“Bir vakitler ardışık
olmayan, geçmiş ve geleceği içeren, belirli bir şimdi’nin kaynağı olan bir
zaman vardı. İnsan, bütün bu zamanları kapsayan sonsuzluktan sürülünce,
ölçülebilen zamanın içine düştü ve saatların, takvimlerin kölesi oldu. Zaman
dün, bugün ve yarına, saatlara, dakikalara, saniyelere bölününce, insan zaman
ile, gerçekliğin akışı ile bir olmaktan uzaklaştı.”
Hegel’in
sanatın ölümüne ilişkin tarihsici (historiciste) kehâneti gerçekleşmedi.
Âdemoğlu, tıpkı İbrani’nin sürekli göçü ve kıyametle boy ölçüşmek isteyen
sürgünü gibi, sanatta, boyutlarından kovulduğu ve üçboyutluluğa devrildiği
sonsuzu özlemeyi sürdürdü. Sonsuzluğu istemek, bu isteğin sürekliliğinde yaşama
olanağı olmasa bile, bir başka zamanın gövdesine taşınabilmek olduğu için,
sanat ötekilik koşuluyla “fizik zaman”a karşıkoyma uğraşı oldu: Duyarlığa ve
zihine, duyulara ve ele yönelirken dış zamana karşın iç zamanı, zamanın
düzçizgisel olmayan mantığını gerçekleştirdi. Gene de, sanatçının dış zaman ile
karşıkarşıya oluşunda bir karabasan niteliği buldu zaman: Saatın ve takvimin
sanal birer araç olarak gün ve gece, gün ve mevsim, gün ve yıl biçiminde oluşturup
örgütlediği düzçizgisel zaman, sanatçının ‘ömür’ ile ‘ölüm’ ikilisi önünde
duyduğu, hafiflemek nedir bilmeyen bir ağrıyı: Sonsuz karşısındaki sınır
gerçekliğini, açık ya da örtük, işlemesine yol açtı.
Geçmişin
her bir uygarlığında; bu uygarlıklardan silinerek, eksilerek de olsa bize
ulaşmış her bir insansal sözde bir yaratılış söylencesiyle bir apokalips
söylencesinin izlerini görürüz. Ve insanlık tarihinin bilinçaltına yer etmiş bu
iki durağın arasından sanaterinin her yerde ve her çağda sınırlarının ötesine
taşma güdüsünü beslediğini, imgelemini doğal yapay demeden zorladığını, onu
kendi gücünün neredeyse ötesine ittiğini farkederiz. Blake’in uyarıcılarda,
Verlaine’in absinthe’te, Segalen’in durdurak bilmeyen yolculukta, Kafka’nın bir
düş mahzeninde, Yesenin’in ölümde aradığı, belki de zaman’ın som boyutuydu.
Cézanne resimlerini zamanın içinde bitiremiyordu; Artaud orada yazamıyor,
Borges orada susamıyordu. Zaman, sanatçı için anaizlek, anakonuydu hep. Bu
denemenin girişindeki satırların yazarı Octavio Paz, düz-çizgisel zamanın
tanrısı Khronos’un karşısına içgörenlerin (visionnaire) devrik zamanını diker.
Gerek sanatçıların belli bir bölüğünün, gerekse düşülkecilerin iki ucun arasna
sıkıştırılagelmiş Takvim’e başkaldırışlarının serüvenidir bu. Tarih’e, geçmiş
zamanın bu tılsımlı bilgisine bakarken bile, içgören, düz-çizgi zaman boyutunu
bir kristalin parçalanma ânını durduturmuşçasına algılamayı seçer. Proust’un
“Yitirilmiş Zaman” yolculuğu, paramparça bütünü; bir bakıma yalnızca
kendisinin, o da yalnızca bir defalığına düzenleyebilme tansığını canlandırır.
Bizim coğrafyamızın ağrılı nostaljikleri için de durum uzun uzadıya farklı
değildir aslında: Koca Mustafapaşa’daki şair ile “Bursa’da Zaman”ın kuyumcusu
için zaman, sanki bir sarnıca biriktirilen tanrısal vergidir. Tıpkı Hisar gibi,
kollarına saat takmaz onlar. Bir başka yakada, düne ve yarına kendini kapatan
şair, belli bir bölgede günü doldurur: Yalnızca akşam yaşar Hâşim, Dranas
geceye saplanır, Nâzım’da sabahın büyülü gücü salınır… Dünün ve bugünün
ardından geleceği sınayacaktır şair soyu: Büyük Futuriste depreminin mimarları,
özellikle de Hlebnikov ve Mayakovski yarının nabzını tutarlar. Okyanusun
ötesinden yaşlı Avrupa’ya inen Pound ise saltık bir ardzamanlılığın ardındadır.
Gerçeküstücülükle
birlikte, sonsuzla hesaplaşma canalıcı bir hız alır. Mallarme’nin zaman-dışılık
deneyiminden, Lautreamont ve Rimbaud’nun başkaldırı zamanına yataklık eden
korkunç cüretten yola çıkan gerçeküstücüler, acımasız bir duruşmada sorgularlar
düzçizgi zamanı. Bir bir öteki boyutlara tırmanılır: Düş zamanı, Haşhaş zamanı,
Düşülke zamanı aynı bilince taşınır: Dali’nin yumuşakça saatları, De
Chirico’nun akrep ve yelkovana terkettirdiği ıssız saat kuleleri, Breton’un
sonsuz aritmetiğine sokulduğu “rastlantı zamanı”, Aragon’un saltıkla yüzleşmesi
gerçeküstücülüğün zamanın öteki boyutu’na yaptığı yolculuğun başlıca
duraklarıdır. Başka bir kolda, Hegel’in deyimiyle “dünyanın nesri” olarak
adlandırılabilecek bir dil/bilinç düzleminde, mürekkep zaman çok biçimli bir
dönüşümden geçecektir. Anlatı alanında, özellikle de sinema ve romanda,
düzçizgisel zaman anlayışı bir uçtan ötekine çatlar. Bilinç akışı ile birlikte
zaman zinciri kırılır. Halkalar arasındaki düzen değişmekte, bir halkadan bir
başka halkaya akılsırermez hızsal farklarla geçilmekte, kimi halkalar büyürken
kimileri de toptan yokolmaktadırlar. Bu açılım Faulkner’ın yapıtında doruğuna
ulaşır bir bakıma: Romancı, keskin bir titizlikle bir deste iskambil kağıdını
karıştırır gibi anlatının zamandizinini karıyor, gene de hangi kağıdın nerede
olduğunu bilen bir hile ustası gibi hangi zamansal birimin hangi sıraya
girmesiyle hangi efektin uyanabileceğini, inceden inceye hesaplıyordur artık.
Çağcıl romancının mürekkep zamana yaklaşımı bir örnek değildir. Musil’in
Niteliksiz Adam’ının bir yerden sonra dünü ve yarını kalmaz: Sonsuz Bugün’e
çalışır yazar. Beckett’te zaman ufalarak, Borges’teyse büyüyerek ölçüsüzlüğe
açılır. Nathalie Sarraute ve öteki ‘yeni romancı’lar ile mikroskopik bir
boyutta algılanacaktır. Sinemada ise, bir bakıma ekonomisi aranır zamanın.
Fellini, özellikle de Sekiz Buçuk’ta, hem düzçizgi zamanın ileri geri mantığını
zorlar, hem de, öte yandan, düş ve sanı zamanını devreye sokar. Alain Resnais,
Muriel’den Providence’a doğru, ölçülebilen zamanın algılanış ölçüsüzlüğünde
konaklar, Kubrick’in 2001’i zamanın metafizik ve fizik sorgulanışını aynı
potada eritir.
Ars longa, vita brevis:
Hippokrates “sanat uzun, yaşam kısadır” der. Sanateri kendisine acımasız bir
hisse çıkarmıştır bu kıssadan: Geçmişin kuyusuna, şimdiki zamanın öteki
kuyusuna, geleceğin kalın sisine korkusuzca dalarken bir bakıma yapıtının
cadenza’sını belirler: Doğuda ve Batıda, Güneyde ve Kuzeyde gizleri en çok soru
konusu edilen boyuttur Zaman. Ve Gılgameş’in ölümsüzlük düşü elden ele, geceden
gündüze sonsuz dolaşımını sürdürmektedir.
Tarihi ortaya çıkarmaya gerek yok, o zaten bir gün
kıymık halinde gözlere batacak. Tanığın tarihi yeniden yazması. Bu görev, ona,
tanık olana verilmemiştir. Tanıklığı yüceltmeden, ona anlamlar atfetmeden
önce tanığı iyi tanımalı. Onun felaketle doğrusal bir ilişkisi yoktur. Felaketin
içinden çıkıp tekrar ona mahkum olan bir kişidir. Sonsuza dek sürüp giden bir
hareket. Her dile geldiğinde yeniden kurulan keder
sahnesi. Yasın felaketi "içe" taşıması. Ya felaketi, tanığı
yazmak? Tarihin iki boyutlu bakış açısından kaçınırken edebiyatın estetsize etme
merakına tutulmak.
Tanık, kaderini bu çizgisellikten kurtarmalı.
Gerekirse soyut anlamda felaketi yeniden yaşamalı, yeniden konuşturulmalı. Ya
susuyorsa?
O zaman anlattıklarımızla değil, anlatıl(a)mayanlarla yol almalı.
ilk kim haykırdı: umut var!
ilk kim haykırdı: insan var!
ilkin güvercinler haykırdı: ölüm var!
Evet, dostum,
O uzun Haziran gecesinde, gaz ve plastik mermilerin üzerimize yağmur gibi
yağdığı gezi’deki gecenin sabahında, ömrüm boyunca unutmayacağım sözcükleri
sıralamıştın, hala kulaklarımda, beynimde yankılanıp duruyorlar:
-"
Derler ki: Felaket, yasın ıslandığı yerde başlar".
-
"Ne söyleyebilir ki insan?"
Bu kez,
-Sen dur,
Çözer bu düğümü zaman ve doğa.
Direneceğiz; zamana, yaşamın tüm zorluklarına karşı.
“Uslu dur,
ruhum, uslu;
Gevrektir taşıdığın kollar…”
-Housman
Doruk Satenay
Bahçeydi yaşamım
dedi kadın
onun
sesiyle uyandın
sabahın sisine karışan
soluğundan
uzak
bundan
sürekli değirmen düşü
göçler için
çocukluk
suların taştığı
kırda
çeşme
şimdi ve burada olmanın
yükü
andığın
yorgunsun
sonrasız günlerden
birine uyanmış
yağmurlu gecenin
kuş ve böcek sesleri
evlerin kırında
unutmuş olmalısın
yağmurla ıslanmış
geceliği
o ıslaklık
böyle sabırsız
geçmiş arayışı
görmeyi umduğum yüzün
uysal
sevişmelerin akşamla
bahçede
unutamadığın soluğun
kolların
bahçe ve
unutulmuş
değirmen
düşünde büyüyen
sesinle
dağılan toparlanan
günlük
sahibinden uzak aklın
şimdi
suya inmiş
arıların sesiyle çağırıyorum
düşüme girmiş meleği
gel ve bitir
bende unuttuğun günü
yüz
gözlerimde uyuyan okyanusta
arın ve arıt
yoluma çıkan gizi
sev, acıt
sesime sinen sislerde
bulduğum korkuyu
uzak kaldığım yollara in
bekle
beklediğin yerde bulduğun
polenlere sun
uykunu
seslen
bende çoğalan müziğe...
uyanmalısın
uykun
sende arınmayı öğrensin
çoğalıyor gün
çayı demle
güzellik sensin
duyduğun ses
senin
bilmelisin...
Ziya Alpay Toplu Yazı Şiir ... by borges
Defterin kurucularındandı, Bir gün ansızın çekti gitti, gitti işte, dönmemek üzere, kendi isteğiyle, yaşama veda etti. Geride dağ gibi hüzün yumağı bıraktı, Yüreğimizi dağladı. O keder ki bir daha bizi "biz" yapamadı, koptuk her şeyden, herkesten koptuk, her gidiş kolay kabul edilmiyor, edemedik, etmedik, isyanımızı, kederimizi içimize gömdük. Sadece Ziya'yı değil tüm giden canlarımızı andık, durduk, baktık, donduk... zaman ne çok şey aldı götürdü bizden, sen ey defter okuru, küsme bize, biz biz değiliz artık... bu yara kabuk bağlamadı bir türlü, bin türlü. Bir gün yine buluşuruz, yalnızlık kulelerinde.
Sevgili
Ziya, buradasın, daimi yerin burası artık.
Toplu şiirlerin, yazılarınla.
defterin
Suyumuz
yetmiyor çiçeklere, kanımızı kullanıyoruz, sıkıntı öyle bir sardı ki dört bir
tarafı, yüz kere söylendiğinde anlamını yitiren sözcükler gibi olduk. Resmi
yapan ressam, yanlış tuvale çizmiş zamanı ve yüzlerimizi. Yetmeyecek azıklar
aldık yanımıza, dönmek üzere giderken…
Arkamızda
bıraktığımız çocukların yüzüne işledik kederi ve hüznü. Bu en büyük günah
olarak anlımızda duruyor…Su seni istiyor, rüzgar beni. ‘Dünyanın en güzel Arabistan’ı’ yok artık ey dost.
“The End” yazarken, herhangi bir yerde,
herhangi bir insanın düşleri bitirir kendini. Doğrulup yerimden, merhaba demeye
bile yetmeyecek bir derman över ölüyor içimde. İçimdeki acı bitmiyor.
Aramızdaki
uzaklık demiştim ya, birbirini gören iki duvarda asılı resimlerin yaşadığıdır
benimkisi.
Bu öykünün hiç
başlangıcı ve sonu olmadı ki. Uykusuzluğa dayanamayan baykuş, unuturmuş gecenin
rengini. Kırgın dönüp dolaşmaların labirentinde nar rengi bir susuş olur ey
gece…ey gece koru bizi… biz biliriz gece olunca gündüzün perdelerini kimin
çektiğini.
Ve de günlerin
sarnıcında her şey o kadar berrak değil artık.
Ve ırmaklardaki balıkların acılığı deniz
özleminden midir bilmem.
Bin yıllık
ayrılıktır benimkisi. Sıkıntı! İçimdeki!
Tavana veya
yere bakarak uslanmaz adımızın baş harfleri.
Acılara,
sıkıntılara tarih atmayanlar, unuturlar miladı…
toprak yorar
insanı, inan bana.
Sufi.
yoldaşındı
bulutlar
insan
soyu
ak
pak
düştü
sonra maske
gerçek
acı
gerçek
kırk
yamalı
“bir
ben biliyorum
her kundaklama sonrası
ormanların zehrini
bir hışımla genzine çektiğini” (*)
suya
tutkulu akrep çelişkisiyle
takvimi
öteliyorum senin için
yeni
bir paragraf açarak müjdeci gök atlarına
eskimemiş
baharlar ısmarlıyorum
ağudan
arta kalan tutukevi bakışlarına
nafile
ey yağmur kokulu çocuk!
durulmuyor
kum saati
bilinmeze
sual eden akış
yüzünde
okyanus gezdiriyor
elinde
arı kovanı
Naime ERLAÇİN
(*)
“Bir Ben” - Lou Salome
İnsanın
düşünce ve yapıp-etmeleriyle ilgili faaliyetlerini üç temel
başlık
altında toplamak mümkündür. Bunlar; felsefe, sanat ve bilim olarak
adlandırılabilir. Genel olarak, tarih boyunca insanlığın başarıları da bu üç alanda kendisini göstermiştir,
denilebilir. İnsanın düşünce ve yapıp etmeleriyle ilgili diğer alanlar ise
doğrudan veya dolaylı bir şekilde bu üç alanla ilgili olarak bulunurlar.
Kaynağı vahiy olan din ise, insani olanı aşan ve kaynağında ilahi olan
bulunduğu için insani faaliyet alanlarından ayrılır. Ancak dinin felsefe ve
sanatla olan ilişkisinin olduğunu da belirtmek gerekir. Hatta her dinin bir
felsefesi ve sanat anlayışı vardır. Her toplumda da ya bir felsefe ya bir din
ya da her ikisi birlikte bulunur. Zaten her dinde muhakkak surette bir felsefe
gizlidir. Özellikle ilahi dinlerin dışında ve kaynağı daha çok toplum olan
dinlerin felsefeyle olan ilişkisinin boyutu çok daha yoğundur. Ancak bütüncül
bir bilgiye ulaşmak isteyen bilgi dostu bilimden, sanattan, dinden, ahlaktan
hem faydalanmak hem de bütün bu alanlara etkide bulunmak durumundadır. Felsefe
ile yakın ilişkisi bulunan disiplinlerden biri de sanattır. Edebiyat da güzel
sanatların bir türüdür ve bu özelliğiyle de felsefeden ayrılır. Felsefe ile
ilgili ilk düşünce kırıntılarının dini metinlerde, trajedilerde, efsanelerde
bulunduğu gerçeği ve 20. asırdaki felsefi roman türünün gündeme gelişi dikkate
alınacak olursa, felsefe ile edebiyat arasında önemli bir ilişkinin bulunduğu
düşünülecektir. Ama bu ilişki, felsefeyi edebiyata, edebiyatı da felsefeye
indirgeyici olmamalıdır. Felsefe ile edebiyat arasında bir ilişkinin bulunup
bulunmadığı, eğer böyle bir ilişki varsa bu ilişkinin niteliği, bu ilişkinin
tarafların varlığını tehlikeye atıcı olup olmadığı konularında doğru bir
kanaate ulaşabilmek için felsefi olanla edebi olanın özelliklerinin bilinmesi
gerekir. Bu özellikler bilindikten sonra, söz konusu özelliklerin aynı eserde
birlikte bulunmalarının mümkün olup olmadığı tartışılmalıdır.
Felsefe
tarihine baktığımızda, pek çok filozofun aynı zamanda edebi
bir
tarzı kullandıkları görülür. ilkçağ filozoflarından bazıları görüşlerini
şiirler
şeklinde dile getirmişler ve aynı zamanda ozan olmuşlardır. Platon,S.
Augustine, Schopenhauer, Nietzsche aynı zamanda büyük edebiyatçılardır. Russel,
Camus, Sartre Nobel Edebiyat Ödülünü almışlardır. Ama bazı çok iyi filozoflar
da vardır ki, bunlar kötü yazar olmuşlardır. Örneğin Aristoteles, Kant gibi
isimler çok iyi filozof oldukları halde, kullandıkları dil bakımından iyi yazar
değillerdir. Bu örnekler bize şunu göstermektedir: İyi bir filozof olmak için
iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir. Yine aynı şekilde, iyi bir edebiyatçı
olmak için de filozof olmak şart değildir; Öyleyse bir filozofu filozof,
eserini de felsefi yapan edebi ve estetik değerlerin dışında başka değerlere ve
özelliklere ihtiyaç vardır. Bir edebi eser de bir düşünüşün eseridir ama her
düşünüş felsefi olmadığından dolayı bir düşünüşün felsefi olabilmesi için bir
takım fikri inşa gereklerine ve felsefi temellendirmelere uygun olması
gerekmektedir. Bundan ötürü de eğer bir edebi eser bile, bu fikri inşa
gereklerine uyuyorsa, o eserin aynı zamanda felsefi olabileceği yönünde bir
kanaate sahip olabiliriz. Çünkü böyle bir eserde fikir zevke indirgenmemekte,
zevk fikrin anlatımı için daha büyük bir kolaylık sağlamaktadır!. Bir düşünüşün
felsefi olabilmesi için reflexif olma, mantıksal ve tutarlı önermelerden
meydana gelme, var olan karşısında bir tavır alışı dile getirme, eleştirel olma
ve en yüksek genellik derecesinde bir bilgi arayışına yönelme gibi hususların
yanında felsefi sayılabilecek bir soru etrafında vücut bulması, sistematik
olması, varlık kavramı etrafında merkezileşme, felsefe tarihi çerçevesinde,
belli bir problematik devamlılık içerisine oturtulabilmesi gibi fikri inşa
gereklerine de ihtiyaç duyulmaktadır.
Yukarıda
bahsedilen özelliklerin bütünü dikkate alındığı zaman,bütün bunların bir edebi
eserde bulunabileceğini kabul etmek oldukça güçtür. Ama "aynı zamanda
felsefi olarak önemli sayılacak yazın açısından daha geniş bir görüşü kabul
etmek de olanaklıdır"4. Bu bakımdan felsefi-edebi diye adlandırabilecek
tezli romanlardan bahsetmek mümkündür. Nitekim Kafka, Camus, Sartre,
Dostoyevski, Simone de Beauvoir gibi yazarların eserleri tezli romanlardır ama
tezi, tam olarak felsefenin
kavramlarını
kullanmadan ortaya koyarlar.
Osman Gündoğan
Her şey o kadar dokunaklı ki
Sevgili Borges defteri,
“Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de –telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar”
(E.C)
PRENSES
Anla beni ey yağmur
İçime içime çiseliyorum geceleri
Başkaları uykuda dinlendiriyor acılarını
Bense düşlerden duvarlar örüyorum korkularıma
Çağlardan çağlara ince bir köprü kurulur şimdi
dudaklarımda
Bir prenses hayaleti yürür o köprüde
ve
Ortaçağın tam ortasında bir kale düşer
Düşer gözlerime oradan da ellerime
Hayalet askerler çeker güneşin ve ayın bayrağını
Prenses ince ayaklarına bakar, bir de mavi
Der, durmadan mavi
Gözyaşları derelere doğru akar da akar
Bir balkondan diğerine konan kuşlar gibi
Yakın çağın yakın bir günü
Savaşlar, ihtilaller arasında
Bütün güller soluk soluğa
Anlatıyor bir sevda masalının
En ince ayrıntılarını:
Onun, o prensesin
Kederi annesinden miras kalmıştır
Sabahları saçlarını yalnızlıkla tarar
Gözlerinin akı bulutlara doğru akar
Bardağını tutarken konuşmaz –bir konuşsa içi kan
dolacaktır-
Kırıldı kırılacak bir kurumuş dal gibi sallanır da
rüzgârda
Annesinden yeni ayrılmış kedi yavrusu
Nasılsa, üşümüşse, sokakta
Yaralı bir kuş gibi çatılardan-çatılarda
Uçarak şimdi de çırıl çıplak asfaltın ortasında
Orada hep bir çocuktur durur, çocukça kaldırır onu
Bir de baloncu vardır durdurur zamanı, parçalara
böler
Karelere, küplere ve konilere, yamuklara…
Olmadı silindirlere benzetir elleriyle
Ve
Kırmızı balon
Mavi balona anlatır terk edilmiş masalları
Sokak eritir o zaman aşkları, boşaltır yalnız
kalplere
Kaldırımlarda ise heykeller yürümektedir artık
Bilinmezliğe, ayrılığa ya da bir sinemanın tam önüne
Filmdeki sonbahar sahnesinden yapraklar düşer artık
her yüze
Prenses uykuya dalar…
Ziya Alpay
Biz kim? İzdiham kim? İzdiham ne? Sizleri bilmeyiz, tanımayız ama şunu biliyoruz ki muktedirlerin, dönemin politik kuyruğunda dolaşanlardansınız, yani aramızdaki mesafa aşılamaz türdendir. Mesle politik muhalif vs.olmak değil, insan onuru, haysiyeti ve bağımsız, hür ve sefil politik erke hayır diyebilmek, dik durabilmektir! Neden hala bir "blog" sayfasında olduğumuzu sorgulayacak donanımdan bile yoksunlar güç odağı tayfalar, burası açık bir gökyüzüdür, okuru neyse, sayfası da odur, bu bakışa, inanca ters düşecek kim varsa, ne varsa ekarte ederiz, yollarımızı ayırırız, öğütürüz, atarız!
Herkes kendi çöplüğünde olmalı!
bakınız, biz kendi çöplüğümüzdeyiz!
borges defteri
Halid Metawa çevirisi ,ilk kez defter'de yayınlandı.Not:
defter "Groups" kapanmıştır, 2002 yılından itibaren binlerce okura ulaşan grup, Yahoo ve Verizon şirketlerinin ortak kararıyla 15 Aralık 2020
tarihinden itibaren dünyadaki tüm e mail
gruplarının kapatılmasıyla beraber defterin grubu da "ebediyete" intikal etmiştir. Mekanı, harfler, virgüller,
şiirler, öyküler diyarı olsun. #))
Defter sadece ve sadece bu siyah sayfalarda soluk alacak, başka hiçbir mecra, sosyal saçmalık, zırvalıklarda yer almayacak, sosyal öbeklerinde hiçbir defter bağlantısı söz konusu değil. Keza hiçbir yayınevi, dergi, oluşumuyla yakın, uzak bir ilgimiz, ilişkimiz yok, biz sadece "iyi" olan ne varsa, "iyi" ve "üretken" olacak kim varsa , ne varsa tümüne destek verdik, vereceğiz, üreten, yazan kalemi kollamak, korumak niyetiyle, herşeye rağmen, defter kurulduğu günden beri tam bağımsız bir edebiyat öbeği olarak varlığını sürdürdü, ne ürettiyse tamamı yeryüzünde gerçekleşti, gökyüzüne fırlattı...
Defter, edebiyatı ciddi bir uğraş olarak gördü, yaşamdan damıtılan öz oldu hepimiz için,zaman zarfında, yıldız parlaklığında olan dostlarımız, yaşamlarının en üretken dönemlerinde yeryüzünden göçtüler, gidişlerini hala kabullenebilmiş değiliz... çok elem verici bir devran oldu hepimiz için...geriye sadece şiirleri, öyküleri, pak adları, anıları kaldı.
Ateşin kurucu kuvvet olduğunu biliriz
oysa su herşeyin başlangıcıydı, giden canlarımız hem ateşimiz hem de
suyumuzdur, andolsun toprağa ve gökyüzüne ki unutmayacağız sizleri, sizinle beraber tüm iyi yürekleri, burada
olsak da olmasak da, sizler yaşayacaksınız, bizler rüzgara emanetiz.
Can
sıkıntısı hepinizden uzak dursun ve 2021 yılının tüm dostlara, şairlere,
yazarlara esenlik, iç huzur getirmesini diliyoruz, ıslıklarınız dudaklarınızdan asla eksik olmasın.
D E
F T E
R
türümüz Homo-Sapiens ölüm denilen olgunun daha çok bilincindedir.
Bu
bilinç yaşamı değerli ve önemli kılar daima. Bazı insanlar büyük
bir
gayretle ölümü unutmaya çalışır ve sanki hiç ölmeyecek gibi yaşama
büyük bir arzu duyar ve tutkuyla yaşama sarılır.. Ölüm sadece
medyada
ve bazen çevresinde duyduğu bir futbol maçının sonucu gibi sıradan
bir
haberdir. Bense depresif kişiliğimden galiba ölüm haberlerini
beğeniyle karşılarım ve onlardan biri olmadığıma hayıflanırım. Bu
hepimizin kaçınılmaz sonu, kim bilir belki de hepimizin kaçınılmaz
bir
başlangıcıdır çok başka yaşamlara doğru.
Şu sözler zihnimde hep dolanıp durur:
"Doğumdan nasıl
korkmuyorsak ölümden de korkmamak gerekir" -Walt Withman
"Ölüm bir şey değil,
ölüm hiçbir şey değil"- Svevo
Kişisel olarak çoğu zaman insanlardan ve dünya yaşamımdan umduğumu
bulamadığım için kendi kendime "iyi ki ölüm var, ölüm de
olmasa
napardım" diyorum. Yaşamında başarılı ve mutlu olanlar için
ölüm
korkunç bir tokat gibidir, mutsuz ve umutsuz olanlar için çok
büyük
bir ödüldür ölüm.
Kendi bedenime bakıyorum da saniyede trilyonlarca faaliyet yapan
hücreler ve daha önemlisi beyini ve sinir sistemini oluşturan
nöronlar
ve elektrokimyasal reaksiyonlardan ibaret bir biyo-makina mıyım?
Diye
soruyorum. Aynı organik atom ve moleküllerin sonsuz çeşitli
kombinasyon ve dizilişlerinden teşekkül ederken.... Eğer öyleyse
diğer
ölümlülerden ne farkım var? Hiç. Bütün bunların ötesinde Bilinci,
duygu ve düşünceleri oluşturan madde (Gerçi halen maddenin gerçek
doğası çözülebilmiş değil Kuantum fiziği ve biyolojik gelişmelere
rağmen)nin çok fevkinde bir şeyler olmalı diye düşünüyorum, ister
buna
kozmik enerji, ister Tanrı, ister Allah denilsin, bence aynı
kapıya
çıkar.
Haz konusunu bedensel hazdan ziyade Epikürcü düşünüyorum. Bir
müzikten, şiirden, sanat eserlerinden duyulan haz. Freud'un dediği
gibi "insan acıdan kaçan, hazza koşan bir varlıktır"
"Siz hiç hazzınızı terk ettiniz mi?" Bu soruya cevabım,
hayır ve
hiçbir zaman, olacaktır. Ancak çok derin bir depresyonda insan
değil
hazdan her şeyden vazgeçip, bilinçli olarak kendisini ölümün
soğuk,
bilinmeyen ve anlaşılamayan kollarına bırakır. Sylvia Plath,
Nilgün
Marmara, Özge Dirik ve Zafer Ekin Karabay gibi...
Peki ya arzu? İnsan neyi arzular? Sonsuz, sürekli mutluluk ve haz
dolu
bir yaşamı mı? O yüzden "Cennet" diye bir yerin hayalini
kurmuş olmalı
insanoğlu. Orada sonsuza dek mutlu olacağı umuduyla yaşayan
milyarlarca insan var. Bu dünyaya kendi arzularıyla gelmedikleri
gibi
büyük bir çoğunlukla kendi arzularıyla gitmeyen insanoğlunun
yaşamındaki amaç sadece mutlu olmak mıdır? Olmamalı, insan bu
kadar
basit olmamalı ama genellikle gördüğüm durum böyle. Belki ben de
öyleyim de bunu kendime itiraf edemiyorum.
"Ben yaşama hazırım"
Diyemem. Onca sefalet, hastalık, savaş, çıkar
kavgalarıyla, paranın, güç makam ve mevki arzusuyla yaşayan
insanlarla
dolu sevgisiz bir dünya yaşamına hazır değilim, olacağımı da
sanmıyorum. Çünkü "ben ölmeye hazırım" Peki, ya sonra?
"Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
Hiç bilmiyoruz"- (Edip
Cansever)
Ziya Alpay