
Huxley’in"Cesur Yeni Dünya" kitabı, Koestler'in "Gün Ortasında Karanlık", Zamyatin'in "Biz" ve Orwell'in "1984" 'ü ile beraber 20.Yüzyılın en önemli distopik
yapıtlarıdır. Bu yapıtlar arasında “Biz” bir başlangıç ve diğer yazarları
tetikleyen eserdir. Her ne kadar Orwell, Huxley’i “Biz” yapıtından
esinlendiğini vurgulasa da Orwell’in kendisi bu viral durumdan sıyrılamaz. Zihinselliğin
üretken arka bahçesinden gelen “dört
atlı”, yeryüzünde ütopyanın gerçekleşme olasılığını sorgular. Huxley’in terminolojisi biraz farklıdır.
Anahtar sözcükleri adeta şifre kırıcı işlevi görür. İç içe geçen kurgu sarmalında, onun yarattığı
“cennet-cehennem” , “algı kapıları” vs
gibi kavramların anlamları da değişir. “Fordizm karşıtlığı” olarak yorumlanan
eleştirel bakış aslında devasa bir sistemin eleştirisidir, tıpkı Zamyatin’in
karşı duruşu gibi. Gulag gibi bir ölüm kampının kol gezdiği zamanda(Stalin
dönemi) böylesine edebi (aslında politik) başkaldırıyı gerçekleştirmek yüreğin
ötesinde geniş bir cesaret ağı ister, ki Zamyatin’in akıbeti gönüllü sürgün
çıkışıyla ve gurbetteki hazin sonu getirir. Zamyatin’in devlet kavramıyla ilgili
söylediği “devletin ezici” gücü konusu ne o günlerde ne de içinde bulunduğumuz
zaman diliminde geçerliliğini yitirmedi, ama onun ta o yıllarda dile getirdiği “makinenin ezici
gücü” öngörüsü öylesine sıradan bir
ibare değil, günümüz yazılım programları
ve yapay zekanın vardığı-varacağı “korkutucu” boyut işte o “ezici gücün” son
perdesini hazırlamak üzeredir. En geç 15 yıl içerisinde insanlık tarihi bir
ilki yaşayacak ve bugünkü düş çizgilerimizi bile alt-üst edebilecek aşamalara
doğru koşar adım gidiyoruz. Cern deneyi gibi birkaç ülke bütçesine denk gelecek
bilimsel deneylerden “dışarıya” yansıyan şeyler işin içeriğini az çok takip
eden kimseler için mizah ötesi bir durumdan başka bir şey değil. Neymiş, “Tanrı
Parçacığıymış”! Ve evet, Arşimet yok ki Cern hamamında, çığlık atsın “buldum,
buldum” diye, dünya ancak şimdilik bir “Tanrı Parçacığı” lafıyla inlesin
dursun, kaldı ki o lafın çıkışı da başka bir öykü, projeden sorumlu fizik
profesörünün mutsuz ve kızgın ruh
halinde etrafındaki çalışma
arkadaşlarına “şu Allahın cesaı parçacığı” bulacağız der, işte o gün bugündür
“Tanrı Parçacığı” tanımı girer fizik literatürüne, kendini vehmi ile avutan
uyuşuk, uykulu, mahmur ve metafizik
vurgunu yemiş tembel zihinler işin içinden tavşan çıkarmaya yeltenirler, bu
mizahi çıkış, devasa bilimsel projeyi
yönlendirenlerin de hoşuna gider,hatta işlerine yarar, ta ki
yıl 2030 yılı ve ödev günü gelir çatar,
Zamyatin haklı çıkar, bizler değil! Çünkü o gün artık insanlık makinenin gücü
karşısında bayrağını indirmek zorunda kalacaktır. Güç, bilginin gücü olacak ve
öyle bir cyber varlık düşünün ki yeryüzünün 170 devletinden daha fazla bilgiyi,
birkaç Yottabaytlık bellekle motorize biçimde ve “duygu” dönüşümü içinde
taşısın. Huxley’in ütopya ülkesinin görüş menzilinde ise, “pozitif özgürlük”
kavramı, “insanın kendine karşı dürüst olması” sorunu, bireyselliğin özgürce
ifadesi ve nihayetten “sevgi mız
mızcılarını” bile rahatsız edecek o “sevgi ve derin yaratıcılık” istemi
çıkagelir, ama sonuçta “tanrı gibi
insanlar” tanımlaması hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Huxley’ye göre böyle bir topluma ulaşma şansı
sıfırdır.
Huxley’in hayatı
inanılmaz zor durumları karşılamıştır, yaşamının 3 yılını neredeye körlüğe
yakın bir engelle geçirir ve ancak fiziki koşulları da zorlayacak türden büyüteçlerle kitap okur
ve yazmaya gayret eder. Hem öyle bir yazarlık sevdası ki elli kitaba imza atar.
Kısa bir süre
önce belli bir okuma disiplin çerçevesi dahilinde her üç yapıtı tekrar okuma
ihtiyacı duydum. Özellikle, Zamyatin ve Huxley’in distopik yapıtları tekrar
okunmaya değer kitaplardır, zaman ve fırsat ayarlaması içersinde, çünkü
okunması gereken bir yığın yapıt yağmur gibi düşüyor okuma masalarımıza, yaşam
ise çok kısa ve acımasız, onun için ciddi bir süzgeçten geçirerek raf ayarı
yapmakta yarar var(kendime söylüyorum).
Burada üç ana
yapıtın detaylarına girmeyeceğim, fakat her üç yapıtın vardığı son durak
şaşırtıcı biçimde birbirine çok yakın!
Her üç yapıtı
incelediğimizde ortak ve ilginç bir motifle karşılaşıyoruz.
Ne olabilir ki?
Her üç yapıtın
merkez kurgu karakterlerinin yaşamındaki trajik çakışma noktası.
Bizim eski
romanın adıyla adlandırırsak, ki çok da yersiz olmaz, “aşkı memnu-yasak aşk” durumudur.
Zamyatin’in “Biz”
kitabındaki D-503 ve D-330 (Zamyatin romanındaki baş karakterlerin adıdır,
çünkü Zamyatin herhangi bir isim seçimi yerine numaralandırma yöntemini
benimser), Huxley’in “ “Cesur Yeni
Dünya” yapıtının Vahşi John ve Lenina’sı, ve nihayetinde Orwel’in Julia ve
Winston’u “1984” kitabında.
Her üç yapıt
bütün kavramsal ve düşünce kıvrımları dolaşımına rağmen, bir güç odağının
etrafında kenetlenir. O da Aşk kavramıdır. Sadece aşkın verdiği cesaretle(uçma
bilmeden uçurumdan atlar gibi) o titrek, korkak, çekingen
insanları(karekterleri) en ölümcül gerçekle karşı karşıya getirir, fani dünya
ve “tek devlet” tarafından yüklenmiş
yasaların aslında sıfır çeken özgül ağırlığı, cinsel ilişki bir fizyolojik
alışkanlık gibi akışkandır kurgu dilinde. Bir yapıtta(üç distopik romanda) pembe renkli kopunlarla(kuponmatik
da denilebilir), bir diğerinde Orgy
önermesiyle.Ama sonunda psikanaliz ustasının açılımıyla hep beraber distopik
“happy end”(mutlu son)' den umutsuz çıkacağız.
Tabu kırıcının kendisi bir
garabet ve içinden çıkılmaz tabuya
dönüşür. Kurguladığımız sistem can
çekişse bile direnecek. Yine de mantık ayaklarını oluştura yapının içinden bir
yıkım sesi yükselir, en azından tek kişinin yıkım sesi yankılanır kurgu
koridorunda. D-503 darmadağın olmuş ve ruhsal çöküntüye uğramış durumuyla, aşık
olduğuna ihanet eder, üstelik ne uğruna?
Aklın yeniden zaferi için!
Winston ise tam
kırık yıldan sonra iç sızlatıcı, dramatik kendi gerçeğiyle yüzleşir. Vahşi John
ise kendi inzivasında ve çıkmazında intihar eder. Üç adam, üç kadın ve üç uç
yaşam. Üç yazarın kendi çağdaşlarıyla giriştikleri düşünce çatışmasının da uç
noktası.
Doruk Satenay