
“Şair ya da yazarı –yakından- tanımasan iyi olur”, bu
söz kimileri tarafından sıkça dile getirildi, özellikle bir önceki kuşağın önem
verdiği bir şeydi. Nedenini bilmiyorum, ama yeryüzü şair-yazarından gelen ilginç
bir öneri. Bu öneriyi yapanlara pür
dikkat baktığımızda bir tuhaf başka şeyle daha karşılaşıyoruz, “yazarı, şairi tanıma
ki söylediklerine inanasın, okumaktan zevk alasın”. Bu ne demek? –Tanıma ki okuyabilesin.
Cehalete bürün ki sözcüklerin etkisi
artsın. Evet, bu sözler düne aitti, ya bugün?
Bugün, herkes yaşam öyküsünü açık açık yazıyor ( ya da en azından öyle yapmaya
çabalıyor), kimsenin kimseden gizleyeceği bir durumu yok, oyun açık kartlarla
sürüp gidiyor. Biyografiler havada uçuşuyor ki herkes herkesi yalandan da olsa uzaktan da, hatta sahte maskelerle de olsa tanısın,
yazdıklarına inansın. Herkes masum, iyi, herkes saygın, dirençli, herkesin kişiliği oturmuş ve ne
yazdığını ne söylediğini biliyor. Ama, (işte o ama) varoluşuna yaklaştıkça,
dinledikçe, hatta okudukça tiksinmemek elde değil. Sorun çok daha ötelerde, derinlerde geziniyor. Yazdıklarının, söylediklerinin nehir yatağı
kodları ne? Kanatlandığı yer, o yer tam neresi? Hangi ihtiyaç veya istekler seni yazmaya zorluyor?
Sıkıntın veya girdabın boyutu ne? Bir
Asperger kadar tutkuyla bağlandığı o fırtınanın adı ne? Hayır, nedir sorun?
Bukowski’nin önerilerini de pas geçiyorum ki yazarı, şairi en uç noktalarda
soluklayan bir varlık olarak görüyor,
öyle olması de gerekemez elbet. “Tanıma”, “bilmek”, “bilinmemek”. Kim neyi umursuyor, önemsiyor? Keşke yanıtım
olsaydı, ama yok. Ama şunu biliyorum, hissediyorum,
ister yerli (bizim yakanın yazarı,şairleri) ister başka coğrafyalardan,
kimi çıkışlara artık inancımı kaybettim,
sahici, samimi, içten, yazdığın gibi olmak çok başka şeydir. Bundandır ki “kimilerinin”
yazdığı özgürlük sözcüğünü ben
iç-dış hapishane olarak okuyorum, boğulma hissine kapılıyorum. Dert
dediklerinde gülme isteğim kabarıyor. Ne
yazıyor, ne söylüyorsun? Kusursuzca onu
yaz, yaz ki sözcüklerin göğüs kafesinden yüreğinle beraber yerinden fırlasın. Okuru hafife alma. Ya da okuru hiç düşünme, özgürce, samimice kendin
için yaz, nasılsa su nehri bulur.
K. Pascal, ‘Karanlık Performansları’ adlı
çalışmasında Denis Dideort’a atıf yaparak : “yaratma zamanıdır” der. İzleyiciyi, okuru ekarte eden tarzı tercih
eder. “Sahneyi bir kocaman duvar gibi düşünün, kendinizi yaptığınız işe öyle
kaptırın ki sanki hiç kimse yok ortalıkta”.
Bu açıdan baktığımızda inanılmaz bir sonuç çıkıyor
karşımıza.
Yazınız, ama o sonsuz, sınırsız sessizliğe doğru
yazınız. Yazarken kendin ol, bu sana fazlasıyla yeter. Satırların, harflerin, o engin sessizlik
katmanları arasında sanki ölüler hafriyat yapıyor gibi olsun. En görünmez
dehlizlerin kapılarını aralar gibi, en insani olana ulaşmak için yazmak.
Enis.E
“Pencereyi
aralıyorum,
Yağmur
yağıyor,
hiçbir
evde
hiç
ışık
göremiyorum.”
- J.Fosse
(şiirin
tamamını defter için çevirdim, daha sonra yayınlanır.)
****
defter'in notu: defter'de yayınlanan yazıların, şiirlern, çevirlerin vs... telif hakkı sadece yazarına aittir, yazarından izinsiz alıntılamak, başka site, yer, mekan da kaynak verilmeksizin kullanmak bir vicdani sorumluluktur. Ya vicdanlısın ya da nevi şahsına münhasır bir şey!
Yapma!