kör nokta
çünkü
makus tarihidir şehr-i bizans
icazet
icabetten. icazetten icabet
bahşedilmiş
gölge kimi
kimine
güllabici odunlar
birazı
havuç sopa. sonrası talim terbiye.
karanlığı
yara yara yarasa
etrafında
cam kürenin pervaneler dönenir.
devletle
halvet üzreyken şairler vesairler
gölgesi
kör noktada bir kelebek kanatlanır
Beyoğlu’nda
bi karakol. bir boğulmuş bi çığlık
işkencenin
dalında asılıdır.
hepimizin
kardeşi adı: festus okey…
bir
jiletin iki ucu birbiriyle bilenir
akıl
ile teknoloji aynı kompartımanda yüzer
yalancıdır
kameralar. mürekkep işbirlikçi
harfler
tutukluk yapar. cümle alem kötürüm.
beni soran oldu mu
“
sareri hovin mernem”*
yağmur
bitince mi uyusun çocuklar
salyangozlar
şehrinde kötürüm o sokaktan
ölü
doğmuş sombahara. hançerlenmiş bir yaza.
iki
dağın arasında nefes nefeseydi güneş
ezgisi
son kuğunun. arka bahçesiydi dünyanın
çığlık
çığlığaydı gün. kıpırdandı son semender
duvarda
paslı çivi. gözleri iki yara kanayıp durdu dün.
sıkışıp
duran kalbinde çağlayıp duran su
yıkılıp
duran hayal. geçer mevsim şeridinden
aynaların
görmediği gölgesinden ağaçların
bedeninde
bin yarayla rüyası uzun geceden
boğulmuş
çığlığıyla arasından bıçakların
resmirevana
günlere güneşlere...
arshil
ile gorky’den.
eskizinden
ol hayatın
geçip
eşiğinden yaranın
göz
göz olmuş o yaranın.
kalbi
kırık çerçeveden duvardaki o çiviye
dikerdi
hep gözlerini uzayan bir gölgeye
gözleri
gözlerinde asılı kalan günlere
tuşlarında
piyanonun gezinen o soruya
rüzgarına
dağlarının. Yersiz yurtsuz notaya
b
e n i s o r a n o l d u m u…
b
e n i s o r a n o l d u m u…
Bir Ses Duymadım
pişmanlık duymadan,
utanmadan,
etrafıma duvarlar ördüler,
kalın ve uzun,
ve şimdi burada çaresizlik
duygusuyla oturuyorum.
Başka bir şey düşünemiyorum.
Bu kader, aklımı yok ediyor
dışarıda ne kadar işim vardı?
bu duvarları inşa ettiklerinde,
nasıl anlayamadım!
Ama asla bunu yapanlardan
bir ses bile duymadım.
Beni dış dünyadan ne kadar belli
belirsiz bir şekilde kopardılar.
Üniversitenin Ölümü!
Oruc ARUOBA
Yeni çıkarılan Yüksek Öğrenim Kanunu
(YÖK), çok tartışıldı kamoyunda, birçok sakıncaları, bozuklukları gösterildi
eleştirildi. Burada, bunlara girmeden, genel bir noktaya işaret etmek
istiyorum: Üniversitelerin, YÖK’le yürürlükten kaldırılan, kendi adlarına bir
yasaları vardı eskiden (1750 sayılı yasa); bugün ise, adında ‘’Üniversite’’
ibareti bulunan bir yasa yoktur. Hatta ‘’Üniversite’’, YÖK içinde bir bölüm adı
bile oluşturmuyor, bu ibare yalnızca ‘’Üniversitelerin Organları’’ adlı bölüm
başlığında geçiyor.
Bu, bir hukuksal ayrıntı gibi
görülebilecek nokta kanımızca şunu göstermektedir: Bu yasayla, Üniversite,
bütünlüğe sahip bir kuruluş olarak ortadan kaldırılmıştır. Bugün Türkiye’de,
hukuksal bütünlüğe, birliğe sahip bir kurum olarak ortadan kalkan, ‘’Yüksek
Öğrenim Kurumu’’ adlı kuruluşun bir alt-kuruluşu haline sokulan Üniversite, bu
yasa işlerse, varlık olarak da ortadan kalkacak, yani ölecektir. Yönetsel
özerkliğin kaldırılışının en temeldeki anlamı da budur.
Burada yönetsel özerklik kaldırılınca
‘bilimsel’ özerkliğin de kalmayacağını göstermeye çalışmayacağım; bu da bir çok
kez yazıldı, gösterildi. Bunun yerine, bir üniversite nasıl, hangi koşullarda
yaşar; bunu göstermeye çalışacağım, ki, bu koşulların YÖK’le birlikte ortadan
kalkmasıyla, üniversitenin ölmüş olmasından ne anladığım açıklık kazansın.
ÜNİVERSİTE NASIL YAŞAR?
‘’Üniversite’’ sözcüğüne çeşitli dilsel
kaynaklar yakıştırılır: ‘’Evrensellik’’ (‘’universitas’’ kökü), ‘’bütünlük’’
(universus kökü), ‘’hakikatin birliği’’ (‘’uni-veritatis kökü) vb. Bunlardan
biri, ilginç bir anlama gelebilir: ‘’versari/versatus’’ kökü, ‘’yaşamak, bir
yerde bulunmak, bir işle uğraşmak’’ gibi anlamlara gelir. Bu köke dayanarak
‘’uni-versari’’ den, ‘’tek bir iş için yaşamak, tek bir işle uğraşmak’’ gibi
bir anlam çıkarabiliriz.
İşte, üniversitenin varlık temeli, bu
iş-yaşam birliğidir. Üniversiteler, çeşitli bilgi dallarında bu iş-yaşam
birliğini benimsemiş kişilerin biraraya gelmeleri sonucu oluşan bütünlükler
olarak yaşarlar.
Böylece bir üniversite, kendi içinde
bir gelenek oluşturur. Bu bütün, her seferinde varolan bilim geleneğiyle, bu
bütün içinde yetişerek, bu bütünü seçerek ona katılan yeni üyelerin
gelişmeleriyle, ona yenilik getirmeleriyle de ilerler. Zamanla, daha çok
yüzyıllık aşamalarla, üniversitenin geleneği değişir, ama, tarih boyunca
kesintisiz bir gelenek oluşturur. Bu yolla üniversiteler, çok uzun ömürlü canlı
varlıklar gibi, yaşam bulurlar, yaşarlar.
Bu sürecin bazı koşuları vardır:
İlkin, yeni üyelerin yetişmeleri ve
üniversite bütünlüğüne katılmaları, ancak, eski üyelerin kararlarına ve
seçmelerine bağlı ise, bu gelenek oluşabilir, sürebilir.
İkincisi, yeni üyeler, ancak hangi
geleneğe katıldıklarını, kimlerle birlikte çalışacaklarını bilerek üniversite
bütünlüğüne, kendi seçimleriyle katılabiliyorsa, bu gelenek oluşabilir,
sürebilir.
Üçüncüsü, eski ve yeni üyeler,
çalışmalarını ve karşılıklı ilişkilerini, bunlarla ilgili, birbirlerinden başka
kimseye hesap vermek zorunda kalmadan tam özgür bir tartışma ortamında,
gündelik sıkıntılardan, gelecek kaygılarından her bakımdan arınmış bir ortamda
yürütebiliyorlarsa, bu gelenek oluşabilir, sürebilir.
Bu koşullar açısından, bu koşulları ne
ölçüde gerçekleştirdiğini görmek için YÖK’e bakınca, Türkiye’de Üniversite’nin
öldüğünü niçin ve ne anlamda düşündüğünüz anlaşılabilir.
"Ece Ayhan’la birkaç saat…" başlıklı söyleşi 2000 yılında gerçekleşti. "Kunduz Düşleri" dergisinin 6. sayısında yayımlandı (2002). Söyleşinin tam metni defter arşivinde bulunuyordu, her nedense bugüne kadar tekrar yayımlanmadı bu önemli söyleşiyi. Kısmet 2024 yazınaymış. Ece Ayhan, içinden geçeni olduğu gibi aktarmış bu söyleşide. Aslında bir gün uygun bir zaman diliminde Şair Süha Tuğtepe'nin Ece Ayhan'la olan ev arkadaşlığı günlerini anlatmalıyız. İki şairin mizah dolu anıları. Bütün bu anılar bizde saklı durmasın isteriz, edebiyatımızın "şifahi tarih" sayfalarına kaydolmalı. Çünkü artık her ikisi aramızdan ayrılmış. Tüm defterin sadık ve eşi benzeri olmayan okurlarına iyi okumalar diyoruz, sizi Ece Ayhan'la baş başa bırakıyoruz. Unutmadan bu güzelliğin esas yaratıcısı şair Mehmet Çetin'i de anıyoruz, yattığı yer gül bahçesi olsun, o da çok erken ayrıldı aramızdan.
Defter
***
İkibin yılının Kurban Bayram’ndan birkaç
gün önce bir arkadaşıyla, Özay hanımla haber göndermişti Ece Ayhan: Piya
Kitaplığı’nın Vefa Dizisi’nden yayımladığı ‘’Çanakkaleli Melahat’a İki El
Mektup ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi’’ adlı kitabından birkaç tane gönderebilir
miydik? Özay hanım, bayramın üçüncü günü ziyaret edecekti Ece Ayhan’ı. Bu,
nicedir bizim de özlediğimiz bir şey. Kitapları göndermedik, götürdük. Murathan
Muradoğlu, Fadıl Öztürk, Nesimi Aday ve Vecdi Erbay. Doluştuk Özay hanımın
arabasına…
Bir ev ortamını özlediği belliydi Ece Ayhan’ın, ama Acıbadem Huzurevi’nde
sahiden ‘huzurlu’ydu. Bu yüzden saatler süren sohbet oldukça keyifliydi;
ayrıca. Ece Ayhan’ın şiiri, tarihi, Türkiyesi, giderek dünyası konusunda
aydınlatıcıydı da. Bu keyifli sohbetin tamamını kaydetmek, okurla paylaşmak,
bir belge olarak saklamak isterdik elbette. Ama Ece Ayhan, ‘’Bırakın teybi,
konuşuyoruz yahu’’ diye istemedi önce. Ancak şiir konuşmaya başladığımızda izin
verdi anlattıklarını kaydetmemize.
Mehmet Çetin- Kunduz Düşleri
‘’Türk Şiiri Değişiyor’’
Kunduz Düşleri’nin yeni sayısının dosya konusundan söz ettik ona; seksen,
doksan, yüz. En güncel olayı bile anlatırken geriye dönüyor ya Ece Ayhan,
yine öyle yapıyor, genç şairleri değerlendirirken; İkinci Yeni’nin ilk
yıllarına dönüyor:
‘’Türk şiiri değişiyor. Turgut Uyar’ın
şiirlerini Yaşar Nabi yayımlamıyor, kendi yazarları olduğu halde. Ben şiir
gönderiyorum, İlhan Berk soruyor ‘bu kim’ diye. ‘Cemal Süreya adı başa beladır’
diyor Nurullah Ataç. Muzaffer’e söylüyor bunu. Şimdi de buna benzer şeyler var:
Kuru şairler var, genç kuşakların ‘çaykuru’. Tabii bunun kuru fasülyesi, kuru
kavanozu da var; yaşının tam tersi olan da var…Fakat bunların içinden çıkacak
şiir: Bir kısmı göründüğü gibi olmuyor, bir zaman sonra silinip gidiyor.’’
Ece Ayhan’ı sevmek
Sevenleri çoktur ‘karaşın’ şairin,
ama ona kızgın olanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bunun nedenini
yine kendisi anlatıyor, biz dinliyoruz.
‘’Bir sürü nedeni var beni
sevmemelerinin. Ben de hakkımı sordum her yerde, her ortamda. Şimdi münakaşa
etmeyebilirim, ama bu hep böyle sürdü. Şimdi niye bu yaştan sonra değişeyim.
Sonra biz sokak çocuğuyuz, şiirin sokak çocuklarıyız. Şimdi bakın, felsefe
doktorası olmadan felsefe dersi veren tek adamdır Hilmi Yavuz.
Bunlar Levent’te bir ansiklopedi çıkarıyorlar. Pembe Yayınevi var. Hilmi de
orda çalışıyor. O sırada Erkekçe diye bir dergi de çıkarıyorlar. Bir gün
Aslıhan Pasajı’nda karşılaştık. ‘’Hilmi’’ dedim, duyduğuma göre İbne diye bir
dergi çıkarıyormuşsun.’’ Bozuldu. ‘’Bir o kalmıştı’’ dedi. Buraya kadar güzel.
‘’Ayna Şiirleri’’ adlı kitabı çıkmış Hilmi’nin. Gergedan dergisinden, Enis
Batur’dan bir haber geliyor; Ece Ayhan, Ayna şiirleri’ni yazar mı diye.
‘’Hayır’’ dedim, ‘’Ben edebiyat yazarım.’’ Bunu Hilmi’ye de söyledim. Meğerse
Enis’le iyi değilmiş araları. Çok bozuldu. ‘’Bak sen göreceksin’’ dedi. Tehdit
ediyor beni. Şiir Atı diye bir dergi var o zaman, Hilmi takma adla orda
yazıyor. Bir-iki sayı sonra hakkımda bir yazı yayımlandı orda. Antikrist diyor
bana. Şimdi kızgınlık şiiri göstermiyor. Benim Hilmi’yi sevmem şart mı?’’
‘’Sürgündü Cemal’in babası’’
Memet Fuat’ın ‘’Aydınlar Sözlüğü’’ adlı
kitabı daha yeni yayımlanmış o zaman ve kitabın etrafında epey tartışma
yaşanmıştı. Daha yaşanacak gibi de görünüyor. Ama herkesin gözden kaçırdığı,
belki de görmezden geldiği bir başka ayrıntı var kitapta. Bu ayrıntıya da Ece
Ayhan dikkat çekiyor:
‘’Bilecek’te sürgündü Cemal’in babası. Yoksuldu
sonra. İstanbul’da okusun diye Cemal’i abisine gönderiyor. Ama ihbar ediliyor
ve Cemal daha 6-7 yaşındayken emniyete düşüyor ilk kez, Sansaryan Han var ya,
meşhur. Ordan doğru Bilecik’e gönderiyorlar Cemal’i. Şimdi Aydınlar Sözlüğü’nde
Cemal Süreya’nın Kürt olmadığını yazmış Memet Fuat. Olmaz öyle şey. 10 Kasım’da
Mustafa Kemal İstanbul’da öldükten birkaç gün sonra trenle Ankara’ya sevk
ediliyor. Bilecik’e sürgünde olan Cemal’in babası tepeye çıkıyor ve ileniyor.
‘Bizi perişan ettin’ diyor. Bunu da Muzaffer Erdost’a Vecihi Timuroğlu
söylüyor. Timuroğlu’na da Cemal söylemiş bunu. Zaza Kürtlerdendi Cemal. Tersi
olsa ne olur? Ama bir kitap yazıyorsan gerçeklere dikkat etmek lazım.’’
‘’En çok Cemal’i özlüyorum’’
Konuşmamız
boyunca sözü sık sık Cemal Süreya’ya getiriyor Ece Ayhan. ‘’ En çok Cemal’I
özlüyorum’’ diye yanıtlıyor, ‘’kendi kuşağından özlediklerin kimler’’ sorusunu.
Onunla ilgili epey anı anlatıyor ve ‘’Böyle bir adamı neden özlemeyeyim’’ diye
bağlıyor. Anlattığı anıların tümünü yazmak isterdik, ancak, bir tanesi bile
yetecektir Ece Ayhan’ın Cemal Süreya’yı neden çok özlediğini anlamak için.
‘’Cihat Burak, Arif Damar, Cemal ve ben,
Kadıköy’de ‘Fıçı’ diye bir yer var, oradayız. Dışarda şakır-şukur yağmur
yağıyor. Sonra hanım arkadaşım geldi. Seyhan Karaca. Baktım Arif Damar para
veriyor bana. ‘Nedir bu’ dedim. Cemal, ‘Üstümde para yok’ demiş Arif’e, ‘Sende
varsa Ece’ye ver, ben sonra veririm sana’ demiş. Benim arabayla gideceğimi
düşünüyor Cemal. Yanımda hanım arkadaşım var ya… İnceliğe bak yahu. Ben böyle
bir adamı niye özlemeyeyim ki şimdi?’’
‘’Baykam’ın telgrafı’’
‘’Sivil’’ olmak, hele de Ece Ayhan gibi
‘’sivil şair’’ olmak zordur Türkiye’de. ‘’En’’ Atatürkçü Bedri Baykam’lı bir
anısı, bu zorluğu örnekler nitelikte:
‘’Bedri Baykam Yapı Kredi Yayınevi’ne
telgraf çekiyor. Atatürkçü Düşünce Derneği’nden. ‘Atatürk düşmanlığı yapan Ece
Ayhan’ın kitaplarını neden basıyorsunuz’ diye. O zaman Burhan Karacan var
yayınevinde, şimdi ayrıldı. ‘Nedir bu olanlar’ diyor, ‘Sansür mü koyacağız?
Kaldı ki böyle bir şey de yok.’ Kitaplarım Yapı Kredi Yayınevi’nden çıkabilir,
ama bu benim onların görüşünü savunduğum anlamına gelmez. Benim ‘Morötesi
Requiem’ çıktı Yapı Kredi Yayınevi’nden. Emekli bir ziraat mühendisi ihbar
etmiş savcılığa. Savcılık toplatmış. Çanakkale’deyim ben, haberim yok, sonradan
duyuyorum. Açık-saçık bulmuşlar kitabı. Yahu ben açık-saçık yazanlardan değilim
ki… Yapı Kredi Yayınevi belki görüşleri siyasal bakımdan sivri olanları basmaz,
ama benim kitaplarımı basıyor. Piya Kitaplığı’ndan çıkan Çanakkale’li Melahat’e
İki El Mektup kitabımda, Melahat’ı Anafartalı yaptım. Ama Melahat Anafartalı
değil. Buna benzer başka şeyler de var kitapta. Cumhuriyet’i tersten okumaktır
bu.’’
Damlalar
Yüzüne dokunamıyorsa
Bulunduğun yer
Sınır
Artık nerededir?
Şafak
Çubukçu
KİMİNLE KONUŞABİLİRİM BUGÜN?
Kiminle konuşabilirim bugün?
Arkadaşların içi kötü,
Bugünkü dostlar bilmiyor sevmeyi.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Yürekler doymak bilmiyor,
Herkes arkadaşının malını çarpmakta.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Aklı başında adamlar öldü gitti,
Vur kır sardı herkesin yüreğini.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Melek yüzlerinin altında şeytanlıklar,
İyilik her yerden kovuldu artık.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Yürekler doymak bilmiyor,
Kimse onur duymaz yüreğimden ,
Kiminle konuşabilirim bugün?
Doğru insanlar yok artık,
Yeryüzü kötülük edenlere bırakıldı.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Artık dost da kalmadı.
İnsan içini, gidip bilmediği birine açmalı…
Kiminle konuşabilirim bugün?
Sarıyor dünyayı kötülük…
Bir türlü sonu gelmiyor!
Çev. Kramer
Kederin felsefesi:
Kierkegaard, Heidegger ve Camus felsefesinde keder
Yazarı: Jonny Thomson
Çeviri: Ömer YILDIRIM
Kederden kaynaklanan
derin ve içsel umutsuzluk, insan yaşamında dönüştürücü bir rol
oynama gücüne sahiptir. Hepimiz her şeyin zaman içinde sona ulaştığını düşünsel
olarak bilsek de kederi birinci elden deneyimleyenler, yaşama diğerlerine
oranla daha farklı bir yönden yaklaşmaya başlarlar. Bu bağlamda
filozoflar zaman içinde yitip gitme fikrine farklı biçimlerde
eğilmişlerdir. Kierkegaard bunu inanca açılan bir
kapı olarak görmüş, Heidegger yitip gitmeyi hayata anlam vermenin bir
yolu olarak kabul etmiş, Camus ise bu durumu saçmalık olarak
yorumlamıştır.
Yaşamımızın bir
parçasında her birimiz kim olduğumuza doğrudan müdahale edecek ve bizi sarsacak
bir şeyler yaşayacağız. Çünkü insan hayatı bir tür yolculuk ve deneyim sürecidir.
Günümüzde pek çok insan “biçimleyici deneyimler” dese de
bunlar insan için ancak bir tür uyanış ya da kendine getirme aracıdır. Bu
araçlar insanlık durumunun uyumak ya da âşık olmak kadar merkezinde yer alır.
Birbirimize anlattığımız hikâyelere ve mitlere şöyle bir bakanlar bunların
genellikle birbiriyle ciddi benzerlikler taşıdığını göreceklerdir. Bunlar
örneğin çoğunlukla gurbeti, bir kişilik hayat sınavına tabi tutulmasını ve
ardından yeni bir bilgelik ya
da yeni bir yetenekle eve dönüşü içerir.
Bahsini ettiğimiz
dönüştürücü deneyimlerden biri, gerçekten ve derinden sevgi beslediğimiz
birini kaybetmemizdir. Bu kederle tanışanlar hayat hakkında
daha fazla şeyin farkına varırlar. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, yalnız ve
geride kalmanın ne demek olduğunu çok acı biçimde kavrarız. Düşünsel düzeyde,
her şeyin bir gün yok olacağını biliriz. Yaşamın geçiciliğini, insan bedeninin
zamanla çöküşünü ve evrendeki termodinamik yapıyı mantıksal zeminde idrak
ederiz. Ancak ölümü bilmek, ölümle gelen kaybı hissetmek ve buna
katlanmak, insana hiçbir şiirin, filmin ya da kitabın aktaramayacağı bir
anlayış kazandırır.
Memento mori (Öleceğini hatırla!)
Birçok insan, örneğin
gençler ya da şanslı bir yaşam sürenler, kendilerini ölümlü olmak gerçeğiyle
yüzleşmek zorunda hissetmezler. Onlar günlerini ebediyetle ilgili büyük sorular
hakkında bir an bile düşünmeden geçirebilirler. Kendi ölümleri ya da
çevrelerindekilerin ölümleri üzerine düşünmek akıllarından dahi geçmez.
Muhtemelen, bugün hayatlarında bulunan insanların bir gün sonsuza dek yok
olacaklarını hiç düşünmeyeceklerdir.
İnsanların çoğu her birimizin bir gün son
yemeğimizi yiyeceğimizi, son kez güleceğimiz ve son nefesimizi alacağımızı asla
fark edemez. Onlar sevdikleri biriyle son bir kez birbirlerine sarılacaklarını
ve o andan sonra bu deneyimin bir daha asla tekrarlanamayacağını düşünemezler.
Elbette ölümsel
gerçeklik akıllarının uzak bir köşesinde öylece durmaktadır; ama bunlar onu
duyumsamıyorlar. Aklen “nesneller”; fakat duygusal olarak öznel
olmaktan çok uzaklar. Onlar ölümün eşiğinde olan ana babalarının elini tutmuş,
bir kardeşinin cenazesinde ağlamış ya da artık hayatta olmayan bir arkadaşın
fotoğraflarına bakarak gözyaşı dökmüş kişilerin benliğini saran duygusal
yoğunluktan yoksunlardır. Keder, onu bilmeyenler için, uzaktan
gelen davul sesi gibidir. Gerçekte, hakiki kederin çaresizliği ise bizatihi
insanın yüreğinin derinlerinde yaşanır. İnsanın varoluşu, içinde sızım sızım
sızlarken bütün bedeni de bilekteki nabza dönüşür.
Umutsuzluk
Keder gibi böylesine yaygın, hassas ve
dokunaklı bir konuda tek bir felsefi görüş bulunması beklenemezdi. Tarihin
büyük bir bölümünde filozoflar, aynı zamanda genellikle dindar kişilerdi ve bu
nedenle bu konu rahiplerin, kutsal kitapların ya da meditasyonun konusu
olmuştu.
Antik Yunan ve Roma’nın
Hristiyanlık öncesi düşünürleri belki bir istisnadır. Ancak oralarda dahi
filozoflar dinî varsayımlarla dolu kutsal kâselerin içinde yoğrulmuşlardır. O
dönemlerde ruh’a yapılan atıfları şiirsel ya da psikolojik
metaforlar olarak okumak günümüzde moda hâline gelmiştir. Yine de antik
dünya, Epikürcüler hariç, bizim modern ve seküler
duyarlılıklarımızın pek kaldıramayacağı kadar çok dinî inanca sahiptir.
Søren Kierkegaard’a
göre, kederin peşi sıra hissettiğimiz içsel ölümlülük duygusuna “umutsuzluk” denir.
Ona göre umutsuzlukla harmanlandığımız zaman hakiki benliğimizi fark etme
yolculuğumuz da başlayacaktır. Yaşamdaki şeylerin ebedi olmadığını ve hiçbir
şeyin sonsuza dek sürmeyeceğini ilk elden yaşayarak anladığımızda, bir şeylerin
ebedi olmasını nasıl tutkuyla arzuladığımızı idrak edeceğiz. İşte
umutsuzluğumuzun kaynağı o “sonsuzluğu” istememizdir.
Kierkegaard’a göre,
umutsuzluğun üstesinden gelmenin, bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise teslim
olmaktır. Kendimizi içinde kaybedeceğimiz bir ebediyet vardır, inanç vardır
ve keder, inancın kasvetli, soğuk kapısıdır.
Kederin
felsefesi
Aydınlanmadan sonra, dinin etkisinden kurtulan
felsefenin yeniden güç kazanmasıyla birlikte düşünürler ölümü yeni bir bakış
açısıyla ele almaya başlamışlardır. Bundan sonra ölüm artık sadece dine açılan
bir kapı olmamıştır.
Antik Yunan’da
Epikürcüler ve pek çok doğulu filozof, bu güçlü keder duygusunun üstesinden
ancak ve ancak ölümsüzlüğe duyduğumuz yanılsama yüklü arzunun ortadan
kaldırılmasıyla gelinebileceğine inanmışlardır. Stoacılar da
her şeyin her zaman bizden kaynaklandığını düşündüğümüz için acı çektiğimiz
fikrini kabul etmişlerdir. Sadece düşünsel bir devrimle ya da kusursuz bir meditasyondan
sonra, bunun aslında nasıl da yersiz bir büyüklenme olduğunu kabul edebiliriz.
Alman filozof Martin Heidegger, ölümün hayatımızdaki
varlığının özgürlüğe yeni anlamlar kazandırdığını savunmuştur. Kararlarımız,
sahip olduğumuz yegâne şeydir. Tüm yaşamımızın ölümün merhametli kollarında son
bulacağını idrak ettiğimizde bu bize bir cesaret verir ve eylemlerimizi anlamla
sarmalar. Heidegger bunu şöyle özetler:
“Varolmak, ölümün
huzurunda bulunmak demektir.”
Orta Çağ’ın ünlü memento
mori anlayışı, içinde bulunulan anı daha yaşanır kılmak için ölümü
kendimize yakın tutmak fikrinde yankılanır. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde,
geride kaldığımızın gerçekten farkına varırız ve bu da yeni tercihlerimize yeni
bir önem kazandırır.
Albert Camus içinse
durum biraz daha umutsuzdur. Camus’nün eserleri nihilizmin kayıtsız uçurumunu
çözmek için bilinçli ve yorucu bir çaba olsa da, onun “saçmalık” çözümü
kolay bir ilaç değildir.
Camus için keder, her şeyin anlamsızlığının
üstesinden gelme hâlidir. Aşk onulmaz bir acıyla sona erecekse neden âşık
olalım? Her şey toprağa karışacaksa neden büyük yatırımlara önem verelim?
Kederle birlikte her
şeyin acı sonluluğuna dair bir farkındalık gelir
ve beraberinde öfkeli, çığlık çığlığa bir hüsran getirir: Neden buradayız ki?
Camus’nün ileri sürdüğü
fikir ölümle ilgili bir cümbüş ya da belki de kara mizahtır. Ona göre yaşam
farkına varıp keyfini çıkarmamız gereken saçma bir oyun
alanıdır. Bu oyun alanındaki yolculuğun tadını, kendimizi mutlu hissederek
çıkarmamız gerekir.
Birçokları için keder
yaşamdan kopmayı da birlikte getirir. Oysaki keder iyileşmeye ve varoluşu
yeniden anlamlandırmaya yarayacak olan, ruhumuzun kışı geçireceği yerdir.
Ruhumuz bir kelebek gibi kendi kozasını kederden örer ve kozadan, edindiği
bilgelikle birlikte yaşama geri döner. Bazıları için bu kış dinlencesi çok uzun
bir süre devam eder ve birçoğu soğuk kaldırımları yaşamının biricik varoluş alanı olarak görmeye başlar. Bu insanlar yardıma
ihtiyaç duyan insanlardır.
Kierkegaard, Heidegger
ya da Camus ile aynı fikirde olsak da herkes için doğru olan ve yapmamız
gereken bir tek şey vardır: Konuşmak. Düşüncelerimizi dile
getirmek, umutsuzluğumuzu paylaşmak ve bir başkasına açılmak, çözülmeyi
başlatan hafif, ılık bir esintidir.
Bu
makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr
için, Jonny Thomson’ın “Three responses to grief in the
philosophy of Kierkegaard, Heidegger, and Camus” isimli
makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması
durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Anomi ve Mitos
Leon Felipe
Yere düzayak basan kabuğu sökülmüş, kan kaybeden kaplumbağanın yanında tavşan zıplıyor, gülüyor. Masal eski bir yalanın kıvrılmış hali. Yarış yok ortada. Sivri dişli etobur bir tavşan ve yaşı geçkin Galapagoslu atalarından uzakta bir kara kaplumbağası var gerçekte. Ve gerçek çocuklara uyumadan önce anlatılan didaktik bir yalan değil. Tavşanın kabuğu sökmesinin nedeni sadece vahşetten hoşlanması. Kaplumbağa etini sevmiyor. Hem çıplak bir kaplumbağa görmek onu eğlendiriyor. Can çekişen her şey ve seks tavşanları eğlendirir. Kemirgen canavarlar. Pek şirin gözükürler. Oysa farenin doğada yaşayan beyaz tüylü akrabasıdır. Arka bacakları kalın. Kanguruya benziyor. Aile kuruyor. Kaplumbağaysa çirkin boyunlu, kalın derili. Ayaklarından fırlayan tırnakları pedikürsüz. Çocuklarını yumurtlayan ve yerde sürünerek ilerleyen, dışkısı pis kokan bir hayvan. Üstelik korkak. Bir kaplumbağanın kavga ettiğini gördünüz mü? Barışçıl olduğundan diil. O da irileştiğinde kendi türünden biriyle dişiyi döllemek için kavga eder elbette. Tavşanlardaysa orji hakimdir. Sürekli seks yapmayı beceren tuhaf hayvanlardandırlar. Seks için kavga etmezler. Aslında hiç kavga etmezler. Sadece yıkıcı bir güçleri vardır. Kendi çocuklarını yedikleri görülmüştür. Tavşanların et yemediği söylenir. Yalandır. Bir paskalya yalanı. Aleviler tavşan yemezler. Tavşanların dişileri regl olduğundan, derler, yemeyiz. Tavşanları da kaplumbağaları da evlerinde besler insanlar. Kaplumbağalar sıkıcıdır. İnsanı eğlendirebilecek hareketlerde bulunmazlar. Suretlerinde mimik yoktur. Jeste rastlanmaz. Ama tavşanlar maşallah, sıcak diye evin babasının göbeğine oturur ve herkesi eğlendirirler. Ellerine bir havuç alıp kemirirlerken gülümsüyor zannedersiniz. Kaplumbağanın her şeyden bezmiş, yaşamdan bıkmış bi havası vardır. Beni neden doğadan alıp eve getirdiniz ki! Diyorlardır sanki. Üstelik kaplumbağalar insandan daha uzun yaşadıklarından bir huzursuzluk yaratırlar. Biz öleceğiz ama bu hayvan üç yüz yıl daha yaşayacak. Buna da yaşam mı denir? Üstelik kaplumbağalara yıllarca da baksanız sanki hiç büyümemiştir. Tavşansa çabuk yaşlanır. On iki yıl yaşayabilir o kadar. Kaplumbağaların bazıları en az elli, en çok üç yüz yıl yaşarlar. İnsanın içini daraltır bu. Tavşanlar arasında Avrupalı Lipus Lepus europaeus en adileridir. Kaplumbağalardan kış uykusuna yatan Orta Asyalı Agrionemys Horsefieldii matraktır. Ayılar onlarla oynamayı severler. Hayvanlar arasında kaplumbağalarla oynamak bir gelenektir. Hayvanlar arasında tavşanları yemekte bir gurmeliktir. Tilkilerin tavşanları yemek için sonsuz sabır gösterdiklerini biliyoruz. Tilkiler aynı sabrı kaplumbağa yemek için gösteremezler. Bir kaplumbağayı yemek zordur. Üstelik eti güzel değildir. Tavşan lezzetli bi hayvandır. Etobur insanların bazıları özellikle adalarda yaşayanlar tavşan avına çıkar, onları vurduktan sonra kulaklarından tutup sarkıtarak evlerine neşe içinde dönerler. Evine kaplumbağa avladığı için neşeyle dönen bir insan yoktur. Tavşanların rol aldığı, başrol oynadığı birçok sinema filmi vardır. Kaplumbağalarınsa çizgi filmlerde sadece yan rolleri vardır. Az sayıdadır. Mutasyona uğramış kaplumbağalarla ilgili saçma filmi saymıyorum. Mutasyona uğradıklarından kaplumbağa sayılmazlar. Üstelik öyle sayılsalar bile ustalarının tavşanlarla aynı soydan gelen bir kemirgen fare olması can sıkıcı ve kaplumbağalara hakarettir. Tavşanlar tarih boyunca kaplumbağaların düşmanı olmuştur. Yavaş yavaş lahanasını, yaprağını yiyen kaplumbağanın sezgilerine güvenen çıkarcı tavşan onu takip eder ve kaplumbağanın bin bir zahmetle bulduğu yemeğini elinden alır. Galapagos’taki iri kaplumbağaların tavşanları yedikleri bu nedenle de dinsiz sanılan Darwin’in adada tavşan bulamamış olması hakikattir. Marx’ın Darwin’e mektup yazdığı doğrudur. Yaşlı kaplumbağalar gençler kadar pasif diillerdir. Gerçi dişleri olmayan kaplumbağaların bir tavşanı yemek için birkaç yıl uğraştıkları ve sindirim sistemleri bozulduğu için kendilerinin de öldüğü doğrudur. Bir tür kamikaze davranışı olan tavşan yemek, Galapagos kaplumbağaları için tarihsel bir ödev ve 17 Ekim devrimidir. Rusların Çarlarını yemesi gibi. Yemekte tavşan etini çiğnemeyi seven son Rus Çarı II. Nikolai Romanov’u, karısını ve çocuklarını devrimcilerin yahni yapıp yedikleri haberi yıllarca ABD kamuoyunu oyalamıştır. Hatta kanibalizmi seven Amerikalılar Hannibal adıyla birkaç film çekerek Sir Anthony Hopkins hazretlerini sinema tarihinin unutulmaz isimleri arasına bir yamyam olarak sokmuşlar, filmdeki adını Hannibal koyarak da çok yücelttikleri Roma imparatorluğunu dize getirmiş olan Kartacalı, yani Afrikalı olan herkesi de yamyam yapmışlardır 20. yy’da. Zaten daha sonra Sir Anthony Hopkins bir filmde albino zenci rolünde gözükmüş, bir zenci, Afrika kökenli biri olduğu izlenimini kuvvetlendirerek muhafazakar National Geographic üyelerinin iştahını ve haklılıklarını kabartmış, kendileriyle onur duymalarını sağlamıştır. Bu belgeselcilerin tavşanlar ve kaplumbağalarla pek ilgili olmayışlarının nedeni, tavşanların zıplayıp durmalarından kameramanın görüntü yakalamakta zorlanması ve kaplumbağaların ise belgeselci yanlarına geldiği zaman kabuğunun içine çekilerek poz vermeyişidir. Amerikada playboy, hustler gibi pornografik dergilerin bulunmadığı zamanlarda uçkur düşkünleri National Geographic dergisini alıp, içindeki Afrikalı kadınların çıplak resimlerine bakıyorlardı. Bu çıplaklık hadisesinde de kaplumbağanın giyinik, tavşanın çıplak olarak görüldüğünü eklemeliyiz. Tavşan ve kaplumbağanın batıda resimlerde pek gözükmediği hakikati de şaşırtıcıdır. Doğuda resim yoktur zaten. Bir minyatürde tavşanın da kaplumbağanın da yeri olmaz. Gerçi Kaplumbağa Terbiyecisi isminde Osman Hamdi adındaki müzeci, ressamın ufak bir harikası vardır. Takdire şayan bir resimdir. Tavşan batıda hızı, yetişme telaşını imler. Geç kaldım, geç kaldım! Diye koşturan bir Alis Harikalar Diyarında karakteri vardır ki elinde saatle dolaşır. Batılıların sevdiği zaman tanrısı Kronos’tur. Bu adı marka yapan saat üreten İsviçreli firmalar vardır. Kaplumbağalar için Krokus yeğdir. Acelesi olmayan bir zaman tanrısı. Kronos, Zeus’un babası bir Titan, Krokus ise gezmeyi seven bir tanrının yol arkadaşıdır. Kronos dünyanın en büyük döner zincirinin adıdır. Krokus adında bir restoran zinciri yoktur ama nükleer reaktöre verilen isim olduğu bilinir. Üstelik barış antlaşmalarının imzalandığı Lozan’dadır. Kaplumbağalar hakkında şiir yazılmıştır. Tavşanlar hakkında şiir yoktur. Sonuçta tavşanlar gözüktükleri gibi değildir. Evlerin temellerini kemirerek yıkıma neden oldukları bilinir. Kaplumbağanın evinin temelini kemirmek istemelerinin nedeni bu alışkanlıklarıdır. Kaplumbağa ismi ilginç iki parçaya bölünebilir: Kaplum ve bağa. Bağa zaten kabuk demektir. Kaplum da kaplama anlamında düşünülebilir. Tavşan da iki ilginç kelimeye dönüşebilir. Tav, hayvanlarda besili olma durumu anlamında rahatça kullanılırken diğer kısım “Şan” şöhret demektir. Besili bir hayvanın şöhreti kuvvetlidir. Avrupa merkezci oryantalistler Mısır’daki Hidiv’in oğlunun sünnet töreni kutlamalarından bahsederken; töreni kutlayan geçidin önünde midesini kesmiş bağırsaklarını bakır bir tasta taşıyan çocuğu “evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi” tasvir etmişlerdir. Flaubert gibi şarkiyatçılar için şark cinselliktir. Tavşanlıktır. Ruh ile biçem ise arkeolojide yitip gidebilir. Kaplumbağanın üstünden bir tırın geçmesi gibi. Medeniyet hızlandıkça kaplumbağalar ölüyor, tavşan çiftlikleri kuruluyor. Her şey hızlı artık. Yavaşlığa tahammülü kalmadı Dünyanın. Kaplumbağaya hiç. Varsa yoksa tavşan peşinde koşturan Oryantalizm.