Buluşma yerine geç varmaktan korkuyordum. Hızlıca yürümeye başladım, yaşamımda hiçbir şey randevu saatine geç kalmak kadar beni tedirgin etmez. Ben hızlandıkça, anlıma konan ter damlacıkları çoğalmaya başladı, uzun saçlarımın dipten dibe ıslandığını hissediyordum, sonunda kan ter içinde tam saatinde hatta dakikasında yanındaydım. Parkın sessiz bir yerinde elindeki kağıt çay bardağıyla beni bekliyordu. Öne fırladım ve sıkı bir özürden sonra, sorgusuz, sualsiz elimdeki dosyada bulunan Octavio Paz çevirimi ona uzattım. Nedenini hiç anlamadığım bir biçimde Yahya Kemal’in “zil, şal ve gül” sözcükleri kalbimin tüm hücrelerinden bir Elhamra türküsü gibi geçti o an. Yanına oturdum, uzun boylu idi ve bakımlı bir yüzü vardı, turuncu bir şal, ışıkla ahenkli saçlarını okşuyordu. Octavio Paz’ın şiirlerine odaklandığını tahmin ederek onu rahatsız etmek istemedim, oysa şiire değil önünden hızlıca uçan kırlangıç kuşuna odaklanmıştı zihninde. Tebessüm ettim. Tebessüm etti. Güneş kocaman soğuk sarı çemberi andırıyordu o gün, buzdolabındaki buz tutmuş erikler gibi. Usulca elindeki çay bardağına uzandım ve izin alarak bir yudum içtim. Buz gibi havada ılık bir çay, sessizlik, sükun notalarıyla kaplı bir ortam, sonunda dayanamadım ve yüksek bir sesle “işte bu Parktan birkaç km ötedeki hapishanenin avlusunda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını astılar” diye haykırdım. Çay bardağı elimden kaydı, yere düştü, neden bunu dile getirdim? Bilmiyorum. Bir anlıktı, bir andı sadece. Belki de Octavio Paz’ın “Su, sadece su” istencine paralel bir haykırıştı benimkisi. Ayaklarına baktım hafif bir titreme tenini sarmıştı. Biraz daha yaklaşmak zorunda kalarak, ellerini tuttum. Kırmızı renkli çantasından sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı, sigara dumanını içindeki en büyük “ah” gibi ve var gücüyle havaya üfledi, başımı kaldırdığımda dudaklarından çıkan sigara dumanı havada bir “D” harfi çizdi, o an yüzü bana dönüktü, hafif bir sesle : “ ama bizi kimse öldüremez, biz ölüleri bile diriltiriz…” dedi. Varlığım dalgın suları andırıyordu o anlarda. Sustum, sustu.
“Son söz hangi denize karışacak?” diye soramadım ona. Kendime dönmek istedim o gün, ama kendimde değildim artık. Gülün güneşten sakındığı günlerde eski anılara dalar insan. Yağmur sonrası coşkuyla. Beni hiç sorma, Istırabın kollarımı büktüğü yerdeyim artık. Unuttuğumu falan yok, sadece yaşam acemisiyim. Şimdi nasıl anlatmalıyım ki: “bana bir dalga gibi çarpıyorsun her gelişinde, mutlaka geri çekilmek zorunda olan bir işgal ordusu gibisin, ağzımdan, burnumdan geliyorsun her gidişinde…”.
-“bir kez daha soruyorum, sen kimsin?”
-ben mi? -“evet, sen” -saçma sapan dikilmelerin yanı başında olan ve o bir zamanlar “birileri hayatı oyalamak zorunda ki diğerleri kaçabilsinler” dediğimiz penceresiz bir soruyum. Sıva tutmayan duvar. Sufi.
“ Biliyorum ben de sağırım ötekine sağırım yanı başımda yanlış anlaşılan öfkesiz kardeşimin öfkesine sağırım en yaralı günümde kendime bile. Bekliyorum gene de Tükenmiş bir umudun eşiğinde: Eğilecek, duyacak, unutacak bir tanığın beklenmedik kıpırtısını…”
Published Pazartesi, Şubat 18, 2013 by borges defteri.
I.
Dışarıda, ıslak bir Baykuş Psikiyatrın tuttuğu notları gagalıyor! II. Merdivenlerden inerken düşündü: gökkuşağını Kül ve Xanax adasına kim sürgüne gönderecek? III. Ve hüzünlü gün başıboş balon gibi ağacın dallarına takılmış. A. Ahıska 11.09.2012 / Chicago
Published Cumartesi, Şubat 16, 2013 by borges defteri.
YAŞASIN AŞK / William Saroyan Çeviri: Orhan Veli Kanık "Uyandığım vakit ne saati kestirebildim, ne günü ne de hangi şehirde olduğumu. Yalnız, bir otel odasında olduğumu biliyordum. Vakit, bir hayli ilerlemişe benziyordu; yahut da küçük bir kasabadaydım. Kalksam mı, yoksa böyle esvaplarımla, yatağın üzerinde uzanıp yatsam mı, bir türlü karar veremiyordum. Bir de, hislerimin değişmemiş olduğunun farkındaydım. Aşk, saçma bir şey. Hep öyle olmuştur zaten; daima da öyle olacaktır. Gerçi, tek var olan şey; ama saçma. Kuşlardan gayri hiçbir mahlûkata göre değil; kuşlara göre. Çünkü kuşlar, yaşamak için, insanlar gibi bir takım aşağılık işlerle uğraşmaya mahkûm edilmemişler. Elbise giyen, dünyada oturan, çalışması, para kazanması gereken, havayla, suyla yaşayamayan mahluklar için aşk, fazla güzel bir şey. Konuşan hayvanlar için bu biraz fazla. Nerede olduğumu, niçin olduğumu neden sonra hatırladım. Reno'daki bir otelin bir odasındayım. Buraya boşanmak için de gelmiş değildim; evli değildim çünkü. Reno'daydım; çünkü sevgilim San Fransisco'daydı. Ben ne bir kanaryayım, ne bir kumru, ne bir güvercin, ne bir bıldırcın, ne bir saka, ne de bir sinek kuşu. Yani, dallar arasında yaşayıp bir kanaryayı, bir başka kumruyu, bir başka güvercini, bir başka bıldırcını, bir başka sakayı, bir başka sinek kuşunu sevmekten ve onlar için aşk türküleri söylemekten başka işi gücü olmayan o tüylü mahlûkatlardan değilim. Ben, düpedüz bir Amerikalıyım. Eğlenmenin ne demek olduğunu biliyorum; ama, şöyle bir gelip geçici macera ile aşk arasındaki farkı da biliyorum. Aşk, benim için de benim gibiler için de, biraz fazla. Fazla güzel bir şey. Ne uçmak geliyor içimden, ne de ötmek. Her şeyden önce yiyip içmeye ihtiyacım var; hâlbuki âşık olursam yiyip içemem. Bu işteki gülünçlüğü göremeyecek kadar hassas değilim. Yok benim mizacımda böyle bir hassasiyet. Bu iş bir kumru için pek münasip, ama benim için, biraz gülünç. Düşünmezsem mesele yok; fakat düşündüm mü, böyle. Bu fazla hassasiyet bir filmdeki budala bir jön prömiyere pekala yakışabilir; lakin San Fransisco'da biraz fazla güzel. Reno'ya gelişim, kızcağızın biraz daha muntazam yiyip içmesini temini içindi. Böylelikle o da beni rahat bırakacak, ben de biraz yiyip içebilecektim. Benim, kendime gelebilmem için, onun da biraz kendine gelmesi lazımdı. San Fransisco'da iken kendisine : Dinle, demiştim, ben fena halde acıkmaya başlıyorum. Müsaade etmez misin, bir müddet için başka yerlere gideyim? Başka yerlere mi, dedi, gidersen ben de gelirim. Bunu ben de çok isterim; ama beraber olursak hiçbir şey yiyemeyiz. Oysaki gıdaya son derece ihtiyacımız var. İkimiz de bakımsız kaldık. Baksana şu halime, üç haftadır hayali fener gibiyim. Toprağın sağlam. Pek de değil. Adamakıllı çiroza döndüm. Neye dönersen dön. Gittiğin takdirde ben de geleceğim. Bir başıma kalamam buralarda. İstersen gel. Aç kalmayı göze aldıktan sonra... Alıyorum. Dinle ama beni. Hem uykuya ihtiyacın var, hem gıdaya. Benim de öyle. Ben seni bırakmam. Pekâlâ, öyle olsun. Sonunda beraber öleceğiz demektir. Mademki razısın, ben de razı olurum. Evet, razıyım. Güzel! Gitmiyorum öyleyse... Peki, ne yapacağız şimdi? Bunları konuştuğumuz sırada saat on biri geçiyordu. Sinemadan çıkmış, eve gelmiştik. Birer sandviç yedik, birer kahve içtik. O : Biraz plak çalalım, dedi. Ben : Çıkalım da, dedim, bir yere gidip bir şeyler içelim. Burada oturup plak dinlemek daha hoş değil mi? Pekâlâ, öyle olsun. Onun üzerine yattık. Bir çift kumru gibi. Aradan üç gün geçti; nihayet yolculuğa çıkmama karar verdik. Bana, nereye gittiğimi araştırmayacağına, peşim sıra gelmeyeceğine dair söz verdi. Ben de ona ne mektup yazacak, ne telgraf çekecek, ne de telefon edecektim. O ara : İyi hissetmiyorum kendimi, dedi. Ben de: Makul ol, dedim. Gir yatağına ve uyu. Uyandığın zaman da bir güzel karnını doyur. Bir hafta bu minval üzerine yaşa. Peki, dedi. Bir taksiye bindim, havaalanına geldim, iki saat sonra da Reno'daydım. Bu otele inip, hemen bu odada uyudum. Öyle uyumuşum ki uyandığım vakit hangi şehirde olduğumu bile bilemedim. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Kalktım, gerindim. Aşağıya inip pür iştiha bir yemek yedim. Ama içimde bir de tuhaf hüzün vardı. Onun için, yediğim yemeğin pek fazla yaradığını sanmıyorum. Yemekten sonra şehri bir dolaşmaya çıktım. Baştan başa, ışıklarla donatılmış, çok hoş bir şehirdi. Ama nedense kendimi pek keyifli hissetmiyordum. Aklımdan San Fransisco'ya dönmek bile geçiyordu. Tekrar bir taksiye bindim, şehrin dışına çıktım; içkili bir yerde dokuz tane viski içtim. Otele döndüğüm zaman saat ikiyi çeyrek geçiyordu. Odamın anahtarını almak için kapıcının dairesine uğradım. Adam, beni birkaç defa telefonla aradıklarını söyleyip, bir telefon numarası verdi. Bu, şehir içindeki bir yerin telefon numarasıydı. Odama çıktım, telefonda bu numarayı aradım. Onun sesiydi. Neredesin , diye sordum. Reno'dayım, dedi. Anladım. Ama neresinde? Nerede olduğunu söyledi. Sonra ilave etti: Çok sarhoşum. Geliyorum, dedim. Nasıl hissediyorsun kendini? Çok iyi. Ya sen? Ben iyi değilim. Şimdi geliyorum. İyi yemek yedin mi bu akşam? Evet, dedim, ya sen? Ben yemedim. Daha doğrusu yiyemedim. Hemen geliyorum. Reno'da olduğumu nasıl öğrendin? Kapıcıdan. Nereye gittiğini biliyor musun? diye sordum. Reno'ya gittiğini söyledi. Otelin adını veren de o. Sen mi söyledin kendisine? Evet. Söylemezsin sanıyordum. Niçin söyledin? Belki soruverirsin diye. Sen niçin sordun? Belki söylemişsindir diye. Bir dakika sonra oradayım, dedim. Adını söylediği yer otelime iki adımlık bir yerdi. Ama gene de bir taksiye atlayıp öyle gittim. Onu öyle ufacık bir masanın başında, elinde kocaman bir bardak , yapayalnız görünce içimde hüzünle saadet karışığı bir his belirdi. “Gel” dedim. İyiliğin bu derecesi bana, ben mizaçta olanlara göre değildi; ama oldu bir kere. Otele, yürüye yürüye döndük. Dedim ki : Bizim için en münasibi, bir güzel kavga edip birbirimizden ayrılmaktır. Nasıl olsa evlenemeyiz. Ben kavga etmek istemiyorum dedi. Elbet bir yolunu buluruz. Belki bu iş bir iki günümüzü alır ; ama buluruz. Bulamazsak, kötü olacak zira.böyle söylüyorum ya, görüyorsun, seni de seviyorum. Ben de, dedi. Reno'da on bir gün kaldık. Sonunda, kendisine söylemek istediğim şeyi anladığını anladığımı söyledim. Böylesi daha iyi, dedim. Hep de böyle olsun. Evet, dedi. Burada seninle karşılaştığım için çok mesudum. Haydi, allahaısmarladık, dedi. Ama hiç kavga etmedik, değil mi? Evet, dedim. Etseydik daha mı iyiydi? Hayır, dedi. Seninle karşılaştığım için çok mesudum, diye tekrarladım. Trene binip, San Fransisco'ya döndüm. Yol boyunca içimde bir burkulma vardı. Ama biliyordum ki bu geçecek, geçti de. Gerçi bu iyileşme biraz geç oldu; gelgelelim temiz oldu. Üç ay sonra onu tekrar gördüm; o da düzelmişti. Birlikte bir akşam yemeği yedik. O güne kadar en iştihalı yediğimiz yemek buydu. Başından sonuna kadar çok zevkli geçti. Böylesi daha iyi değil mi, dedi. Evet, dedim. " *** Orhan Veli'nin ölümünden sonra , kağıtları arasında bulunan bu çeviri, William Saroyan'ın " Love, Here Is My Hat" adlı öyküsünün " serbest" bir çevirisidir ve vatan gazetesinde yayımlanmıştır.
Published Pazar, Şubat 10, 2013 by borges defteri.
Ey benim İyim! Ey benim Güzelim! Yalpalanmadan yürüdüğüm acımasız bando mızıka! Cinlerin işkence çarkı! Hurra, duyulmadık yapıt ve anlı şanlı beden, ilk kez! Çocukların gülüşleriyle başladı, bitecek onlarla bu. Kalacak bütün damarlarımızda bu ağu, dönerken bando mızıka, eski uyumsuzluğa kavuştuğumuzda bile. Ey şimdi bu işkenceleri hak eden bizler! Getirelim özlemle yan yana, yaratılmış bedenimiz ve ruhumuza verilmiş o insanüstü sözleri: O sözleri, o çılgınlığı. İncelik, bilim, şiddet! Söz verildi bize iyilik ve kötülük ağacının karanlığa gömüleceği, zorba dürüstlüklerin sürüleceği, arınmış sevdiğimizi alıp götürelim diye. Bazı iğrenmelerle başladı bu ve bitiyor,-emanet edemeden bizi o sonsuzluğa hemen,-bitiyor kokular bozgunuyla bu.
Çocukların gülüşü, kölelerin suskunluğu, erdenlerin sertliği, buradaki biçimler ve nesnelerin ürpertisi, kutlu olsun anısıyla bu uyanışın. Hoyratça başlamıştı bu, alev ve buz meleklerle bitiyor işte. Küçük esriklik uyanışı, kutsal! Bize ödül verdiğini maske karşılığında ancak. Onaylıyoruz seni, yöntem! Dün, biz yaşatan her birine ün ve şan verdin, unutmuyoruz. İnancımız var ağuya. Ömrümüzü tümüyle verebiliriz her gün. İşte Canakıyıcıların* vakti. Arthur Rimbaud * Esriklik Sabahı’nı afyon yuttuğu bir anda yazmış. Canakıyıcı, Fransızcası “assassin”: Fransaızcaya Farsçadan geçmiş(haşhaşi). Adı Avrupa’da duyulan Hasan Sabbah, fedailerinin bilinçlerini bulandırıp düşmanlarını öldürtmek için, onlara afyon ya da esrar içiriyordu. Böylece “haşiş” ya da “haschich” , olarak Faransızcaya girdi. Rimbaud sözcüğün çift anlamını kullanmış.
Aşağıdaki anı Gustav Y.’nin Kafka ile yüz yüze yaptığı bir görüşmeye aittir. Prag kentinin eski mahallesine yakın, çocukluk yıllarını geçirdiği evin alt katının Cafeye dönüştürüldüğü mekanda geçer görüşme. Gustav not düşmemiş, ama bana öyle geliyor ki, konuşma, onun “Nasılsınız bay Kafka?” sorusu üzerine başlamış ve anlaşılan o ki Kafka gelen bu ilk soğuk duştan oldukça tedirgin ve rahatsız olmalı ki edebiyat tarihine geçecek bu kısa görüşme bir edebi miras olarak kalır. MIT’nin kitap deryası kütüphanesinde önüme çıktı yazı, oracıkta çevirdim ve defter okurlarıyla paylaşmayı uygun gördüm:
“Kafka biraz sitem dolu sözlerle konuşmaya başladı: “Siz şaka yapıyorsunuz, ama ben çok ciddiyim. Mutluluk yalvarmakla elde edilmez. Mutluluk herkesin kendi öznel görüşüne, kavrayışına bağlıdır. Anlatmak istediğim şu ki mutlu bir insan gerçeğin karanlık tarafını görmez. Ayakta olduğumuzu varsayarız, oysa düşmek üzereyiz. Bundan dolayıdır ki herhangi birinin hal hatırını sormak ona en büyük ihanettir. Buna benzer ki, bir elma başka bir elmaya : “kutsal vücudunuzdaki kurtçuklar nasıllar?” diye sorsun. Ya bir ot başka bir ot’a sorsa : “kendi kendine solmaktan mutlu musun?” …iyi de ne yanıt verirler? Gayri ihtiyarı Kafka’ya yanıt verdim: “çok iğrenç bir durum”. Kafka dedi ki: “görüyor musunuz?”. Sonra çenesini yukarıda tutarak, ki boyun damarları da görünür biçimde kabarmıştı, devam etti : “Birinin hal hatırını sormak, o insanda ölüm bilincini uyanık tutar. Ben ki hasta ve savunmasızım, karşısında olacağım ve sadece ona bakıyor olacağım”. KAFKA ile söyleşi, Gustav. Y. Çev . Enis En - BOSTON
Published Pazartesi, Şubat 04, 2013 by borges defteri.
BORGES’İ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ?
“Felsefeye meraklı bir edebiyatçıdan çok edebî yeteneklere sahip bir filozof olan Borges’in, modern düşünce ve edebiyatta merkezî bir rolü vardır. Yolu Borges’e düşen tek yazar Foucault değildir. Calvino’dan Derrida’ya, Llosa’dan Márquez’e Borges’den etkilenmeyen deha neredeyse yoktur.”
Gökhan Yavuz Demir'in oylumlu Borges yolculuğu, defter'in E*Mag yayını 3.sayısının içeriğini oluşturuyor. E*Mag'ı Mediafire linki ve ISSUU sitesi (borges defteri e-book öbeği) üzerinden e-book arşivinize ekleyebilirsiniz:
"Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B