Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



İKSV : KONUŞTUKÇA!





İKSV’ye!
YANITINIZ DAHA DA BETER!

Son günlerde İstanbul Bienalı ve bu Bienal için kaleme alınan yazı hakkında defter dahil birçok çevrenin tepkisini okuduk. Bu toz, duman ortasında bizi fazlasıyla üzen bir olgu ise Hou Hanru’nun yazsına gerekli ve derinlemesine bir teorik çalışmanın gelmemesidir. Edindiğimiz bilgiler doğrulutusunda Sanat çevresinden birkaç arkadaşımız sorunu tüm ciddiyeti ile ele alarak ve gerekli hazırlığı yaparak Hou Hanru’ya kitap ölçeğinde ve Türkçe-İngilizce-Fransızca dillerinde yayımlanacak derinlemesine( felsefi-teorik) bir yanıt hazırladılar, ortama sunulacak yakında.
Ama İKSV’ yönetiminden gelen açıklama ( Bienaldan sorumlu kurum), yanıtı bizi daha da şaşırttı. Sorun ne “İfade Özgürlüğü” meselesi ne de bir tarih bilgisi, donanımından yoksun bir küratörün yaptığı çıkıştır! O tartışmayı ayrı tutuyoruz.
Kim özgür ifadeye karşı gelebilir? Kim, hangi kurum herhangi bir kimsenin “ciddi –ağırbaşlı” eleştirisi veya tarihi değerlendirmesine itiraz edebilir? Özgür ifade bir başkasının o fikir hakkında kendi zihninde çektiği set duvarında biter, tamamen öznel bir tercihtir. Doğru sadece siz değilsiniz!
Doğruluğun sürekli gelişimi, başkalarının hakkını tanımada somutlaşır, toplum eşitliğine boyun eğiş, böyle durumlarda çıkar ortaya, yasanın önceden yazılmadığı yerde, şu ince eşitlik yapısı, şu öne arkaya bakarak “senin bana krarşı tutumun neyse benim de sana karşı öyledir” diye bilme özgürlüğüdür. Buna doğruluk denir çok muhterem İKSV yetkilileri! Kime, neye karşıdır bu hınç, öç alma seansınız(yanıtınız)? Sözlerinizin her biri sanki “Bienaliniz- (bizim bienalimiz olmadığına göre)” hakkında görüş bildiren “Bu’nu”, “Şu’nu” kendi dar düşünce kadrajınıza sokmak niyetinde! Bizlerin yıkımı müjdeleyenlere karşı gülücük serpiştirecek mecalimiz bu saattan sonra hiç yok, çok üzgünüz.
Yargıcılar kurulu bile kendi vicdanı önünde bağışlayıcı olacağına inanmaz.
Siz ey saygıdeğer karamsarlar, bilgeliğe vergi kör nokta tutkunları kim özgür ifadenin dile getirilmesine karşıdır? Bir Üniversitenin çok değerli duyarlı Dekanı( Sn. Nazan Erkmen) mı? Evet, gerçekten suları bulandırmakta uzman bir tayfasınız! İnsan tutkularının korkunç niteliğinden kim söz etmeden yol alabilir? Bu bakış ve duruşunuzla neyi mi hatırlatıyorsunuz?
Sefil bir düş yoksunu dilenciyi!

Dilenci kendi eksikliğini her zaman duymaz, ama yok, dilenmekle yaşamak isterse, onu duyarak yapmak zorunda! Kapılarına dayandığınız o sersefil cehli mürekkep küratörler tayfası bu tutkunuzu zaten onaylıyor! Baylar siz “tutku” sözünden korkuyorsunuz!
Bizler bu tarihi yanılmalarınızı o bahtsız alınyazınıza yazıyoruz. Tarihin girift ve sadece bilgi çakıl taşlarıyla donanmış izbe sokaklarından geçemeyen güçsüzlerin ruh hali seziliyor tüm çıkışlarınızda.
Bilirsiniz güçsüzler eskiden yapılan anlaşma ile güvenlik sağlamayı sonsuzlaştırmak için bütün çağlar boyunca kendilerine sözde dayanıklı kalelerini burada( zihinsel duraklarda) kurdular. Şimdi bize buradan yine aynı manzarayı izletiyor birileri! AH , Siz korkunç ADAMLAR!.

İKSV bilinçlice konuyu saptırıyor!


Konu İfade Özgürlüğü mü ki? Bu hedef saptırma ve “saldırgan” üslubunuz da neyin nesi efendiler? Lütfen kendinize çeki düzen verin ve saygınlığınızı daha çok aşağıya çekmeyin, son 4 sene zarfında kaybettiğiniz irtifa’yı o suni fil kulesinden değil de çıkın sanatçılar arasından az biraz görün, hissedin!
Durum sizin bile tahmin edemeyeceğiniz ölçütte vahim… acı gerçektir: ama gerçek bu! Çevrenize toplanan üç-beş kasa sorumlusu küratör ve gerçek anlamda hiçbir teorik donanımları olmayan sadece güç retoriği ve tahakküm sözcüklerine tapan “paşazadelerle” yol aldığınızı sanıyorsunuz: Sanrı budur işte!
İKSV kendine yakışanı neden yapmıyor? Kimse onlardan bir “özeleştiri” beklemiyor artık, ama en azından bir Üniversite Dekanına Bienal kapsamında dilediği etkinliği düzenleyen Halil Altındere ve saz arkadaşları kadar ifade-eylem özgürlüğünü tanımalı!
İKSV yönetimi Üç Maymunu oynamakta neden bunca ısrarlı?
Bu sene sizin düzenlediğiniz Bienal’de Mustafa Kemal’ın posterleri yerlerde tekmelenerek kadehler tokuşturuldu! (Bienal kapsamında yer alan Halil Altındere ve saz ekibinin müthiş sanatsal eylemlerinden söz ediyoruz). Yine İKSV bu bir “sanatsal eylemdir ve herkes özgürdür” diyebilir!
O zaman İstanbul ortasında patlatılan ve onlarca masum sivilin ölümüne yol açan o bombacılar da özgürler değil mi? Ne fark var bu iki “eylem” arasında? Ucuz, Bayat, Pis, Ajitasyon, Provakasiyondan başka ne kokuyor? Biz cahiliz peki, BUYURSUN İKSV anlatsın bunu topluma! O akşam o malum çevrelerden üç-beş kişi tesadüfen de olsa orada o açılış şöleninde olsalardı şu ihtişamlı açılışınızdan hiç hoşlanmayacağınız nice seslerin yükseleceğini hiç düşündünüz mü? Neden toplumu germe, gerginlik yaratma politikalarında ön safta çarpışıyor ki İKSV? Görev alanınız ve tanımı ne? Buyurun açıklayın bizlerde aydınlanalım. Bu insanlar sizden ne istiyorlar: Az Biraz Saygı!
Bu duygusuzluğu, Ussuzluğu bizler gerçekten anlamakta güçlük çekiyoruz.
Ortama sunulan yazınıza sadece teorik yanıt verilebilir, eleştirilebilir ki bunu da önemseyerek üzerinde duruyoruz, ama olayların nefsi ve niyetini sorgulamakta plastik sanatlar ortamı en az sizin kadar özgürdür!
Yine sizin bu seneki 10. Bienalizde aynı çevreler bir ulusun(Türkiye!) bayrağını buruşturarak çuvallara tıkar( Kuzey Irak’taki Amerikalı conilerin eylemine göndermeler yaparak), ardından yine aynı bayrak aynı akşam bir çırıl çıplak “yaratığa” giydirilerek ortalıkta rakkase durum yaratılır, evet tüm bunlarda siz özgürsünüz, ama bu olguyu eleştirmek yanlıştır, özgür iafadeye aykırıdır değil mi? Peki: Bu edepsizliği ve açık provakasiyonu da görmemezlikten gelin. Hou Hanru’nun metnini eminiz ne siz doğru dürüst okudunuz, irdelediniz ne de İKSV’in başındaki muhterem zat! Algı SORUNU VAR! ondan bu denli büyük bir uçurum oluştu sizinle ve ağırbaşlı sanat ortamı arasında.
Böyle afaki ve donanımdan yoksun açıklamalarınız geldikçe şunu düşünemeden edemiyoruz:
Bizler Artık bu kentte

SİZLERİN TEK BAŞINIZA DÜZNLEYECEĞİNİZ BİNELLARE KARŞIYIZ!
Yetkinlik, irade, tarafsız bakışnı kaybetmiş bir kurumun bundan sonra Bienal adına konuşacağı hiçbir şeyi kalmamıştır! Düzenleyeceğiniz etkinliklere bundan sonra başka bir “sıfat” bulun, örneğin: “küresel çağda toplumu germe, indirgeme, devalue etme ve uluslararası bağlantılar ve felçli ikinci cumhuriyetçilerle yıkım, gözyaşı, kardeşi kardeşe düşman kılma faaliyetleri sergisi” gibi çok “hoş”,"cici" başlıklarla üstelik.

Çıkın ve bir soruşturma dosyası açın: Plastik Sanatlar Derneğine üye 1100 sanatçıdan yaptıklarınız hakkında sorular dizisi hazırlayın ve sorun onlara.
Eğer sadece 100 kişiden ( sadece 100) tüm yaptıklarınızı onaylayacak yanıt gelirse tüm yazdıklarımızı geri alıyoruz, yola devam edin!
Buyurun işte! İfade özgürlüğü sınavına! Kendinizi hiçbir sanatçının, atölyesinin üzerinde göremezsiniz!
Herkes durduğu yerin farkında olacak, sınır ihlallerinin de bir ahlaki –insani haddi, ölçeği vardır. Sizler o sınırı bu sene fazlasıyla ihlal ettiniz, gereğinden fazla gerdiniz elinizdeki güç retoriği oyuncağını..




ONUN BİR BİLDİĞİ VARSA,


ŞİMDİ BİLMİYOR ARTIK! diyerek önce biz susuyoruz!


BORGES DEFTERİ







İKSV’in “sözde” AÇIKLAMASI VS…FALAN FİLAN:

İKSV’den yapılan açıklamada, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kuruluşundan bu yana siyasetin sanatla ilişkisi konusunda büyük bir titizlik gösterdiği vurgulanarak, geçen 35 yılda bu konuda hiçbir sorun yaşanmadığına dikkat çekildi. Demokrasinin başta gelen ilkelerinden birinin düşüncelerin, buluşların önyargısız ve özgürce tartışılması olduğuna işaret edilen açıklamada, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Nazan Erkmen’in Atatürk’le ilgili yer alan yazılar nedeniyle Bienali kınamasına ise, “Bu ilkenin birer bilim kurumu olan üniversitelerimizce büyük bir duyarlılıkla izlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Sayın Nazan Erkmen’den siyasal yaklaşımlardan önce Bienal’e sanatsal açıdan bakması ve bu konuda eleştirilerde bulunmasını beklerdik" denildi. İKSV’nin bir sanatçı ya da küratörün düşüncelerini özgürce dile getirmesi gerektiğine inandığını ve bu konuda herhangi bir müdahale yapma hakkını kendinde görmediği ifade edilerek, şöyle denildi: “Bir sanat ve kültür kuruluşu olarak bir üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi’nin özgür düşünceye karşı en azından bizim gösterdiğimiz duyarlılığı göstermesi ve Bienal gibi etkinliklere sanatsal açıdan yaklaşmasını, bu konularda üniversite platformunda konuşmalar, açık oturumlar, paneller, söyleşiler hatta sempozyumlar düzenlemesini beklerdik. Hou Hanru ve Bienal dolayısıyla İstanbul’a gelen yüzlerce sanatçı ve eleştirmen sevinerek bu tartışmalara katılırlardı."


Sudaki Halkalar / Naime Erlaçin



Görsellik deyince akla önce resim, heykel, sinema, bale, tiyatro gibi görsel sanat dalları geliyor. Edebiyat ve özellikle de şiirin bu sınıflamadaki yeri ise oldukça alt sıralarda… Örneğin resim öncelikle göze; şiir ise sanat eseri ile alıcı (reseptör) arasındaki kanallar açıksa eğer, doğrudan zihne hitap eder. Birinin çizgi, desen ve renklerle yaptığı işi diğeri soyutlama ve imgelem gücüyle başarır. Her ikisinde de alınan uyarılar sonuçta beyne ulaşır. Resim ilk anda duyumsanmanın ötesinde elle dokunulabilen, boyutları fark edilen bir öğeyken şiir aslında var olmayan (hayalî, kurgusal ) bir görüntüyü kişiye göre biçimlendirip yeniden hayaller inşa eden, ya da var olan hayallerle buluşmak suretiyle onun karanlık odalarına sessizce sızandır. Bu bağlamda şiirin kişisellik, birebirlik ya da mahremiyet olarak nitelendirilebilecek bir özelliğinden; kendisine özgü karakter yapısından söz edilebilir. Görsel ve plastik sanatlarda obje göz aracılığıyla izleyiciye ulaşırken şiir okura dil kanalıyla dokunur ve oradaki görüntü belleğini canlandırır. Tüm sanat dalları değişik rotalar izleseler de esasta çok farklı değildirler. Yalnızca bazıları birbirine daha yakındır. Can Yücel şiirlerinin Burhan Uygur tarafından resimlendirildiği ”Rengâhenk”in (İKSV Yay. 2007) önsöz yazısında Ferit Edgü şöyle diyordu (“Yücel ve Uygur: Şiirin Resme Dönüşmesi” ). “Sanatlar arasında kardeşlik var mıdır? Varsa hangi sanatlar hangilerinin kardeşidir? Kan bağından değil, sanatların yapısından, sanatların dilinden söz ediyorum.” Birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirilen ”Rengâhenk” şiir ve resim çalışmalarının aynı kitapta buluşması, sanatlar arası kardeşliğe ve şiirin görsel olarak yorumlanmasına verilebilecek somut örneklerden biridir.

Aslında tüm sanat dalları, yapıtlarla oluşturulan "üst-dil" sayesinde anlam yaratır. Seyirci, dinleyici ya da okur açısından algılama yöntemlerinde derin farklılıklar olduğu söylenemez. İzleyici ilk aşamada bir “ayna” görevi üstlenir. Farklılığı yaratan ana unsur, onun bu sürecin devamında ileriye doğru yansıttığıdır. Suya atılan taş ve yarattığı halkalara benzer bir durum… Diğer bir deyişle, kişi eserden aldığı her ne ise, ona kendinden de bir şeyler katarak eylemin devamına bizzat varlığından bir iz, bir damga bırakır. Sonuçta her birey kendi fotoğrafını çeker. John Berger “görme biçimi” diyor buna. Görme biçimine, ikinci bir boyut olan “görme hızını” da eklemek gerekir, çünkü insan belleği dille kıyaslandığında görüntü motoru açısından daha donanımlı olup gördüğünü okuduğundan çok daha çabuk algılar. Peki gelişmiş bir dil okuma motorunu hızlandırabilir mi? Elbette evet…

Şiire geri dönersek eğer, onun doğası itibariyle bu alanda oldukça yavaş kaldığını biliriz. O halde dil, bir araç olarak zenginleştiği oranda şiirin görsel yapılanmasına ve okurda yarattığı algılama /çözümleme /özümleme kapasitesine katkıda bulunacaktır. İç görsellik olarak adlandırılabilecek bu nitelik bir bakıma anlama ulaşmanın başlıca yollarından biridir. (Çağımızı soğuran yapay görsellikten ayrı tutmak için özellikle iç görsellik kavramını kullanıyorum.) Üzerimize yığılmış, önceden tanımlanmış, “depolanmış gerçeklik” ten (J. Baudrillard) değil, kendimizden de ilave ederek yaratılan bir olgudan ve bunun üstyapısını hazırlayan geçişlilik, değişim, dönüşüm ve başkalaşım süreçlerinden söz ediyorum. İçinde yaşadığımız “plastik imaj çağı” ne yazık ki “değerli” saydığımız bilgilenme alanının (ki “yaratıcı gerçeklik zemini” de denilebilir buna) kirletilmesine ve işe yaramaz plastik bilgiyle (“junk”la) doldurulmasına neden oluyor. Öyle ki, bu değişim sürecinde dilin erozyona uğraması, toplumların ve dolayısıyla sanat emekçisinin zamanla adeta dilsizleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Dünyayı yönlendiren güçler, yarattıkları “plastik kamuoyu, plastik edebiyat ve plastik medya”dan da geri dönüşümlü bir kuvvet alarak (“feedback”), yalnızca ilişkileri ve kurumları yönetmekle kalmıyor, bireylerin hayal dünyalarına ve zihinsel fotoğraf albümlerine de hükmediyorlar artık.

(Burada bir parantez açarak şiirde görsellikten söz ederken, özgürleşmenin sınırlarını alabildiğine zorlayan “görsel şiir”e dokunmadığımızı vurgulamak isterim. “Görsel şiir” özellikle günümüzde zaman ve mekânın iç içe geçtiği; şiirdeki gizli matematiksellik, müziksellik ve armonizasyonun görsel alanda açığa çıkartılıp geometrik bir tasarım, mimari ve mühendislik ustalığına dönüştürüldüğü arenadır. Orada yapıt, teknik bilginin de yardımıyla, “konvansiyonel” yöntemlerin dışına taşar; “düz” şiirde pek az kullanılan yazı dışı araçlardan da yararlanarak - figür, renk, desen, grafik, fotoğraf, müzik, şiirsel mimari, dilde resimsel somutluma gibi - okurun zihnine yepyeni anlamlar yükler.)

***

Harften başlayıp hece ve dizeye, imgeden başlayıp şiire ve insana dek uzanan yelpazede dilin okuma ve yazma açısından giderek artan bir önem kazandığını görürüz. Okuma eyleminin ise yazılı metne dayandığını unutmamak lazım. Şöyle ki, şiirsel yazılı metin gündelik dilden farklı bir dil kurgusu ve teknik yapıya sahiptir. Birtakım yapıtaşlarından yararlanır. (Başlık, aralıklar, harf, hece, kafiye, şiirsel tümce, yazınsal ve biçemsel dil kullanımı, italik ve/veya “bold” harfler, vb.) Bu öğeleri bazen zorunlu olarak, bazen de seçerek kullanır. Tema, sembol, imge, istiare (eğretileme), betimleme, benzetme (teşbih), ritim, ses - müzik uyumu, düşünce-duygu-bilgi dengelenmesi ve benzeri sanatsal teknik ve yöntemlere başvurur. Okura ulaşmak için gereksinimleri vardır. (Kitap, dergi, sanal yayımcılık, sesli okuma alanları ve ek olarak müzik-platform- sahne gibi sesli ve görsel iletişim araçlarından yararlanmak gibi.) Bundan ötesi ise şairle okurun duyumsama, donanım ve yaratım gücüne kalır. Başarılı bir görüntü yönetmeni filmine ne katıyor - ne kadar katıyorsa - şair de şiir atını beceriyle yönettiği sürece nitelikli şiiri pekâlâ başarabilir. Öte yandan birikimli okur metinden yola çıkarak çeşitli yorumlamalara varır. “Fotoğraf realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir” diyordu B. Brecht. Aynı saptamanın şiir için de geçerli olduğu kanaatindeyim. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş bir “şiir okuma anlayışı”, özünde barındırdığı iç ve dış yansıtma dinamiğiyle şiirin varlığına kanıtsal bir zemin hazırlayacaktır ki, burada ortaya çıkan “yansıtma” edimi şiirin görsellik özelliğini de tarif eder bir durum olup düşünceye biçimin, rengin, mekânın, müziğin elbisesini giydirir. Zihinsel bir mekânda yeniden üretilen çalgısız, hatta sessiz müziğin, tuvalsiz resmin duygularla kurgulanmış görüntüsüdür elde edilen. Bu süreçte yazar(şair) ile okur arasındaki iletişim kanalları çok da planlanmış değildir. Nirengi noktaları işaret edilerek okurun gözüne bir yol haritası sokulmamış, sadece belirli ipuçları verilmiştir. Didaktik bir üsluptan uzak durularak gerçekleştirilen, yalnızca sezgilerle açılan bir görsellik kapısından geçme/geçirilme eylemidir bu. Diğer bir deyişle, hem okur hem de yazarın payına düşen sanatsal inceliklerden söz ediyorum. Şiirin sandığında saklı ve aşağıdaki bölümlerde olduğu gibi yoruma açık görsellik kapılarından…


”Hiçlik böyle aydınlanıyor demek. Taşlar düşüyor. Eller kapanıyor. Boş bir dosya yüzerek yaklaşıyor nehirde. Ama senin adın belki de dosyanın öbür yüzündedir.” (Yannis Ritsos – “Yağmurda” - Çeviren: Cevat ÇAPAN

“Lambaları kiraz yanan sokakların
büyütmeyi unuttuğu kardeşliğimiz
requem ne ki
ah!
Bir davul çalsa da bitse sahtekârlığımız”

(Yelda Karataş, “Lambaları Kiraz Kızılı Yanan Sokaklar” – Yazılıkaya, Eylül,2006)


Dille adeta dans eden yukarıdaki dizeler herhangi bir fotoğraf ya da resmi tarif etmiyor. Okurun zihnine çok sayıda iç ve dış görsellik unsuru doluşturan, dışarıdan içeriye doğru geçişi sağlayan ve düş dünyasındaki doğurganlığa zemin hazırlayan örneklerdir sadece. Sinematografik özellikler taşımayan, kendini gizleyen ( “kapalı”, içedönük ) şiirsel metinler de vardır ki hayal gücünü bir hayli zorlamakla kalmayıp görsellik öğeleri en az diğerleri kadar zengindir…

Bir sanat eseri, öyküsünü ve resimsel izdüşümlerini içinde saklar. Kişinin çağrışım yeteneğine de bağlı olarak örneğin Guernica bizi belirli bir döneme götürür. Hiroşima’da çekilmiş, radyasyondan kavrulmuş bir canlının fotoğrafı Enola Gay’i hatırlatır. Auschwitz’i dile getiren bir metin, aynı zamanda can yakandır, acıyı anlatır. Alevlere savrulmuş kitap yığınlarıyla Fahrenheit 451’e gider, fakat bir şiirdeki çocuk çığlığı ile aynı anda Bosna’ya, Vietnam’a; Afganistan, Sudan ya da Irak’a doğru yolculuğa çıkarız. Bu noktada çocuğun sahip olduğu zaman-mekân-milliyet-ırk gibi vasıflar önemini yitirmiştir. Yalnızca acı çeken bir varlığın insana dair haykırışının damga vurduğu evrensellik’le sonsuzluğa uzanan derinlik öğeleri hâkimdir artık… Bir adım daha ileri giderek “şiir, yansıma realitesinin üst düzeyde estetize edilmesidir” denilebilir diye düşünüyorum. Ancak estetikleşme oranı ne olursa olsun, şiirin okuru gündelik sıradanlıklardan uzaklaştırması yetmez. Günümüzde biraz “demode” sayılsa da şiire halen bir misyon yüklendiğini biliyoruz. Okuru kışkırtmak, sınırlarını zorlamak, kalıpların dışına taşırmak, yeni bir görüş yeteneği kazandırarak, var olanın yıkılmasını ve yeniden yapılanmasını sağlamak gibi görevlerdir bunlar. Öyle ki şiirsel metin kişiye verdiği acının panzehirini, sorduğu sorunun yanıtını da okuruna sunmayı bilmelidir. Bu açıdan bakınca yazmak kadar okumanın da önemli olduğu sonucuna varılabilir. Ancak düşünsel altyapısını oluşturabilmiş; yazar tarafından kodlanan bilgi ve estetikleşme şifrelerini çözmüş; güçlü iç ve dış görsellik unsurlarıyla pekişmiş bir “irdeleyerek okuma”;” yoğun okuma” anlayışı şiirin gerçek anlamda var oluşuna zemin hazırlayacaktır. Ahmet İnam bu derin bakışa (genelde her türlü metni okuma bağlamında) “Metine yöneltilmiş okuma… İsteyerek okuma tavrı… Sökerek, anlayarak, kültürüne bulanarak okuma…” diyor. (Yaşamla Yoğrulmuş Bilgi, Say Yay. 2006, s.42)

Şair çoğu kez ulaşmak istediği kitleye, soruna ya da duyguya göre kendisini programlar. Yazmaya başladıktan sonra - mesaj verme tuzağına düşmeksizin - bir hedefe doğru ilerler. Çoğu kez de hedefi seçen ve şairi yönlendiren şiirdir. Çünkü kendini yazdıran, şairle birlikte kabından taşandır o… Şairin amacı, “kendiliğini” ifade ederken içindekileri dışa vurmak; ilgi çekmek istediği konuya tanıklık etmek; diğer yandan da okuru uyarmak, ona bir şeyleri hatırlatmaktır. Okur ile yazar arasındaki iletişim rotası, planlanmış olsa bile, çok da açık seçik olarak belirlenmemiştir. Okurun önüne bir yol haritası konulmamış, sadece ipuçları verilmiştir. O, düzyazı okurundan farklı olarak, sezgi ve birikimle açılan kapıdan geçmek; var olduğunu sezinlediği boşlukları doldurmak ve saklı olanı bulmak zorundadır. Yazar yazdıklarından sorumlu bir tavırla işaret etmek; okur ise ses ve anlam ilişkisinin yanı sıra metinde ustaca gizlenmiş olan görselliği de deşifre etmekle yükümlüdür. Anlaşılma endişesi taşımayan şairin karşısında okur, anlamaya çalışandır. Önce şiirin müziğini duyacak, sonra da müziğin resimlerini görecektir. En azından şiire dokunmaya gönül veren, emek harcayan okur bunu yapacaktır. Yazarın imgelem gücü okurun algılama-çağrışım-canlandırma-yaratma gücüyle buluştuğu zaman şiir de hedefine ulaşmış sayılır. Şiir bazen arı duru, yalın ve çıplak olarak gelirken bazı durumlarda - felsefi şiir, düşünce şiiri, görsel şiirde olduğu gibi - hayli muğlâk, karmaşık ve imge yüklü olup çözümlenmek için okur cephesinde fazladan bir donanıma gerensinim duyar. Ve bu süreçte yazar derinden duyumsadığı; önceden bilgilendiği; üzerinde düşündüğü; aidiyet hissettiği; eleştirmeyi amaçladığı; şahsına dair olmasa da içbükey aynasından süzerek kişiselleştirdiği (zihinselleştirdiği) bir konuyu dizelere dökmüyorsa eğer, niteliksiz ve sığ bir görüntü yönetmeni olarak kalacak; öteki dünyalardaki görselleşme sürecini olgunlaştıramayacaktır.

Okur genellikle ya bilmediği/anlamadığı için reddeder; ya da hissettiği iç titreşimler onu sarsacak düzeyde değildir. Birinci şık büyük ölçüde sistem sorunundan kaynaklanır. Öyle ki sosyo-kültürel birikim, egemen olan düzen tarafından bireylere aktarılamamış; onların bireylik’lerine kavuşmaları çeşitli nedenlerden ötürü ( bilinçli seçim, siyasal ve eğitsel otoritenin yetersiz kalışı, sistemin genel erozyon karşısındaki direnme gücündeki zayıflık, vb.) sağlanamamış ve içinde yaşanılan evrenin sorunlarını fark edemeyen bir tür bireyselleşme’ye neden olunmuştur. Bilgiye yabancılaştırılan kişi de doğal olarak kavramakta güçlük çeker… İkinci halde ise sorunları tespit ederek onları hatırlatmakla ve evrensel bir dile dönüştürmekle yükümlü olan şairin okura üflediği nefes zihinde resim yaratacak kadar baskın değildir. Okur şiirin müziğini duymuyor, yansımanın realitesine varamıyordur. Önceden bilmek (ki belirli bir birikim, çeşitli disiplinlerin süzgecinden geçmiş bir donanım, dil altyapısı, şiir dili bilgisi gibi malzemeyi kapsar); şiiri çözümleyip resme dönüştürmek durumunda olan okur bunu beceremiyorsa eğer, “görselliğin kırılma odağı” da denilebilecek bir noktada kalakalır. Aktarım kanallarında tıkanıklık doğmuş ve anlam kaybolmuştur. Yapıt okura, okursa yapıta yabancılaşmıştır artık. Ya şair okuru yabancılaştırmış; ya okur kendiliğinden yabancılaşmış, ya da her ikisi aynı anda gerçekleşmiştir. Kısıtlı olanaklarla çok sayıda boyutta dolaşmaya çabalayan şair ise okuru etkileyemediğinde kendisine de yabancılaşacaktır. Böylece sanatın ve sanatçının rengi solar, sesi kısılır; erk yitimine uğrar; giderek görselliğin sınırları daralır ve sanatta bellek kaybı baş gösterir. Sonuçta, suya atılan ve yeni halkalar doğurması beklenilen taş kıyıya düşmüş demektir.

Bir eserin iç görselleşmesinden ancak onun içselleşmesi sonucunda söz edilebilir demek sanırım yanlış olmaz. Tıpkı şairin içselleştirebildiği sürece başarı sınırlarını zorlaması gibi… Çünkü o, şahsına özgü bir biçimde gören ve hayallerin görselleşmesini sağlayan kişidir. O halde öncelikle bakmayı bilmelidir. Heidegger “Nasıl bakmalıyım ki, insan genel olarak kendisinin ne olduğunu gösterebilsin bana?” diyordu. Bir bakıma iç görselliğe uzanan kapıyı da aralıyordu. Bu ikili sürecin aşamaları şu şekilde sıralanabilir:

. şair bakışı
. şair bilgi ve sezgisi, algılama ve seçim
. hamurun karılıp özgün şiirin ortaya konulması
. okur bakışı
. okurun “üstdil” kavrama birikim ve yeteneği
. aynı zaman-
mekân ve zeminde buluşma
. okurun içselleştirme (içinden görme) ve eskiyi unutma süreci (hiçliğe yolculuk)
. resim oluşturma (“yeniden yapım”, “yaratıcı okurluk” evresi)
. yaratılan resimden yayılan halkalar ( özellikle okur yalnızca okumakla kalmıyor, aynı zamanda yazıyorsa…)
. farklı bir “şiirsel zaman” boyutuna geçiş.

O halde anlamak için anımsamak; yeniden yaratmak içinse unutmak gerekiyor. Aksi halde okur geçmişteki koşullanmaların etkisinde kalarak taklitçilikten öteye gidemez; şiirin hükümran olduğu ülkenin içine giremez ki aynı tehlike yazar için de geçerlidir. Demek ki burada “yaratılan bir hiçliğe ulaşmaktan”, diğer bir deyişle zihne ak bir sayfa yerleştirecek kadar özgürleşmekten ve bunu başarabilecek bir iç potansiyelden söz ediyoruz. Kalemini yaşamın belleğine dayamış olan şairin bu arınma köprüsünden nasıl geçeceği elbette bilinmez. Tümüyle özgürleşmesi beklenemez, ancak özgünleşmeye varacağı bir özgürlük alanı pekâlâ bulunabilir. Üstelik sürüsel özgürlüklerin bireysel özgürlükleri baskı altına aldığı ve artık ”bütünsel-gerçeklik” (J. Baudrillard) diye adlandırılan bir şeyin hüküm sürdüğü çağımızda sanatın özgünleşmeye gerçekten ihtiyaç varsa... Bu yolda ilerlerken iç görselleşme oluşumu, başta “belletilenler” olmak üzere, alışılageldik tüm renk, ses, anlam, form ve mekânsal izdüşümlerden birbiri ardı sıra sıyrılmayı şart koşacaktır. Böylesi bir hiçliğe varamamış sanat emekçisi (okur/yazar) ufkunu görmekte zorlanacağı gibi, gün geçtikçe “memesis” ülkesinde kaybolacak; ufuk çizgisine gözünü diken sanat öznesi ise anlamla birlikte zamanı da yeniden yaratmayı başaracaktır.

Süreci kısaltarak özetleyelim:

Ses/söz/kelam => rezonans etkisi (ayna-yankı etkisi de denilebilir ki iletişim, kavrama ve yayılma evrelerini kapsar) => hiçliğe varış => yeniden doğurma, anlam yaratma evresi => yeni bir şiirsel zamana geçiş.

Görülüyor ki, basit bir ilişkilendirmeden değil, varoluşsal bir dizgeden söz ediyoruz. Bu sürecin devamlılığı açısından bakıldığında dilin vazgeçilmez bir öğe olduğunu göz ardı etmek mümkün mü? Dil’in temeli zayıfsa ya da kirletilmişse şair, okur ya da suya atılan taşlar işlevlerini hakkıyla yerine getiremeyecektir. Kirlenmiş bir dilin görüntü özelliklerinin de bozulacağını hesaba katmak lazım. Dil ve düşüncenin ayrılmaz bütünlüğü de dikkate alınacak olursa görsel yaratıcılığın darbe yemesi kaçınılmazdır. Böylesi bir tehlike, ister istemez “Alt dili olmayanın üst dili olur mu?” sorusunu akla getiriyor. Dil yoksa bizi kim konuşacak? Sonuçta yansıma olanakları tıkandığı gibi semantik (anlamsal) kaymalar ortaya çıkacaktır. Çünkü şiir “yapılan” bir şeydir. Bunun için nitelikli malzeme şart olup anlamın kaydığı yerde yeniden anlam yaratmak olanak dışıdır. Yazılı kültürün yeterince kök salmadığı ortamlarda sözlü kültürün de zamanla kışırlaşmasına benzer bir durumdur bu. Bir bakıma zincirin kırılması… Ya da pop-kültür çığırtkanlığı altında ezilen toplumsal bellek şifrelerinin bozulması gibi…

Unutulmamalı ki, ister istemez hepimiz bu bozuk düzenin kurbanları olmaya adayız. Şiirin kudretinin sınandığı noktadır bu! Sonuçta kim ölecek bilinmez. Veya geride kim kalacak; özgün resimler mi, yoksa beyin yıkama manevralarıyla zorla kabul ettirilen değersiz reprodüksiyonlar mı? Bunu ancak zaman gösterecek. Yaratılacak ya da yaratılmayacak olan zaman!

O halde direnmeli; bilgilenerek, biriktirerek, unutarak ve yeniden yapılanıp yaratarak… Üstelik Lethe’nin suyundan içmek için illa ölmek gerekmiyor. İnanıyorum ki Samed Behrengi’nin küçük balığı olabilmek; özgünlük yitimini öteleyeceği gibi yaratıcı bireylerin düş dünyalarını da koruyacak ve azmin önündeki denizlerin açılmasını sağlayacaktır.

O denizler ki ne halkalara gebe!

Yazarı: Naime Erlaçin


“Şiirim nasıldır?” ya da "Ön-Akort"/Zafer Yalçınpınar



“Şiirim nasıldır?”
ya da
“Ön-Akort”


Şiirimin gövdesini, köklerini, geleneğini veya benzeri bütünsel genellemeleri bir kenara bırakmalıyız, boş vermeliyiz. Çünkü şiirimdeki ayrıntılar ve yan anlam salınımları gövdenin bütününden çok daha büyük ve önemlidir. Ben şiirde belirleyici olanın “ayrıntının ayrıntısı”nda(1) gizlendiğine, yuvalandığına inanıyorum. Örneğin, Titanik’in batmasının sebebi denizcilik, gözetleme, morfoloji, kaptanlık hataları ya da buzdağının büyüklüğü değildi. Onun batışının asıl sebebi, gövdesindeki demir ve çelik perçinlerin dökümündeki yanlış metalürjidir. Titanik’in batışı ayrıntıda gizlidir, isteyenler araştırabilir.

Gövde ve bütünsellik, ortalama zekâ(2) tarafından işgal edilip, yıkılıp, sömürülüp bana ait olmayan bir sığ algıya tıkıştırılacağı için fazlaca önemli değildir. Günümüz sanatı bu algı uzlaşmasına, düzeltmesine ya da geribildirimine maruz kalmak gibi bir bağımlılık içindedir ve benzeri ölümcül hatalar nedeniyle debelenerek, “bata çıka” ilerliyordur(3). Bu yüzden şiirimin gövdesini, bütününü umursamıyorum; ben, aslında, şiirimin motorları durunca onu taşıyacak gizli yelkenlerin büyüklüğüne ve sağlamlığına bakıyorum, bu gizi önemsiyorum, bunu kurdum. Gizli yelkeni gövdeye bağlayan direklerin (ayrıntıların, tuşelerin) uzunluğuna ve direkle yelken arasındaki makaraların düzgün, etkin çalışıp çalışmadığına (ayrıntıların, tuşelerin niteliğine, eczasına) bakıyorum. Bir “şiir yazarı”(4) olarak, şiirimin hangi rüzgârla nereye gidebileceğine, hangi rüzgâra ne kadar dayanacağına karar vermek benim birincil görevimdir. Şiirimde bulunan ikincil öğeler ise mayınlardır. Benim şiirimde sığlıklara, sığ insanlara karşı mayınlar vardır. Şiirimin tözünü bulduğunu (yakaladığını) zanneden ve şiirimi çürütmek için elinden geleni yapmaya hazır “eğretileme keli” eleştirmenler, ikincil öğelerin üzerine giderek o mayınlardan elini eteğini çekemeyecek kadar tehlikeli bir konuma düşmüşler ve “berber muhabbeti” benzeri yarım yamalak (ve yarım ağızla) bir şeyler söylemek zorunda kalmışlardır.

Ece Ayhan’ın poetikasına baktığımızda şöyle bir ilkeyle karşılaşırız:
“İktidarın tezgâh altında gizlenen” ve buna karşın “bağımsızlık üzerine kurgulanan” dizgelerde, dizelerde değişik eczalar veya farklı kırılımlar yaratmak...”
Benim derdim ise bütün bütün böyle değil. Benim derdim “şiirimin gizli yelkenleri yeterince sağlam mı ve mayınlar doğru yerde mi?” sorusudur. Ece’nin şiiri pusuda yatar -ki amacı da, yöntemi de budur- ancak benim şiirim ise gizli ve kara yelkenler açar… Benim şiirim, ışığını kaybetmiş bir madencinin yedekte bulunan ufak bir tornavidayı kullanarak, yoluna kara, akkor bir heyecan içinde kör adımlarıyla devam etmesidir. Bununla birlikte, şu söyleyeceğim de sıkı bir ilkedir : “Tipolojiyi bilen kazanır.” (5)

Tüm bu imgesel açıklamalar şiirimin nasıl olduğunu sezmenizi sağlayacaktır. Ancak bunlar şiirimin ne olduğunu göstermez. Çoğu şairin şiirinde yapamadığı, yoklayamadığı şeyleri bir “şiir yazarı” olarak deniyorum ben: Tipolojinin ve duygudurumların tuşelerini, saklı tınılarını sezdirmek, üstelik bunu da bir eskrim inceliğinde yapmak… Şiir bir tipolojiyi verebilecek beceride kurulmalıdır. Şiirimdeki imgecilik, lirizm, dizge, biçem, iş, şu, bu vs. yukarıda bahsettiğim şeyi dışsal olarak, ikincil olarak desteklemelidir, destekler de. Şimdi, beni ve şiiri eleştirmek “heves”iyle ortaya çıkışan o ufak, böcek sürüsü benzeri çetesel cemaatlerin (kendi aralarında kurdukları bağımlılıklar, süreçler, çelişkiler ve ilişkiler nedeniyle özgürlüğünü kaybeden o zevatların) düşüncelerini tekrardan akort etmeleri gerekiyor. Ve evet, düşüncelerin de tınısı vardır. Bundan eminim.

Yazarı:
13 Ağustos 2007
Zafer Yalçınpınar


-------------------------------
1- Duygudurum tınılarından ve bunlara ilişkin tuşelerden, “eskrim inceliğinden ve çevikliği”nden bahsediyorum.

2- “Modern Cehalet”, “Yeni Sinsiyet”, “Retorik Arsızlığı” ve “Eskimiş Köylü Kurnazlığı” gibi bir şeylerden bahsediyorum.

3- Beni sanat adına asıl ilgilendiren şey “ne yaptığım” ya da “ne yapabildiğim”dir. Tüm yaptıklarım/yapabildiklerim üzerinden de kendimi veya bizzat tipolojinin kendisini ikinci bir düşünce katmanına ve sınamaya tabi tutmamdır, bunlardan ibarettir. Bugün, dünyanın her yerinde “toplum” diye varsayılan şey aslında "topluluk" ya da "ahali" olarak bütünlenmektedir. Sanat -özelde de şiir- böyle bir kitleyi ilgilendirmez. Topluluk eğlencenin ve gösterinin peşindedir, sanattan bir şeyler öğrenebileceklerinin bilincinde değillerdir: Topluluk, “İçinde gösteri olsun da ne olursa olsun. Biz de bu gösteriyle eğlenelim ve çerezlerimizi avuçlayarak hoş vakit geçirelim” merkezli düşünmektedir. Misal, bizde "meydan” mimarisi yoktur. Yoktur çünkü meydan denilen şey cami avlusudur. Böylesine bir durumda, böylesine bir “ahali”yle karşı karşıyayken, varsayılan toplum (topluluk) için kılımı bile kıpırdatmam akıllıca olmayacaktır.

4-Ben “şair” değilim. Ben bir “şiir yazarı”yım.

5-Ece Ayhan





Rauschenberg, Enis Batur, Bienal vs.. Sonra=? /Sufi



Önce:
Rauschenberg ve Combine-Painting !

"Yaptığım işleri düzenlenmiş yapıtlar, bağdaşık resimler anlamına gelen
Combine-Painting olarak adlandırıyorum.Böyle yapmakla, kendimi kategorilerden uzakta tutmuş oluyordum.Eğer yaptıklarımı,doğrudan doğruya resim diye tanımlamış olsaydım,başkaları bu işlerin heykel ,alçak kabartma ya da resim olduklarını öne
süreceklerdi"
- Rauschenberg.

Rauschenberg'i ilk defa Barcelona Çağdaş Sanatlar Müzesinin özel sergisinde görme fırsatım oldu. 3 kola şişesine kanat takıp melek görünümü kazandıran yapıtı diğer tüm yapıtları gibi bize hiçbir şey göstermiyor aslında, o kendi deyimi ile sadece "düzenlemekle" yetiniyor, daha doğrusu bağdaştırıcı bir eyleme dayanıyor onun
sanatı. Kategoriler dışı -klasik ve geleneksel kategoriler dışı-nesneler oluşturduğunu söylemekte haklıdır. Bağdaştırıcı etkinliğin ürünleri bir başka şeye değil, bizzat kendilerine özgü üretimin birer uzantısı olurlar.
Sanatsal imgecilik düzeyinde yeniden ele alınan imgeler de var elbet ne gibi mi?
-Örneğin: Türk Hamamı gibi!

Ressamın oluşturduğu hareket çizgiler-boya saçıntıları, tuval üzerinde kocaman delikler, neyi sembolize ediyor, yoksa bizim Hamamlarımızda ansızın içeri süzülen o ışık demetini mi?
Rauschenberg'in birleştirmelerine almış olduğu somut nesnelerle,"action-painting"in öznelliğine karşı, soyut sanatın yitirmiş olduğu nesnelciliğin anlamını yeniden ele geçirdiği öne sürülür kimi
eleştirmenler tarafından, doğrudur.
Yaşam ile sanatı birleştirdiğini, sanat yapıtlarıyla çevre arasında kopmuş olan sürekliliği yeniden kurduğunu öne süren de sanatçının kendisidir.

Şimdi üzüldüğüm nokta ise, İstanbul sanat ortamı izleyicisinin böyle bir anlayışla, sanatçılar kuşağıyla ( vurdulu kırdılı bir dönem olarak) nasıl karşı karşıya gelebilme sorunudur? Bu tarz işler İstanbul Sanat Vakfı’nın derdi olmadığına göre, ki onlar ancak afaki konu, konuklarla Bienal düzenlerler ve "şiirsel adalet", “iyimserlik”, “oryantalizm” falan.. gibi hakkında kimsenin bir fikri olmayan konu başlıklarıyla zaman geçirirler, giderler hiç olmadık zırvaları taçlandırarak “küratör” olarak ortama sunarlar, kamusal alanı resmen işgal ettirirler bu “derbeder zihniyetlere”.
Kendi kendime sesli düşündüm ve dedim ki galiba zamanında bu işleri (“kente yakışır” biçimde) en çok Enis Batur sonuçlandırıyordu, daha önce herkesin düşünü süsleyen Fatih Resmini ( Bellini’nin yapıtı) İstanbul getirttiği gibi, 3 kez uzun uzun o resmi izlemiştim o güzel günlerde, ne ben içime doğru bu denli çökmüştüm ne de Bellini projesinde önemli rol üstelenen Samih Rifat göç hazırlığındaydı! .., Bellini ve Sultan Fatih o an gözümün önünde Asitane’nin çarşı pazarında geziyorlardı, ona “Belloş” diye seslenirmiş Fatih! ( Uydurma bir rivayet değil bu anlattığım, tarihi belgelerde kayıtlı bir gerçektir, Fatih’in ne denli kendinden emin ve kültürlü olduğunu yazmama da gerek yok, bir Fatih veya Mustafa Kemal olmak için bin fırına ateş tuğlası olmayı gerektirir, devlet kurucularının kaderidir tümü en verimli yıllarında dünyayı terk ederler, Fatih: 51, Mustafa Kemal: 57 yaşında.
Şimdi ey çekik gözlü kardeşim Hou Hanru, bak işte yanı başımızda neler oluyor, 4 seneden beri bir milyondan fazla insanın canına kıydılar, her şey “yapı bozumuna” itinayla uğratıldı, daha ortada hiçbir şey yok. Kül ortasından bir “ulus devlet” yaratmak o denli kolay olsaydı birileri her gün bir yerleri bozar atardı!)
Peki, Bellini’yi kim ve hangi çılgınlar ( bu çılgınlıkları oldum olası aşkla sevdim hep) ağırlamıştılar İstanbul’da? Elbet ki Enis Batur ve çalışma arkadaşları.
Enis Batur'un Kültür arenasından bir proje üretim merkezi olarak elini, eteğini çekmesi bu şehri İstanbul kültür atmosferine nasıl feci bir darbe indirdiğini bunca zaman geçmesine rağmen çoğu insan henüz doğru düzgün kavramış bile değil, bir vakayı umumiyeden saydı ortam, ama o olay benim zihnimi hala dağlıyor. Bir eksiklik var sanki ama nerede? Kitap ekinde yayımlanan son yazısında tanımlamakta zorlandığım bir hüzün birikimi yer edinmişe benziyor, “ yapacaklarımın çoğunu yaptım, azı kaldı” diye yazmış, bu satırları okuyunca içim çok fena burkuldu ve ben bu “az” sözcüğüne takıldım kaldım, gerçi şöyle de bir sonuç çıkartabiliyorum, Samih Rifat’ın kolay kolay dinmeyen ve de hiç dinmeyecek derin mateminin izini taşıyor okuduğum “az” kelimesi. Samih için kaleme aldığı nefis yazısında “Sokrates”in ölümünden de söz ediyor, bazı kuşların göçü işte kolay unutulmuyor, unutulmayacak. Ama olsun bizler onun hepimize sunacağı ama sağlıklı ve üretken biçimde sunacağı o ‘az’a da dünden razıyız. Eh “takıntı” bu, bizler, yani çevremden tanıma fırsatını yakaladığım birkaç meraklı dostlar bazı yazarlarımıza “aşırı” hatta kimilerine göre “ölçüsüz” derecede tutkuyla bağlıyız, elden ne gelir? Turgut Uyar, Ece Ayhan, Oruç Aruoba, Bilge Karasu, Enis Batur, Cemil Meriç, Gölpınarlı, Dağlarca, Nazım,.. + ve + tümü.. tümü bu yurdun üretken cevherleri sayılırlar.

İstanbul Sanat ortamı daha hanya-konyanın farkını bir zaman geçince anlar, eğer
anlamak gibi bir derdi,tasası olursa, ya da şu izlemekte olduğunuz “sirk” (bienal) cambazları ve onların idari maslahatgüzarları küreselci küratörlerinin eziyet ve çilesinden kurtulabilirse.
Birilerinin bunca barut kokusu arasında durduk yerde “iyimserlik” meleği pervasızlığını göstermesi,
bir başka gerçeği bize bir kez daha kanıtlıyor, yıkıcı olan tarih kendi araçlarını aşındırır, böylece bu ebleh suratlı “iyimserlik” kuruntusu da dağılır. Bizim de içimizde “iyimserlik” fırtınaları kopuyor, ama dalga boyu ve hedeflediği düşler çok farklıdır. Ey Bilderberg’in “iyimserlik elçileri”, kimse bu yeni, güçlü yapı güdüsünün arkasında “ikinci” bir niyet aramıyor zaten, çünkü niyetiniz açıkça ortada: Yok etmek, renksizleştirmek, Her seyi, herkesi bir kuzu Dolly gibi suratsız biçimde kendi berbat düş tarlalarının süs bitkisi haline dönüştürmek. Bunun için aygıtları değişkenlik gösteriyor, yeri geldiğinde finans kapitali, yeri geldiğinde kültür alanını kullanıyorlar.
Hou Hanru’da suç yok! ( Küratörlüğünü üstlendiği kentin, ülkenin tarihinden habersiz muhteremden söz ediyorum.)Ona beyaz kağıdı uzatan, “baş” koltuğu sunan, ve tüm Cumhuriyet birikimini 6 satırda yerin dibine batırmak için birilerinin adına üzerimize kusturtan yerli Franco’larda suç.
SN. Şakir Eczacıbaşı’na bir Soru:

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın başındaki ve sorumlu+yetkili kişisi olarak Çin Mafyasının dünya sanat piyasasına pompaladığı ve tarih okumalarından yoksun piyonu HOU HANRU’nun Bienal yazısını bir bütün olarak onaylıyor musunuz? Özellikle Kurtuluş Savaşı ve çekirdek kadrosu hakkında sarf edilen donanımsız “saldırgan” görüşlere ne ölçüde katılıyorsunuz? Olup biten her şey bir hayal kırıklığı mıydı?

Kurumunuz adına kamuya sunulan Bienal yazısı hakkındaki "tepkiniz" ne?
Çıkın bunu açıklayın lütfen!
Resmi görüşünüz Hou Hanru'nun sunduğu bu saçma, sapan metinlerle ne denli örtüşüyor? Yok eğer onaylamıyorsanız bunu kamuya lütfen açıklayın, es geçmeyin, kuşku, şüphe uyandırmayın. Madem kamusal alanı bir etkinlik adına bu kadar geniş çaplı olarak işgal ediyorsunuz, kamu adına bu soruyu sorma hakkımız var. Bir ulus kendi kurtuluş savaşını Hou Hanru gibi felçli zihniyetlerden izin alarak mı yapmalıydı?
“Okumadım henüz”, “Bilgim dışında” gibi safsatalara kulaklarımız toktur!
Son çeyrek yüzyılda bu toprakların ulusal gelirinden en büyük payı almış bir grubun da üyesi olarak
Bu kepazeliği geçiştirmenize bu kez asla ve asla bu vatanın çocukları olarak izin vermeyeceğiz.
Sorun vatan, millet Sakarya falan, filan değil, mugalata hiç yapmayın, açık, net bir tavır bekliyoruz. Sanat ortamına “gece yarısı ekspresi” şiddeti uygulayan ve bu seneki bienal etkinliklerinizin (birinde) açılışında bir ulusun bayrağını çırılçıplak dansöze giydirerek dalgalarını geçenlerle aranızdaki mesafeniz ne? UNUTMAYIN: Tarih koruyucuysa, saygı duyana bağlıdır!
Bu saygıyı bekliyoruz, gerisi mi?
Dünyanın altı da üstü de sizin olsun.

Albert Camus ne demişti?

"Aslında insanın eninde sonunda alışmayacağı hiç bir düşünce ( durum olmasın?) yoktur”, doğru da: buyurun hep beraber alışalım, ama neye?! Başka bir durum söz konusu değil
bay Camus, bizim işimizdir: her saçma duruma "Alışmak".

Sufi.


Jorge Luis Borges Şiirler / Çev. Ulus Fatih



GÜNAHKÂR
(Suç Ortağı)

Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var.
O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim.
Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler.
Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm.
Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi.
Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim.
Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler
aşağılayıcı.
Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım.
İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım.
Ben ozanım.


ÖZLEYİŞE AĞIT

Sürgit yinelenen şu ki:
Artık, üzünçler içinde kalacağımdır
sonsuzca senin Buzülke'nde yaşarken
o bıktıran durgunluk ve de görkünç kutup günlerinde
ve paylaşıyor mu oluyoruz şimdi böylece
çıldırtan bir ezgiyi ansıyıp yolda
ya da coşku veren bir turuncun tadını.
Sonsuzca yinelenen şu ki
İzlanda'nda sarmaş dolaş olan kişi
gerçekte hep içinde taşıdı seni.


Şiirler: JORGE LUİS BORGES
Çeviri: Ulus Fatih


2007 İstanbul Bienali


Sunduğumuz yazıyı 2007-İstanbul Bienali Küratörü HOU HANRU kaleme almış bulunuyor...
Yazıyla ilgili görüş ve irdelememizi
yayınlayacağız.

Saygılarımızla,

Borges Defteri






İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli:
Küresel Savaş Çağında İyimserlik

Hou Hanru
1

Küresel savaş çağında yaşıyoruz.
Bu savaş, çatışma ve çarpışmaların büyük bölümü gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor. İmparatorluk’un merkezi dünyanın geri kalanına acımasızca şiddet ihraç etti. Öte yandan, sömürgelikten çıkma ve bağımsızlık aşamasından modernleşme ve küreselleşme aşamasına yapılan zorlu geçişte gelişmekte olan dünyanın karşı karşıya bulunduğu bir zorluk da söz konusu.
Üçüncü Dünya, batılı olmayan dünyanın uzun sömürgelik yıllarından sonra bağımsızlaşma, kendi ulus devletlerini, kendini tanıma, bağımsızlık ve eşitlik ilkeleri temelinde icat etme projesiydi. Modernleşme tam da bu hedefe giden yol haline geliyor ve çoklu modernlikler bu yolun ideolojik ana hatlarını sağlıyor.
Dolayısıyla Üçüncü Dünya, tanımı itibarıyla küresel bir proje. Kitleleri, Üçüncü Dünya için mümkün tek yol olarak modernleşmenin önemine ikna etmek için elit sınıfın ‘daha aşağı’ sınıfların, silahlı kuvvetlerin ve uluslararası yardımın kabul, işbirliği ve desteğine bağlı modernlikleri ve reformları dayatmanın tepeden inme modellerine başvurması gerekmektedir.
Bu dayatma genellikle şiddetli ve diktatörce olmuştur ve halkın hayat koşullarındaki soysuzlaşmaya egemen sınıfların ayrıcalıklarını protesto ederek tepki göstermesi, IMF ve Dünya Bankası gibi liberal kapitalist güçlerin dış ve uluslararası aracılarına karşı kitlesel hareketlilik ve protestolarla direnerek toplumsal haklarını geri alması gerekmektedir. Bu toplumsal hareketlilikler aynı zamanda uzun süredir ‘gömülü’, sağ milliyetçilik, etnomerkezcilik, ırkçılık ve dini tutuculuk gibi bir çok muhafazakar ideolojiyi ve değerleri de uyandırdı ve bu grupların ‘yeniden doğması’na ve kritik toplumsal boşluklar içerisinde popüler olmasına izin verdi.
Üçüncü Dünya şimdi bir çelişki ile karşı karşıya; ‘yeniden doğuş’a varabilmek hem bir kriz hem de bir hedef haline geldi. Kilit soru, batılı olmayan dünyanın hala, liberal kapitalizmin sürüklediği ve Batılı güçlerin tahakkümü altındaki küreselleşmenin doğurduğu zorluklar karşısında etkili modernleşme ve modernlik modelleri icat edip edemeyeceği.
Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biri olarak Türkiye’nin tarihi ve son dönem konumu bu yöndeki en radikal, çarpıcı ve etki uyandıran vakalardan birini oluşturuyor. Ancak can alıcı bir sorun, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modelinin yine de sisteme dahil bazı çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu, tepeden inme bir dayatma olması: reformların, devrimci birer araç olarak gerekli olmalarına rağmen yarı-askeri bir şekilde dayatılması demokrasi ilkesine aykırıydı; milliyetçi ideoloji evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işledi ve toplumsal bir elit önderliğindeki ekonomik ilerleme toplumsal bölünme üretti. Popülist siyasi ve dini güçler, taleplerini toplumun ‘taban’ında yeniden oluşturmayı ve yönlendirmeyi ve bu talepleri kendi çıkarları yönüne çevirmeyi başardılar.
Bu küresel savaş ve liberal kapitalizmin küreselleşmesi çağında, modernleşme ve modernlik tartışmasına tekrar can vermek ve toplumsal gelişmeyi iyileştirecek eylemci öneriler ortaya koymak imkansız değil, üstelik gerekli. Bugün modernleşme yerel koşullar ve ideallerle ilişkili çeşitli modeller üzerinde, ve bireysel yerellikle ile ‘küresel’ arasındaki uzlaşmaların alanında gerçekleştirilmeli. Başka bir deyişle, Türkiye toplumunu mevcut çelişkili durumundan çıkarmak için, bireysel haklara ve hümanist değerlere saygı üzerine kurulu, aşağıdan gelen, gerçekten demokratik bir modernleşme ve modernlik projesi gerekmektedir. Bu geçiş halindeki küresel durum için de geçerli.
2
Çağdaş sanat modernleşmenin ve modernliğin bir ürünü. Küreselleşme ve birçok gelişmekte olan ülkenin küresel üretim ve iletişim sistemiyle bütünleşmesiyle birlikte, çağdaş sanat, Batı’nın çok ötesinde, her yerde yaratılıyor ve sergileniyor.
20 yıl önce kurulan İstanbul Bienali hem iç kültürel gelişme hem de uluslararası statü arayışındaki Türkiye’nin modernleşme projesinin bir parçası olarak anlaşılmalı. Bienal artık belli bir olgunluk kazanmış durumda, ve şimdi üzerine düşen iş, taze kan bulup, çağdaş sanatın yaratılmasında bir öncü olarak kendini yeniden icat etmek.
Bugünün jeopolitik gerçekliği içerisinde, modernleşme sorusunun üzerine gitmek gerekli ve acil bir mesele. Kentleşme, ya da İstanbul’a özgü patlayıcı kentsel genişleme modernleşmenin en görünür ve önemli işareti. Dolayısıyla, İstanbul’un kentsel ve mimari koşullarını keşfetmek bu Bienalin anlayışının çıkış noktası ve merkezi referans noktası haline geldi. Kültürel, toplumsal ve hatta siyasi deneylerde bir öncü olarak çağdaş sanat şehirle ilişkili kurmalı, bu ilişki sayesinde bienal, yeni bir gerçeklik içerisinde taze enerji ve önem kazanabilir. Bienal yenilikçi projelerin ve stratejilerin bir laboratuarı, farklı, çoklu modernleşme modelleriyle yapılacak deneylerin ve üretimlerin mekânı haline gelmeli.
‘Modernliğin vaadi’ni eleştirel olarak yeniden incelemek için aralarında AKM, İMÇ, Antrepo No.3, santralistanbul ve KAHEM’in bulunduğu en önemli modern binalardan ve mekânlardan bazılarını seçtik. Bu bina ve mekânlar, şehrin kentsel modernleşmesinin çeşitli yüzlerinin ve modellerinin simgesel ve fiziksel aynaları. Bu mekânlarda, cumhuriyetçi devrimin ve modernleşmenin ütopyacı projesi, canlı, sürekli değişen ve ‘karmakarışık’ hem uyumlu hem çatışan, gerçekliğiyle buluşuyor. Bunlar modern şehirle ilgili tepeden inmeci görüşün, fark ve melezliği savunan ve yaygınlaştıran, alttan gelen hayal gücü ve eylemlerle çatıştığı yerler.
3
Böyle bir tartışmada, Bienal dahil sanatsal eylemler yenilikçi müdahale güçler aracılığıyla kültürel ve toplumsal değişikliklere ön ayak olmada -bir tür şehir gerillası gibi- rol üstlenebilirler. Metropolün bu sınırsız derecede dinamik, karmaşık ve heyecan verici gerçekliği sanatçılara ve diğer yaratıcılara, hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını harekete geçirecek yoğun bir ilham veriyor.
Bienal projesi, en başından itibaren açıkça geleneksel bir sergi biçiminin ötesinde tanımlandı ve yapılandırıldı. Proje, bienali gerçek kentsel yaşamın titreşimiyle birleştirme mantığını benimsedi: araştırma aşamasından projenin geliştirilmesine, mekân seçimine ve bu mekânlardaki eylem ve sunumların biçimine, sanatçılar ve diğer katılımcılar arasındaki diyalog ve işbirliğine, mekânsal tasarımlar ve müdahaleler ve dönüştürmeler aracılığıyla gerçekleştirilmelerine ve iletişim stratejilerinin belirlenmesine. Bu bir ortak zeka projesi, Çokluk’un yapı ve işlevini mükemmel olarak yansıtan.
Bienal projesi, mekânsal olarak geniş bir kentsel alanlar yelpazesini kapsayacak, Avrupa yakasından Asya yakasına, merkez bölgelerden kenar mahallelere. Zaman açısından proje, geleneksel ‘iş saatleri’ sunumunun ötesine giderek bu uyumayan şehirde hayatın gerçekliğiyle hesaplaşıyor; proje, farklı mekânlarda günün yirmi dört saati sürekli işleyecek. Dört büyük ‘sergi’ ve sayısız özel proje ve paralel organizasyonla Bienal karmaşık bir sistem. Yeni kentsel hayat üretimini amaçlayan bitmeyen bir makine. Sonsuz bir kent labirenti
.


Tutunmak ve Caymak Üzerine Sorular / Naime Erlaçin



"Hayattan caymayı anlayabiliyorum, ama yazıdan caymayı anlayamıyorum.”
-Murathan Mungan


Yazının erişilmez ve uğrunda savaşılacak bir safiyeti olduğuna inandık hep. Başka türlü olsa yazamazdık. Kanımca yazıdan caymamak için en önemli neden budur. Belki de “sanattan caymamak” demek daha doğru olur, çünkü toplumsal ve kurumsal baskılardan kurtulmayı sağlayan; insanın kendisini özgürce ifade edebildiği tek alandır o.

”En baskıcı dönemlerde bile insan yalnızca toplumsal boyutuna indirgenemez” diyordu Adorno. Sanat, özellikle baskı altında iken gerçek bir kurtuluş arayışına; zaman geçtikçe de “plastik imaj çağı”ndan hızlı bir kaçış çabasına dönüşmekte. Günümüzde ise bu çabayı baltalayan tehlike oldukça büyük: Şöyle ki, sınır tanımaz kapitalizm küresel sermaye hareketlerini de denetleyerek ülkeleri hegemonyası altına alıp bundan yeni bir “kültür endüstrisi” ve “sürü psikolojisi” doğuruyor. İnsan ve metadan yola çıkarak yaygınlaştırılmış bir tüketici tipi yaratmayı amaçlıyor. Böylelikle pop-kültürün hileli pazarlıklarını kolayca oluşturuyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan bir biçimde kültür-sanat yozlaşmasından; sanat dünyasını salgın bir hastalık gibi saran "aynılaştırma" girişimlerinden söz edilmeye başlandı. Çokuluslu şirketlerin dolaylı-dolaysız baskılarını incelemeyi şimdilik bir kenara bıraksak bile, “popüler marka – medya – politika” üçgeninde boğulmakta olan sanatçının bu üçlüyle yapacağı hesaplaşmayı gözden kaçırmamak gerekir. Kültür erozyonu ve yozlaşma konuşuluyorsa eğer, yeterince direnmediği takdirde yazarın da bu süreçte diğer sanatçılar gibi ötekileşmesi ve yalnızlığa itilmesi kaçınılmazdır. Yazara dayatılan bir tür "kimliksizleştirme" operasyonudur bu. Ancak bireye ve onun yaratıcılığına bütünüyle hükmedilemediğini de görüyoruz. Dolayısıyla Adorno yerinde bir tespitte bulunuyor, çünkü sanat emekçisi karşımıza özgürlük duygusu - başkaldırı ve direniş‘in sesi olarak çıkıyor. Çözüm arayış mücadelesi daima sorun yaratan bir güce karşı verildiğine göre, güç orada durduğu sürece sanat da kendisini korumaya çabalayacak, düşünen bir varlık olan insana “insanı anlatan, insanı konuşan” olmayı sürdürecektir. Süreci iyi anlamak için eytişim (diyalektik) kurallarını anımsamak yeterlidir.

Bilinçli düşünce tam bu noktada devreye giriyor ve insanın kulağına salt içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmadığını fısıldıyor. Bireysel savunma mekanizmaları, sanatın eteklerine tutunan kişiyi devasa bir çarkın dişlileri arasında öğütülmekten az da olsa koruyor. Baskı altında kimliğini yitirmesi planlanan “sanat öznesi” sisteme bu fırsatı vermiyor; yok edilmeyi onaylamıyor. Özellikle de küreselleşme sürecinin hız kazanmasından sonra düzenin yarıştırmacı, aynılaştırmacı ve aynı zamanda elemeci anlayışına karşı durmayı biliyor. Sanatın özünden aldığı kuvvetle hayattan caymamaya çalışıyor. “Hayattan cayanlar” ise küsenler, kırılanlar ve erken yenilenlerdir. Horace McCoy bu gerçeği 1930’lu yılların ortalarında fark ederek “Atları da Vururlar”ı kaleme almıştı. Simon de Beavoir’e göre ABD’nin ilk varoluşçu eseri olan roman, 1929’da yaşanan Büyük Buhran (“Great Depression”) sırasında dibe vuran değerleri muhalif ve eleştirel bir tavırla irdeler; yarışma metaı olmaya zorlanan ve günün koşullarınca dayatılan boyutlara indirgenen bireyin sancılarını anlatır… Ne yazık ki süreç günümüzde de hızlanarak devam ediyor. O yılların salon yarışmaları - küresel sermayenin bilgisayar tuşlarıyla yön değiştirmesine benzer bir biçimde - ekranların açma kapama düğmeleriyle artık oturma odalarımıza kadar giriyor. “Özne”nin giderek “nesne”leşmesine tanık oluyor; böylece “histerik sermaye”nin (S. Zizek) akışkanlaşması ve sınırların kalkması sonucunda kimlik kaybına uğrayan “karton bebekler”in sisteme koşulsuz teslim oluşlarını izliyoruz. “Atlar”ı ilk bakışta sırf ekonomik koşullar vuruyormuş gibi gözüküyor. Oysa insan, pek de farkında olmaksızın, kendisini vuruyor. J.Kristeva’nın da vurguladığı gibi (“Ruhun Yeni Hastalıkları”, Ayrıntı Yay. 2007), öznel-kişisel bir “içeri” oluşturamayanlar ilk yıkılanlardır: Sahip oldukları insanlık duygusunu yitirenler akıl yürütme gücünü de kaybediyor. Yenidünya düzeninin (“Novus Ordo Seclorum”) bilinçli bir uzantısı hayatlara damgasını vuruyor. Kazanmak için rekabet eden, kazanamadığında ise kaçan; ya da bu süreçte türettiği ruhsal sorunlara sığınan özne, bir anlamda kendisini imha ediyor. Yapay çağın olabildiğince yapaylaştırılan insanı, üstesinden gelemediği çatışmaların faturasını ödemeyi sürdürüyor. Ve elbette yaratmak yerine tüketmeye yönlendirildiği için, bu karmaşa sırasında bir türlü filizlendiremediği sanatsal incelikleri horlayarak yok sayıyor. Uğradığı ihanetin hıncını, kendisiyle birlikte onları da aşağılayarak alıyor. Burada bir parantez açarak, doğrudan sistemle olan hesaplaşmadan söz etmediğimi vurgulamak isterim. Söz konusu olan sorun, sistemden kaynaklanan ama sistemle birebir değil de kişinin kendi iç ben’iyle yaptığı hesaplaşma olup; sistem-birey çatışmasından sonra gelen birey-iç ben çatışma evresine dairdir. İnsan, sonuç olarak çoğulculuğun terk edildiği ve köktenci bir demokrasi anlayışının(!) egemen olduğu yeni düzene uyum sağlayamadığı için bedeli kendisine ödetiyor. İşlevsel olmayan bir organın körelmesi (dumura uğraması) gibi kendisini imha ediyor. Sürece sanatsal açıdan bakıldığında ise kişinin ürettiği sağlıksız savunma mekanizmalarına bağlı olarak “kitsch”leşmenin ve modaya uymanın (“trendy” olmak) yaygınlaştığını saptıyoruz. Yeni ve geçerli olan yasa, “Öl, ya da uyum sağlayarak yaşa!” şeklinde olup, yapısalcılıktan kurtulmaya çabalayan bireyin yapay kurallar tuzağına düşmesinin de bir kanıtı, bir göstergesidir.

Ne tuhaftır ki, insan-para-meta üçlüsünü bu denli kolayca yöneten ve aynı zamanda toplumların kaderine hükmeden yapay unsurlar sıra sanatçıya geldiğinde, onun bir direnişçi olması nedeniyle zorlanıyor ve bu nedenle kurumsal desteklerini geri çekiyorlar. Sanata kaynak aktarımı azalıyor. Paylaşım kıstasları değiştiği için kaynaklar doğru yere yönlendirilmiyor. Sanat evleri birbiri ardına kapanıyor. Yazılı basın ve medya gerçek sanat emekçisini yok sayıyor, çünkü onlar kendi “bebek”lerini yaratmayı seçiyorlar. Bu koşullar altında, “iyi paranın kötü parayı” kovamadığı gibi, iyi sanat kötü sanatı; iyi şiir de kötü şiiri kovamıyor. Bir yazısında Ahmet İnam şöyle diyordu: “Pazar, edebiyatın pazarı değil; edebiyat, pazarın edebiyatına dönüşüyor… Toplumsal ilişkiler açısından, bireylerdeki boşluk bunun bir nedeni olabilir. Yaşadığımız çağda, dikkat çekici bir ‘benlik boşluğu’ yaşanıyor. Bundan dolayı bireyler, bireyleyemiyor… kendilerini gerçekleştiremiyorlar.” (“Ebediyatını Yitirmiş Edebiyat: Edebiyatın Edebi Yatık Mı?”, Ocak 2003, Ankara) Dönüşüm ve değişime bağlı olarak, anlamlı imgeler artık yerlerini sahte imgelere bırakıyor. Edebiyat, sel suyuna kapılmış bir kibrit çöpü gibi nereye koştuğunu bilmiyor. Öte yandan içi boşaltılmış putların sayısı artıyor. Bu demektir ki, sanatçıya düşen görev gün geçtikçe ağırlaşıyor, çünkü yeni düzen yalnızca kopyalamayı öğütlüyor. Taklidi onurlandırırken yaratma gücünü hafife alıyor; yaşamanın ve yaşarken üretmenin tek başına bir sanat olduğunu adeta unutturuyor.

Durum ülkemizde de pek farklı değildir. Birbirinin ardı sıra büyük bir deprem ve onu izleyen ekonomik krizlerle derinden sarsılan kitleler vurulduklarının pek de farkında olmazken, yazar-çizer-besteci-oyuncu-ressam; kısacası sanatçı yaklaşan tehlikeyi fark ederek var gücüyle direniyor. Yazın emekçisi, giderek daralan olanaklara karşın hayli umutsuz çığlıklar atmakla birlikte, savaşını azimle sürdürüyor. Bu süreçten geçerken, tek silahı olan kaleme sarılmayı yeğleyen bir Don Kişot’a, belki de “Son Kişot”a dönüşüyor. Masumiyete ve yazının safiyetine tutunuyor. Artık içindeki nal şakırtılarını dinleyerek göğü tırmalayan bir süvaridir o. Çünkü sanatın başka bir dünyayı olanaklı kılacak tek güç olduğunu biliyor.

Kitleler açısından değerlendirildiğinde ise ekonomik sarsıntıların halen sürdüğü, ama varlığını koruyan ve “ilan edilmemiş” ekonomik krizlerin açıkça konuşulmadığı günümüz Türkiye’sinde de atların vurulmasından söz etmenin zamanı gelmiştir. Burada Arjantin eski cumhurbaşkanlarından Alfonsin’in bir cümlesini anımsatmak isterim: 2000’li yılların başında “Sosyal boyutu olmayan neo-liberal ekonomik politikalar, ülkeleri iflasa sürükler” demişti. Üstelik bu iflas yalnızca ekonomik anlamda olmayabilir. (Çokuluslu şirketlerin hâkimiyetini amaçlayan neo-liberal politikaların, tıpkı küreselleşme projesi gibi, 1980’lerde kotarılıp 1990’larda dünyaya model olarak sunulduğunu ve ikisi arasındaki yakın ilişkiyi unutmamakta yarar olduğunu düşünüyorum.) Yolunda gider gibi gözüken ekonomi, buzdağının yalnızca su üstündeki kısmıdır. İnsan ve dolayısıyla sanat boyutu ise su altında kalan büyük kütleyle ilgili… Atların vurulduğu yer işte orası! Ekonomik risklerin belirli bir kesim için minimize olduğu, ancak sosyal faydanın geniş kitleler için göz ardı edildiği alanda incinmektedir sanat.

Toplumların dinamiğiyle oynamak bireylerin özgüvenlerini de derinden sarsar. Kimlik erozyonuna uğratılmak oyunun bir parçası olduğuna göre, kişi ya riskleri göze alarak mücadele edecek ya da zamanını yapay bir dünyada kotarılan olumsuzlukları büyük bir iştiha ile sindirerek tüketecektir. Atların sessizce vurulduğu bir düzende, sanal âlemin şampiyonları ile özdeşleşip bir tür doyuma ulaşarak düşünce sarmallarından, akılcılığının süzgecinden geçmeyi unutacak/unutturulacaktır. Var olma yanılsamasıyla yok oluşu seçmenin yoludur bu... Ve fakat aynı zamanda sanatçının, ulusal kimliklerin tek bir potada eritildiği; dev bir organizmaya dönüşen tekelci sermayenin giderek oyunun kurallarını belirlediği bu düzendeki direniş serüvenidir. Çünkü o, yaşamın risklerle savaşma sanatı olduğunu unutmayandır.

Peki, nereye kadar? Kültür endüstrisinin, piyasa fiyatı belirleyen politikaları karşısında değeri giderek eksilen, kimliksizleştirilen yazar, hangi kırılma noktasında hayat ile yazı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak? Emeğinin popüler kültür içinde eridiğine tanıklık etmek onu hırpalamayacak mı? Yaratma kapasitesi ve sanata dair “olmazsa olmaz” yetkin bilinci bu gidişattan etkilenmeyecek mi?
Ehrenburg’ un da vurguladığı gibi onu nitelikli-özgün-özenli-yeni eserler vermeye güdümleyecek olan okurun, sistemin çarkları arasında ezildiğini görmeye; ulusal kültürün, yeryüzündeki tüm coğrafyalara hızla pompalanmakta olan ve insan faktörünü görmezden gelen sözde evrensel değerlerine karşı bir kenar süsü olarak muhafaza edilmesine isyan etmeyecek mi?
Rüzgâra bıraktıkları kokuları bile silinen “Son Kişot”larla vurulmayı bekleyen kurbanları izlerken yorgun düşmeyecek mi? Sanat arenasında kırılan fay hatlarını hangi güçle onarıp; dünyaya egemen olan yeni kültür ile “vulgarize” edilen bilgiye karşı nasıl savaşacak?

İnsanı yeni bir tür ilkelliğe - özellikle de yazın sanatında kısırlaşmaya - götüren bu süreci sorgulamıyor ve yukarıdaki soruları kendimize yeterince sormuyoruz. Sormadığımız sürece de yazıdan caymasak bile önünde sonunda hayattan caymak zorunda kalabiliriz.

Bu karmaşada şiir nerede duruyor? Büyük üstat Fazıl Hüsnü Dağlarca, son söyleşilerinden birinde şöyle diyordu: “İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz!” (Radikal, 17.05. 2007 – Söyleşi: Bedirhan Toprak) Demek ki şiir ve şair halen bir yerlerde duruyor. Tıpkı yazarın okurunu araması gibi, tüm zorluklara karşın şair de okuruyla buluşmayı bekliyor. Aklım bir yandan yukarıdaki sorulara yanıt ararken, bir yandan da üstadın sözlerine tutunmaktan yana… Şiir ve yazıdan bu yüzden caymıyoruz işte. Hayattan caymamanın yollarından biri de bu çünkü. “Plastik imaj çağı”ndan payımıza düşen onca olumsuzlukla savaşırken, riski göze almak mecburiyetinde olduğumuzdandır bu direniş.

Naime Erlaçin

(HAYAL Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2007; Sayı 22, s. 60)


Zorlayıcı Sistemler Sebebi! / Sufi.



Olympos dağının eteklerinde gezinen çok önemli bir şahsiyet mi? Şu felsefi dil üzerine düşünen “adam”?
-Mutlak akla sormalı.
-Mutlak Edebiyat diye direnenlere.

Felsefi Logos'a mı işaret ettiniz?
-a, evet.

Ama onun yeri yuvası başka dostum?
İşte şu Mutlak akla sığınan biri içerikle birlikte varolan en üstün konunun, bir içeriğin ( nesnel veya fiziksel) biçimin ifadesi olarak kabul edilen "dildir" o.
Kelamın simyasına "girmeyeceğim", öteki gerçeklik ve gerçeklik olarak biçime hiç girmeyeceğim. İzlediğim, okuduğum şey, Ziya(Alpay) nezdinde bir tür soru, sorular yığınıdır, kendine, evrene, hayata, hepimize karşı kafasını kemiren sorulardır.Ben şimdi onun zihninde dönüp duran düşünceler ve ütopyalara müdahale hakkına sahip değilim, ona yön vermeye, yol göstermeye asla kalkışmam.
Töredışı bir duruşu sergiliyor bu da "birilerini" kamçılıyor. Aslında belki de ne ben, ne de Argos onu anlatmamalıyız, defter içerisinde bugüne kadar en yakın ve direkt ilişkisi olan jm anlatmalıydı, ki biliyorum, susmayı seçecek. Ve ben bu “anlamlı” suskunluktan kendi adıma en büyük "vicdani" dersi çıkaracağım. Ne yapıyoruz baylar? Bir dakika! Biraz soluklanalım.
Ben Argos kadar nazik değilim, bugüne kadar sözümü direkt muhatabına yazdım,
kırılacaksa kırılsın! Haksızsam önce ben üzüleceğim kırılacağım, bunun da farkındayım.İşte yukarıdaki diyaloglara benzer yüzlercesini buraya sığdırabilirim.
Hem öyle düğümler, keser, büker, çöp tenekesine atarım ki, ne felsefecisi bir şey anlar, ne kendim, ne de okur. Nietzsche’nin dilinden: “yazmanın her zaman kazanılmış bir zaferi duyurması gerekmiştir”. Siz bana sadece kendi zaferinizden söz edin. Duymak, okumak istiyorum.Hayat sadece güzel müzik dinlemek, sadece sağduyudan ibaret değil, bunlar bir zamanların göstergebilimsel alanlarını ilgilendiriyordu, şimdilerde çırılçıplak kaldılar.
Kim sahiplenecek tekrar?
Yine en yüksek edim söz konusudur.
Yine: Zamanla! ve Zekice düşünceyle.
Bu işler öyle sanıldığı gibi kaysı "şerbeti" değil, çilelidir, kafa kol kırdırır.
Ne sanıyoruz, güller ve süsenler arasında akşam gezintisi mi? On bin kez düşüp bel kemiğini kırmaktır.
İşte Ziya Alpay ne güzel bir örnektir, onun gibi riski kabul etmek gerekir, kafayı, kolu, bacağı, kalemi kaptırmadan olmuyor.
Sevgili Ali'yi de (Ali Rıza Arıcan- çok kıymetli yazar dostumuz) okurken aynı zor+çetin girdaplardan geçtiğini hissediyorum, şimdiki duruşunda kendine özgü bir huzuru var, bu inanılmaz derecede önemlidir.
Gündelik yaşamın ağırlığı hepimizin üzerindedir, bu yükü taşımaya mahkumuz. Birçoğumuz bu ağırlığın içinde tutsak kalırız. Tam tersi kimileri için düşünmek, kaçış demektir, artık bir takım şeyleri görmemektir, çamurun dibine battığını unutmaktır, şu ayaklarımızdan tutunan ve bizi her gün biraz daha dibe çeken, çökerten yapışkan kütleden kendimizi kurtarmaktır, onu algılamamaktır.
Herkesin kendine özgü ikameleri de vardır. Neden zorla bu alanlara, başkalarının alanlarına üstelik müdahale tasarrufunu kendimizde bunca büyütüyoruz? Kimiz biz? Neyiz? Ne ürettik, ne yaptık?
Hani şu bir “kesim” “aydınlar” dediğimiz zümreler aydan mı geldiler? Neden durduk yerde “vay canına ne aydın bir insan, bak neler sıralıyor” diye içimizden geçiririz, oysa fark etmeyiz, onlarda gündelik hayatın, cehennemin içindeler, eşleri, çocukları, zaman tüketim biçimleri, özel yaşam alanları, boş, beyhude zamanları, “şurada burada” evleri vardır ve nihayet “içerideler”! Şöyle kıyısından kendilerini dışarıda gösterirler, kendilerini başka yerlerde düşlerler, iyi sınanmış kaçış biçimi, yöntemine sahipler.
Ve devranın yarattığı bütün ikameler bu seçkin zümrenin sanki hizmetinde, düş, klasisizm, teoloji, yüksek kültür, tarihin bütün koridorları, ve bir yığın başka şey!
“kent bilimi” veya “örgütlenme bilimi” denilen toplumbilimini önemserler, kısmı kurallara onlar yön verirler, yıldız falı, yemekler, kitaplar, meskenler ve.. bütün farklılaşmış etkinlikleri belirler.
Yer yer bilimcilik! Ve pozitivizm, kişiye birbirlerine karşıt olan ve birbirlerini varsayan mükemmel çıkışları altın tepsilerde sunarlar. Bir yandan işlevselcilik, öte yandan pragmatizm, ötenin ötesinden vazgeçiş ve sorunların uzmanların maharetli ellerine bırakılmasından "dem" vururlar..aman dokunmayın düşlerine, düşerler! Elimize tutuşturdukları müsveddeler bazen bu topluma öylesine pahalıya mal oluyor ki, sadece kötü anısı kalıyor zihnimizde.
Bu ideolojilerin, tutumların, tavırların yandaşları için çok gariptir ki her itiraz başka türlü bir şeye açılma ve yeni bir ütopya arayışını getirmez, kendi sığ sularında, yarı uykulu gözlerle dünyayı izlemeye devam ederler. Başka bir halk yığını talep ederler, ne yaparsınız ki elimizde sadece görünen “halk” var! Oysa “seçkin bir ruh, en yüksek sıçramaları yapabilen değil, çok az yükselen ve az düşen, ama her zaman daha açık ve daha aydınlık bir havada ve yükseklikte oturandır” ( bunu kim red eder veya inkar edebilir şimdi?).
Ya bizim “kıytırık” münevver takım? Hadi yola çıkıyoruz deseniz, ilk sizi yarı yolda bırakırlar. Çünkü erdem denilen şey eksiktir bunların çoğunun lügatinde. Suni sahte maskeli "aydın" budur işte! Öfkeleri bile ruhu tüketen türdendir.
Neden yazdım şimdi bütün bunları? Bu tip bir aydınla işim olmaz, bu tip bir ağızla konuşan, düşünen kimseyle de işim olmaz.
En iyisi, yan yatıp efkara mı dalmak?
“Vay canına” diyeceğimize “kendini tanı” ilkesini öne çekmektir.
Unutmayalım ki bütün zamanlarda insanları zehir içmekten alıkoyan biricik belirleyici argüman “zehrin öldürücü oluşu değil” tadının kepaze oluşudur!
Düşünce zehrine yaklaşmak her baba yiğidin harcı değil:
Aramızdan birçok kimse bunu deniyor, denemeye kalkışıyor.

Öncekileri hiç saymıyoruz.
Kolu, kafayı, kalemi bunca mürekkebe daldırmanın da sebebi bu.
Kimse merak etmesin: öyle bir içinden çıkacaklar ki, yaşarsam, hayatta kalırsam beni yanıltmayacaklarını hep birlikte göreceğiz.
Umarım devran bunu bana çok görmez, gidersem iki şey için değil, bir tek bunun için üzülürüm..
“ başka bir durumdur kuralı doğuran, bir başkasıdır kuralın doğurduğu” (Nietzsche).

Selam,
Muhabbetle,

Sufi.














Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***