Olympos dağının eteklerinde gezinen çok önemli bir şahsiyet mi? Şu felsefi dil üzerine düşünen “adam”?
-Mutlak akla sormalı.
-Mutlak Edebiyat diye direnenlere.
Felsefi Logos'a mı işaret ettiniz?
-a, evet.
Ama onun yeri yuvası başka dostum?
İşte şu Mutlak akla sığınan biri içerikle birlikte varolan en üstün konunun, bir içeriğin ( nesnel veya fiziksel) biçimin ifadesi olarak kabul edilen "dildir" o.
Kelamın simyasına "girmeyeceğim", öteki gerçeklik ve gerçeklik olarak biçime hiç girmeyeceğim. İzlediğim, okuduğum şey, Ziya(Alpay) nezdinde bir tür soru, sorular yığınıdır, kendine, evrene, hayata, hepimize karşı kafasını kemiren sorulardır.Ben şimdi onun zihninde dönüp duran düşünceler ve ütopyalara müdahale hakkına sahip değilim, ona yön vermeye, yol göstermeye asla kalkışmam.
Töredışı bir duruşu sergiliyor bu da "birilerini" kamçılıyor. Aslında belki de ne ben, ne de Argos onu anlatmamalıyız, defter içerisinde bugüne kadar en yakın ve direkt ilişkisi olan jm anlatmalıydı, ki biliyorum, susmayı seçecek. Ve ben bu “anlamlı” suskunluktan kendi adıma en büyük "vicdani" dersi çıkaracağım. Ne yapıyoruz baylar? Bir dakika! Biraz soluklanalım.
Ben Argos kadar nazik değilim, bugüne kadar sözümü direkt muhatabına yazdım,
kırılacaksa kırılsın! Haksızsam önce ben üzüleceğim kırılacağım, bunun da farkındayım.İşte yukarıdaki diyaloglara benzer yüzlercesini buraya sığdırabilirim.
Hem öyle düğümler, keser, büker, çöp tenekesine atarım ki, ne felsefecisi bir şey anlar, ne kendim, ne de okur. Nietzsche’nin dilinden: “yazmanın her zaman kazanılmış bir zaferi duyurması gerekmiştir”. Siz bana sadece kendi zaferinizden söz edin. Duymak, okumak istiyorum.Hayat sadece güzel müzik dinlemek, sadece sağduyudan ibaret değil, bunlar bir zamanların göstergebilimsel alanlarını ilgilendiriyordu, şimdilerde çırılçıplak kaldılar.
Kim sahiplenecek tekrar?
Yine en yüksek edim söz konusudur.
Yine: Zamanla! ve Zekice düşünceyle.
Bu işler öyle sanıldığı gibi kaysı "şerbeti" değil, çilelidir, kafa kol kırdırır.
Ne sanıyoruz, güller ve süsenler arasında akşam gezintisi mi? On bin kez düşüp bel kemiğini kırmaktır.
İşte Ziya Alpay ne güzel bir örnektir, onun gibi riski kabul etmek gerekir, kafayı, kolu, bacağı, kalemi kaptırmadan olmuyor.
Sevgili Ali'yi de (Ali Rıza Arıcan- çok kıymetli yazar dostumuz) okurken aynı zor+çetin girdaplardan geçtiğini hissediyorum, şimdiki duruşunda kendine özgü bir huzuru var, bu inanılmaz derecede önemlidir.
Gündelik yaşamın ağırlığı hepimizin üzerindedir, bu yükü taşımaya mahkumuz. Birçoğumuz bu ağırlığın içinde tutsak kalırız. Tam tersi kimileri için düşünmek, kaçış demektir, artık bir takım şeyleri görmemektir, çamurun dibine battığını unutmaktır, şu ayaklarımızdan tutunan ve bizi her gün biraz daha dibe çeken, çökerten yapışkan kütleden kendimizi kurtarmaktır, onu algılamamaktır.
Herkesin kendine özgü ikameleri de vardır. Neden zorla bu alanlara, başkalarının alanlarına üstelik müdahale tasarrufunu kendimizde bunca büyütüyoruz? Kimiz biz? Neyiz? Ne ürettik, ne yaptık?
Hani şu bir “kesim” “aydınlar” dediğimiz zümreler aydan mı geldiler? Neden durduk yerde “vay canına ne aydın bir insan, bak neler sıralıyor” diye içimizden geçiririz, oysa fark etmeyiz, onlarda gündelik hayatın, cehennemin içindeler, eşleri, çocukları, zaman tüketim biçimleri, özel yaşam alanları, boş, beyhude zamanları, “şurada burada” evleri vardır ve nihayet “içerideler”! Şöyle kıyısından kendilerini dışarıda gösterirler, kendilerini başka yerlerde düşlerler, iyi sınanmış kaçış biçimi, yöntemine sahipler.
Ve devranın yarattığı bütün ikameler bu seçkin zümrenin sanki hizmetinde, düş, klasisizm, teoloji, yüksek kültür, tarihin bütün koridorları, ve bir yığın başka şey!
“kent bilimi” veya “örgütlenme bilimi” denilen toplumbilimini önemserler, kısmı kurallara onlar yön verirler, yıldız falı, yemekler, kitaplar, meskenler ve.. bütün farklılaşmış etkinlikleri belirler.
Yer yer bilimcilik! Ve pozitivizm, kişiye birbirlerine karşıt olan ve birbirlerini varsayan mükemmel çıkışları altın tepsilerde sunarlar. Bir yandan işlevselcilik, öte yandan pragmatizm, ötenin ötesinden vazgeçiş ve sorunların uzmanların maharetli ellerine bırakılmasından "dem" vururlar..aman dokunmayın düşlerine, düşerler! Elimize tutuşturdukları müsveddeler bazen bu topluma öylesine pahalıya mal oluyor ki, sadece kötü anısı kalıyor zihnimizde.
Bu ideolojilerin, tutumların, tavırların yandaşları için çok gariptir ki her itiraz başka türlü bir şeye açılma ve yeni bir ütopya arayışını getirmez, kendi sığ sularında, yarı uykulu gözlerle dünyayı izlemeye devam ederler. Başka bir halk yığını talep ederler, ne yaparsınız ki elimizde sadece görünen “halk” var! Oysa “seçkin bir ruh, en yüksek sıçramaları yapabilen değil, çok az yükselen ve az düşen, ama her zaman daha açık ve daha aydınlık bir havada ve yükseklikte oturandır” ( bunu kim red eder veya inkar edebilir şimdi?).
Ya bizim “kıytırık” münevver takım? Hadi yola çıkıyoruz deseniz, ilk sizi yarı yolda bırakırlar. Çünkü erdem denilen şey eksiktir bunların çoğunun lügatinde. Suni sahte maskeli "aydın" budur işte! Öfkeleri bile ruhu tüketen türdendir.
Neden yazdım şimdi bütün bunları? Bu tip bir aydınla işim olmaz, bu tip bir ağızla konuşan, düşünen kimseyle de işim olmaz.
En iyisi, yan yatıp efkara mı dalmak?
“Vay canına” diyeceğimize “kendini tanı” ilkesini öne çekmektir.
Unutmayalım ki bütün zamanlarda insanları zehir içmekten alıkoyan biricik belirleyici argüman “zehrin öldürücü oluşu değil” tadının kepaze oluşudur!
Düşünce zehrine yaklaşmak her baba yiğidin harcı değil:
Aramızdan birçok kimse bunu deniyor, denemeye kalkışıyor.
Öncekileri hiç saymıyoruz.
Kolu, kafayı, kalemi bunca mürekkebe daldırmanın da sebebi bu.
Kimse merak etmesin: öyle bir içinden çıkacaklar ki, yaşarsam, hayatta kalırsam beni yanıltmayacaklarını hep birlikte göreceğiz.
Umarım devran bunu bana çok görmez, gidersem iki şey için değil, bir tek bunun için üzülürüm..
“ başka bir durumdur kuralı doğuran, bir başkasıdır kuralın doğurduğu” (Nietzsche).
Selam,
Muhabbetle,
Sufi.