
Orhan Pamuk bir kez daha batı kültürüne biat eden şark
aydınının yeminli tercümanlığına soyunarak, klasik doğu aydınının ezeli
kompleksini kaçınılmazlıkla yerine getirmiş ve içinde bulunduğu toplumun alt
katmanının biraz üstünde, üst katmanının oldukça altında seyreden Mevlüt adlı
bozacının romanını yazmış!..
Şuna her
zaman hayran kalmışımdır, Büyükada'da ve Nişantaşı'nda büyümüş zadegan ve
Robert Kolej çocukları toplumun bu katmanını nasıl bu denli açığa çıkaran
pitoresk / pikaresk bir destanı, kraldan fazla kralcı edasıyla böylesine dile
getirebilirler! Onlarda bu yetenek var, kamçılı vali statüsünün evlatları
inanın bu konuda olağanüstü yetenekli, çok iyi ve ayrıntı zenginliğinin
okyanusunda süper bir donanımla yetiştiriliyorlar!..
Basit bir
örnek, Robert Kolejli kadın sanatçımız, balık ekmek satıcısı adamın karısına
nerelisin dedi, kadın Erzincan ilçelerinden bir köye kadar gitti, zorlukla
konuşan kadın hayatının hatasını yaptı ve aydınımıza sen nerelisin dedi, Robert
Kolejli ve bu kadının sosyobiyolojik ve olabilecek tüm kültürel diasporasını
kendisinden daha iyi hicvedebilecek sanatçımız bir an duraksamadı bile;
Şıkırdak'lıyım ben dedi!
Hiç
yoruma gerek yok, sanatçımıza hem hayran kaldım, hem de o çevrelerden biri
olarak utandım, kadın sorusuna verilen yanıtın, gerçek olmadığını sezdi mi
bilemem, ama Robert Kolej zekasını / yetkesini kavramayan, bunun gerçek
olabileceğini bilir, düşünür, gerçek sanır, üzücü olan sanatçımızda köylü, ama
aldığı kültür, toplumunu aşağılayan ve bunu korkunç biçimde sezdirmeden
yapabilen kolonyalist bir ahlaksızlığa dönüşmüş. Mankenin oyu iki sayılmalı
diskurunu üreten, türün öbür bireylerinin ürettiği bir tavır, bir kalpazanlık
bu, kökenleri ne tuhaf bağlantılar içinde görüyorsunuz... Bu örnek değil
gerekçesi, bu geniş ve yüz yıllık bir spektrumdur ve bilenler bilir.
Kafamda
Tuhaflık Var, sözü ettiği yaşamın ayrıntılarını kahramanlarından çok daha iyi
bilen bir kültür duayeninin, görevini kusursuz bir çılgınlıkta dile
getirebildiği görkemli bir roman. Varoş ve vulger bir hayatın içinde yaşayan
Mevlüt'ü bir kobaymışçasına, büyük bir ustalıkla içini dışını anlatıp, xray
cihazından geçiren, tüm organlarınının röntgenini çekip, analiz eden, gizlerini
ele veren, usa sığmaz derecede, Mevlüt'ün kendisinin bile bilemeyeceği hassalarını,
acı ve acz dolu yaşamının inceliklerini, ele geçmezliklerini büyük bir
ustalıkla sergileyip, ortaya koyan devasa bir vodvil.
Şark
kurnazlığının pençesinde kıvranan Mevlüt portresinin, Zeytinburnu'nda,
Tarlabaşı'nda varoşlarda süren trajikomik ve gülünesi / ağlanası yaşamının,
damarlarında akıp giden hayatının bir cisim (cismani ruhsuzcasına) boyutuna
indirgenmiş adamının, aşağılık, üçkağıtçı, dayanaksız ve gülüt yanlarıyla,
ciddi bir Kemal Sunal filmi eşliğinde; Orhan Pamuk'un İvedik'leşmesi ve hatta edebi
Gora'lığa soyunması çerçevesinde olağanüstü bir yergi, taşlama, drama,
hissedilmez bir heccavlık ve aşağılama dolayımında akıp giden tuğla
büyüklüğünde bir klişe, klasik bir edebi hoyratlık, korkunç bir ustalıkla
kaleme alınmış, alışılmış ve dehşet salan, ucuz ve kokuşmuş bir varyete!..
Orhan
Pamuk varoşun kaçak elektrik kullanma hilelerine ve kurnazlığına o kadar
incelikli ve ağırlıklı yer vermiş ki, ciddiyetin utanç vericiliği, komedyayı o
denli aşıyor ki artık, Orhan yoksa sende mi 'Zeytinburnu Çocuğusun' diye
haykırasınız geliyor. Üstelik şunu unutmuş, elektrik saati, görevlinin resmi
çalışma saatlerinin dışında, akşam 5'de, zamazingosu / zımbırtısı sökülerek,
sabahın resmi çalışma saatinin başlangıcı 8,30 sularında takılır!.. O saatler
içinde sayaç elektrik kullanımını kaydedemez, en basit yöntemlerden biride
budur. Kusursuz ve günahsız. Varoş doktoru Selim böyle yapardı.
Roman,
Bütün Dünya ve Reader Digest dergilerinde görülen, kuş uçurtmayan ve 32 kısım
tekmili birden, hayat maceralarını andırıyor, tefrika gibi, hızla ve zevkle
okuyabilirsiniz, geride kalan ne, boynunuza takılmış manipüle bir saman
torbası, tren geçiyor iyi bak!.. Elbette Robert Kolej'in kuvözlerinde yetişmiş
bir insanın, bir ya da iki tiradı size ilham vermese de gülümsetebilir.
Bu
romanları Orhan Kemal yazdı, Bekir Yıldız, Fakir Baykurt daha alttakilerin
versiyonlarını yazdı, daha başka yazarlarımızda vardır, hatta yapıt Ağır Roman
gibi, Metin Kaçan'ın kitabını andırıyor ama dil olarak değil, mantık ve konu
yakınlığı açısından. Ağır Roman bu kitap gibi değil ama o edebi ve kayda değer
bir kitap.
Kafamda
Bir Tuhaflık, varoşun iç dünyası ve alışkanlıklarını Umberto Eco yoğunluğunda
dile getiriyor, ne ki bir roman değil, sanki 'Basü Badel Mevt' borcundan doğan
yükümlülüğün sadakatle yerine getirilmesinin, ruhlara dinginlik veren şatafatı,
Mevlüt yeniden klonlansa yüzyıllar sonra bu kitaba bakarak inşa edilebilir
belki...
Ama bu
neye yarar, Orhan Pamuk gibi bunu yapan milyonlarca 'Şark Kuşu' var. Kitabın
edebi değeri sıfır, anlatım değeri yüksek, batıda geçerlilik notu, on, belki
yıldızlı pekiyi... Sezdirmeden, belki Orhan Pamuk bile yemin vererek, amacım o
değil diye Pierre Loti'nin Aziyade'sinde olduğu gibi, avaneyi iyi niyetli
olduğuna inandırabilir, bu yarıcılıkta, bütün ustalıkta buradadır zaten!..
Sonuç;
Orhan Pamuk, oryantal ve sahibinin sesi bir romancı, bu mantığın modası geçti
ama bu tür sanatçı görevine o kadar sadıktır ki; bu yolda ölür belki de ama
Şıkırdak'lıyım demekten asla vazgeçmez. Onlara göre doğu içler acısıdır ne
yazık ki, yaşamıyordur, insanlık müsveddesi bir trajikomikliğin içinde gelip
geçen bir hayat rüzgârıdırlar.
Bu tür
romanı yazanlarda; ucuz bir mantığın halkalı kölesi, misyonerlik şubesi ve bir
kamçılı valisi edasında, yaratılmış uygarlık düzenimizin; sözcüleri olarak,
görevlerini sadakatle, bağlılıkla yapan zemberekli bir emir eri gibi geçip
giderler, eline ne geçti kanaat önderi!..
Para,
mevki ve Cihangir'den evine doğru, yelkenli bir gemi gibi kamburu ine çıka
yitip giden bir ikirciğin, giderek solan sureti... Uzaktan kumandalı bir
meczubun, silueti... Şarlatan doğuluysa, Şarlo'tan'da batılı!..
Kendisi,
Nazım'ın, Mehmet Akif'e duyduğu saygının nedeni olan bir 'İnanmışlık' içinde
olabilir, ama değil...
Çünkü;
Orhan Pamuk batının yarattığı uygarlık sisteminin, barbarlık ve sömürüye
dayandığını, silahların ve nükleer gücün gölgesinde sürüp giden bir Çoban
Aldatan Kuşu olduğunu, tüm detaylarıyla açığa çıkaran bir roman yazabilir mi...
İki Dünya Savaşının sorumlusunun batı olduğunu, emperyal ve acımasız bir anarko
kapitalizmin pençesinde, onun yeryüzüne yayılmış ahırlarında tüm insanlığın
inlediğini ve bunun sonumuz olacağını ima eden satırlara secde edebilir mi!..
Batı
uygarlığının, aslında kan üzerinde yükselen, el koymaya ve tüketime dayalı,
gerekirse yapay savaşların acımasızlıkla servis edildiği bir FrankŞeytanlık
olduğunu ileri sürebilir mi... Doğunun 'Anti Uygarlıkçı' ve umarsız
aydınlarının dile getirmeye çalıştığı gibi; Mazohistçe bir tutum içinde
sevdalanıp, savunduğumuz şeylerin, bir oyun ve batı toplumlarının ne pahasına
olursa olsun refahını, sefahatını amaçlayan, kanlı bir vodvil olduğunu
söyleyebilir mi...
Hiç bir
zaman yapamaz bunu, Amerika'daki üniversitede işine son verilir, tutum ve
düşüncelerinden dolayı olduğu asla belirtilmez, üniversitenin içine düştüğü
darboğaz nedeniyle alınan tedbir çerçevesinde olduğu alabildiğine nazik
-Şıkırdaklı- bir dille belirtilir ve hizmetlerinden ötürü kendisine sonsuz
teşekkür edilir. Mezarında şu yazacaktır artık, 'Harbin tevlit ettiği bazı
yaralar yüzünden vefat etmiş olup, cesedi herhangi bir Ağustos günü,
Cihangir-Manhattan yolu üzerinde bulunmuştur!..'
Ayrıca
prestiji, görünmez bir elin manivelasında hızla aşağılara sürüklenir ve
Orhan'ın ölüsü belki de bir çöp kutusunu süsleyecektir artık.
İkinci
sorunda şu, Orhan Pamuk, fason burjuvazimizin incilerini dile getiren -hiç
yapılmadı- bir roman yazabilir mi, yüksek sosyetenin iç çamaşırlarını en az
Mevlüt inceliğinde, iç gıcıklayıcı ve beyaz yaka suçlarının cennetinde yükselen
morfinmanlığın derbederliğinde, tütsülerin içine dalarak, barların,
pavyonların, diskoların, hidromellerin, kokainman, eroinman, lsd, marihuana,
fahiş, fuhuş, 'Cinsel Ayrılıkçı' israf cehennemlerinin ortasında, bu Kaligula
diyarının hengamesini, ortasına bağdaş kurarak, hangi Mevlütlerin ve hangi
milyonlarca Rayiha'nın (Mevlüt'ün karısı) kendi kendini tavuk tüyüyle kürtaj
etme fırsatını bile bulamadan, yok olup gittiğini anlatan mezbaha ve musalla
taşı üreticisi, bu vahşi sosyete uygarlığının ipliğini pazara çıkarabilir mi...
Vergi
kaçakçılığının, geri dönmeyen milyonların, yoksulların dilinin bile dönmediği
kredilerin, plasmanların, sübvansiyonların, kaçakçılık, uyuşturucu ticareti,
kolpa-parsa savaşları, köle ve beyaz kadın tacirliğinin handikapları ve
gökdelenlerde yapılan pazarlıkların, Orhan Pamuk gibi aydınların, aslında
vahşeti gizlenmiş bir şaşaanın, heybetin ve görkemle dolu sefahatin parmak
çocukları, Pinokyoları hatta tasmalı baykuşları olduğunu alabildiğine açığa
çıkaran bir roman yazabilir mi... (Yoksa yoksullar gibi dili mi tutulur, bu
başka ve ayrılıkçı dünyalar karşısında!..)
Ne yazık
ki yazamaz, değil korkmak hayalini bile kuramaz!.. Truva Atlığıyla geçen ahir
ömrünün Bloody Mary sarhoşluğunda geviş getirerek ebedi uykusunu bekler!
Mevlüt ve
karısının çarpıklıklarının, Turhan Selçuk'un sosyeteyi hicveden 'Bir Köpeğin
Anıları' adlı çizgi romanında görülüp, duyumsanacağı üzere, sapkınlık, düşkıran
bir acımasızlık ve us dışı bir hayasızlığa varabilecek sosyetik panoramasının,
Mevlüt'ün dillere destan trajikomik yaşamının yanında, kozmikomik düzeyde
kalmak şöyle dursun, şakanın bile ötesine geçemeyeceğini dile getirebilir mi!..
Orhan
Pamuk, görünen ve bilinen dünyamızın ucuz ve bayağı Don Kişot'luğunu aşabilecek
kalibrede bir yazar değil. Kimse değil... Sancaktarlık dışında!.. Sanatın gücü
öncelikle kendine yetemez. Sanat kurulu düzenin, olmazsa olmazıdır ve 'Karşı
koymak bile bir çeşit işbirliğidir' yasası uyarınca, görevini bağımlılıkla
yerine getirir.
Onun için
Orhan ve o, sen ve ben 'Yüzüklerin Kardeşliğini' kutlayabiliriz artık, çünkü
bir adım öteye geçemeyeceğimizi biliyoruz. Orhan bunun tebessümünü yakaladı,
bize ise göz yaşları düşüyor...
Ne yapmak
gerekiyor diyebilirsiniz, sanat hiç bir zaman ne yapmak gerektiğini söyleyemez,
ne olduğunu gösterebilir!..
***
BORGESYEN
DRAM

Borges'e
neden Nobel verilmedi, vermezlerdi, çünkü Borges batılı değil tam anlamıyla
doğulu bir yazar.
Yaşar
Kemal'den bile doğulu belki de... Böyle bir yazar Nobel alsaydı eğer,
doğu kültürünün ne kadar saygın, derin ve bırakın batı kültürünü, tüm dünya
kültürlerinden bir başat kültür olup, dünyamızın felsefi, hayret
verici ve büyülü kültür birikimlerinden biri olduğu ortaya çıkacaktı!..
Nobel
ödülü manipüle, gizli bir düzenbazlığın ödülü duygusu uyandırıyor ne yazık ki.
''Baskıya karşı çıkan aydınlar tasarımıyla'' batı kültürünün kendi
ülkesinde savunuculuğunu yapabilen her yazar bu ödüle ulaşabilir.
Orhan
Pamuk o kadar batı kültürünün etkisi altındadır ki, doğuya ilişkin, doğu
kültürünü yücelten bir tek satırı bulunmuyor, belki bu konuda yeteneği de
yoktur.
Yaşar
Kemal nasıl Nobel alamadıysa, Borges'de bu ödülü alamazdı, nerede baskı
düzenbazlığıyla, gerçek, yarı gerçek ama efendisine hizmeti öngören bir
örgütlenme var, batı kültürüne ''biat eden'' mühürlü dragoman, damgalı flaneur,
o ödül alıyor. Boris Pasternak'tan tutun Yasunari Kawabata'ya kadar herkesin
anlayabileceği ve her yerde geçebilecek sade suya tirit diye betimlediğimiz,
yapıt veren veya kendi kültürünü toplumunu kibarlıkla aşağılayıp, jurnal eden,
dandiliği, hiç kimselere bırakmayan, boyun bağlı kaplumbağalar var (Fransa'da
kaldırımları arşınlayıp kafelerde ömür tüketen aydınlara verilen ad), bunu
anıştıran her tür yazar Nobel adayıdır ne yazık ki...
Borges,
Nobel alsaydı, dünyada doğu kültürüne, Anadolu, Arap, Fars kültürüne
yoğun ilgi olacak, nice paradoks, soyutlama, büyü ve fantastik düşüncenin
altında derin ve yüzyılların birikimi bir çabanın varlığının olduğu su yüzüne
çıkacak ve hak tanırlığın gözettiği bir saygınlığa kavuşacaktı belki de
artık doğu kültürü!
Ama
Borges, bu hatasının farkına vardı, büyülü kültürlerin hayranlık veren
denizlerinde -özgürce- kulaç atmanın, görünmeyen bir tutsaklığın
zincirleri olduğunu anladı, özgürlüğün başka bir mantalitenin köleliğine
giden yolların parkeleri olabileceğini sezdi. Bu görünmez, umursamazlık ve
görmezden gelmenin kör kuyularından çıkmayı denedi ve ABD ye gitti,
Kanossa Kapısı'nda karlı bir kış günü papadan af dileyen Henry gibi af
diledi ve Büyük Birader'in ayaklarına kapandı, ama kapanan kapıların bir daha
açılmaz olduğunu, 'Yazın' gibi büyülerle, tazılarla, uçan oklarla kapıların
açılmayacağını anladı ama artık çok geçti...
Ömrünün
sonuna doğru Brodie Raporu, Kongre gibi aslında doğulu düşlemlerin ve kendi
biçeminin üzerine batı dünyasını, kültürel algısını monte etti ama son hamlesi
onun aklanmasına yetmedi ve ne yazık ki şimdi öbür dünyada tanrının verdiği
ödüllerle teselli buluyordur belki de...
Oyunu
kurallarına göre oynayan dünyanın tüm manipüle ve 'makam' jurnalisti yazarlar
da Orhan Pamuk gibi, Cihangir - Newyork arasında yüzeysel ve keder veren bir
saygınlığın elem denizlerinde çırpına çırpına yok olup gitmekle
oyalanıyordur artık. Bilinmez.
Çünkü bu
oyunun figüranlarının adı, tarih boyunca yinelenen bir sözcük; Truva Atı..
ULUS FATİH