikle karşı çıkar. Buna da hayatımızdan koparılan şeyleri sürekli olarak bir araya getirmekle yapar.” “Gerçeğin zamanı, yaşadığımız an’dır. Giderek de bu gerçeği kavrayan düzyazı değil, şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok işi zamana bırakır: Şiir ise kanayan yaraya seslenir.”

“Bütün şairler gibi, imi zaman bir düşünceden kimi zaman bir duygulanmadan bir kırgınlıktan bir öfkeden yola çıkarım şiirin başlarında. Bazen de düşündüğüm kurduğum, tasarladığım şiirin bütününe egemen olur. Kimi şiirlerimi aylarca çalışarak bitiririm, kimini de bir oturuşta. Biçimciliğe karşıyım, ama biçime çok önem veririm. Ayakkabı gibi ne bol gelmeli biçim ne de dar. Tam oturmalı muhtevasına.” diyor Arif Damar.

“…şiir yaşamla özdeştir. Yaşamın kendisidir. Şiirin uyumuyla devingenliği, canlının yüreğinin çarpmasındaki uyumlu devingenliğin yansımasıdır. Soyut içerikli bir dize bile, söylediğim gibi, uyumu ve devingenliğiyle bize yaşamı sevdirir.” diyor Sabahattin Kudret Aksal

René Char’a göre, “Bir şair izler bırakmalıdır, kanıt değil” “Şiirin orta yerinde bir dediği öbürünü tutmaz biri vardır seni bekleyen, işte o senin efendindir. Onunla dürüstçe savaş.” “Sözcükleri boş yere harcamayacak kadar seviyorum.”

“Şiir kendi en üst düşüncelerinin ifadesiyle sarsmalı ve hemen hemen bir anı gibi görünmelidir.” diyor John Keats.

Ben de şiirin tanımını, “Şiir” adlı şiirimde dile getirmeye çalıştım.

Şiir

Şiir görünür sözcükleriyle
gece gibi örtmeli ayrıntıyı
ay gibi ortaya çıkarmalı
derindeki amforaları.
Ustura gözlü bir kaplan
harlı bir çığlıktır şiir
görünmez bir yangınla yazılan.
Oyunun sessiz örümcekleri, harfler
suyun gezgin balıkları gibi
şiirin oynak, şen sürgünleri.
Bir tek bulut sözcüğünde
özgür sanır her harf kendini
karanlık bir korosu vardır şiirin
küçük hayvanlar çayırından
denizin sedefli göğsünden
yeraltının girilmeyen evlerinden.
Şiir çalar ince telli ezgisini
çöl rüzgârının.
Şiirin testeresi ağaçkakan gibi
yavaş, bağırtısız ve ritmik.
Baştan çıkardığını anlamadan
beyaza düşüp yanmak
kelebek etkisinde olmalı.

Şiir yazılmıştır
sözlükte boynu bükük duran harfler
kitap kurdunu yiyebilirler artık.

Dilek Değerli


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***